İnsan Muamması, 4





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 02/07/2019
Clap

İnsan, öylesine Allah’ın merhametine mazhardır ki, o âdeta temessül etmiş bir rahmettir. Allah’ın rahmetinden onun kadar istifade eden ikinci bir varlık yoktur.

PROBLEM TESPİTİ VE ÇÖZÜMLER ARAYARAK OKUMAK

 

Problemler: Genelde insanlık dairesinde, özelde ise hizmet dairesinde insana, İslam’a ve hizmet düşüncesine yakışmayan ferdi ve içtimai problemlerle karşılaşılmaktadır. Mesela;

- İnsanın sadece maddi varlığı açısından ele alınması başlı başına bir problemdir. Bu bakış açısı ile insan odaklı problemlerin çözümüne de sadece maddi açıdan yaklaşılmakta ve problemler çözülemez hale gelmektedir.

-İslam dünyasında dini anlayış ve dindarlık sığlaşmakta, taklitten ibaret bir kültür Müslümanlığı yaşanmaktadır. Bu taklit ortamında hakiki bir dindarın hem imanında hem de diğer meselelerde tahkik insanı olması ve derinleşmesi zorlaşmaktadır.

- İnsanın sadece maddi varlığı itibariyle ele alınması, İslam’ın da kültür Müslümanlığına indirgenmesinin neticelerinden bazıları şunlardır:

İnsanlar dünyayı cismani hayatı, zevk ve safayı, kendi rahatlarını ve alışkanlıklarını, menfaatlerini ve korkularını hayatlarının merkezine alarak yaşamaktadırlar..

Hatta bunun için dünya varlığına hırs gösterme, bunlar için kavga verme, yalan ve iftirada bulunma, haksızlık ve zulüm yapma, kul hakkı yeme, vb. insanlığa, Müslümanlığa hiç de yakışmayacak tutum ve davranışlara sapmakta ve bu duruma bağlı daha birçok problem ortaya çıkmaktadır.

Çözümler: “İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nispetindedir. Himmeti ise, kendisi için belirlediği hedefin ehemmiyetine bakar.” (İşaratü’l-İ’caz) vecizesinde ifade edildiği gibi insan;

  1. Mahiyetine uygun yüksek bir hedef belirlemelidir; aksi takdirde basit şeylerin arkasına takılmaktan kurtulamaz.
  2. Basit meselelerle meşgul olanlar ise iç donanımlarının gereği olan (kalp, ruh ve onlara bağlı latifeler) ulûhiyet ve rubûbiyet sırlarını keşfe çıkamaz.
  3. Mahiyetine uygun bir tabiat kazanmak üzere kendisi ile uğraşması gerekirken başkalarının kusurlarını araştırmakla kendisini tüketir.
  4. Yapılması gereken şey insana kendi değeri ve mahiyetinin kıymeti gösterilip, ona uygun bir hedef belirlemesi sağlanmalıdır.

 

 

İNSAN MUAMMASI (4)

Peygamberler yolunda hareket eden ve bunu içtenleştirerek değişmez hayat çizgisi haline getirebilenler, topyekûn varlığın, eşya ve hadiselerin mübeccel bir fihristi seviyesine yükselmiş olurlar ki, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben ins ü cinni başka değil, sadece (Beni bilsin) Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım.” (Zâriyât sûresi, 51/56) ferman-ı sübhânîsince, insan olarak yaratılmanın gayesi de bu olsa gerek. Bu ufkun âbid-i âşıkları hem Hakk’ın matmah-ı nazarı,[1] hem ilahî tecellîlerin öyle birer saray-ı pür-nurudurlar ki, ihtimal ruhanîler bile Kâbe’yi tavaf ediyor gibi o metâf[2] çevresinde döner dururlar. [3]

Böyle biri, bütün bunları ihsan edene karşı sürekli minnetle soluk alır verir.. her şeyi “mâ hulika leh[4]”inde kullanma heyecanıyla oturur kalkar.. bir ârif-i âşık olarak varlığını yokluğa bağlar..[5] vücudunu ziya-i vücûd-i Hakk’ın zılli sayar..[6] tabiatının bir derinliği haline getirdiği yok olup silinip gitmeyi O’nun tecellisi için olmazsa olmaz kabul eder, bu mülahaza adesesiyle kendine bakar.. ve “fenâfillâh”, “bekabillâh” kevserlerinden neler yudumlar neler yudumlar!..[7]

Aksine,

“Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu,

Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyâr olan.”

Bilmez ve daraltıp sığlaştırdığı ten mahbesi içinde çırpınır durur. İdrak edemez gerçek var olmanın lezzetini.

Evet, insan “üns[8] iştikakıyla ele alındığında, o bir “enîs ü celîs[9] mihmânı haline gelir; “nisyan” ‘müştakkun minh’i[10] gafleti içine daldığı zaman ise, nisyanla malul olmaya namzet, yolzede bîbaht biri durumuna düşmüş olur. İmrendirirken birinci yönü itibarıyla arz u sema sakinlerini; tiksindirir nisyana yuvarlanma haliyle şeytanı ve ervah-ı habîseyi. Birinci şıkta o, üns-i ruhanî ve “bî kem u keyf”[11] maiyyet-i rabbaniye sayesinde, ötelerin ve ötelerin de ötesinin tecellî ve tezahür meltemleriyle her an ayrı bir humâr[12] yaşar ve bu sermestiyle kendinden geçer; cismâniyetine takılıp ikinci duruma düştüğünde de iç içe küsuflar yaşayarak dünyaları kendine zindan eder.

Birincilerin ufkuna açılma azm ü ikdamı ve cismâniyetten sıyrılma gayretleri, üns kahramanlarını meleklerin uçuştuğu istikamete doğru kanatlandırır; onlara mazhariyetlerinin hedefini gösterir, zevk ettirir ve onların Hazreti Mâlikü’l-Mülk’e karşı fakr u ihtiyaç duygularını uyarır. Diğer taraftan da bütün varidatların kaynağını ihsas ile onlara nasıl bir mevhibeler çağlayanı başında bulunduklarını duyurur; duyurur da kendilerini bir Ganiyy-i Ale’l-Itlak’ın mazhar-ı feyz-i etemmi görerek koşarlar O’nun huzurunda el-pençe divan durmaya, iki büklüm olup tazim ü tekrîm tavırları sergilemeye, içlerini O'na dökmeye ve kurbet kevserleri yudumlamaya...

Bu ufka eren kutsal yol yolcusunun birbirinden farklı ahvaliyle şaşırtan görüntüler sergilemesi de söz konusu olur ki, çok defa bunları zıtlarını tetikleyen durumlar olarak yorumlamak da mümkündür. Kabz u bast[13], havf u recâ,[14] vahşet[15] ü üns, itmi’nan ü endişe...[16] gibi hususlar bunlardan bazılarıdır. Teveccüh şart-ı adi,[17] bu hususları duyma ve muvakkat tesirlerinde kalma mukteza-i beşeriyet tezahürleridir ve bir kısım tecellî esintilerine ve insanın câmiiyetine ait özelliklerdir. Bütün bunlar insana ait birer hususiyet; birbirini tetikleyen bu ahval-i tabiiye bir manada hem bir imtihan ve test hem de müspet neticeleri itibarıyla “ahsen-i takvîm”e mazhariyetine renk ve desen farklılığıyla bir utûfet-i ilahiyedir; en azından bazı Hak erlerinin yorum ve tefsirleriyle bu böyledir. Onlarca gece-gündüz, yaz-kış tenavübîliği şeklinde bu değişim ve dönüşüm insanoğlunun Hazreti Zât-ı Akdes’in[18] câmi bir aynası olmasına mahsus bir keyfiyettir.

Bu konuyu, إِنَّ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ (وفي رواية: عَلَى صُورَةِ الرَّحْمَنِ) “Allah, insanı, Rahmâniyeti aksettiren bir mir’ât-ı mücellâ şeklinde yaratmıştır.”[19] hadisiyle isnatlandırarak, onun bütün cismânî ve nurânî varlıklar üstü fâikiyetini ifade ediyor şeklinde yorumlamışlardır.[20] Bu arada, böyle bir mütalaada bulunurken de bütün bu hususiyetlerin mazhar-ı etemmi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) biricik insan-ı kâmil olduğunu vurgulayarak konuyu noktalamayı ihmal etmemişlerdir; etmemiş ve bir Hak dostunun şu latîf beyanıyla mevzuu kafiyelendirmişlerdir:

“Bir âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim,

Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.”

(Aziz Mahmut Hüdâî)

Bu konuda yüzlerce gönül eri hilkat-i âlemde esasın insan olduğu, dünyasıyla-ukbâsıyla onunla varlığın noktalandığı zehabında bulunmuş; onun esma-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniyenin en câmi aynası bulunduğu hükmüne varmış ve yerde-gökte başka bir varlık için bu durumun söz konusu olamayacağını ifade etmişlerdir. Tabii bu mazhariyetin tamamı, asliyet planında, mutlak manada insan-ı kâmil, eşref-i mahlûkat ve şeref-i nev’-i insan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a, zılliyet planında da başta O'nun nurefşân hâlesi bulunan عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ beyanıyla serfirâz zevât-ı kirama ait ve izafet çerçevesinde de o hâleye müteveccih yaşama gayreti içindeki mukarrabîne mahsustur. -Bu hususla alakalı “İnsan-ı Kâmil” makalesine bakılabilir.-[21]

Bu yüksek payeyi ihraz eden ve ubûdetlerini bu zirveye ulaşma cehdi içinde sürdürenler/sürdürmesini bilenler Arş’tan[22] zıllî bir çizgi, Kürsî’den[23] izâfî bir hat ve Levh u Kalem’den[24] birer işaretle oturur-kalkar ve hep “Hû” diye soluk alır-verirler.. nefis ve konumlarının şuurundadırlar.. her zaman vuslat ve üns billâh aşkıyla yanıp tutuşmadadırlar.. basiretle bakamayanlar bilemez bu kara sevdalıları.. bilemez zira bunların vird-i zebanları:

Âşığım dersen belâ-yı aşktan âh eyleme!

Âh edip ağyarı âhından âgâh eyleme!..

(Fuzulî)

böyle derler her zaman.. âmâdedirler sevdikleri uğrunda can vermeye ve teşnedirler mahbuplarına canlarını kurban etmeye... der dururlar:

Canımı Canan isterse minnet canıma,

Can nedir ki onu kurban etmeyem Cananıma!..

(Fuzuli)

Bunlar, “bî kem u keyf” O'nu bulmuş ve boş arayışlar yorgunluğundan kurtulmuşlardır. Sinelerinde “Hû”, dillerinde “Hû”, düşüncelerinde “Hû”; hep “O” der, oturur kalkarlar ve şu mısraları mırıldanırlar:

رَأَيْتُ الَّذِى لاَبُدَّ مِنْهُ جَهْرَةً

وَلَمْ يَكُ اِلَّا مَا رَأَيْتُ مِنَ الْكَوْنِ

“Olmazsa olmazı min veçhin temaşa ettim,

Şu varlık âleminde vücudu kendinden hiçbir şey görmedim.”

mırıldanır, sürekli “bekabillâh”, “fenâfillah” ihtisaslarıyla nefes alır verirler.

اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ.

اَللَّهُمَّ بَاعِدْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الشِّرْكِ وَتَشَبُّهِ الْمُضِلِّينَ كَمَا بَاعَدْتَ بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَاهْدِنَا طَرِيقَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ.

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى أَشْرَفِ الْخَلْقِ أَجْمَعِينَ وَآلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ وَإِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى أَخْيَارِ أَهْلِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرَضِينَ.

آمِينَ يَا مُعِينُ.[25]


(Ek 1) İNSAN-I KÂMİL (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah’ın ef’âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı zâtiyesinin en parlak aynası demektir. “Mutlak zikir kemaline masruftur.” esprisi açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen hakikat-i Muhammediye’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Sonra da diğer enbiyâ, gavs, kutup ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn.. bu konuda böyle bir farklılığı kabullenmek, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha açısından mahzursuz olduğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı değildir.

Bir kısım mülâhazalara bağlayarak bazı felsefeci ve kelâmcılar insan-ı kâmili, “akl-ı evvel”, “akl-ı küll”, “kelime-i câmia”, “nokta-i câmia”, “nokta‑i vahdet”, “sırr-ı ilâhî”, “âyine-i sırr-ı ilâhî”, “vesile-i uzmâ”; bazı sofiler de pîşuva, hâdî, mehdî, dânâ-i kâmil, mükemmil, bâliğ, tiryak-i ekber, iksir-i âzam.. şeklinde birbirinden farklı kelime ve tabirlerle yorumlamış iseler de, bütün bu mülâhazaların hepsini câmi bir hususa irca etmek de mümkündür; o da, insan-ı kâmilin âyine-i vücud-u Hak ve “dû kevn” olması gerçeğidir. Evet, o, varlığın özü, usâresi, dili, tercümanı olarak bütün kevn ü mekânlardaki “kenz-i mahfî”yi ifadenin yanında, her şeyi Zât-ı Hakk’a bağlar; bağlar ve O Zât’ı hem vicdanın enginliği hem de muhtevalı mahiyetinin diliyle seslendirir.

Aslında insan-ı kâmil, öyle bir mir’ât-ı mücellâdır ki, her dakika kim bilir kaç defa, şuûnât-ı zâtiye onda “bî kem u keyf” tecellî eder, tecellî eder de, işte böyle bir arzlıdan ötürü yerküre semaların önüne geçer. Zira insan-ı kâmil, âdeta bütün varlığın aklı, kalbi ve ruhu mesabesindedir; onsuz hiçbir şey doğru anlaşılamaz, hiçbir ilim mârifete dönüşemez ve hiçbir şeyin hayat esrarı tam hissedilemez. Onun bakış zaviyesine bağlanamamış bütün bir fizik âlemi ruhsuz, ve onunla şöyle-böyle aydınlanamamış bütün zaman parçaları da nursuzdur.. tabiî böyle bir boşlukta yaşayan insanlar da kalbî ve ruhî ufukları itibarıyla fetret insanı sayılırlar. Muahezeye maruz kalmayacakları mânâsına fetret insanı değil, mahiyet-i insaniyelerini inkişaf ettirememiş olma anlamında fetret insanı.

Bugüne kadar insanların arızasız Hakk’a yönelmeleri hep insan-ı kâmillerce gerçekleştirilegelmiştir; kitleler onların rehberliğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk’a yönelmiş ve onların neşrettiği nurlar sayesinde varlık ve hâdiseleri isabetli yorumlayabilmişlerdir. Bu itibarla da denebilir ki, onları bulan dolayısıyla da hakkı hakikati bulmuş ve onları iç dünyalarıyla müşâhede eden de, mazhar ve tecelligâhın şeffafiyeti, vüs’ati ölçüsünde Hak cemalini temâşâ etmiş sayılır.

İnsan-ı kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, islâm, ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızası hedefi, Hakk’ı sevip sevdirmek vazifesi, Cennet ve Cemalullah da –kulluğunu onlara bağlamama kaydıyla– bu mübarek düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir.

İnsan-ı kâmil, her zaman başkalarına yararlı olma emelinde ve mârifet ufkunu yükseltecek bilgi peşindedir. Ahlâk-ı haseneye bağlı yaşadığından, hep güzellik sergiler durur.. güzel görür, güzel düşünür, güzel ve faydalı sözler söyler.. güzel işler yapar, güzelliklere ve güzellere peyrev olur.. her davranışını Hak hoşnutluğuyla irtibatlandırarak, hep O’nunla oturur-kalkar.. O’nu düşünür.. O’nu konuşur.. her tavrı ve her beyanıyla O’nu hatırlatır ve hakkın-hakikatin en talâkatli bir lisanı olarak yaşar. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsâfın birinci kahramanıydı. İslâmiyet’in özündeki ilâhî sırrı görebilmek için, onu bir kerecik olsun –önyargısız ve insaflı olmak şartıyla– temâşâ yetiyordu. Cîlî’nin de dediği gibi; varlık âleminde, Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ölçüsünde kemalât-ı insaniye ile tanınmış bir ikinci şahsı göstermek mümkün değildir.

Eğer kemalden maksat; Hakk’ın hiçbir zaman yanıltmayan vahiy ve ilhamlarıyla ruhların tasfiye edilmesi, nefislerin tezkiyesi, insanî latîfelerin inkişafı; ve bunların yanında cismanî isteklerin, bedenî arzuların aşılması, derken Hak’la tam mukayyet hâle gelinmesi ve bekâ-i ehadiyetle bekâ bulup, bütün esmâ, sıfât ve şuûnât-ı ilâhiye adına mücellâ bir mir’ât seviyesine ulaşılması ise, –ki öyledir– bu yüce evsâfı mahiyetinde cem etmiş bulunan ve kulluğunu “kâb-ı kavseyni ev ednâ” ufkunda sürdüren Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ), kemal ehlinin en kâmili ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle, şeref-i nev-i insan ve divan-ı nübüvvetin de hâtemidir.. evet O Zât, kemaliyle ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinattır. Sofiye ıstılahında, insan-ı kâmil; ilâhî ve kevnî, aslî ve zıllî, cüz’î ve küllî, cevherî ve arazî, maddî ve mânevî bütün âlemleri özünde cem etmiş bulunan bir asıl cevher, bir hulâsa, bir usâre ve bir fihristtir. Seyyid Şerif’e göre, beşerin medar-ı fahri olan Zât; “Kadri, kıymeti fevkalâde yüksek sırlı bir kitap ve ilâhî, kevnî hakikatleri câmi öyle bir risaledir ki, bedenî ve cismanî kirlerden arınmış olan tali’lilerden başkası O’nu tam idrak edemez.”[26] Aklın zâhirî nazarında âlem-i kebir kâinattır; hakikatte ve Allah katında ise kebir olan insandır. Hz. Ali’nin yaklaşımıyla, onun mahiyeti meleklerden de ulvîdir; avâlim onda pinhândır, cihanlar onda matvîdir. (Türkçesi Âkif’e aittir.) İnsan-ı kâmil, Cenâb-ı Hakk’ın, zâtî şuûnâtının tam bir mazharı ve O’nun varlığının da câmi bir aynası olması itibarıyla, bâtını esmâ, sıfât ve şuûnât-ı zâtiyenin nokta-i mihrakiyesi, zâhiri de kelime kelime, satır satır, paragraf paragraf bütün varlık ve eşyanın kısmen sarahaten, kısmen de remzen ve işareten tam bir hulâsası, bir fihristi, hiç olmazsa ana başlıklarıyla eşya ve hâdiselerin câmi bir indeksidir. Hazreti Vücud, onda küllî ve tafsilî bir şekilde tecellî ettiğinden, yani icmalen de olsa o her şey ve her nesneden bir çizgi, bir kelime, bir satır taşıdığından, bir mânâda her varlık onun âyine-i vücudunda mündemiç, Zât-ı Hak da kalbinde kenzen mütecellîdir. Her hâlde ilk insan-ı kâmile meleklerin secde ile emredilmesinin hikmetlerinden biri de, işte onun bu zâhirî-bâtınî donanımı ve potansiyel zenginliğiydi! Böyle bir zenginlik, aynı zamanda bu ölçüdeki hususî teveccühe ciddî bir teveccühle mukabeleyi gerektiriyordu ki, o da din şeklinde sistemleştirilen ilâhî ahlâk ve kevnî kanunların temsilinden ibaret olan diyanetti. Evet, eğer Hakk’ın gözü bizim üzerimizde ise –ki öyle olduğu açıktır– bizim gözümüz de dini, hayata hayat kılma cehdiyle hep O’nda olmalıydı..!

Varlık ve hâdiselerle münasebet ve müdahalesi açısından insan-ı kâmil, yeryüzünde Allah’ın tam halifesidir. Bu itibarla da o, ilâhî icraatı temâşâ, herkes ve her şeye nezaret etme konumuyla Hakk’ın gören gözü, işiten kulağı, tutup destekleyen eli olmakla şereflendirilmiştir. O, şefkatle görülüp gözetilme, himaye edilip korunma durumunda bulunan herkesi, bir anne gibi kucaklayıp bağrına basan tam bir merhamet insanıdır. Evet o, her zaman çevresini şefkatle süzer.. damarlar içinde dolaşan kan gibi, içtimaî bünyenin her yanında bulunur.. zararlılara karşı o bünyeyi korur.. ihtiyaca göre onu görür-gözetir ve besler.. bir ruh gibi onun bütün faaliyetlerini kontrol eder.. ve her hâliyle onun varlığının en sağlam teminatı olduğunu gösterir. وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمينَ  “Başka değil, Biz seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”[27] mazmununca insan-ı kâmil, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm itibarıyla bilasale, diğerleri açısından da bittebeiye, ins-cin, canlı-cansız her şeye ve herkese rahmettir.وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَۤافَّةً لِلنَّاسِ بَشيرًا وَنَذيرًا  “Biz seni bütün insanlara rahmetimizin müjdecisi, azabımıza karşı da uyarıcı olarak irsal ettik.”[28] işaretiyle de bütün insanlığa rehber, rehnümâ, hâdî, mehdî, nezîr ve beşîrdir.

İnsan-ı kâmilin bütün varlık ve eşyaya tekvînî emirler açısından nezareti, onların ruhlarına feyiz ifazası, mahiyetlerinin şerh u izahı ve beyanı uygun burhanlarla değerlendirip irfana bağlamak; şuurlu varlıklar zaviyesinden görüp gözeticiliği de, irşad, pişdarlık, onların ruhlarının tasfiyesi, nefislerinin tezkiyesi ve insanî latîfelerinin Hakk’a uyarılması şeklindedir. Evet o, halk içinde, tesbit-i kıble, tevhid-i kıble adına bir pusula ve olgunlaşmaya açık ruhları da insanî kemalâta yönlendirip yükselten bir mürebbidir. Onu tanıyıp atmosferine girebilen herkes, istidadı ölçüsünde Hakk’a ulaşmış ve O’nu bulma yoluna girmiş sayılır. Gerçi Hak, cisim, cevher, araz olmadığı gibi, zamandan, mekândan, mesafeden, hayyizden de münezzehtir; “ulaşma”, “bulma” gibi kelimeler O’nun hakkında birer mecazdır. Bunlarla kastedilen şey ise, bize her şeyden yakın O Zât’a karşı mahiyetimizdeki uzaklığı aşmak, kalben, hissen, zevken O’nun yakınlığını duymaktır.. evet, hayvaniyetten sıyrılıp cismaniyeti aşan hemen herkes, kabiliyeti ölçüsünde, “bî kem u keyf” kalben O’nun yakınlığını duyar, basîretiyle temâşâsı zevkine erer ve ruhuyla da her zaman üns yudumlayabilir. Bu mevzuda, herkesin belli şeyler duyup hissetmesi söz konusu olsa da, tam mazhariyet, sürekli aynadarlık ve kusursuz aksettirme, O’nun küllî tecellîsinin mazhar-ı tâmmı olan insan-ı kâmile mahsustur.

Bütün varlık, esrar-ı ulûhiyeti insan-ı kâmilde duyup hissettikleri gibi, Hazreti Zât da, başka aynalardaki tecellî ve zuhuru, has bir mânâda bu mir’ât-ı mücellâda temâşâ buyurur. Bu itibarla da insan-ı kâmil, fâniler arasında Bâkî’yi gösteren câmi öyle bir aynadır ki, onu gören Hakk’ı görmüş, onu seven Hakk’ı sevmiş, ona uyan Hakk’a ubûdiyet neşvesine ermiş olur. Aslında bütün bunlar, asliyet planında ve külliyet çerçevesinde hakikî insan‑ı kâmille alâkalı hususlardır. Zılliyet dairesinde ve cüz’iyet çizgisinde kemal sahiplerine gelince onlar, bittebeiye bu pâyeyi ihraz ederler. Bunlar, ilim, irfan, muhabbet, aşk u şevk, cezb u incizab hususunda hakikî insan-ı kâmilin mirasçılarıdırlar ve mevhibeleri, misyonları itibarıyla da aynı sofranın davetçileri ve davet edilenleri sayılırlar.

Hak, her zaman değişik aynalarda kendini temâşâ edip ettirmesi ve insan-ı kâmilin de bu temâşâ edilen şeyler arasında en şeffaf, en berrak ve Rahmâniyet şuûnatını tam aksettiren câmi bir ayna olması itibarıyla o, yeryüzünde görme ve gösterme vazifesi açısından çok önemli bir unsurdur ve ondan hâlî bulunan mekânlar, zamanlar da min vechin yetimdirler. Bu itibarla da her mekân parçasının, her zaman diliminin su kadar, hava kadar insan-ı kâmile ihtiyacı vardır. Evet eğer Hak, insan-ı kâmilde, câmi ve tafsilî bir planla mütecellî ise –ki öyle olduğunda şüphe yoktu– bu mazhariyetteki kimselerin her zaman ve her mekânda bulunmaları bütün bir varlık için çok önemlidir; zira böyle birinin zâtı, Hazreti Zât’ın aynası; ilmi, ilminin lem’ası ve o da, varlık içinde Hak sırlarının sırlı bir anahtarıdır.

Onu bulup onunla aynı atmosferi paylaşan biri, başkalarının hiçbir zaman ulaşamayacağı pek çok esrara, envâra ulaşır ve bir feyiz kaynağı hâline gelir. İnsan-ı kâmil, her zaman kendi konumunun farkındadır. O, kendini bir meclâ, bir memer ve en fazla da bir mazhar telakki eder; eder de ne kendini ne sıfatlarını ne de zatî gibi görülen kabiliyetlerini kat’iyen kendinden bilmez; aksine, nefsini فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللهَ قَتَلَهُمْ  “Siz onları kendiniz olarak öldürmediniz; onları Allah öldürdü.”[29] mazmununa bağlı görür ve her zaman وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى “Attığında da sen atmadın; onu Allah attı.”[30] hakikatini vicdanında duyarak, hep memerriyet ve mazhariyet mülâhazalarıyla oturur-kalkar; ne ittihad ne hulûl; her şeyi O’ndan bilir ve üzerindeki fevkalâdelikleri de O’nun ekstradan tecellîleri sayarak,

               “Değildir bu bana lâyık bu bende

               Bana bu lütf ile ihsan nedendir?”

                                              (M. Lütfî)

der; sevinç ve sorumluluklarını değişik taaccüblerle daha bir derince duyar. Aslında hulûl ve ittihad, bizzat mevcut iki şey arasında cereyan eder. Hak karşısında insan-ı kâmil müstakil bir mevcut değildir ki, hulûl ve ittihad söz konusu olabilsin. Zât-ı Hak, bilasale bir mevcud, insan ise, O’nun ziya-i vücuduyla kâimdir. İster insan-ı kâmil isterse bir başkası, vücudu mümkün ve yaratılmış olan muhtaç birini büyütme adına böyle bir tasavvur, dalâletten başka bir şey değildir.

İnsan-ı kâmil, her şeyin Hak’tan geldiği şuuruyla kendi mahlûkiyet ve kulluk sınırlarını korumada fevkalâde hassas hareket eder ve ne mazhariyetlerini şatahat vesilesi yapar ne de âyinedarlığında ayniyet iltibasına düşer. Kendisindeki mevhibeleri kâmilâne aynadarlık yapma ölçüsünde, ilâhî sıfât ve zâtî şe’nlerin bir tecellîsi ve ehadiyet-i ilâhiyenin de bir mazhar-ı tâmmı olarak duyar, zevk eder ve mehâbetle iki büklüm olur. İnsan-ı kâmilde böyle bir hâl, onun nefis ve enaniyeti açısından yok olup, kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla yeni bir mevcudiyete ermesi hâlidir ki; buna, bizzat var olmayan birinin, O’nun vücuduyla hakikî var olmayı zevk etmesi de diyebiliriz. Mevlâna, Divan-ı Kebir’inde, bu mazhariyet ve bu pâyenin kahramanlarıyla alâkalı olarak şöyle der:

                          هَست محو و محوست آنجا پديد آمد مرا

                          تا بديدم از ورايى آن جهان جان صفت

                          ذَرّه ها اندر هوايش از وفاو از صفا

“O makamda var olan bana yok göründü, yok olan da var. Bir câna benzeyen dünyanın ötesinde, O’nun sevdasıyla başları dönmüş varlıklar gördüm. Hepsi de, tertemiz vefa ve safâ içindeydiler.”

İnsan-ı kâmil, Zât-ı Hak adına bir mücellâ ayna ve başkaları hesabına da, çevresinde peyklerin dönüp durduğu bir Kutup Yıldızı’dır. O, kendi etrafında döndüğü aynı anda, bir yandan sürekli olarak kendi yörüngesinde O’na merbûtiyetini soluklayarak pervaz ederken, diğer yandan da وَعَلَامَاتٍۘ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ  “Yol bulmada Allah size ne emareler ne emareler vaz’etti.. ve o yıldızla da onlar, dosdoğru yollarını bulurlar.”[31] işaretiyle, âleme yolunu, yönünü gösterir ve hep bir işaretçi gibi hareket eder. Aslında o, her zaman bir mihrap, bir kapı, bir köprü vazifesi görür; doğruya yönelmeyi sağlar, doğruyu görmeye menfezler açar ve insanları, kendi dünyalarının darlığından sonsuzluk ikliminin genişliğine ulaştırır. İnsanlar, onun atmosferine girince üns esintileri duymaya başlar; o kapının önüne varınca öteden çağrılarla ürperir ve o köprüden geçince de, Hazreti Zât-ı Ehad ü Samed’le, en kâmil mânâda bir abd-Mâbud münasebeti ufkuna yükselirler. Bu ufuk, külliyet planında ve vahidiyet çizgisi itibarıyla istivâ-i arş televvünlü, cüz’iyet dairesinde ve ehadiyet yörüngesi açısından da latîfe-i rabbâniye buudludur. Bu ufkun yolcularının en önemli yol azıkları ve bir mânâda zâd u rahîleleri ise, kalbin her zaman lebriz edilerek pak ve temiz tutulması, başkalarının, ahvâlimize muttali olamayacağı kutlu vakitler sayılan gecelerin o sihirli dünyasında da, secdelerle pusuya yatıp tecellî avlamaktır. İbrahim Hakkı:

                         Dil beyt-i Hudâ’dır, ânı pak eyle sivâdan,

                         Kasrına nüzul eyleye Rahmân gecelerde.

diyerek, yol alma adına gecelerin o serin ve ufku açık iklimini salıklar bizlere. Kenz-i Mahfî’ye uzanan gece koridoru veya helezonuyla alâkalı şu hoş söz de Mevlâna’ya ait:

نيك اختريت باشد گر چون قمر نخسيى                         گر شهريار خواهي اندر سفر نخسيى

در سـايهء خدا خسـبند نيكبختان زنهار اي برادر جـاي دگر نخسيى

“Eğer sen O Eşsiz Padişah’ı istiyorsan ve eğer O’nun yolunda sefere çıkmış isen, bu yolculukta uyumamak gerekir. İyi ve bahtiyar kimseler, Allah’ın sevgi ve merhamet gölgesinde uyurlar. Kardeşim, sakın başka yerde uyuma!” Uyuma ve insanı engin düşüncelere, lâhûtî mülâhazalara çeken geceleri ya kıyam edebi ya rükû tâzimi ya secde mahviyeti ya da evrâd u ezkâr tazarruu ile geçir.

Bazı mutasavvifîne göre, her şeyin bir açık olan yanı vardır ki; ona zâhir denir; bütünüyle bu âlem, işte o zâhirdir. Bir de kapalı yanı vardır ki, ona da bâtın denir; o da mânevî, uhrevî ve bütün metafizik dünyalardan ibarettir. Bunlardan başka bir de, bu iki cepheyi câmi ve âlem ile esmâ arasında, zuhurun butûndan, butûnun da zuhurdan ayrılma noktasında berzahî bir âlem vardır ki, o da insan-ı kâmil âlemidir. Hakk’ın kendi zâtına ilmi, bilasale kendisine aynadır. Zât-ı Hak da, tasavvurlarımızı aşkın bir mânâ ile o aynada müteayyindir. İnsan-ı kâmilin ilmi de, bittebeiye ve zılliyet planında kendi aynasıdır. O da, bu ilim aynasında müteayyindir. Ne var ki, onun bütün sermayesi mevhibedir ve vâhid-i kıyasî zaviyesinden Hazreti Zât’ta bulunan şeylere birer delil ve birer emare mesabesindedir..

Evet, insanın zatı, Zât-ı Hakk’a, sıfatları da sıfât-ı sübhaniyeye dayandığı gibi, bunlardaki izafîlik ve sınırlılık ya da zılliyet ve cüz’iyet de tamamen, Cenâb-ı Hakk’ın evsâfındaki hakikîliğe, nâmütenâhîliğe, asliyet ve külliyete delâlet etmektedir veya delâlet etmek içindir.

Zât-ı Hak’la bu çerçevedeki münasebet açısındandır ki, insan-ı kâmil mertebesine ulaşan müstaid bir müntehî, aynı zamanda hilâfet-i tâmme mertebesine de yükselmiş sayılır. Bunun üstünde ise, vücub-imkân arası bir nokta diyebileceğimiz “ev ednâ” pâyesi vardır. Ve o pâyenin de, gelmiş-gelecek bütün insan-ı kâmiller arasında bir tek mümessili olmuştur; o da mertebe-i ekmel veya Hazreti Ehadiyet’in tecellî-i etemmine mazhar bulunan Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem). O’nun bu ölçüde “aksa’l-meratib”i ihraz buyurması, yüksek ahlâkı; davranışlarındaki istikameti; Rabbiyle münasebetlerindeki derinliği; dünyevî-uhrevî konulardaki dengesi; ilâhî ve kevnî hakikatlerin esrarına nüfuzdaki ısrar ve kararlılığına lütfedilmiş peşin bir teveccüh-ü Rahmânîdir. Bu itibarla da, O’nun dışındaki bütün kâmillerin kemalâtı O’na nisbeten izafî, tâlî ve O’na tebaiyete bağlıdır. Evet, sema-i risaletin ayları ve güneşleri sayılan başımızın tâcı bütün o büyük insanların nur ve ziyası, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın içinde bulunmadığı zaman itibarıyladır. Bûsîrî:

فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا       يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ[32]

diyerek, O Zât’ın, güneşin üstünlüğünü haiz olduğunu, diğerlerinin ise, O’na nispette peykler mesabesinde bulunduğunu ve O’nun olmadığı dönemlerde çevrelerine nurlar saçıp etraflarını aydınlattıklarını söyler ki, yerinde bir tespittir.

Her şeyden evvel, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ), varlığın hem çekirdeği hem de meyvesi olması itibarıyla, hilkat ağacı mebdeden müntehâya hemen her faslında sürekli O’nunla münasebet içinde olmuş ve O’na bağlı gelişmiştir. Aslında O, meyvenin de ötesinde, hilkat ağacının özü, usâresi ve ruhudur. İsterseniz, O’na (aleyhi salavâtullahi ve selâmuhû) varlık bulamacının en temel unsuru da diyebilirsiniz.

               “Hilkat-i âlemden maksad-ı a’lâ

               Dünyaya gelmiş ol mihr-i muallâ..”

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsının bütününden ibaret olan mahiyet-i mücerrede-i vücudun âyinedarlığından arz ve semanın ictinab etmeleri, taayyünlerinin bunu aksettirmeye tam müsait olmayışındandı. İnsanın taayyünü ise, bilkuvve bunu aksettirecek donanımda idi. İşte, insanoğlu, böyle önemli bir gayeyi gerçekleştirmek için vücud-u haricî ile şereflendirildi. İnsanların bazıları itibarıyla, böyle önemli bir âyinedarlık vazifesini tam temsil edememeden ötürü bir zulüm ve cehalet söz konusu olsa da, o potansiyel cehalet ve zulme düşmeme de, yine böyle bir âyinedarlığa terettüp eden duyarlılık, sorumluluk ve temsilden geçiyordu. Yani insan, mahiyetindeki zulüm ve cehalet açığını vahy-i semaviyle harekete geçireceği vicdan mekanizmasıyla kapatacak ve kaybetme alanını kazanma pazarı hâline getirecektir. İnsanların bir bölümü itibarıyla da bu, böyle oldu. İşte

إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجبَالِ فَأَبَيْنَ أَنْ يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنْسَانُۘ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا

“Biz, emaneti (teşriî açıdan değil, tekvînî zaviyeden) göklere, yere, dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve böyle bir sorumluluktan korktular. (Mahiyet ve donanımı itibarıyla) bu emaneti insan üzerine aldı. Doğrusu (pek çoğu itibarıyla) insanoğlu, (bu emanetin hakkını gözetemediğinden), çok zalim ve çok cahil bir duruma düştü.”[33] âyeti, bu umumî serencamenin esrarlı bir tercümanıdır. Arz, sema ve bütün eşyanın hakikat-i uzmâyı görme, gösterme ve aksettirmede zarurî birer eleman olan kalb, irade, şuur, his ve bunların “latîfeler” unvanıyla diğer fakülteleri bulunmadığından, o yüce hakikat adına ne tam temessül kabiliyetleri ne de temsil aktiviteleri vardır; zira, taayyünleri fevkalâde dardır. Dolayısıyla da, ayna olacakları şeyi mahiyet-i insaniye ölçüsünde zengince ifade edebilmeleri mümkün değildir. Ancak insandı ki, tekvînî donanımı teşriî emirlerin temsiliyle derinleştirerek bu misyonu edaya yeterli olduğunu ortaya koyuyordu.. ve bu misyonu ortaya koyabilenler de, zulümden ve cehaletten kurtuluyordu.

Evet, her insanın bu vazifeyi yerine getirmediği veya getiremediği gerçekti ama; yaratılış gayesinin şuurunda olan ve insan-ı kâmil olma yolunda teşriî dairede rehabiliteden rehabiliteye koşan bir kısım müstesna fertler de bulunacaktı. Ki bunlar, istidatlarını inkişaf ettirme ve bilkuvve kemallerini bilfiile çevirme istikametinde her zaman insanoğlunun yaratılmasına gaye teşkil eden “iman-ı billâh”, “mârifetullah”, “muhabbetullah”, “aşk u şevk”, “cezb u incizab”, “zevk-i ruhanî”... gibi dairelerde ebediyetlerin dantelasını örecek ve bu ilâhî maksadı gerçekleştireceklerdi. İşte, dünya ve ukbâ âlemlerinin birleşik noktasına taht kurmuş bu gönül sultanları, mahiyetleri mahiyet-i beşeriyeyi aşkın, canları Cân’ın nefahâtıyla dipdiri, ufukları üns esintileriyle üfül üfül hep kemal yolunda kemal soluklamada ve berzahî vücudlarıyla her an yeni bir çerçeveye oturmaktadırlar. Mevlâna, her zamanki o sehhâr ifadesiyle, kemal semasının bu üveyiklerini şöyle resmeder:

مردان رهش زنـده بجان دگرنـد   مرغان هواش ز آشـيان دگرند

منگر تو بدين ديده بدشان كايشان   بيرون ز دو كون درجهان دگرند

Hak yolunun erleri, bu candan başka bir can ile diridirler. Onun havasından kanat çırpıp uçan kuşların ayrı bir yuvası vardır. Beyhude bu gözle bakma, onları göremezsin; onlar, iki dünya ötesinde başka bir âlemdedirler.”

Allah, ef’âl ve esmâsıyla mâlumdur; esmânın tecellî alanı da, varlık ve hâdiselerdir. İnsan ise, varlığın hem nüvesi hem de meyvesidir. İnsan-ı kâmile gelince o, her şeyin özü, usâresi ve ruhudur. Öyle ise, mebde itibarıyla varlığı mülâhazaya almadan, insanı düşünmeden, insan-ı kâmil ufkuna yönelmeden, Allah’ı kâmil mânâda bilmek de mümkün değildir. Zira insan-ı kâmil, Zât, sıfât, esmâ ve ef’âl dairesiyle alâkalı câmi bir lisandır.. ve vücud mertebesinin en son halkasını teşkil etmesi açısından, bütün vücud mertebelerinin enmûzeci mahiyetindedir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hak, kendi azamet ve celâline uygun şekilde ancak insan-ı kâmille bilinir.. onunla görülür, onunla işitilir ve onunla duyulur. Diğer taraftan, insan-ı kâmil de, her şeyi O’nunla görür, O’nunla bilir, O’nunla tutar ve O’na bağlayarak münasebete geçer. Ne var ki, bu görmelerin, duymaların, işitmelerin, işlemelerin, başlamaların ve münasebette bulunmaların asliyet planında bir tek mümessil ve kahramanı vardır; o da, hakikat-i Muhammediye’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Zira O’nun hakikati, bütün hakikatlerin câmii bulunan vahidiyet hakikatine dayanmaktadır. “Allah” ism-i zâtı, O’nun –mürebbisi mânâsına– Rabb-i hâssıdır. Ve bu ism-i şerif, bilmutabaka, bililtizam ve biddelâle bütün esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı sübhaniyeyi de tazammun ettiğinden, Hz. Ruh‑u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ), hem esmâ-i ilâhiyeye hem sıfât‑ı sübhaniyeye hem de şuûnât-ı Zâtiye’ye mücellâ bir ayna olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bu itibarla da, “Mir’ât-ı Muhammediye’den Allah görünür dâim.” sözü mübalâğa değil, vâkıa tam muvafıktır. Diğer bütün büyükler bu ölçüde bir mazhariyete sahip olamadıklarından – ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَۤاءُ  “Bu Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir.”[34]– onların mir’âtiyetleri de izafîdir.

Evet, bu büyüklerden her biri, birkaç ism-i şerifin ya da sıfat‑ı sübhaniyenin mazhar u meclâsı ise de, her isimden nasibi aynı ölçüde değildir. “Herkesin kabiliyetine vâbestedir âsâr-ı feyzi” fehvâsınca, sema‑i risalet ve vilâyetin ayları, güneşleri sayılan bu insanlar, ne ölçüde büyük olurlarsa olsunlar, yine de kendi istidat ve kabiliyetleriyle mukayyettirler. Bunlar, kendi arş-ı kemalâtları itibarıyla müntehî, Hz. Ekmel-i Kümmelîn’e (Kâmiller Kâmili) nisbetle mütevassıt ve mübtedîdirler; vazife ve misyon açısından değil, mir’âtiyet ve meclâiyet açısından mübtedîdirler. Ârifler, iman-ı billâh, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanîde derece derece birbirlerinden farklı oldukları gibi, esmâ-i ilâhiyenin mütefavit derecedeki tecellîlerine mazhariyet açısından da insan-ı kâmil mertebeleri hep farklı farklı olagelmiştir. Evliyâ, asfiyâ, ebrâr, mukarrabînin, dinin yoruma açık yanlarıyla alâkalı, yani fürûâtta ortaya koydukları teviller, tefsirler de, o kâmil insanlara dair böyle bir farklılığın tezahürüdür.

Enbiyâ ve mürselîn arasındaki farklılık ise: تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ  “Biz, bilinen bu peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık.”[35] mazmununca, ilâhî takdire bağlı olmak üzere, yine esmâ-i ilâhiyenin farklı dalga boyundaki tecellîlerinden kaynaklanmaktadır. Hz. Âdem’in mazhar olduğu icmalî “ilim”, Hz. İbrahim ve İsmail’deki “ilim”le beraber “hilm”, Hz. Mesih’deki “kudret”, başkalarına nisbeten ileri seviyededir ve bu yüce kâmetlerin hususiyeti gibidir. Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’da (aleyhi ekmelüssalâti ve etemmütteslîmât) ise, bütün enbiyâ ve mürselînde icmal edilen esmâ ve sıfât-ı sübhaniyenin tafsîlî bir şekilde ve âzam derecede tecellîsi söz konusudur.

Herkes kendi çerçevesinde kâmildir ve kemali de onun istidat ve mârifet gayretiyle mebsuten mütenasip’tir (doğru orantılı). Evet, bütün kâmil insanlarda beyan ve burhanın yanında irfan da önemli bir derinlik ve zenginliği teşkil etmektedir. Bu hususlardan herhangi birindeki bir kusur, kemal adına da ciddî bir eksiklik sayılır. Kur’ân ve Sünnet temel yörünge; mantık ve akılla istidlâl, beyana bağlı bu konunun bir burhan ayağı; irfan ise, böyle bir istikametin semeresidir.

Son söz:

               “Savm u salât u hac ile zahid işin biter sanma

               İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.”

                                                  (Niyazi)

 

يَا رَبَّنَا يَا سَيِّدَنَا وَيَا غَايَةَ رَغْبَتِنَا، أَسْأَلُكَ يَا اَللهُ أَنْ لَا تَشْوِيَ خَلْقي بِالنَّارِ،[36]

نَعُوذُ بِاللهِ مِنْ عَذَابِ النَّارِ، نَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الْفِتَنِ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ،[37]

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَشَفيعِ ذُنُوبِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِه كُلَّ مَا اخْتَلَفَ الْمَلَوَانِ وَتَعَاقَبَ الْعَصْرَانِ وَكَرَّرَ الْجَديدَانِ وَاسْتَقْبَلَ الْفَرْقَدَانِ.


(EK 2)

İNSANIN SÛRET-İ RAHMAN ÜZERİNE YARATILIŞI

Soru: “Allah, Âdem’i kendi sûretinde veya Rahmân sûretinde yarattı.” hadisinde anlatılmak istenen nedir?

Bu hadis, kaynaklarda değişik şekillerde geçmektedir:

İnnallahe halaka âdeme alâ sûratihîAllah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı.”; “İnnallahe halaka’l-insane alâ sûrati’r-rahmânAllah, insanı Rahmân sûretinde yarattı.”; “La takbahu’l-veche feinne’bne âdeme hulika alâ sûrati’r-rahmân tebâreke ve teâlâYüzden sakının. Zira Âdem oğlu Rahmân sûreti üzere yaratılmıştır.”; “İzâ darabe ahadüküm felyectenibi’l-veche feinnallahe halaka Âdeme alâ sûratihiBirine vuracağınızda yüzüne vurmayın. Muhakkak Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı.

Görebildiğimiz kadarıyla farklı lâfızlarla gelen bütün rivayetlerde Hz. Âdem’in yaratılışı ile ilgili iki ifade karşımıza çıkmaktadır. Birisi, “alâ sûratihî” diğeri de, “alâ sûrati’r-rahmân”dır. Şimdi bu iki anlatım üzerinden meseleyi tahlil etmeye çalışalım:

“Alâ sûratihî” okuyanlara göre mânâ şöyle olur: “Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı.” Âdem’in sembol olarak misalî bir şekli vardır. Yani Âdem, kini, nefreti, kaprisi, şehveti, aklı ve gadabı, âlem-i cismaniyete ait gözü, kulağı, burnu ve şu şekilde heykeli olan bir varlıktır. İşte Allah, Âdem’i misal âlemindeki şekliyle veya oradaki proje ve plân üzerine yaratmıştır. Ulemâ bunu “Allah, kaderdeki plânı tatbik etti.” mânâsında anlamışlardır.

Bazıları “alâ sûrati’r-rahmân” ifadesinde Allah isminin olmadığını, dolayısıyla bunu, “alâ sûratillah” olarak anlamanın yanlış olacağını ifade etmişlerdir. Buradaki Rahmân ile Allah kastedilmediğine göre mânâsı hakkında şu tevcih düşünülebilir:

İnsan, öylesine Allah’ın merhametine mazhardır ki, o âdeta temessül etmiş bir rahmettir. İnsanın rahm-i mâdere düştüğü andan, küre-i arzı ve bütün kevn ü mekânı emrine musahhar keyfiyetiyle kavrayacağı âna kadar takip edildiğinde, onun kadar Allah’ın rahmetinden istifade eden ikinci bir varlığın olmadığı görülecektir. Onun için Cenâb-ı Hak, kudsî hadisinde, “İnne rahmetî sebakat alâ gadabî – Rahmetim benim gadabıma sebkat etmiştir (Yarışı rahmetim kazanmıştır. Rahmetim devamlı öndedir.)” buyurmuştur. Perde perde içinde, üç perdenin verâsında, rahm-i mâderde bütün embriyolojik safhalarda insan öyle bir merhametle perverde edilmektedir ki, onun o hâline bakıldığında, rahmetin âdeta onda tecessüm etmiş olduğu görülecektir. Yavru dünyaya geldiğinde bakımı, görümü için annenin şefkati, öyle ki onun için uykusunu terk etmesi, işini bırakıp onunla meşgul olması, ağlarken oturup beraber ağlaması, hastalandığında bir hekime gitmesi hep o rahmetin cilvelerindendir. Allah, annenin kalbine Rahmân isminden koyduğu şefkat, öylesine anneyi çocuğuna musahhar kılmıştır ki, âciz, zayıf ve kolunu dahi kaldıramayacak kadar muhtaç o çocuğun durumuna bakıldığında, onda apaçık rahmetin tecessüm ettiği müşâhede edilecektir.

Arapça’da terkiple alâkalı şöyle bir üslup vardır. Meselâ Hz. Ömer’in âdil oluşu “Omeru adlün” cümlesiyle anlatılır ki esasen bu “Ömer adalettir.” anlamına gelir. Hâlbuki Ömer adalet değildir. “Adl” kelimesi bir masdardır. Öyle ise “Ömer adaletlidir.” demek için “adl” kelimesinin ism-i fâili olan “âdilun” kelimesinin kullanılması, yani “Omeru âdilun” denilmesi daha uygundur. Bu, adalet Ömer’in işi mânâsına gelir. Yoksa Ömer, adalet işinin kendisi değildir. Ancak Arapça’da özellikle “Omeru adlün” ifadesi kullanılır. Çünkü Ömer, öyle adl’dir ki, neresinden bakarsanız bakınız onda adalet görünür. Yani sanki o, adaletin kendisi olmuştur. Bunu Türkçemizde de kullanırız. Meselâ “Adam cömert değil, cömertliğin ta kendisi.” deriz.

Aynı açıdan meseleyi ele alacak olursak, insan, hususiyle hayatının başından sonuna kadar, hemen her devirde gördüğü Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin, rahmâniyetinin iltifatlarıyla öyle mücessem bir rahmettir ki, ona bakıldığı zaman o, âdeta rahmet sûretinde yaratılmıştır denir ki, buna işareten hadiste “alâ sûreti’r-rahmân” buyrulmuştur.

***

Hadis âlimleri bu hadisi tenkit etmişlerdir. Hadis, tenkit edilse de, bir kitapta mevcut olan bu hadis-i şerifi izah eden büyüklerimizin tarz-ı izahları içinde meseleyi açıklamak daha uygun olur zannediyorum.

Bu hadisi,[38] Yahya İbn Said İbn Ferruh el-Kattân gibi büyük hadis imamlarının kendisinden hadis rivayet ettikleri, tâbiînin küçüklerinden Muhammed İbn Aclân rivayet etmektedir. Saîdü’l-Kattân, çok takva ve hadisçilerce, “Hayatında Allah’a hiç isyan etmedi.” dedikleri binlerce insanı künyeleri ile birlikte, babası ve kardeşi gibi tanıyan dev bir hadisçidir. Aynı zamanda o, 50-60 senelik hayatında yastığa baş koymamış, büyük bir baş ve büyük bir dimağdır.

Saîdü’l-Kattân bu hadisi İbn Aclân’ın rivayet ettiğini duyduktan sonra onu bırakmış ve ondan hadis rivayet edilmeyeceği hükmüne varmıştır. Çünkü Saîdü’l-Kattân bu hadiste teşbih ve tecsime (Allah’ı mahlukata benzetmeye) bir işaret hissetmiştir. Daha sonra başka imamlar da İbn Aclân’ı terk etmişlerdir. Bununla birlikte İbn Aclan’ın hadisleri Buhârî, Müslim, Nesâî ve Ebû Davud’un Sünen’inde yer almaktadır. Vâkıa İbn Aclân, başlı başına bir imamdır. Bu bir zelle ise neden mâruz kalmıştır diye bunu araştırmak gerekir. Değilse muhakkak bunun bir izahı vardır.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de bu hadisi ele alıp izah etmiştir.[39]

Cenâb-ı Hak, Âdem’i sûret-i Rahmân’da yaratması mevzuunda zannediyorum en mâkul izah tarzı, insanın çok merhamete muhtaç mahiyette yaratılmış olmasıdır. İnsanın simasına bakıldığında, orada, Rahmân ve Rahîmi, hususiyle Rahmân ismini yani vâhidî bir tecellî içinde ehadî iltifatı görmek mümkündür. Burada simadan kasıt, simanın verâsında bütün kafayı, kafatası içindeki beyni ve beynin fakültelerini, insanın duyarlılığını, görürlülüğünü, onda hitap çiçeğinin açmasını, onun konuşma bilmesini, kokuların çeşit çeşidine muttali olmasını, renklerin, görebildiği dalga boyları içindeki çeşitlerine muttali ve nigehbân olmasını düşünebiliriz. Sem u basar gibi Allah sıfatlarının gölgelerini taşıyan, ilim ve mârifet fakültelerini bulunduran, bu mahiyetteki bir varlık, imkân âlemi içinde, vücub âleminden gelen, feyz-i akdesin dalgalanmalarına mâkes olmuş bir simaya, sûret-i Rahmân denmiş gibi bir şeydir.

Bir ikinci yaklaşım da şöyledir: Bütün mahlûkat içinde Rahmân ü Rahîm Hz. Allah’ın rahmâniyetine en çok muhtaç olan varlık insandır. Diğer varlıklar annesinden doğar doğmaz, medar-ı maişetinin nereden geleceğini bilir ve birkaç dakika sonra da âdeta çevresine meydan okumaya başlar. Bir buzağı hemen annesinin ayakları arasında süt emeceği âb-ı hayat musluklarını bulur, emer ve ihtiyacını giderir. Ama insan 15-20 yaşına kadar hayrını zararını bilemez. Daima ihtiyacını hissettirir ve muhtaç olduğunu arz eder. Evet, o, bütün bir hayatı boyunca Rahmân ü Rahîm’e muhtaçtır. Hususiyle ebediyete uzanmış emelleri, arzularıyla, ahireti ve Cennet’i arzulayan istekleriyle Rahmân ü Rahîm’in tecellîsine o kadar çok muhtaçtır ki, onun sima-i mânevîsine bakan, onda sûret-i Rahmânı müşâhede edecektir.

 

[1] Matmah-ı Nazar (Gözlerin aradığı, görmekten memnuniyet duyduğu): İnsanlık, elinde olan bu ipe (Kur’ân’a) tutunduğu zaman çukurlar ve gayyalar içinde çırpınmadan kurtulacak, insanlığın en yüce mertebelerine çıkarak “ahsen-i takvîm” sırrına mazhar olduğunu ortaya koyacaktır. Evet, böylece o, Cenâb-ı Hakk’ın matmah-ı nazarı hâline gelecektir. Yani devamlı surette Allah’ın, nazarını üzerinde dolaştırdığı, tebrik ve tebcil ettiği varlıklar sırasına girecektir. (“Kur’ân ve Diğer Kitaplar”, KUR’ÂN’IN ALTIN İKLİMİNDE)

[2] METAF: Efendimiz dâr-ı bekâya irtihal edince, O’nu bu dünyada temsil eden Allah ile irtibatları kavi büyük insanlardır. Onlar, mazhariyetleri ve misyonlarıyla, bir bakıma yeryüzünde âdeta Kâbe konumundadırlar. Ehl-i tahkikin beyanına göre, bazen onlar Kâbe’nin etrafında, bazen de Kâbe onların etrafında döner. İşte böylesi kişilere Allah’ın matmah-ı nazarı anlamında “Kutub” adı verilir. Bu kişiler bulundukları mekânda, her zaman mevcudiyetlerini hissettiren, şeytanların uykularını kaçıran, bir kısım insanların vehimlerini izale eden, toprağın kuvve-i inbatiyesi gibi kudsî bir güce sahiptirler. Yine bunlar, hep tazarru ve naz u niyaz makamında bulunmaktadırlar. Allah böylelerinin bakışları ile kâinata bakar, merhamet veya gadap eder. (“Kutbul İrşad”, PRİZMA, 2)

[3] ÂBİD: Âbid, ibadet eden, ubudiyette bulunan ve ubûdet hedefli yaşayan demektir. Diğer bir ifadeyle o, Allah’a kulluktan ibaret olan bu çok buudlu vazifeyi hususî bir cehd ve gayretle, O’nun emirleri çerçevesinde yerine getiren, şehevâta kapalı, mekârihi göğüsleyen, “netice-i nimet-i sâbıka” sayarak ciddî bir sorumluluk mülahazasıyla arz-ı ubudiyette bulunan ve erbab-ı müşahedeye göre görülüyor olma şuuruyla ve hâlî-zevkî görüyor olma ufkuna yürüme heyecanıyla yüzü hep ötelere müteveccih bir Hak bendesinin özel unvanıdır. (Âbid, Zâhid, Âşık -1”, Çağlayan, Şubat-2018)

ÂŞIK: Âşık ise birkaç kadem önde, dünya ve mâfihâ yok kalbinde ve düşünce dünyasında; sermayesi dua, tazarru ve gönül iniltileri; yolu terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî ve terk-i terk; iç ihsasları ve ihtisaslarıyla bütün beklentisi rü’yet ü rıdvân ve maiyyet-i Sübhân, bir âbide-i bîmisâldir. O, cismaniyet, duygu ve düşünce itibarıyla kendini hatırlatınca min vechin hatırlayan öyle bir hayret ve heymân kahramanıdır ki, özünü İlahî tecelli ve vâridler çağlayanına salmış, dünyaya da ukbâya da bütün bütün kapılarını kapamış bir merd-i bîmisâldir. .(Âbid, Zâhid, Âşık -2”, Çağlayan, Şubat-2018)

Âşık, hiçbir meselede mâşukuna muhalefeti düşünmez ve düşünemez. Hele, başka şeylerin ona gölge etmesini, önüne geçip onu unutturmasını kat’iyen istemez. Hatta ondan bahsetmeyen her sözü abes ve faydasız sayar; onunla alâkalı olmayan her işi de, ona karşı nankörlük ve vefasızlık bilir. (“Aşk”, Ölçü veya Yoldaki Işıklar)

[4] Mâ hulika leh: Her bir şeyi kendi yaratılış gayesi istikametinde kullanmak.

[5] Ârif: Ârif; bilen, tanıyan, anladığını doğru ve derince anlayan, görüp hissettiklerini uzun boylu düşünmeye ihtiyaç duymadan hemen kavrayabilen, değişik ağyâr mülâhazaları karşısında fikir kaymalarına düşmeyecek kadar da sâbit-kadem olan hak eri demektir (“Ârif”, TEKMİLE, Kalbin Zümrüt Tepeleri)

[6] Ziya-yı vücud-i Hak: Hak, lizâtihî ve liaynihî bir tanedir; o da, mutlak mevcut, mutlak sabit ve her şey O’nun vücudunun, sübûtunun bir ziya ve bir tecellisinden ibaret bulunan vücûd-u Hak’tır. Buna karşılık bütün “mâsivâ”, “hak ligayrihî”, “hak ligayri zâtihî” olarak, bir istinad u istimdat noktasına ihtiyaçları itibarıyla her zaman mâlüldürler. Ama, yine de vücûb-u Hak’tan gelen şua ile mevcut ve sabit sayılırlar. Vücud itibarıyla sabit kabul ettiğimiz her nesne ziya-yı Hakk’ın vücudunun bir şuâı olduğu gibi, âsâr ve ef’âl âlemindeki her oluşum, her gelişim, her iş, her faaliyet, her vazife, her mükellefiyet de ancak Hakk’a nisbet edilip O’na bağlandığında bir kıymet ifade etmektedir. Aksine Hak’la irtibatı ortaya konamayan, O’na izafe edilmeyen; bu irtibat ve nisbet çerçevesinde yürütülmeyen, işletilmeyen, başlatılmayan, tahlile-terkibe tâbi tutulmayan her faaliyet de bâtıl ve bir vesile-i hüsrandır. Değil sair işlemeler, başlamalar, aktiviteler ve bunlara terettüp eden semereler; Hakk’a nisbet-i tâmmı olmayan iman ve amel-i salih dahi -ona da salih denecekse- sırf bir kuruntu ve nazariye ve Şâri beyanıyla beyhude bir yorgunluktan ibarettir. (“Hak Kelimesi ve Ötesi”, Ruhumuzun Heykelini Dikerken)

[7] Fenâfillah: Sofiye nezdinde fenâ; aşağıdaki taksim içinde ele alınagelmiştir:

  1. 1. Fenâ-i ef’âldir ki; bu ufka ulaşan hak yolcusu, her nefes alış-verişinde “hakikatte Allah’tan başka fâil yok” gerçeğini mırıldanır durur; acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçlarının çehresinde, hep O’nun güç, kuvvet ve servetinin emarelerini müşâhede ederek sürekli vicdanının enginliklerinden yükselen nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın sesiyle-soluğuyla yaşar.
  2. Fenâ-i sıfâttır ki, bu zirveye ulaşan sâlik; bütün hayatların, ilimlerin, kudretlerin, kelâmların, iradelerin, sem u basarların O’nun sıfât-ı sübhaniyesinin birer şuâı, birer tecellîsi ve birer aks-i nuru olduğunu duyar, zevk eder ve bütün “havl” ve “kuvvet”inden teberride bulunarak, esmânın arkasında Müsemmâ-i Akdes’in şuaâtıyla medhûş ve sıfatların verâsında Mevsûf-u Mukaddes’in ihsaslarıyla mütehayyir, “bî kem u keyf” hep vuslat‑ı tâmme hulyalarıyla oturur-kalkar.
  3. Fenâ-i zâttır ki, mağrip ve maşrıkın iç içe olduğu bu matlaa ulaşan hakikat eri, zevkî ve hâlî olarak “Allah’tan başka hakikî hiçbir varlık olamaz.” der ve bütün kevn ü mekânları O’nun ilminin, haricî vücud nokta-i nazarından bir zuhuru ve “var” diyebileceğimiz her şeyi de O’nun “vücud” nurlarının tecellîsinden ibaret görür; görür ve her nefes alış-verişinde bu ruhanî zevk ve hâleti “Her şey Senden.” sözcükleriyle seslendirir.. seslendirirken de, O’nun varlığının ziya-i hakikatinde eriyip-gitmeyi ve fenâ bulmayı vücuda mazhariyetin gerçek bedeli sayar. (“Fena fillah”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

Bekâbillah: Kelime mânâsı itibarıyla, devam, sebat ve hep aynı hâl üzere kalma anlamına gelen bekâ; kulun, kendi nefsi dahil bütün eşyayı –onların zatları ve nefisleri itibarıyla– yok kabul edip, canlı-cansız her nesneyi Hazreti Vücud’un ya da Hazreti İlim’in ziyasının bir tecellîsi ve bir gölgesi olarak vicdanî müşâhede ile müşâhede etmesidir. (“Fena fillah”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

[8] Üns: Ünsiyet, alışkanlık, içten beraberlik demek olan “üns”; ehl-i hakikat arasında, kalb ve ruh zaviyesinden Hazreti Cemâl-i Zât-ı Bâri’i müşahedeye iştiyak arzu ve emeliyle, “Kenz-i Mahfî”nin, mücellâ aynası (beyt-i Hudâ) sayılan vicdanın rükünlerince bîkem u keyf duyulup hissedilmesi şeklinde yorumlanmıştır. Onu, iki yanıyla ihsan şuurunun, vicdan mekanizmasında, vuzuh üstü vuzuh ve inkişafı şeklinde ifade etmek de mümkündür. (“Üns Mülahazasına İcmâlî Bir Bakış”, Çağlayan, Ağustos-2017,)

[9]Enîs-ü celîs: Onlar, sürekli Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bulunma temkiniyle yaşamışlardır. Daima, “enis ü celîs” bildikleri “Dost”la beraber bulununca da konuşmaları hep “sohbet-i yârân” olmuştur. O’nun rızasından başka bir şey düşünmemiş, O’nun hoşnutluğuna vesile olacak meselelerden başka bir şey konuşmamışlardır. (“Kur’ân’ın Sihirli Ufku”, Sohbet-i Canan)

[10]“Nisyan” ‘müştakkun minh’i: Yani, “Nisyan kelimesinden türetilmiş olan İNSAN”ı gaflet içine aldığı zaman. İnsan kelimesinin türetildiği nisyan köküne dikkat çekiliyor.

[11] Bî kem-u keyf: Nicelik ve niteliğin tamamen dışında, Allah Teala ile beraberlik yaşamak.

[12] Humar: Süzgün olma, kendinden geçmiş ve mahmur olma hali.

[13] Kabz u Bast: Kabz; tutulma, derdest edilme, avuç içine alınma, can çıkacak hâle gelme; ya da insanın, mânevî feyizlerin kesilmesi ve mâhiyetindeki boşlukları itibarıyla, aslında sımsıkı bir münasebet içinde bulunması lâzım gelen ebedî feyiz kaynağıyla alâkasının gevşemesi ve kısmen de olsa, boşlukta kalması demektir. Buna karşılık "bast" ise, yayma, açma, sergileme, ferah-fezâ bir duruma erme; veya insanın, varlık içinde rahmet vesîlesi olma noktasına yükselip eşyâyı istiâb edecek hadde ulaşması, gönlün genişleyip şenlenmesi ve zihnin en muğlak şeyleri dahi çözebilecek seviyeye yükselmesi demektir.

[14] Havf u recâ: Havf, Arapça'da, korkma, ürperme, irkilme mânâlarına gelen havf; ıstılâhî mânâsı itibarıyla; şer'an haram olmayıp da daha hafif mertebede memnû bulunan bir şeyi işlemekten sakınma anlamına bir kelime. Reca ise, "Gönülden istenen bir şeyin tahakkuk etmesi inancıyla, onun meydana geleceğini ümit etme ve bekleme" şeklinde tarif edilmiştir.

[15] Vahşet: Hasan Basrî ve Şâh-ı Geylânî gibi din büyüklerinin evrâd u ezkârına bakılabilse, bu zatların dünyada hep havf u haşyet içinde oldukları görülecektir. Bir keresinde Şâh-ı Geylânî’nin evrâdını okuyan ve oldukça takvâsı da yerinde bir hoca kardeşimiz bana şöyle demişti: “Büyük zatların evrâd u ezkârlarını okurken bunların, ‘Ben mahvoldum, yandım, bittim. Susuz bir insan Cehennem’de nasıl yanar ve kavrulur, çölde yapayalnız kalan bir insan nasıl vahşet içindedir, işte ben ondan daha beterim.’ şeklinde dualarında ifade ettikleri hususları biz kendimizde bulamıyoruz. Şâh-ı Geylânî neden böyle diyordu..?” (“NEFSİN OYUNLARI KARŞISINDA HAVF-RECÂ DENGESİ”, PRİZMA 9)

[16] İtminan: (Bknz Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[17] Şart-ı âdi: Allah’ın bir şeyi yaratması için kulun yerine getirmesi gereken basit, fakat fiilinin mesuliyetini üstlenmesi bakımından önemli bir sebebe müracaat etmesi.

Cüz’î irade, aslında hiçbir şey, fakat belki de kendine çok şey dedirtecek bir şart-ı âdîdir. Çapı ve ağırlığı, mânâ ve mahiyeti ne olursa olsun, Allah (celle celâluhu), cüz’î iradeyi azîm ve cesîm icraatı için basit, âdî bir şart ve bir sebep kabul etmiştir. İrade-i cüz’iyye çok küçük, basit, zayıf ve dış âlemde yok olmakla beraber, büyük, mükemmel ve kendi üzerinde yaratılan pek mühim neticelerin de sebebi durumundadır. (“İrade-i Cüz’iyye”, İNANCIN GÖLGESİNDE 1)

[18] Zât-ı Akdes: (Bütün noksanlıklardan ve çirkinliklerden pak ve müberra ve münezzeh olan zat-ı ilahiyye)

Bir bir gelen bâtıl telakkiler bir bir yıkılmış, gelenler geldikleri gibi gidip mahkûm-u nisyan olmuş ve söz her zaman gelip gitme arızalarından münezzeh ve müberrâ olan Zât-ı Akdes’e kalmıştır. (“Allah ve Uluhiyet Hakikatı”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[19] Buhârî, isti’zan 1; Müslim, birr 115; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 12/430.

[20]“ Allah insanı Rahmâniyeti aksettiren bir mir’ât-ı mücellâ şeklinde yaratmıştır.” hadisi için bknz (Ek-2)

[21] Bakınız Ek-1, İnsan-ı Kamil makalesi.

[22] Arş: Lügat itibarıyla, çardak, taht, binanın tavanı veya bir şeyin ufku mânâlarına gelen arş; bütün gökleri ve yerleri kaplayan, bütün burçları kuşatan, maddî-mânevî umum kâinatlarla alâkalı ilâhî emir, irade ve meşîet-i sübhaniyenin ilk tecellî ve zuhur mahalli ulvî bir âlemin unvanıdır. Bu yüce âleme “Arş” dendiği gibi onun tersi sayılan ve altı kabul edilen yere de “ferş” denegelmiştir. “Arş’a çıkılır, ferşe inilir.” sözleriyle, bunu daha bir netleştirmiş ve Arş u ferşi iki kutup şeklinde göstermişlerdir; devriyelerden birine arşiye ve diğerine de ferşiye denmesi de bu mülâhazaya bağlıdır. (“Fizik Ötesi Âlemler”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[23] Kürsi: Oturulacak özel yer, taht, kaide mânâlarına gelen ve Arş-ı Âzam’ın altında “mevzi-i kademeyn” konumunda, kâinatı muhit bir âlem-i mânevînin unvanı bulunan Kürsî, müfessirîn-i kirâma göre, Cenâb-ı Hakk’ın hükümlerinin tecellî ve icra alanı olup Arş’ın bir alt tabakası kabul edilmiştir. Arz u semadaki her nesne ve herkes, ecrâm-ı ulviye ve onların kendilerine lâyık sekenesi Kürsî’nin ihata dairesi içindedir. Bu itibarla insan, varlık ve bütün âlemler bu Kürsî’de mütecellî ahkâm ve evâmirle sıkı sıkıya bağlıdırlar. (“Fizik Ötesi Âlemler”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[24] Levh u Kalem: Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir. Bu mânevî âlem, Burûc sûre-i celilesinde de ifade edildiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’in “Beyt-i Mâmur”dan önce taayyün buyurulduğu levha demektir ki [Bürûc sûresi, 85/21-22]; bu, aynı zamanda bu dünya ve ondaki mevcudatın, ukbâ ve ötesindekilerin de bütün vasıflarıyla içinde bulundukları mânevî bir defter-i muhîttir. (“Levh-i Mahfûz”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[25] DUANIN İCMALİ MANASI

“Allah’ım, bize hakkı olduğu gibi göster; hakikati kendi çerçevesiyle ruhumuza duyur ve hissettir. Bizi ona ittibaya muvaffak kıl. Bâtılı da kendi çirkin çerçevesiyle olduğu gibi göster ve bizi ondan ictinâba muvaffak kıl.. Allahım bizimle şirk ve dalalet ehlinin içine düştüğü teşebbüh (Zat-ı Akdes’i zatına yakışmayan benzetmelere girme) arasını doğu ile batıyı birbirinden uzak tuttuğun gibi uzak tut. Bizleri nebiler(as) sıddıkler, şehitler, salihler yoluna hidayet eyle..

Salat-ü selam, eşref-i mahlukat olan Hz Muhammed (as) pak ve temiz olan al ve ashabının, O’nun peygamberlerden olan kardeşlerinin, semavat ve arzın seçkin kulları üzerine olsun... Amin ya Muîn...”

[26][1] Ali el-Cürcânî, et-Ta’rîfât s.56.

[27][2] Enbiyâ sûresi, 21/107.

[28][3] Sebe sûresi, 34/28.

[29][4] Enfâl sûresi, 8/17.

[30][5] Enfâl sûresi, 8/17.

[31][6] Nahl sûresi, 16/16.

[32]    “O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır. Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar.” (el-Bûsîrî, Dîvânü’l-Bûsîrî s.242).

[33]    Ahzâb sûresi, 33/72.

[34]    Cum’a sûresi, 62/4.

[35]    Bakara sûresi, 2/253.

[36]    el-Hâkim, el-Müstedrek 1/729; el-Beyhakî, ed-Daavâtü’l-kebîr 1/154.

[37]    Müslim, cennet 63; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/17, 7/456.

[38] Ahmed b. Hanbel’in Müsned, 2/251, 434’deki rivayetleri kastediliyor.

[39] Bkz.: Lem’alar, 14. Lem’anın ikinci makamı.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 02/07/2019