Dinin Sosyal Ahlâka Etkileri -1
İnsandaki ahlâkî faziletlerin en büyük desteği dindir. Vazifeye bağlılık, doğruluk, adalet, şefkat ve hürmet, yardımlaşma gibi ahlâkî kaideler, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanç ile desteklenirse devamlı olur.
Dinî İnanç ve Ahlâk
Dinimizde ahlâk, iman ve ibadeti kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ahlâk, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde birçok yerde işlenmiş, güzel ahlâk övülmüş, ahlâksızlığın her çeşidinden insanlar sakındırılmıştır. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi vesellem) ahlâkını soranlara Hazreti Âişe Validemiz’in, “Resûl-i Ekrem’in ahlâkı Kur’ân’dan ibarettir.” (Müslim, “Salâtü’l-Müsafirin”, 139) diye cevap vermesi, ahlâkın kapsamına bir işaret olabilir. Nitekim Allah (celle celâluhu), Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi vesellem), “Ve Sen, bir yüce ahlâk üzere ahlâk abidesisin.” (Kalem sûresi, 68/4) diye övmektedir.
İslâm, ahlâka büyük önem verir ve onu “dinin zarfı” sayar. Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi vesellem), “Ben, mekârim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, “Hüsnü’l-Huluk”, 8) sözü ile İslâm’da ahlâka verilen önemi göstermiştir.
Dinin hemen her sahada ahlâkî buyrukları vardır; bir başka ifadeyle, bütün insanlar için geçerli sayabileceğimiz ahlâk kaidelerinin hepsini dinde bulmak mümkündür. Esasen din, bir açıdan, kaynağını Allah’tan alan bir ahlâk sisteminden ibarettir. (Güngör, 1995, 17)
İnsandaki ahlâkî faziletlerin en büyük desteği dindir. Vazifeye bağlılık, doğruluk, adalet, şefkat ve hürmet, yardımlaşma gibi ahlâkî kaideler, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanç ile desteklenirse devamlı olur. Kul hakkını çiğnediği zaman âhirette cezasını çekeceğine inanan bir insan, başkalarının hakkını yemekten çekinecek, içtimaî kurallara riayet edecek ve haksızlık yapmaktan korkacaktır. Kaynaktaki kutsiyet fikri kabul edilmedikçe ahlâkî prensiplerin kuvveti azalır. Bu sebeple, ahlâkın en sağlam temeli dindir ve din olmalıdır. (Pazarlı, 1987, 39)
Kanunlar, ferdi, yabancı gözlerden uzak kendi başına bulunduğu yerlerde kontrol etme imkânına sahip değildir. Kanunlar insanları disipline etme, yetiştirme ve sosyal hayatın âhengini teminde yeterli olmadığı için kişilerin mânevî bir otorite altına alınması şarttır. Bu otorite de ancak din olabilir. Din, hareketlerimizi devamlı surette gözetleyen bir murakıbı kalbimize yerleştirmiştir. Kanun adamlarının ve diğer insanların kontrolünden uzak yerlerde ahlâka uymayan bir davranışa yelteneceğimizde, Allah’ın bizi gördüğünü ve bu hareketimizi cezasız bırakmayacağını söyleyen din, bu davranışlara karşı elimizi kolumuzu bağlar. (Kandemir, 1986, 34, 49)
Suç ve Din
Suç işlemenin ve suçlardaki artışın sebepleri şüphesiz çeşitli olduğu gibi, her suçlu insan da şüphesiz aynı karakterde değildir. Dolayısıyla ilk plânda, suç işleyen kişileri bütün özellikleriyle tanımak gerekir. Onların bilinmesi gereken özelliklerinden biri de dinî inanç ve davranışlarıdır. Çünkü dinî inanç veya iman, insanın sosyal davranışı üzerinde tayin edici bir role sahiptir. “Din, hem bireyi hem de toplumları etkileyen sosyo-kültürel bir kurum”, insanın günlük hayatındaki davranışlarına yön veren bir faktördür. (Peker, 1990, 95) Belirli dinî inançlar ve tutumlar, ferdin diğer kimselerle olan ilişkilerini, ahlâkî davranış ve hükümlerini bir dereceye kadar şekillendirirler. Çünkü din, insanın düşünce, duygu, irade, vicdan ve davranış gibi bütün kabiliyet ve eğilimlerine hitap etmektedir. İşte bu sebepledir ki, dine bağlılık derecesi ile suçluluk arasındaki ilişki üzerinde durulmuş ve bu konuda araştırmalar yapılmıştır. Normalde din, suç işlemeyi aynı zamanda günah telâkki ettiği için, Allah’a ve öldükten sonra ceza veya mükâfat göreceğine inanan, ibadetlerini yapan bir insanın suç işlememesi gerekir.
İslâm dini, iman edenlere iyilik yapmalarını ve kötülükten de men etmelerini emreder. Bunu şu âyette apaçık görüyoruz: “Onlar, Allah’ı ve âhireti tasdik eder, iyiliği yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar. İşte onlar sâlihlerdendir.” (Âl-i İmran sûresi, 3/114) Allah Teâlâ, küfrün ve kötülüğün müminlerin kalplerinde sevimsiz karşılandığını da beyan buyurur: “Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde güzelleştirdi; inkârdan, fâsıklıktan ve isyandan ise sizi iğrendirdi.” (Hucurât sûresi, 48/8) İnancın gerektirdiği vecibeler ve hayırlı işler, bir baskı altında değil, severek yapılması gerekir. Çünkü böylece Allah’ın rızası kazanılıp, yapılan işin mükâfatı fazlasıyla alınacaktır. İnançlı kimseler sosyal hayatta ne kadar güçlüklerle karşılaşsalar da dinî inançları onları suç işlemekten genellikle alıkoyar.
Din, toplumda görülen ahlâksızlık ve suçu denetleyip engelleyecek en önemli faktörler arasında başta gelir. Suçun, sadece suç değil, ayrıca günah olarak telkin edilmesi, onun işlenmesi karşısında en azından iki kat bir caydırıcı sebep olacaktır. Gençler, kendileri üzerinde yapılan araştırmalarda, dinin ruhlarına huzur verdiğini, güvenlik duygusu sağladığını, dini dayanılacak tek realite olarak gördüklerini, dinlerini kaybettiklerinde her şeylerini kaybedeceklerini söylemişlerdir. (Hökelekli, 1993, 115) Suçluluk duygusu, insanlarda sıkıntıya yol açar. Sıkıntı ise, insanı kendi kaynağına yeniden yönelmeye sevk eder. Dolayısıyla sıkıntıdan kurtulma, insanların dinî inançlarına daha sıkı bağlanmalarıyla doğru orantılıdır. (A.g.e., 114-115)
Bir toplumda dinî inanış zayıflayınca, bunun arkasından ahlâkî ve hukukî suçlar gelir. Çünkü, din olmayınca ahlâkın da bir yaptırım gücü kalmaz. Helâl-haram, âhirette ceza-mükâfat inancı kalkınca toplumun düzeni sarsılır, suç ve anarşi ortaya çıkar ve böylece çeşitli sıkıntılar başlar. Hâlbuki, her yerde kendini kontrol eden bir Hâkim Varlığa inanan insan buna göre davranıp iyiyi tercih eder, kötüden uzaklaşır. Dinin etkisini yitirdiği toplumlarda sosyal çözülmeler baş gösterir. Bugün bunun en çarpıcı misallerini gelişmiş toplumlarda görmek mümkündür. Ailenin çökmesi, ebeveyn-evlât ilişkilerinin çözülmesi, cinsî sapmaların normal hâle gelmesi ve bunların doğurduğu ferdî ve içtimaî krizler, hatta maddî hastalıklar, suç işleme oranlarındaki anormal artış, olabildiğince azmanlaşan ferdiyetçilik ve bencillik, toplumda yardımlaşma ve dayanışma duygularının yitirilmesi, meselenin önemini görmeye ve göstermeye yetmektedir.
Sözünü ettiğimiz olumsuzluklara, günümüzün modern toplumlarında bir de şehirleşmenin aynı sebeplerle yol açtığı olumsuzluklar eklenmektedir. Batılı sosyologlar şehirleşme ile suç arasında doğrudan ilişki kurmaktadırlar. Köylere ve küçük şehirlere nazaran büyük şehirlerde çok daha fazla suç işlenmekte; ancak şehirlerde suç işleyenlerin büyük çoğunluğu buralarda doğmayan, sonradan oraya göç eden göçmenlerden oluşmaktadır. Şehirleşme ile suçluluk arasındaki ilişki, şehirleşmenin sebebiyet verdiği sosyal çözülme, sosyal ilişkilerin erimesine bağlanmaktadır. (Bilgin, 1997, 137) Dinî unsurların ağır bastığı bir toplumda ise, güçlü kontrol mekanizmaları şiddet ve suç nitelikli eylemlerin büyük ölçüde önüne geçer. Her şeyden önce din, aileye ve aile fertlerinin birbirlerine karşı sorumluluklarına büyük önem verir. (a.y.)
Din, tesir sahibi olduğu toplumda aynı zamanda güçlü bir sosyal kontrol mekanizmasıdır. Bu mekanizma sayesinde sosyal değerlerin korunması ve devam ettirilmesi sağlanır. İslâm Dini’nin bu konudaki prensiplerinden birisi de suça giden yolları kapamasıdır. İslâm, ahlâkî değerlere, dünyadan kopuk mücerret değerler olarak bakmaz. O, bir taraftan ferdin gelişimine ve sosyal kontrolün mekanizma olarak fonksiyon görür hâle getirilmesine çalışırken, bir taraftan da, içtimaî ve iktisadî prensipleriyle suça sebep olacak haricî unsurları da ortadan kaldırmaya, en azından asgariye indirmeye yönelir. Suç, bir anda meydana gelmez. O, psikolojik, sosyo-kültürel ve ekonomik faktörlerle çevrili “câzibe alanı” diyebileceğimiz geniş bir dairenin odak noktasında yer alır. Bu dairenin içerisine giren herkes suç işleyecek değildir, fakat potansiyel olarak buna hazır demektir. İslâm Dini, kişinin bu daireye girmesine mâni olma gayretindedir. Bu daireyi bir bataklığa benzetmek mümkündür. Hastalığın ortadan kalkması için bataklığın kurutulması gerekir. Seküler toplumlarda ise sosyal problemlere çözüm getirilemeyişi, bu prensibin gözardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Meselâ, medyadaki şiddet muhtevalı yayınların insanları şiddet ve suça teşvik ettiği bilinmesine rağmen, hiç bir sınırlama getirilmemektedir. Benzer şekilde, fuhuş bir suç olarak kabul edilmesine, bunun da ötesinde her sene cinsel muhtevalı suçlarda artış görülmesine rağmen, gündelik hayatta cinsel uyarıma sebep olan öğeler serbest bırakılmakta, hatta bunların çeşitli sapmalara yol açmasına göz yumulmakta ve bu konuda hiçbir denetim mekanizması işletilmemektedir. Din ise, özellikle ahlâkî yapı üzerinde derin yaralar açan bu duruma karşı çıkar. Kaldı ki, cinsel uyarıma sebep olan unsurların serbest dolaşımı, sadece cinsî muhtevalı suçları değil, şiddet muhtevalı diğer suçların da artmasına sebep olmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı’nın liseli gençler üzerinde yaptırdığı geniş çaplı araştırmada, erotik film izleyen gençlerin, macera-savaş filmleri izleyenlere göre daha yüksek seviyede şiddete eğilimli oldukları ortaya çıkmıştır. (a.g.e., 138-139)
Din ve Ruh Sağlığı; Din ve Depresyon
Dindarlık, depresyonu en azından şu üç yol veya şekilde etkileyebilir. Birincisi, “toplumsal bağlılık” hipotezine göre din, dinî çevreden gelen toplumsal destek sağlar. Böyle bir destek hem duygusal, hem de depresyon riskini azaltan diğer bazı özellikleri ferde kazandırır. İkincisi, “tutarlılık hipotezi”ne göre din, ümit ve iyimserlik duygusu aşılayarak depresyonu azaltır. Üçüncüsü, “hikmet” hipotezidir ki, buna göre din, elem ve ıstırapları negatif olarak algılama potansiyelini olumlu yönde değiştirir. (Stack, 8) Yani insanlara, her hâdisede ilâhî bir hikmet, kaderî bir sebep bulunduğu inancını yerleştirir ve hâdiselere daha sağduyulu ve iyimser bir bakış açısı ile bakmasını sağlar. Aslında bu üç hipotez birbirinden tamamıyla ayrı şeyler değildir, üçü de bir anda meydana gelebilirler.
Sıkıntı ve Dinî Güvenlik Hissi
İnsan, gerek “tabiî”, gerekse içtimaî hayatlar girdabında bir dayanak, bir destek arar. Modern anlayış, insanın bilimle tabiatı yeneceği ve “tabiat olayları”nın yol açtığı korkudan kurtulacağını varsaymış, fakat bu anlayış, insana müspet hiçbir şey kazandırmamış, tam tersine insan, kendisini mânâsız bir hayat, sürekli ölüm korkusu ve acımasız bir çevrenin içinde daha yalnız, daha kimsesiz ve güçsüz hissetmiştir. Buna karşılık din, insana her türlü hâdise karşısında, bütün varlıkların Sahibi merhametli ve gücü her şeye yeten bir Varlığa dayanma, O’na yönelmekle kendini güçlü hissetme, bütün kâinatı kendisi için bir kardeş, bir dost çevresi görme, ölümü hayattan öte, daha üst bir hayat mertebesine yükselme, vazifeden paydos veya terhis olarak karşılama duygusu ve inancı kazandırır. İnsan, iman ile, Allah’a bağlanma ve bütün eşya ve hâdiselere bu bağlılığın penceresinden bakmakla tam bir huzur bulur, sonsuz bir hayatın basamağı olarak gördüğü dünya hayatını da sever ve bu hayatı aslî gaye hâline getirmenin yol açtığı yıpratıcı hırs, kıskançlık, tatmin edildiği sanıldıkça daha da susuzluk ve açlık veren nefsanî arzular kapanından kurtulur.
İman ve Psikolojik Rahatsızlıklar
Psikolojik rahatsızlıkların sebepleri olarak şu faktörler öne çıkmaktadır:
1- Ruhun ve ihtiyaçlarının ihmali;
2- İnancın kaybedilmesi veya sarsılması;
3- Hayat problemlerine karşı çaresiz kalmak veya âcizlik duymak;
4- Kişinin hayatında tenakuzlara düşmesi;
5- Çeşitli cinayetleri işlediğinden dolayı vicdan azabı içine girmesi;
6- İnsanın huzur ve emniyet hâlet-i ruhiyesini kaybedip, korkunç ve karamsar bir hâlet-i ruhiye içinde yaşaması;
7- Bazı cinsel hastalıkların doğurduğu çeşitli rahatsızlıklar. (Yalçın 1997, 33)
Amerikalı psikiyatr Henri Link, psikolojik hastalıkların ana sebebinin imansızlık olduğunu tespit etmiş, kendisi imana dönmüş ve hastalarını da iman etmeye çağırmıştır. Henri Link “Dine Dönüş” adlı eserinde bu konuda: “Nasıl ki ilk defa ilim beni dinden uzaklaştırdı ise, sonra da yine ilim beni tekrar dine yöneltti.” diyerek, dinin hastalarına şifa verdiğini, hastalarını mabetlere ve dinî müesseselere gitmeye teşvik ettiğini anlatmaktadır. Link, dinin psikolojik bakımdan insana getireceği faydaları izah ederken de, şunları söyler: “Dolayısıyla şunu ifade etmek isterim ki; önemli olan, benim toplumdan bir fert olarak dine dönüşüm değildir. Asıl önemli husus, psikoloji ilminin böyle bir dönüşün sebeplerini keşfetmiş olmasıdır. Çeşitli ilimler, insan topluluğuna bir çok değerler kazandırmış olabilir. Ancak; fert ve topluma iç huzuru getiren, hastaya iyileşme ümidi verip onu rahatlatan, ailelerin gönlüne sağanak sağanak mutluluk ışıkları yağdıran yegâne unsur imandır. (a.g.e., 33-34)
Alman filozofu Leibniz, “Ruhî sıkıntıyı veya tedirginliği gidermek için, insan, akıl yoluyla Allah’a inanmalı. Çünkü bu sıkıntı, öncelikle şüpheden doğar, şüphe de kalbin parçalanmasına sebep olur.” demektedir. (a.y.)
Alexis Carrel de aynı konuda şunları kaydeder: “Bugün eğer biz vahim bir buhran içinde isek, bunun tek ve en önemli sebebi, modern toplumun maddî değerlere fazla düşkün olması ve temel mânevî problemleri ihmal etmesidir. Maddî hayata düşkünlük insanlığa bir saadet getirmek şöyle dursun, harap olmasını bile önleyememiştir. Çünkü gerçek imanın kaybolması, insanı korkunç bir mânevî uçuruma sürüklemiştir. (a.g.e., 34)
Bir insanın Allah’a sağlam bir inancı olursa, çeşitli inançların ve ideolojilerin kalbinde çatışmasına imkân kalmaz. Böylelikle insan, o çatışmadan doğan yıpratıcı tedirginlikten kurtulmuş olur. Psikoloji bilginlerinin kişiyi korumak istedikleri husus da bu yıpranmalardır. İnançsız veya inancı sarsılmış kişilerde bilhassa ideolojilerin çatışması şiddetli olduğundan, böyleleri ruhî bunalıma sürüklenirler. Çeşitli ruhî hastalıklar da bunun neticesi olarak o kişilerde ortaya çıkabilir. Bu sebeple bazı eğitimciler, kişileri ileride böyle kötü sonuçlardan kurtarmak için onlara güçlü bir inanca sahip olmanın lüzumlu olduğunu anlatırlar. Yine, imanlı kişilerin hayatlarında ruhî boyut kaybolmadığı, hatta asıl unsur olduğu için, bu hayattan mahrum olma neticesi olarak doğan “ruhî hastalıklar”a maruz kalmazlar. (a.g.e., 35)
Burada imanın hayatî değerlerini kısaca şöyle özetleyebiliriz.
1- İnsanın mahiyetine belli gayeler için konulan arzu ve istekleri Allah’ın istediği yöne kanalize ederek insanı çelişkilerden ve çatışmalardan kurtarır.
2- Allah katında yükselmek için insana gayret ve canlılık verir, böylelikle hayatta mücadeleden tat alır.
3- İnsana Allah katında bir sorumluluk hissi vererek doğru yolda gitmesini ve sapıklıktan uzaklaşmasını sağlar.
4- İnsanı kötü yoldan, cinayetlerden, yolsuzluktan uzaklaştırır.
5- İnsanın ihlâslı olmasını ve riyakârlıktan uzaklaşmasını sağlar.
6- İnsanı her şey elinde olan Allah’a sığınmaya yönlendirerek, ona zorluklara direnme gücü kazandırır.
7- İnsanı “ruhî hastalıklar”dan korur.
8- İnsanı ebedi Cehennem’den kurtarır.
9- İnsana, varlığın manâsını ve hikmetini öğretir.
10- İnsanı ebedî yok olma düşüncesinden kurtarır. (a.g.e., 36)
Kısaca, Bediüzzaman’ın değerlendirmesiyle, iman kalbde bir Cennet çekirdeği, imansızlık da mânevî bir Cehennem çekirdeğidir. Her türlü faziletin olduğu gibi, cesaretin kaynağı da imandır. İmanlı bir insan, kâinata meydan okuyabilir ve her türlü lüzumsuz korkulardan da kurtulabilir.
Dinin Bütünleştirici Fonksiyonu
Dindar fert, günlük hayattaki bunalımlara karşı daha dayanıklıdır. Dindarın, zorluklar karşısında sığınacağı mânevî bir sığınağı vardır. İrade olarak daha güçlüdür. Dindar insan, hayatın imtihanlarla dolu olduğunu ve sabretmesi gerektiğini düşünür. Din aynı zamanda, hızla değişen toplumda istikrarı sembolize eder. Bu yüzden değişen toplum içerisinde dindarlar, değişimin psikolojik etkilerini daha az hissederler. Bu önemlidir; çünkü Durkheim, intiharların çoğalmasının asıl sebebini toplumun yapısında meydana gelen değişiklik olarak görür. Durkheim’e göre bu değişiklik toplum için yararlı ya da zararlı olsun, bunun hiç önemi yoktur. Toplumun yapısında meydana gelen değişiklik ferdin hayat şartlarını, mânevî değerlerini alt üst eder. İşte intiharın asıl sebebi bu kargaşa hâlidir. (Bilgin, 140-141)
1-Ekim-1967’de İstanbul’da toplanan Ruh Sağlığı Hekimleri Kongresi’nde okunan rapora göre memleketimizde azımsanmayacak sayıda insanın ruh ve sinir hastalığından mustarip olduğu kaydedilmiştir. Aynı durum Amerika’da da vardır. Dr. Link, ziyaret ettiği birçok hastanelerde hastaların % 47’sinin sinir bozukluğundan mustarip olduklarını tespit ettiğini yazar. Amerikalı doktor, birçok araştırmalar sonunda, gittikçe yayılan bu ferdî ve sosyal bozukluklar için tek kurtuluş yolunun, “dine dönüş” olduğunu ifade etmektedir. Ve esasen kitabını da bu fikrini ispat için yazmıştır. (Pazarlı, 37)
Henri Link, eserinde şöyle demektedir: Ben, bir kısım meslektaşlarım gibi başlangıçta din ve din meseleleriyle ilgilenmez, günlük işlerimle ve hastalarımla meşgul olurdum. 15 yıl zarfında 4000 kadar hastayı muayene ve tedavi ettim. Hastalarımın çoğu evde geçimsizlikten, mesleklerinde başarısızlıklarından şikâyet ediyor, etrafındakilerle anlaşamadıklarından, kilisede öğrendikleri dinî telkinler ve kaidelerle ilmî ve teknik ilerlemeler arasında uyuşmazlıktan dert yanıyorlardı. Bu hastalıklar, her yerde ve her sınıf halk arasında rastlanan sinir ve ruh bozukluklarıdır. Fakat ben, bu hastalara yaptığım tavsiyelerin çoğunun dinî mahiyette olduklarına dikkat ettim. Zaten halkın çoğu da ilmî izahlardan ziyade bu dinî ve ahlâkî mahiyetteki tavsiyeleri anlıyor ve tatbik ediyorlardı. İşte benim din meseleleriyle meşgul olmam bu ilmî ve meslekî zaruretlerle başladı.” Doktor, bundan sonra New York Psikoloji Araştırmaları Dairesi’nde birkaç yıl çalışarak 15.226 psikoloji testi tatbik etti. Bu araştırmalar sonunda şu sonuca vardı: “Bir dine inanan ve mabetlere devam eden kimselerde şahsiyet ve karakter, dine karşı lâkayt olan ve mabede gitmeyenlerden daha sağlam ve daha üstündür. (Link 1949, 22)