Üveys el-Karni, (Hale ile Halelenenler -5)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 03/02/2019
Clap

Duyup hissettiklerini çevresine duyurma heyecanıyla yaşıyor.. sürekli yaşatma duygusuyla oturup kalkıyor.. edip eylediklerini yetmezlikle değerlendiriyor.. tekrîm u tazimle yâd ediliyor ama fahre, gurura bütün bütün kapalı kalmada da sürekli bir mahviyet ve tevazu tavrı sergiliyordu..

Hak’la irtibatı ve İslamî hassasiyetiyle “müşârun bi’l-benân[1]” bir akrabü’l-mukarrabîn[2] idi Üveys el-Karanî. Işık çağına ermiş, görülecekleri görmüş, kendini hâle halkaları[3] içinde bulmuş, tâlii yâr, mazhariyetleriyle bahtiyarlardan bahtiyar, müteahhirînden olduğu halde mütekaddimîn[4] ile hemhâl; Hak ve Hakk’ın elçisiyle[5] irtibatı tam, amûdî (dikey)[6] yükselişiyle hâledekilerle hemhudut, onların halleriyle hâllenmiş, nev’i şahsına mahsus[7] dırahşan bir çehreydi o. Anne isteğine takılmış, ezanı duyduğu halde ön saftakilerin arasına girememiş ama kalbî ve ruhî hayat azmi ve hızı sayesinde herkes tarafından dikkat çeken biri haline gelmiş, halife-i rûy-i zeminden olağanüstü iltifat görmüş ve onlarla aynı duyguları paylaşan biri olma konumunu ihraz etmişti.

Hâle ile içli dışlıydı; o atmosfer içinde Hazreti Kamer-i Münîr’den[8] gelen ışık tayflarıyla duyulmazları duyuyor ve alınabilecek her şeyi alıyordu.. duyup aldığı kadar da çevresine veriyor, ruha ve sırra uzanan güzergâhta yüzlercenin yolunu aydınlatıyordu. Duyup hissettiklerini çevresine duyurma heyecanıyla yaşıyor.. sürekli yaşatma duygusuyla oturup kalkıyor.. edip eylediklerini yetmezlikle değerlendiriyor.. tekrîm u tazimle yâd ediliyor ama fahre, gurura bütün bütün kapalı kalmada da sürekli bir mahviyet ve tevazu tavrı sergiliyordu.. Hakk’a içini döküp, inleme ve sızlanışlarıyla sabâ ritmi içinde, çevresine hep âh u efgân telkin ediyordu.. “Hayaline bile bulaşmamıştır![9]” diyeceğimiz, mazhariyetlerinin gereği sayıp gözünde büyüttüğü en önemsiz sisi-dumanı dahi devâsâ masiyetler şeklinde değerlendirerek kemâl emaresi mülahazalarıyla hep sızlanıp duruyordu.

İşte o içten gelen ciğersûz nağmelerden seleflerinin inilti fasıllarıyla birebir örtüşen, mazmun yörüngeli bir-iki resim; daha doğrusu deryaları peylemeye yetecek, melek soluklarına denk, “akrabü’l-mukarrabîn” âh u vâhı içtenliğini hatırlatan, cihânpaha birkaç damla:

“Ey yücelerden yüce Rabbim! ‘Tevekkül, teslim’ diyor, yardımını dileniyorum. Beni ne dünyada ne de ötelerde acz u fakr ve hiçliğimle baş başa bırakma!.. Ey ezel-ebed Sultanı ve bugünlerin, yarınların, tüm zaman ve mekânların Rabb-i Rahîmi! Mücrim bir benden olarak şu yoksullar yoksulu halimle bârigâh-ı rahmetinin kapısı önündeyim. -Ey aziz ruh! Sen de yoksulsan, bilmem ki şu derbeder bendelere ne demek düşer? Ben bir şey diyemeyeceğim ama bir Hak dostu böylelerine ‘mezar-ı müteharrik bedbahtlar’ demeyi uygun bulmuş; haklı olsa gerek.- Zayıfım, derbederim, zelilim, esîrinim ve iflas etmiş bir çaresizim; Sen ise kapına yönelenlerin taleplerini vüs’at-i rahmetinle karşılayan sultanlar sultanısın!.. Gamım, kederim hadden efzun ama düşe-kalka yürüyen tasalı gönüllerin arzu ve isteklerini is’âf buyuran bir Cevâd u Kerim’in kapısı önündeyim. İsyanlarım sınırsız!.. -Neye isyan diyorsa?- Nezdindeki makbul ve mümtaz kulların arasında bulunma ümidiyle başım rahmetinin eşiğinde, bağışlanma recasıyla o kapının tokmağına dokunuyorum. -Ey seleflerini kalbî ve ruhî hayat derinliğiyle kendine imrendiren sır ve hafâ sultanım! Muasırlarının ve çevrenin seni numune-i imtisal görüp takdirler yağdırmalarına karşılık, bu sızlanışların idraklerimizi aşan ufkunun enginliğiyle bir vurulup dövünme mi; yoksa bağı kopmuş tesbih taneleri gibi sağa-sola saçılmış bencileyin bendegânlara mihraplarına yönelme tembihi mi?- Kusurlarımın affedileceği hicap ve heyecanıyla bârigâh-ı gufranına yöneliyor; bağışlanacağım ümidiyle yerlere yüz sürüyor ve ‘Ey Rabb-i Rahim’im!..’ diyorum... Nefsine zulmetmiş bir derbeder olarak gözlerim vüs’at-i rahmetinin kapı aralığında, gönlüm hususi teveccüh sağanağında, kabul edileceğim heyecanlarıyla gözlerim kapının açılacağı intizarında, Senden beklenenleri bekliyorum. Gerçi cürümlerim bî-hadd ü pâyân ama ehliyetimi bir kenara atıyor, ehliyet-i Rahmâniyene sığınıyor ve başım önümde özel iltifatlarını intizar ediyorum.”

“Yüce Rabbim, lâyüad ve layuhsâ hatalarımla, yönelecek başka kapı bilmeme iz’ânıyla, hemen her zaman Senin o herkese açık bulunan rahmet kapının önünde ebedlere kadar durma kararındayım. Rabbim! Şu bî-hadd ü pâyân hatalarımla bir kere daha Sana yöneliyorum; Sana yöneliyorum zira yönelinecek bir başka kapı bilmiyorum. Ey yüce Rabbim! Sen ululardan ulusun ve bir keremkânisin; bense zavallılardan zavallı bir bende. Sen etmezsen bu pür-melâl kuluna merhamet, kim elinden tutar onun? Sultanlar sultanı melce’im! Sen her şeyin ve herkesin mâlik-i hakikîsisin, kapı kulun ise sıradan bir bende; Sen lütuf buyurup kerem destine almazsan, ona kim inayet edebilir? Melce’im ve mesnedim! Sen yegâne aziz, bu fakir ise zillete maruz bir derbeder; Sen elinden tutmazsan, kim kurtarabilir onu bu mezelletten? -A kemal abidesi ve gözümün nuru, sen de zelilsen, söyler misin bizim içinde bulunduğumuz durumun adı nedir?- Mevlâm! Sen yücelerden yüce öyle bir Erhamürrâhimîn’sin ki, en büyük günahları irtikâp eden kapkara ruhlara bile afv u mağfiret kapılarını ardına kadar açık tutmakta ve تُوبُوا إِلَى اللَّهِ bişâretiyle ümitleri şahlandırmadasın; ömrünü isyanlarla âlûde geçirmiş bu fakîr u hakîri de o kapıdan uzaklaştırma!..”

“Ey nihayetsiz rahmet ve şefkatiyle herkese teveccüh buyurup içlere inşirah salan Hannân u Mennân! Ben de Senin âciz ve düşe kalka bir kulunum; kabrin zulümât ve darlığından ve mukadder hesabın ağırlığından rahmetinin enginliğine sığınıyor ve ‘El-emân, el-emân!’ iniltileriyle Senden emn ü emân dileniyorum. -Bilmem ki, biz bu engin mülahazaların tesiriyle bir kerecik olsun bu şekilde Hakk’a iç döktük mü? Zannetmiyorum... Hazret ötelerdeki ürperten ahvali her yâd edişinde bir kere daha “El-emân, el-emân!” deyip inliyor.- Münker-Nekir’e cevab-ı savabda inayet ve teveccühünü bu düşkünden esirgeme!.. Ben, maruz kalacağım her dâhiyeye karşı ‘El-emân!’ deyip re’fet ü şefkatinin ümidiyle oturup kalkacağım. ‘El-emân, el-emân!’ makberin darlık ve zulmetinden.. Senin sıyanet seralarında korunmaya alınıp alınamayacağını bilmeyenlerin canları gırtlaklarında tir tir titreyip durdukları ürpertici ahval-i müthişe karşısında ‘El-emân, el-emân!..’ Zelzeleleri zelzelelerin takip ettiği, zeminin toz-duman haline geldiği, dağların hallaç pamuğu gibi savrulduğu, semaların rulolar şeklinde dürüldüğü, arz u semanın tebeddül üstüne tebeddüllerle zîr u zeber olduğu/olacağı hengâmda.. herkesin umumî bir ‘ba’s-u ba’de’l-mevt’ ile haşr u neşir süreciyle huzur-u kibriyâda toplandığı o gam üstüne gam evânında.. ins ü cin herkesin yapıp ettikleriyle yüz yüze geldiği kahreden tablolar karşısında.. hayatlarını küfür ve dalalet içinde geçirenlerin ‘Keşke toprak olsaydım!’ iniltileriyle sızlandıkları o nedâmet hırıltıları esnasında.. ve daha iç içe bir sürü dâhiyeler karşısında, bir kere daha içten ‘El-emân, el-emân!..’ Dünya hayatını isyan vadilerinde ve günah çirkefleriyle geçirenlerin hesaba çağırılmaları karşısında ‘Vay halime!’ anlamında yine ‘El-emân, el-emân!..’” Bunları deyip sızlanmalar heymânı yaşamıştı o masum-ı mukayyed[10] âbide şahsiyet...”

O, bu iniltilerle yatıp kalkıyordu her zaman! Dil-dudak latîfe-i Rabbâniyenin emrinde hıçkırıp duruyordu her ân. O, bu mülahazalarla nefes alıp verdikçe, çevresinde de nur çağı şive ve deseninde diriliş meltemleri esiyor; hafif de olsa esnemeye durmuş bir kısım gönüller bu âh u zâr karşısında yeniden cana geliyor, resmedilen tabloları hayalen temaşa etme irfanıyla bir bir kıvama yürüyor ve o semavî nağmelerle bir inilti ve sızlanış korosu oluşturuyorlardı.

Keşke bu duygu, düşünce ve tahayyüllerin onda biri günümüzün müddeî Müslümanlarında da bulunabilseydi!.. Yuvalar bu uhrevi tabloları tahayyül ruh haletiyle kalben ve ruhen cana gelip de o yanıp yakarışlara ses katabilseydi!.. Dinî medâris ve külliyeler bu âh u efgâna bigâne kalmayıp onlar da bu örfâneye iştirak edebilselerdi!.. Kürsüler, mihraplar, minberler günlük aktüalitelerin tesirinden sıyrılarak “Bir nağme de bizden!” deyip o koroya katılabilselerdi!.. Ama ne acıdır ki, bugün, ev, çarşı-pazar, irşad yuvaları, hatta bazı halvethane, tekye ve zaviyeler de günlük dedikodu hırıltılarıyla inlemede.. yuvanın kendine has ruhu yoğun bakıma kaldırılmış.. ilim irfan müesseseleri oksijen tüpleriyle nefes alıp vermekte. Medâris-i âliyede kulaklar إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ ile inim inim.. bazı tekye, zaviye ve halvethaneler musallada namaz intizarı içinde.. sokaklar zift çağlayanlarına rahmet okutturacak mahiyette.. ruhunu yitirmiş yığınlarda arama hissi tamamen uçup gitmiş.. umumî hissiyata tercüman kabul edilen jurnalleşmiş evrak-ı perişan şeytana zangoçluk yapma peşinde. Hâsılı ortalık toz-duman, kafalar karmakarışık.. ruhlar ve gönüller de ekstra ümide emanet. Ne güzel dillendirir Akif’imiz bu iç bulandıran tabloyu:

“Beyinler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş,

Ne din kalmış ne iman, din harâb, iman türâb olmuş,

Mefâhir kaynasın gitsin de vicdanlar kesilsin lâl,

Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!..”

Keşke bunları görüp anlayan ve anladığını da dillendirebilen birkaç tane entelektüelimiz olsaydı!.. Heyhat! Onun fıkdânı da ayrı bir vesile-i hicran.[11]

Şimdi isterseniz bu faslı da, Üçüncü Mustafa merhumun şu dörtlüğüyle noktalayarak sızlanışlarımızla bir kere daha yutkunup kâriîn-i kirâma veda edelim:

“Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele,

Devleti, çarh-ı denî verdi kamu müptezele,

Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele,

İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lemyezel’e!..”

 

[1] Müşarun bi’l benan: Parmakla gösterilen, gözde biri

[2] Akrabu’l mukarrabin: Yakınlardan daha yakın

[3] Hale: Sahabe efendilerimiz, hale halkaları tabiin ve tebe-i tabiin. Veysel Karani Hazretleri tabiindendi.

[4] Mütekaddimin: Öndekiler, Müteahhirin: arkadan gelenler. Veysel Karani Hazretleri tabiinden olduğu halde sahabe ile hemhal olarak zikrediliyor.

[5] Hak ve Hakkın Elçisi: Allah ile ve Resulü ile irtibatı tam.

[6] Bediüzzaman Hazretlerinin 15. Mektup Birinci makamda ifade ettiği gibi amudî yükseliş Allah Telanın bize şah damarımızdan daha yakın oluşu hakikatinin inkişafına mazhariyettir. Böyle bir mazhariyete erenler velayetin seyr-i süluk berzahlarına takılmadan hızla maksuda ulaşırlar. Hocaefendi bu mevzuyu Salik kavramını tarif ederken  şu şekilde ifade etmektedir: 

Sâlik: Bir yolu tutup giden anlamındaki bu kelime, tasavvuf erbabınca Allah’ın rızasını kazanma hedefine bağlı, belli bir disiplin içinde O’na yürüyen; yürüyerek tabiatındaki uzaklaşma temayüllerini nötralize eden veya kendi uzaklığını aşmaya çalışan hak yolcusu demektir ki, kendi içinde iki ana bölüm hâlinde mütalâa edilegelmiştir:1. Seyr u sülûk yolunun gereklerini yerine getirmeden, yani uzlet yaşamadan, halvet görmeden, çile ile tanışmadan, sırf cezb-i rahmânî ile bir hamlede, bir nefhada bütün hâl ve makamları aşıp kendi kemalât arşına ulaşan cezbedilmiş (meczûp) veya (müncezip) sâlik. 2. Usûl ve âdâbı dairesinde istidadının gereği “âfâkî” veya “enfüsî” seyr u sülûk-i ruhanîyle Hakk’a vuslat yolunda bulunan sâlik-i mücahid.

Bir hedefi takip eden, bir yolda yürüyen ve Allah’a ulaşma gayreti içinde bulunan hak yolcusu diyeceğimiz sâlik; usûlünce, Hakk’a ulaşma cehdi içinde bulunan herkese denir ki; her ferdin, istidat, kabiliyet ve mazhar olduğu/olacağı mevhibeler açısından farklı farklıdır:

Kimileri, fevkalâdeden bir ihsan-ı ilâhî ile, seyr u sülûk-i ruhanîde gözetilmesi esas sayılan disiplinleri görüp gözetmeseler dahi, bir hamlede, bir nefhada Allah tarafından çekilip rıza ve muhabbet mertebesine ulaştırılırlar ki, bunlara cezbedilen (meczûbîn-i ilâhî) sâlikler denir. Bunlar başkalarının pek çok “erbaîn”lerle ulaşacakları hâl veya makamları, miracın gölgesinde birkaç dakika, birkaç saat veya birkaç günde elde edebilir, çarçabuk nefsanî kirlerden arınır, en hızlı şekilde kalb tasfiyesinden geçer ve hiçbir zaman sa’y u gayretlerle ölçülemeyecek bir süratle Matlûb, Maksûd ve Mahbub’larına ulaşarak, maiyyete mazhariyetin bütün ruhanî ezvâkını birden duyar ve zâhir u bâtının birleşik noktası sayılan “insan-ı kâmil” ufkunu ihraz etmiş olurlar. Bu mânâdaki “meczûbîn-i ilâhî”, insanlar arasında Hak sırlarının gizli defineleri, ziya-i ilim ve vücudun yeryüzündeki nokta-i mihrakiyeleri ve mü’minlerin gönül hayatları adına, ebedî susuzluklarını giderecekleri Hızır çeşmesinin de sâkîleri sayılırlar. Sözleriyle ölü kalbleri ihya eder, nazar ve teveccühleriyle kör gözleri açar, atmosferlerine girenlerin de kalbî ve ruhî yaralarını iyileştirirler. Bunlar yer yer, ayrı bir mevhibe ve ayrı bir vâridâtla hep mest u mahmur yaşar, iç içe girmiş zâhir ve bâtınlarının alâim-i semasıyla çevrelerindeki tâliplere temâşâların en baş döndürücülerini yaşatır.. gözleri basîretlerinin emrinde, dilleri gönüllerine bağlı; bakıp gördükleri her şeyde O’na ait renk ve çizgilerle kendilerinden geçer.. ağızlarını açıp konuştuklarında hep inci-mercan saçarlar.. ve tabiî her zaman O’nun “nîm-u nigâh”ıyla olsun başları dönmüş mestler gibi yaşarlar ki, hâlden anlamayanlar onları mecnun veya sarhoş sanırlar. Bu türden sâliklerin hâlini Bağdatlı Rûhî:

“Sanman bizi kim şîre-i engür ile mestiz, /Biz ehl-i harâbattanız mest-i elestiz. (Şarabın değil Kalu Belanın sarhoşuyuz)

diyerek ne hoş dile getirir!

[7] Nev’i şahsına münhasır oluşu Üveysî meşreplik olarak da ifade edilir. Hocaefendi Üveysiliği şu şekilde tarif etmektedir: Hakk’ın cezbiyle ruhlarında, iman-islâm-ihsan esrarını duyan münceziplere “Üveysî meşrep” denir ki, bunların bütün duygu, düşünce, hissiyat ve davranışları, o kudsî cezbe ile müncezip olmaları sayesinde hep istiğrak ve hayret içinde geçer. (Cezbe, İncizap, KZT)

[8] Kamer-i Münir: Efendimiz kast ediliyor. Hocaefendi Bamteli sohbetinde şöyle açıklıyor: O korkunç Cahiliye karanlığını Allah (celle celâluhu), Hazreti “Şems” diyebileceğim, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm ile aydınlatmıştır. Ama “Şems” dememişler O’na, “Kamer” demişler; çünkü “Şems” deyince, “Kamerin ziyâ aldığı Zât anlaşılmış. Onun için O’na “Kamer-i Münîr”, etrafı aydınlatan, çevresinde sahabe gibi hâle oluşturan “Kamer-i Münîr” demişler. Kamerî Münîr (sallallâhu aleyhi ve sellem)…

[9] Hatırlatma: Zeynelabidin Hazretlerinin hali olarak ifade edilen bu husus, yazının ilerleyen bölümlerinde üzerinde durulacak olan Hazretin münacat ve yakarışlarından hareketle varılan bir değerlendirmedir. Hocamızın hizmet insanlarına gösterdiği ufuk da budur aslında: Biz o denli nezih yaşamalıyız ki; haramlar, gayri meşrular değil hayatımızı, rüyalarımızın ufkunu bile kirletmemeli.. aslında böyle bir kirlenme, kim bilir belki de hiç beklenmedik şekilde ne irtifa kayıplarına sebebiyet veriyordur..! Konumunun hakkını veremeyip bulunduğu noktadan kayanların iflâh olduğu hiç görülmemiştir. Kaldı ki biz, değil bir kısım dünyevî mülâhazalar, yaşama sevdasını ya da menfaat ve çıkar düşüncesini dahi intihar sayma konumundayız. Dahası biz Cennet’i bile kulluğumuza gaye yapmaktan kaçınmalı ve bütün gönlümüzü Hak rızasının engin vâridâtına bağlayarak şahsî isteklerimize karşı kat’î bir tavır alma durumundayız. Hiçbir zaman almayı düşünmeden hep vermeli, geriye döneceğini beklemeden de sürekli ihsanda bulunmalıyız.. ve “Cânan” deyip sefere azmettiğimiz bu kutlular yolunda hiç ama hiç mi hiç “can” sevdasına düşmemeliyiz.

Kendi Derinliğiyle Latîfe-i Rabbâniye yazısında hocamızın maneviyat kahramanlarını şöyle değerlendiriyor: 

Bu latîfe, “mâ hulika leh” çizgisinde, mâhiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun o müstesna konumunda kalabildiği sürece, her zaman enfüs ve âfâkı, inhirafa düşmeden doğru okuyabilir.. enfüste tıkanıklığa, âfâkta dağınıklığa düşmez.. bunlardan birini O’ndan gelmiş bir nâme gibi görür ve öper başına kor; diğerini de büyüleyen bir câmi fihrist gibi mütalaa eder ve saygıyla selamlar. Bu ufuk, “akrabü’l-mukarrabîn” ufkudur ve “نَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ” “Biz ona şah damarından daha yakınız!” hakikatini zevk etme zirvesidir. Bu ufkun insanları rüyalarında bile o endişe verici tıkanıklığa düşmez ve katiyen bir dağınıklık da yaşamazlar. Bunlar melekûtî yanları önde melek-misal öyle babayiğitlerdir ki, hayatlarını her zaman ötelere ve ötelerin de ötesine müteveccih geçirmek için çırpınır-durur; rüyalarında bile en küçük inhirafları ciddî bir zelle sayar ve hemen arınmak için “evbe kurnaları”na koşarlar (Çağlayan, Kasım-2017)

[10] Hocamız KZT vilayet yazısında masuniyet meselesini şöyle izah ediyor: 1. Sâlikin, kılı kırk yararcasına hukukullaha riayeti.2. Buna karşılık Cenâb-ı Hakk’ın da onu hıfzına, riayetine ve kelâetine alması. Bu hıfz u riayet, nebide masumiyet, velide de mahfûziyet şeklinde tecellî eder.. ve bu iki husus birbirinden farklı şeylerdir.

 

[11] Burada ifade edilen bu acı gerçeği Hocamız “Sohbet ve Musahabe” makalesinde şöyle tasvir ediyor: Evet, seyahat ve musâhabeleri Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın mişkât‑ı nübüvveti altında gerçekleştiremeyenler, dinin ruhundaki muvazeneyi her zaman tam koruyamayacaklarından, yer yer laubaliliklere girebilir, zaman zaman söz ve davranışlarıyla, seviyesinin huzuru sayılan makama saygısızlıkta bulunabilir; hatta bazen, vilâyeti nübüvvete tercih etme gibi küstahlıklara düşebilir; dolayısıyla da, pîrlerinin, pîr-i muganlarının söz, sistem ve vaz’ettikleri esasları peygamber yolunun esas, erkân ve âdâbına tercih ederek, güneşi bırakıp mum ışığına sığınma gibi hatalar irtikâp edebilirler. Vilâyeti nübüvvete tercih eden nâdânların, efendilerini, hakikî ve aslî sohbetin mümtaz talebeleri sayılan sahabeden üstün görme tavırlarından söz etmeyi zaid görüyorum... Eğer durum yukarıda arz etmeye çalıştığımız çerçevede –daha doğrusu, tam bir çerçevesizlikte– cereyan ediyorsa –ki, günümüzde bu çarpık anlayışın pek çok örnekleriyle karşılaşmak mümkündür– sohbetin yerini, onun dedikodusu almış.. mânâ kendi vizyonunda karartılmış.. lâhûtîliğe bağlı esaslar, yerlerini havâîliğe ve nefsanîliğe bırakmış.. câzibe-i kudsiye uçup gitmiş; gelip, onun o nur ufkuna nefsanî incizablar oturmuş..

                                         “Er olan erimiş, yağ gibi gitmiş;

                                         Şirin erler, zîr u türaba yatmış;

                                         Sümbüller yerinde muğeylan bitmiş;

                                         Petekler sönmüş, ballar kalmamış..!”

                                                         (M. Lütfî)

demektir ki, böyle bir ortamdaki musâhabenin insibağından da, hakikata ve hakikat-i Ahmediye’ye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaştırmasından da asla söz edilemez. Doğrusu, düşünülen, konuşulan şeyler itibarıyla kahvehanelerdeki sohbetleri hatırlatan tekye, zaviye ve halvethanelerdeki musâhabelerde ilâhî vâridâttan bahsetmek şöyle dursun, şeytanî şerarelerden endişe duyulmalıdır. Dolayısıyla da, ihsan ve ihlâs ufkundan uzaklaşmış bu mekânlardaki feyiz alış verişine benzeyen her muamele bir aldanma veya istidraç, buralarda Allah’ın hususî iltifatına mazhariyet beklentisi bir vehim ve bu yerlerin cemaat görünümündeki müdavimleri de birer yığının ruhsuz parçalarından ibarettir. Hele bir de mesleklerinin revacı adına başkalarıyla uğraşıyor; gıybetlere, iftiralara giriyor ve suizan gibi bir küfür silahını kullanıyorlarsa, böylelerinin oturup kalktıkları yerler tekye değil, birer mahall-i takiyye, zaviye değil birer hâviye ve bu meclislerin merkez noktasını tutanlar da sofî değil, birer softadır. Her zamanki erbab-ı kemali tenzihle beraber itiraf etmeliyim ki, sohbet ve musâhabe meclisleri gibi, dünden bugüne en müteâl mazhariyetlerin meşcereliği veya helezonları sayılan müesseselerin, hiç olmazsa bunlardan bazılarının, yukarıdaki çerçeve içinde mütalâaya alınmaları çok acı ve şâyân-ı teessüftür. İhtimal, bu mekânlara uzayan yolların perişan olup, köprülerin göçmesinde ve bu eğilimi engin tavırların şiddetlenip bir kısım aşılmaz zorlukların ortaya çıkmasında kaderin tembih ve tenkil ifade eden gizli bir fetvası oldu ki,

                                         “Bâd-i hazân esti, bağlar bozuldu;

                                         Gülistanda katmer güller kalmadı...”

                                                              (M. Lütfî)

Çağlayan Dergisi’nde yayınlanan (Aralık 2017), “Kendi Derinliği ile Latife-i Rabbaniye-2” yazısında da şöyle ifade eder: Bu kategorilerdeki latîfe-i rabbâniye ve onun dilini anlayan erbâb-ı marifet, bir kısım duyuş, seziş, ihsas ve ihtisas farklılıklarına rağmen hepsi de vuslata koşan aşk u iştiyak soluklu cins insanlardır. Farklılık biraz kaderî donanım, kaynak belirleme firâseti ve iradelerin hakkını vermek ile alakalıdır.. ve hepsini de makul bir mahmile bina etmek mümkündür. Elverir ki insaf mülahazası göz ardı edilmesin. Ne var ki, kalbî hayatları itibarıyla hatm u tab’ yaşayan, sırtları güneşe dönük, gölgelerine takılan kimseler bunlardan hiçbir şey anlamazlar; anlama cehtleri de yoktur. Zira gözleri, görülecek şeylerde dağınık; kulakları hevâî ve nefsânî hırıltılarla mâlemâl; kalbleri şeytanî şerarelerle ritimsiz ve muhakemeleri de bu müsellesin tesirinde muvazenesiz ve mizansızdır. Bunlar bir yana, günümüzde, “kalb ve ruh” deyip tasavvuf mırıldananların çoğu da ruhsuzluk akıntısına kapılmış, düz yolda dökülüp yollarda kalmış, ad-unvan delisi tarîk-zedelerden ibarettir. Bu itibarla da bu hususları gaye-i hayal yapma bir yana, duyup işitmek bile istememektedirler. İstemezler de, zira onlar çoktan o mesele-i kudsiyeyi kendi iç boşlukları seviyesine indirmiş dûn himmet bedbahtlar durumuna düşmüşlerdir; düşmüşlerdir çünkü bunlar dinin temel kurallarını hiçbir zaman tam sindirememiş, ilimlerini marifetle taçlandıramamış, marifetlerini aşk u iştiyak-ı likaullahla derinleştirememiş taklitçi bir kısım tali’sizlerdir. Böylelerinden meâlîye müteallik meselelere alâka ve merak beklemek de beyhudedir.

 

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 03/02/2019