Kendileriyle Yüzleşmede Hâle ile Hallenenler -4





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/31/2019
Clap

Hazreti İmam, başı her zaman utûfet kapısının eşiğinde[1], kalb gözü basiretleri kapı aralığında[2], teveccühe teveccüh beklentisiyle[3] kalb ritimleri “Hû, Hû” diye atarak dillendirir başka bir yönelme yöntemini. Hakk’a öyle sadakat ve istikamet besteleri sunar ki, hayranlıkla kulak kesilir yer ve gökteki mukarrebler:

“Ey Rabbim! Çeşit çeşit şekk ve şüphe tahayyülleri -bunlar onun ufkuna ait iniltiler- sürekli köpürüp duruyor içimde. Bulandırıyor Senin o dupduru lütuflarının semâvî saffetini. Ne olur kaldır yakınlığına engel bu şekk ve şüphe sisini dumanını.. gelip geçici de olsa kulluk tavrına uygun düşmeyen yakışıksız mülahazaları!.. Gönlümü yalvarıp yakarma hissiyle coştur! Kalbimi hep Sana yakın bulunma idrak ve şuuruyla gerçek dirilişe erdir!..” gibi içten sızlanışlarla noktalar. Yüzde bir ihtimalle zelle yaşama endişesiyle tir tir titrer; beyninin bütün fakülteleriyle, birinin ifade ettiği mazmun[4] çerçevesinde,

“Başım rahmet kapının eşiğinde,

Sana teveccüh zevki içindeyim;

Olsam da günahlarla âlûd bende,

Yüzümün karasıyla emrindeyim.”

vefa nağmeleriyle[5] içini döker Yaradan’a ve beraat fermanı beklemeye durur, beklediği gibi o güne kadar.

Yetinmez bu itaat ve inkıyat iniltileriyle, rahmet ve şefaat kapısının tokmağına dokunmakla; “iman-ı kamil, amel-i sâlih” der sızlanır.. âh u vâhlarını ihlas ve rıza ufkuyla taçlandırmaya koşar:

Ey Rabb-i Rahim’im! Bizi, hoşnutluğunu hedefleyip soluk soluğa koşan gönül erbabından eyle! Her an gözü o kapıda, eli kapının tokmağında bulunan aciz bendelerini, onlarca en büyük iltifat sayılan rıza ve aşk u iştiyak düşünceleri ve içten düşleriyle, Senin sımsıcak teveccühüne vesile huzur-ı kibriyânda, kemerbeste-i ubudiyetle serfirâz kıl! Nezd-i uluhiyetinde değişik payelerle şereflendirdiğin.. tasavvurları aşkın keyfiyetlere ulaştırdığın.. fazl u kereminle Kendini tam duyurduğun.. Sana karşı olan aşk u alâkalarını iştiyak üstü iştiyakla taçlandırıp vicdanlarını tecelligâh-ı ilahî seviyesiyle seviyelendirdiğin.. gönüllerini her lahza bir aşk u şevk cezbesiyle Kendine yönlendirdiğin Mustafeyne’l-Ahyâr (seçkin bendegânlar)dan eyle! Ey ‘Rıza!’ deyip Zâtına teveccühe doymayan kapı kullarını vuslat yollarında yüz üstü bırakmayan Keremkânî! Bu bendeni de kabule karîn kıldığın bahtiyarlar zümresine ilhak buyur!..

Ey o yüce Hale’ye müteveccih dırahşan çehre! Sen her zaman aynı şeyleri diledin ve aynı şeylerle sürekli içten içe inledin. Sesin/sesiniz gelip tâ bu çağlara da ulaştı. O nağmeleri duymaya teşne gönüller sızlanışlarınızı paylaşma sadedinde aynı şeyleri dillendirdi ve vicdanlarının diliyle, elleri aynı kapının tokmağında,

“Kerem kıl, kesme Sultanım keremin bînevâlardan

Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlardan!..” (M. Lütfi Efendi)

deyip iç döktüler. Aslında O, hiçbir zaman “Kerem!” diyerek kapısına yönelenleri yüz üstü bırakmamış ve asla onlara hicran yaşatmamıştır.

Hazreti İmam konuyla alakalı niyazını daha da derinleştirerek inler ve “Ey Rabb-i Rahim’im! Enîsim ol! Ruhumdaki Sensizlik vahşetini gider.. sürçmelerimi ve düşe-kalka yürümelerimi bağışla! Hatalarımı Settâr ism-i şerifinle setreyle! Bendeni sıyanet seraları içine alarak teminat-ı hâssanla emin kıl!” der; teveccüh, inayet, riâyet, kilâet beklentileri içine girerek, tutunur o kopmayan “Urvetü’l-Vüskâ”ya ve yürür tevekkül, teslim ve tefviz kanatlarıyla “lâ mekânî”liğe[6] doğru.

Doymaz nâmütenâhî istikametindeki şahlanışında her vesileyi değerlendirmeye.. yönelir yerinde muhabbet mihrabına, aşk dilenciliğine durur Maşuk-ı Hakîkî’den.. yetinmez elde ettikleriyle, “Daha!”[7] der; kanat çırpar, yükselir verâlar verâsı ufuklara.. ulaşmak istediği zirveye erme adına kalmaz eşiğine[8] baş koymadığı ve teveccüh etmediği sıfât ve şuûn.. gönülden hep bir dilenci tavrıyla süsler niyazlarını o Güzel İsimler boyasıyla.. bilmez nazlanmayı, inler sürekli Hazreti Yakup ve Yûnus İbn Mettâ gibi, “أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ” iniltileriyle, tasa ve dağınıklıkla hep Hazreti Müşkil-küşâ’nın kapısı önünde.. sızlanır ve Kudreti Sonsuz’a ne inceden ince niyaz besteleri sunar.[9]

Yer yer ümit ve reca hissine kapılır ve şevk ü şükürle şahlanarak Yunus edasıyla:

“Hoştur bana Senden gelen,

Ya hıl’atü yahut kefen;

Ya taze gül yahut diken,

Lütfun da hoş, kahrın da hoş.”

der. Rıza televvünlü reca hissiyle her vâridi bir armağan gibi öper, başına kor; olup biten bütün bu ihsasları özel bir teveccüh anlayışıyla ve “Rabbimin benimle muamelesi!” mülahazasıyla karşılar; Rab’den birer armağan saydığı bütün bu deyiş ve sezişleri iç içe sevinç hissiyle istikbal eder.

Hep böyle olmuştu ve böyleydi Hâle ile hallenenlerin değişmeyen duyuş ve sezişleri.. hiçbir zaman dinmeyen heyecanları ve azm ü ikdâmları.. baş döndüren semâvîlikleri ve melekleri imrendiren, şeytanları fersah fersah uzaklaştıran kalb ve ruh desenindeki tavırları. Ne hoş dillendirir âşıklar sultanı Hazreti Mevlânâ, Hâle’ye müteveccih bu dırahşan çehrelerin o farklı yanını: “Bazen melekler bizim incelik ve nezaketimize imrenirler; bazen de şeytanlar kabalık ve densizliğimizden nefret duyarlar.”

Günümüzde gök ehlini imrendirecek insanların bulunduğuyla alakalı bir şeyler söylemek oldukça zor[10] ama şeytanı zil takıp fıkır fıkır oynatan insan sayısının hiçbir dönemde olmadığı kadar mebzul bulunduğu da bir gerçek.

“Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, ciddi bir ‘ba’s ü ba’de’l-mevt’ ile, bütün bütün şirazeden çıkmış bu çağın şeytan güdümündeki insanlarına da Hâle’ye müteveccih gönül erleri yolunda dirilişler lütfeylesin!” niyazıyla, bu konuya da bir noktalı virgül koyarak şimdilik “Yeter!” diyorum.

 

 

EKLER

EK-1

DAHA DAHA

Fenâfillah

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

Hak yolcusu, bir bir bu fenâ mertebelerini aşıp da tam bir “fenâ fillâh” kahramanı hâline gelince, artık her ufukta ona “bekâ billâh” renkleri tüllenmeye başlar. Böyle bir sâlik, her an karşısına çıkan ayrı bir ‘لَا’yı aşar ve her lâhza ayrı bir ‘إِلَّا’ya ulaşır. Ona, yürüdüğü bu yolda adımlarını biraz daha açması ve tecellî sağanaklarının da inkıtasız devamı sayesinde, rubûbiyet‑i külliye ve kayyûmiyet-i tâmme perdesiz, hicapsız zuhura başlar ve bir an gelir ki, vicdanî bir duyuş ve sezişle, O’nun tahtının her şeyi kapladığını duyar ve O’na tam yönelmenin şekillerinden tevbe, inâbe ve evbe merdivenleriyle yükselerek O’nun ulûhiyetinin herkese açık nurlarına gömülür; gömülür ve ibadetlerinde olağanüstü bir mehâfet ve mehâbet zevkine müstağrak olur.. Allah beyanını şeker şerbet lezzeti içinde dinleme iştiyakına erer.. kendini bazen mehâfetin temkin iklimlerinde, bazen mehâbetin teyakkuz yamaçlarında, bazen de rahmetin her şeyi aşkın ummanlarında hissederek havf ü recâyı, hüzn ü sürûru aynı anda birden yaşar ve bir daha da o kapıdan ayrılmamaya çalışır; öyle ki artık o, her tasavvuru, her düşüncesi, her sesi, her soluğuyla kendini O’na ifade ederek tam bir وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَقينُ kahramanı hâline gelir ve bir “hel min mezîd?” yolcusu olarak hiç durmadan ilerler; ilerler; zira bilir ki, o durduğu zaman yol da biter, yolculuk da, hedefe ulaşma gayesi de.. çünkü bu yolculuk Nâmütenâhî’yedir.. burada böyle bitmeyen bir cehd ü gayret, ötede değişik tecellilere mazhariyet şeklinde hep devam edip gidecek demektir.

***

Hak Hakikat ve Ötesi

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

Nâmütenâhîye seferde seyr u seyahatin sonu yoktur; bir ömür boyu duyup sezmeler, hem burada hem de ötede farklı derinliklerde sürüp gidecektir.

***

Allah Sevgisi

(Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

İnsan eğer o gizli güzelliğin sırlı bir aynası ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– hep gönül gözleriyle O’na müteveccih olmalı, her zaman pusuda bekleyip tecellî avlamaya çalışmalı ve kendini daha derin sevgi iklimlerine alıp götürecek esintiler beklemelidir; beklemeli ve O’na ulaşmak veya O’nu hoşnut edip sevdikleri arasına girebilmek için kurbet yolunun bütün argümanlarını kullanmalı, O’nun teveccüh vesileleri arasında, buldum/bulacağım ümidiyle hep koşturmalı ve gönlü her zaman o “Kenz-i Mahfî”nin kilidinde bir anahtar gibi dönüp durmalıdır. (…)

Mecazî muhabbet çocukları sokak sokak dolaşır, sevgiciklerinin dellâllığını yapar; rast geldiklerine dert yanar; mecnun gibi davranır ve sevdiklerini dillere düşürürler. Hak âşıkları gürültüsüz ve içtendirler; başlarını O’nun eşiğine kor, içlerini O’na döker ve yer yer kendilerinden geçerler; ama, kat’iyen sırlarını fâş etmezler. Ellerini-ayaklarını, gözlerini-kulaklarını, dillerini-dudaklarını O’nun emrine verir; kalbleriyle hep sıfât-ı sübhâniye matla’larında dolaşırlar. O’nun ziyâ-i vücudu karşısında âdeta erir ve bir muhabbet fânisi hâline gelirler:

Duydukça daha derinden O’nu, yanarlar cayır cayır; yandıkça “daha!” derler.. yudumlarlar kâse kâse aşk şarabını; kandıkça “daha!” derler.

Neler duyar neler hissederler gönüllerinin tepelerinde; duydukça “daha!” derler.. doymazlar bir türlü sevgiye; sever-sevilirler, “daha!” derler.

Onlar “daha” dedikçe Hazreti Mahbub da onlara perdeler aralar, basiretlerine görülmedik şeyler sunar ve ruhlarına ne sırlar ne sırlar duyurur.

***

Huşu Haşyet ve Kalb İnceliği

(Yaşatma İdeali)

Hazret Pir’in “Âyetü’l-Kübrâ”da işaret ettiği gibi, gönül dünyamız itibarıyla هَلْ مِنْ مَزِيدٍ ferdi olmalı ve hep “Daha yok mu?” demeliyiz. Öyle ki bir insan bir gün Zât-ı Ulûhiyet’le yüz yüze gelse yine de هَلْ مِنْ مَزِيدٍ anlayışıyla “Allah’ım yok mu bunun ötesi.. şu an yaşadığım bu hâl, benim kalbime göre.. ne olur Allah’ım, Seni, Zât-ı Ulûhiyet'ine şayeste daha nasıl bilmem gerekiyorsa bana o bilginin ufkunu aç.” demelidir.

 

 

TEFEKKÜR ŞAHİKASININ ŞAHESERİ

YEDİNCİ ŞUA

MUKADDİME

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

Bu âyet-i uzmanın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat'ı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir.. ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır.. ve iz'an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.

Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssü’l-esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki, çoğunun kıymetleri yoktur.

***

Âyetü’l-Kübrâ

Kâinattan Hâlık’ını Soran Bir Seyyahın Müşâhedâtıdır

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَوَاتُ وَاْلأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلَكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا

Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye, bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevk ile mütalaa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.

Evet, bu dünya memleketine ve misafirhânesine gelen her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârâne bir ziyafetgâh.. ve gayet sanatkârâne bir teşhirgâh.. ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh.. ve gayet hayretkârâne ve şevk-engizâne bir seyrangâh ve temaşâgâh.. ve gayet mânidârâne ve hikmet-perverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhânenin sahibini ve bu kitab-ı kebîrin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin, nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür. "Bana bak! Aradığını sana bildireceğim." der. O da bakar, görür ki:…

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i semâ denilen ve mahşer-i acaip olan feza, gürültü ile konuşarak bağırıyor; "Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin." der. O misafir, onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar. Müthiş, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:…

Sonra o yolcu, cevdeki rüzgâra bakar, görür ki:…

Sonra yağmura bakıyor, görür ki:…

Sonra şimşeğe bakar ve ra'dı (gök gürültüsünü) dinler, görür ki:…

Sonra, o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ı hâliyle diyor ki:… "Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku!" O da bakar, görür ki:…

Sonra o mütefekkir yolcu, her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyâtın miftahı olan mârifeti ziyadeleşip ve bütün kemâlâtın esası ve madeni olan iman-ı billâh hakikati bir derece daha inkişaf edip mânevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; semâ, cevv ve arzın mükemmel ve kat'î derslerini dinlediği hâlde هَلْ مِنْ مَزِيدٍ deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne cûş u huruşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile: "Bize de bak, bizi de oku!" derler. O da bakar, görür ki:…

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki:…

Sonra o misafir; nehirlere bakar, görür ki:…

Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-i fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar, "Sahifelerimizi de oku!" diyorlar. O da bakar, görür ki:...

Sonra o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcâr ve nebâtât âleminin kapısı fikrine açıldı. Onu içeriye çağırdılar: "Gel dairemizde de gez, yazılarımızı da oku!" dediler. O da girdi, gördü ki:…

Sonra seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i mârifet ve iman alıp gelirken; hayvanât ve tuyur âleminin kapısı hakikat-bîn olan aklına ve mârifet-âşina olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, "Buyurun!" dediler. O da girdi ve gördü ki:…

Sonra o mütefekkir yolcu, mârifet-i ilâhiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihâyetsiz ezvakında ve envarında daha ileri gitmek için insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler, o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:

Sonra imanın kuvvetinden ulvi bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı tâlib, enbiyanın (aleyhimüsselâm) meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat'î ve kuvvetli delillerle enbiyaların (aleyhimüsselâm) dâvâlarını isbat eden ve asfiya ve sıddîkîn denilen mütebahhir müçtehit muhakkikler, onu dershânelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki:…

Sonra imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertebesine terakkisindeki envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telâhukuyla tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, bir hankâh, bir zikirhâne, bir irşadgâhta ve cadde-i kübrâ-yı Muhammedî’nin (aleyhissalâtü vesselâm) ve Mirac-ı Ahmedî’nin (aleyhissalâtü vesselâm) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî mürşidler onu dergâha çağırdılar. O da girdi, gördü ki:…

Sonra kemâlât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyenin menbaı ve esası, iman-ı billâhtan ve mârifetullahtan neş’et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letâifiyle imanın kuvvetinde ve mârifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semâvâta baktı. Kendi aklına dedi ki:…

Sonra pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehâdet ve cismânî ve maddî cihetinde mahsus tâifelerin dillerinden ve lisan-ı hâllerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her tâife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber, mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurânî kalblerin kapısı açıldı, baktı ki:…

Sonra âlem-i gaybe yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, “Acaba âlem-i gayb ne diyor?” diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Alem-i gayb cihetinde O'nu, O'nun tezahüratından bilmeliyiz dedi, kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:…

Sonra o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki: “Madem bu kâinatın mevcudâtıyla Mâlik’imi ve Hâlık’ımı arıyorum; elbette her şeyden evvel bu mevcudâtın en meşhuru.. ve a'dâsının tasdikiyle dahi en mükemmeli.. ve en büyük kumandanı.. ve en namdâr hâkimi.. ve sözce en yükseği.. ve akılca en parlağı.. ve on dört asrı fazileti ile ve Kur’ân'ı ile ışıklandıran Muhammed-i Arabî (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ziyaret etmek ve aradığımı O’ndan sormak için Asr-ı Saadet'e beraber gitmeliyiz.” diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:…

Sonra bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: "Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim; ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor bilelim:…

Sonra, bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran.. ve bir fâni adama ebedî bir hayatın levazımatını bulduran.. ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi i'dam-ı ebedîden kurtaran.. ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki: “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın heyet-i mecmuasına müracaat edip, o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz!” diye, Kur’ân’dan aldığı geniş ve ihatalı bir dürbün ile baktı, gördü:…

Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mirac-ı imanî ile gâibâne mârifetten hâzırâne ve muhatabâne bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: “Fâtiha-yı Şerife’de başından tâ إِيَّاكَ kelimesine kadar gâibâne medh ü senâ ile bir huzur gelip إِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi biz dahi doğrudan doğruya –gâibâne aramayı bırakıp– aradığımızı aradığımızdan sormalıyız. Her şeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir.” Evet, her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise Şems’in şuââtı ile onu görmek ve tanımak gibi Hâlık’ımızın esmâ-i hüsnâsıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle O'nu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun tafsilâtından yalnız iki hakikati icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz:

Birinci Hakikat: Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatinin içinde tezahür-ü rububiyet hakikatinin bilbedahe hissedilmesi ve o her cihetle rahmet-feşan tezahür-ü rububiyet hakikatinin içinde, tebarüz-ü uluhiyet hakikati bizzarure bilinmiş olmasıdır.

İkinci Hakikat: Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü İlahîdir. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى âyetinin sırrıyla: Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Bir zâtın vücudunu bildiren en zahir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî'nin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder. Bu hakikatin iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin ondördüncü ve onbeşinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle ve geniş bir şehadeti dahi, onuncu mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle ve çok parlak ve câmi' bir diğer şehadeti dahi, onyedinci mertebesinde Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatin beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip o hakikati mu'cizane ilân eden ve şehadetini sair hakikatlerin şehadetleriyle beraber ifade eden

شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰئِكَةُ وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

âyet-i muazzamanın envârı ve esrarı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki, daha ileri gidememiş.

Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve herşeyden Hâlıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakîn derecesinde İlahını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki: Gel, Vâcib-ül Vücud Hâlıkımızın vahdet bürhanlarını temaşa için yine beraber bir seyahate gideceğiz.

Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki: Kâinatı istila eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.

Birinci Hakikat: "Uluhiyet-i mutlaka"dır:...

İkinci Hakikat: "Rububiyet-i mutlaka"dır:...

Üçüncü Hakikat: "Kemalât"tır:...

Dördüncü Hakikat: "Hâkimiyet"tir:...

İşte yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdaniyet-i İlahiyeyi şuhûd derecesinde bildi, imanı parladı. Bütün kuvvetiyle "Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh" dedi.

Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi: Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarîkatın her vakit tekrarla "Lâ ilahe illâ Hû" demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki; tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor. Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyle ise gel bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethanenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. "Öyle ise haydi ileri!" diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef'al ve âsâr menziline ve icad ve ibda' âlemine girdi, gördü ki: Kâinatı istila etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi isbat ederler.

Birincisi: Kibriya ve azamet hakikatidir.

İkinci Hakikat: Kâinatta tasarrufları görünen ef'al-i rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır.

Üçüncü Hakikat: Mevcudatın ve bilhâssa nebatat ve hayvanatın, sür'at-i mutlaka içinde kesret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve sühulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü san'at ve meharet ve ittikan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilat-ı mutlak içinde gayet kıymetdarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.

Dördüncü Hakikat: Mevcudatın vücudları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve birbirinin misal-i musaggarı ve nümune-i ekberi ve bir kısım küll ve küllî ve diğer kısım onun cüz'leri ve ferdleri ve birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı san'atta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek gibi, çok cihetül vahdet noktalarında; bedahet derecesinde tevhidi ilân ve sâni'lerinin vâhid olduğunu isbat etmek ve kâinatın rububiyet cihetinde, tecezzi ve inkısam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduğunu izhar etmektir.

Beşinci Hakikat: Kâinatın mecmuunda ve erkânında ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin bulunması.

Sonra, o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken, müceddid-i elf-i sâni, İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî'nin medresesine rast geldi, girdi; Onu dinledi. O İmam, ders verirken diyordu:

"Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır." ve "Birtek mes'ele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır."

Seyyah tamamıyla işitti. Döndü nefsine dedi ki: Madem bu kahraman imam böyle diyor ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir.(…) Elbette her şeyden evvel imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.

Öyle ise, haydi ileri! Gel, bulduğumuz birer dağ kuvvetindeki bu yirmidokuz mertebe-i imaniyeyi namazın mübarek tesbihatının mübarek adedi olan otuzüç mertebesine iblağ etmek fikriyle, bu ibretgâhın bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillahirrahmanirrahîm'in anahtarı ile zîhayat âlemindeki idare ve iaşe-i rabbaniyenin kapısını çalmalıyız ve açmalıyız diyerek, mahşer-i acaib ve mecma-i garaib olan bu üçüncü menzilin kapısını istirhamla çaldı, Bismillahilfettah ile açtı. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki: Dört hakikat-ı muazzama ve muhita o menzili ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.

Birinci Hakikat:"Fettahiyet" hakikatidir:…

İkinci Hakikat: "Rahmaniyet" hakikatidir:...

Üçüncü Hakikat: "Müdebbiriyet ve idare" hakikatidir:...

Dördüncü Hakikat olan Otuzüçüncü Mertebe: "Rahîmiyet ve rezzakiyet" hakikatidir:...

İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillah her yerde aradığım ve her şeyden sorduğum hâlıkımın ve mâlikimin vücub-u zahir delalet eder.. ve sair erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli isbat etmekle beraber mecumû vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Her bir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz; dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz.. ve herbiri tahakkukuyla vücuduna gayet kat'î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet hakikatlerin icmâı ve ittifakı, imanımızı taklidden tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblağ ediyor.

اَلْحَمْدُ لِلهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

اَلْحَمْدُ لِلهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِ

***

Bir Bakış Açısı

(Sükûtun Çığlıkları)

O, her şeyiyle güzeldir; O’na ait olan ve O’ndan gelenler de güzeldir. Hem öyle güzeldir ki, hüşyar bir gönül, görüp temâşâ ettiği her şey üzerinde O’ndan bir kısım imâ ve işaretler aldıkça damarlarında kanı çekilir gibi olur ve O’nunla bir anlık vuslat adına canını feda etmeyi dahi az bulur.

Elbette ki bu konuda herkesin duyup zevk etme ufku farklı farklıdır. Çevrelerine basiretleriyle bakabilen ve ihsasları itibarıyla derinleşip mârifet ve ruhanî hazların zirvesine ulaşan hassas ruhlar, sathîler sathîliklerinde emekleye dursunlar, kim bilir ne engin hayaller içinde yüzer durur ve tâli’lerinin sonsuza açık ufuklarında ne sırça saraylar kurarlar.

Ben her şeyi ancak kendi idrak ufkumun darlığı içinde duyup hissedebildim; hissedebildiklerimin de kim bilir kaçta kaçıyla şu anda karşınızdayım!. Kalbî ve ruhî hayat kahramanlarının her şeyi daha farklı zevkedip değerlendirdiklerini/değerlendireceklerini düşünüyorum. Her zaman yer-gök farklılığı kadar farklı istidatların bulunabileceğine ve bunların, varlığı değişik temâşâ rasathanelerinden rasat edebileceklerine inandım. Onları takdir ederken kendi zevk ufkumu sorgulamayı da ihmal etmedim. İmrendim o evirip-çevirip insan olmanın bütün avantajlarından istifade etmesini bilen vicdan kahramanlarına ve onların ekstra mazhariyetlerine...

Onlar nerede dururlarsa dursunlar, ben nerede bulunursam bulunayım, yine de kendimce hayatımın en tatlı rüyalarını, varlık ve hâdiseleri öbür yüzleri itibarıyla okumaya çalıştığım demlerde gördüm; gördüm ve o küçük ölçülerim, ayarsız kriterlerimle ne elde ettiysem onu insan olarak yaratılmış olmama Allah’ın en büyük armağanı saydım.

Bazıları görüp duyduğu şeylerle yetinir ve vardığı nokta her neresi ise orayı mârifet ve ruhanî hazların serhaddi sanır; oysaki o, istidadı müsaitse, bir hamle daha yapıp himmetini bir kez daha şahlandırıverse daha değişik bir çerçeveden kim bilir ne farklı sesler, sözler duyacak, ne göz kamaştıran renklerle karşılaşacak, ne büyüleyici güzelliklerin temâşâsıyla kendinden geçecek ve “Meğer serhat orası değilmiş de burasıymış.” diyecektir. Onunla da iktifa etmeyip bir kere daha gerilse ve görüp müşâhede ettiği şeylerde derinleşiverse, içine akan farklı mânâlar karşısında “Hayır hayır, her şey şu anda ulaştığım noktada mündemiçmiş.” diye mırıldanacak ve orasını her şeyi doğru görüp doğru okumanın son sınırı sayacaktır.

Allah’ın kelimâtı da, cümleleri de, o kelimât ve cümlelerden meydana gelen tekvînî ve teşriî kitapları da sonsuzdur, çok buudludur ve ihata edilemeyecek ölçüde bir muhtevaya sahiptir. Bu sonsuzluk, bu çokluk ve bu zenginlik istidatlara, gayretlere emanettir. “Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi” ve herkesin teveccühü kadardır ruhundaki inkişafı...

***

Bir Aynadır Bütün Varlık

(Beyan)

Sevgili’ye ulaşıp O’nu görmeye kilitlenmiş bu ruhlar, cismaniyete ait küçüklüklerden ve dünyevî darlıklardan sıyrılarak hayatlarını hep iman ve mârifetin engin ve rengin atlasında, O’nun teveccühleriyle beslene beslene sürdürdüklerinin farkındadırlar. Her temâşâ ettikleri nesneyi O’nun bir nâmesi ve bir mührü gibi öper öper başlarına korlar ve hep ruhanî haz ve lezzetlerin serhadlerinde dolaşırlar.

Her ulaştıkları mârifet ve muhabbet zirvesini ulaşılacak son şâhika sanır; “Allahu Ekber”lerle tazimlerini seslendirir, “Elhamdülillâh” senâlarıyla minnetlerini dile getirirler; ama, iki adım daha atınca, yeni bir sürpriz sağanağıyla karşılaşır ve kendilerini farklı bir mârifet ve ruhanî zevkler zemzemesi içinde bulurlar.

Her ulaştıkları menzilde o Güzeller Güzeli’ni daha değişik tecellîleriyle duyar, bir kere daha aşk u şevkle gürler ve yürürler daha ötelerdeki ayrı bir menzile. Yürüdükleri yolda güzellikleri güzellikler takip eder; ama ne O’nun cemalinin cilveleri biter ne de ruhlarda onları temâşâ zevki.

***

Eskimeme veya Yenilenme Cehdi

(Sükûtun Çığlıkları)

Evet, gözler hep zirveleri kollamalı, kanatlar “daha yukarılar” deyip her zaman gergin bulunmalı, himmetler “ulü’l-azmâne” bir çizgi takip etmelidir ki, zirvelere ulaşma, şahikalarda dolaşabilme mazhariyeti de gerçekleşebilsin. Yoksa duraklama ve çözülüp dağılma mukadder demektir. Kur’ân, kendi eser-i mucizesi sayılan aydınlık çağın o güzidelerden güzide topluluğuna: “Mü’minlerin kalblerinin, Allah’ı ve O’nun tarafından indirilen hakikatleri duyarak haşyet hissedip, yumuşayıp daha derin bir dirilişe erme vakti hâlâ gelmedi mi..!” diyerek onları çerçevesi verilmeye çalışılan böyle bir “ba’sü ba’de’l-mevt”e çağırmaktadır. Bu çağrıya uyarak mü’min, canlılığını korumak için her zaman yükselip derinleşme aşk u heyecanı içinde bulunmalı, mefkûresi adına hep yüksekleri kollamalı ve tamamiyet peşinde olmalıdır ki sıyanet görsün, devrilmesin ve yaşadığı sürece de hep taze kalabilsin...

Zira her zaman taze kalabilenlerde dehrin öldürücülüğüne karşı dirilme azmi hiçbir zaman dinmez.. ve böyle biri hangi çağda yaşarsa yaşasın İslâmiyet’i gökten indiği günün taravetiyle duyar, gözleri hep ihsan mülâhazasıyla açılır kapanır, ne tür bir zirvede dolaşırsa dolaşsın hiçbir şahikayı son karargâh görmez. Hatta o, gidip bir gün Allah indindeki, melekler nezdindeki baş döndüren aşkınlıklara ulaşsa dahi her zaman yüzü yerde, gözleri ufuk ötesinde, kanatları gergin ve yüksek uçma azm ü ikdâmı içinde bulunur; bulunur ve arzlılara semavîlik törelerinden çeşit çeşit dersler sunar. (…)

Her günü yeni bir diriliş faslı gibi göremeyenler, varlığı içinde bulundukları devrin büyüteçleri altında okuyup değerlendiremeyenler, her gün yeni bir âlem keşfediyor gibi kendini bir kere daha derinden mütalaaya almayanlar/alamayanlar ve insan, kâinat, Allah hakkında hemen her zaman dilimine daha engin mülâhazalarla bakamayanların zamanla hissiyatları açısından yaşlanmaları, neşelerini yitirip bir ölgünlüğe girmeleri, aşk u şevkleri adına bir humûdet yaşayıp kıvamlarını kaybetmeleri mukadderdir. (…)

Cedlerimiz bu neşe ve bu saadet duygusuyla dipdiri ve her zaman bir tekâmül peşinde idiler. Durdukları yerde “sabit-kadem” ve değişme fantezisinden uzaktılar; kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla da sürekli “ba’sü ba’de’l-mevt”ler yaşıyorlardı. Her gün yeni bir duyuş, yeni bir seziş, âfâk ve enfüse ait yeni bir keşif ve yepyeni tahlil ü terkiplerle imanlarını bir kere daha derinden duyuyor, bir kere daha Hak tevfîkine dayanarak inançlarını yeniden inşa ediyor ve irfanlarının derinliği ölçüsünde bir aksiyon sergiliyorlardı. Her zaman Allah’ı anıp ürperiyor, tekvînî ve teşriî emirlerin mânâ, muhteva ve özünde derinleşiyor ve hep yükseklerden uçuyorlardı.

***

Tebettül

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

İmanın hâlisâne amellerle insan tabiatının önemli bir derinliği hâline gelmesi, ihsan şuuruyla duygu ve düşüncelerin daha farklı bir derinliğe ulaşması, derken böyle birinin dopdolu bir his ve heyecanla sürekli “daha, daha” deyip hep öteleri kollaması, kollayıp kurb-u ferâizden kurb-u nevâfile koşması.. gönlünün derinliklerinde “Onun işiten kulağı ve gören gözü olurum.” (Buhârî, Rekaik) recâsı, sırrının enginliklerinde “Attığında onu sen atmadın, Allah attı.” (Enfâl sûresi, 8/17) teveccühünün heyecanı, yer yer müteşekkir ve mütebessim, zaman zaman da “tahdis-i nimet” mülâhazasıyla iki büklüm olan böyle bir tebeddül kahramanı, iç içe değişimlerle tekâmülden tekâmüle sıçrıyor gibi sürekli bir terakkî vetiresi yaşar ve hep vuslat arzusuyla çırpınır durur.

***

Zevk – Ataş

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

Cismanî zevkler, doyma noktasına ulaşınca, insanda onlara karşı bir alâkasızlık meydana gelmesine mukabil, ruhanî zevklerde sürekli bir ataş (susuzluk) hâli yaşanır. Buna; hiç eksilmeyen bir zevkle içtikçe içme arzusu da diyebiliriz. Öyle ki sâlik, mürşid-i kâmilin söz ve davranışlarıyla onun ruhuna boşalttığı ilâhî mevhibelere karşı “Daha yok mu?” diyerek her zaman yolda ve tetikte olma hâli ve vicdanın mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî adına nâmütenâhiye açılma keyfiyetidir ki, böyle bir vicdan, daha doğrusu onun en birinci rüknü olan kalb, kurb-u mutlaka ulaşacağı ana kadar sürekli “Sen’i, Sen’i!” der durur..

***

Heyman

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

Heyman içtikçe daha bir yanan ve bir türlü suya kanmayan mânâlarına geldiği gibi, aşk yüzünden deli ve kara sevdalı anlamlarına da gelir. (…)

Yolculuğun ilk merhalelerinde, acz ü fakr, hisset ve değersizliğinin şuurunda olan sâlikin, kadrini, kıymetini çok aşkın ekstra lütuflara mazhar olunca, Hz. Eyyub gibi “Senin hiçbir lütfundan müstağni kalamam.” deyip, ilâhî tecellîlere sinesini açtıkça açarak “Daha yok mu?” mülâhazalarıyla köpürme mertebesidir ki, yoldakilerin ekserisinin, bu vadideki düşünce ve davranışlarını bu mertebeye ircâ etmek mümkündür.

Sâlikin, hâlihazırdaki hulûs ve istikbaldeki meziyetlerine avans mahiyetinde lütfedilen aşkın vâridât karşısında, yeni bir idrak, taze bir ruh ve gerilmiş bir irade ile, o esnada kapısı aralanan acaib ve garaibi derin bir temâşâ zevkiyle seyredip رَبَّنَۤا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا Rabbimiz, nurumuzu (ikmal ve) itmam buyur! diyerek, ciddî bir azim ve tam bir metafizik gerilimle, elde edilen mazhariyetlerin ötesine hâhiş duyma ruh hâletidir ve: “Parmağım aşkın balına/Bandıkça bandım bir su ver.” (Gedâî) sözleri, bu seviye ile alâkalı söylenmiş güzel sözlerdendir.

***

Dehşet ve Hayret

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

Yolcuda, yolculuk düşüncesi, dünya endişesi ve mesafeler mülâhazası bâki kaldığı sürece; tabir-i diğerle, yolcu tecellî-i esmâ ve sıfâtı aşıp tecellî‑i Zât’la şereflendirileceği “ân”a kadar, ateş ve şürb, yanıp-yakılma ve perde arası cilvelerle وَسَقٰيهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا “Rabbileri onlara tertemiz bir şarap sunmuştur.” nasibini alıp mârifet vadilerinde “mezîd” arama devam eder. Böyle bir sinede her yeni vâridât, yeni yeni iştiyak menfezleri açar.. her açılan menfezden onun gözüne-gönlüne ışıklar akar gelir. Onun duygu ve düşüncesi, eşya ve gönlü arasında bir tığ gibi işler ve kendi mârifet kanaviçesini örer.

***

Hayat Felsefemiz

(Ruhumuzun Heykelini Dikerken)

Hayatı düşünerek yaşayanlar ve derecelerine göre yaşadıkları hayatın her gününü, her saatini, yepyeni düşüncelerin limanları, rıhtımları, rampaları hâline getirenlere gelince, onlar ömürlerini hep zamanüstü olmanın fevkalâdelikleri, sürprizleri, büyüleri içinde sürdürür; geçmişi mübarek bir kaynak gibi yudumlar, bir rayiha gibi ciğerlerine çeker, bir kitap gibi mütalaa eder ve geleceğe de bu donanımla yürür.. ve onu gönlünün bütün sıcaklığıyla kucaklar, ümitleriyle renklendirir, azim ve iradesiyle şekillendirir; içinde bulunduğu zaman parçasını da, yüksek ideallerini gerçekleştirmenin strateji merkezi, bu uğurda gerekli teknolojileri üretme atölyesi, nazarîden amelîye geçme köprüsü kabul eder ve hep zamanüstü, mekânüstü olmaya çalışırlar.

Evet onlar, bir yandan varlık ve zamanı böyle bir perspektifle değerlendirirken, diğer yandan da maddî, cismanî hayatın darlığından sıyrılarak duygu ve düşünce âlemlerinin enginliklerine açılır ve bu fâni, muvakkat hayat içinde ebediyet buudlu bir başka âlemin sonsuza açık yamaçlarında dolaşırlar; dolaşır, hem düşünceleri, hem hisleri, hem de ümitleriyle sürekli sonsuzu peyler, sonsuzluk duygusuyla yaşar; kalblerinin derinliklerinde oyup derinleştirdikleri ledünnî enginliklerde insan olmanın zenginliğini temâşâ eder ve gönüllerinde kurdukları ağlarla, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan hayalinin tasavvur edemeyeceği türden sürprizler avlamaya çalışırlar. Öyle ki, artık onların seviyeler üstü bilgi, mârifet ve müktesebatları, onlara, daha yukarıları, yukarıların da yukarısını gösterir ve her birine birer semavî üveyik olmayı vaad eder.

***

Mebdede Aldandık Bari Müntehada Aldanmayalım

(Yaşatma İdeali)

Mebdede aldanmak başka, müntehada aldanmak başkadır. Asıl mesele, İmam Rabbânî Hazretleri’nin ifadesiyle veraların veraların veraların ötesinde sürekli هَلْ مِنْ مَزِيدٍ mülâhazasıyla, “Daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?..” diyerek ölesiye bir aşk u şevk içinde çırpınıp durmaktır. İşte bu tür bir seviye yakalanamayınca bir kıvamdan söz etmek de oldukça zordur. Tabiî ki, “Her şey boşluğa akıyor.” diyerek kimsenin kuvve-i mâneviyesini kırmaya hakkımız yoktur. Zira Allah’ın rahmeti çok engindir. O sadece لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ diyenleri bile Cennet’ine koyacağını vaad etmektedir. Fakat bu ayrı bir mesele; yapılması gerekli olanların O’nun hakkı, bizim de vazifemiz olduğunu unutmamak ve böylece O’na karşı saygısızlığa düşmemek ayrı bir meseledir.

Ortaya konan bu tablo bize, hepimizin belli ölçüde bir rehabilitasyona ihtiyacı olduğunu göstermektedir. İnsanlığın İftihar Tablosu, bir hadis-i şeriflerinde: جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ “İmanınızı yenileyiniz.” buyuruyor. Sahabe-i kiram efendilerimizin: “İmanımızı nasıl yenileyeceğiz?” diye sorması üzerine de: أَكْثِرُوا مِنْ قَوْلِ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ “Lâ ilâhe illallah sözünü çok söyleyiniz!” buyuruyor.

Biz aynı mazmunun ifadesi olan, لَا مَعْبُودَ إِلَّا اللهُ لَا مَقْصُودَ إِلَّا اللهُ لَا مَحْبُوبَ إِلَّا اللهُ لَا مَعْرُوفَ إِلَّا اللهُ hakikatleriyle de imanımızı yenilemeliyiz. Diğer yandan Kur’ân-ı Kerim: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اٰمِنُوا buyuruyor. Burada Cenâb-ı Hak iman edenlere hitap ederek, “Ey iman edenler!” diyor. Görüldüğü üzere kullanılan kip mâzi kipidir. Fiillerde ise teceddüt esastır. Bu açıdan burada mü’minlere yönelik olan hitabı şu şekilde anlamalıyız: “Ey imanını yenileyerek iman eden insanlar!” Fakat böyle olmakla birlikte, Cenâb-ı Hak bunun arkasından bile yine اٰمِنُوا  “Yeniden bir kere daha iman edin.” buyuruyor. Demek ki, insanın sürekli imanını kontrol etmesi, mârifet ve muhabbet açısından sürekli kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor.

***

Ayaklarımızı Kaydırma Allah’ım

(Ümit Burcu)

Titiz yaşamak, kayıp düşme ihtimallerini azaltır. Titiz yaşamanın da birkaç yanı vardır. Bunlardan birisi, imanını güçlendirme adına doyma bilmeyen bir ruh hâletine sahip olmaktır. Değişik münasebetlerle tekrar ettiğimiz gibi, Ayetü’l-Kübra risalesindeki, kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın hâli bu meselenin en güzel misallerinden biridir. O mütefekkir yolcu kâinattaki her sayfayı okudukça imanı kuvvetlenip mârifeti daha da ziyadeleşir ve onun gönlünde iman-ı billâh hakikati bir derece daha inkişaf eder. Semâ ve arz gibi kâinat sayfalarından pek çoğunu dinlediği hâlde yine de doymaz; mesela, denizlerin ve nehirlerin zikirlerine de kulak verir ve sürekli “Hel min mezîd - Daha yok mu?” deyip durur. İşte, o seyyah gibi “Hel min mezîd” insanı olma çok önemlidir. Mü’min her gün kendi kendine, “Ben Allah’ı şu kadar biliyorum; fakat bu yetmez bana; O’nu öyle bilmeliyim ki, imanım, marifetim, Allah’a karşı alakam, -bazen aşk, bazen muhabbet, bazen iştiyak, bazen Cenâbı Hakk’ın inayeti manasına da gelen cezb ve bazen de o inayete kendini salma manasında incizap şeklinde tecelli eden alakam- daha da kuvvetlensin ve mertebe katetsin.” demelidir. Madem “Aksa’l-gâyât”a talibiz, dualarımızda onu istiyoruz; öyleyse bugünkü marifetimizin dünküyle aynı seviyede olmasına rıza gösteremeyiz. İki günümüzün eşit olmasını kabullenemez, onu bir aldanmışlık sayarız.

***

Laubalilik, Şathiyat, Ciddiyet ve Vakar

(Yaşatma İdeali)

Bizler, neşet ettiğimiz ortam itibarıyla beyâbandaki çobanlar gibiyiz. Ufkumuz yok, kalbimiz inkişaf etmemiş, dimağ ve düşüncelerimiz de zayıf kalmış. Fakat her şeye rağmen yine de insan, meâliye talip olmalıdır. Şu an donanımımız, kabiliyet ve ufkumuz itibarıyla harem dairesinin kapısının önünde duracak bir yer bizim için mukadder gibi görünüyor olabilir. Fakat insan asla buna kanaat etmemelidir. Aksine o, Âyetü’l-Kübrâ’daki hakikat yolcusu gibi hep هَلْ مِنْ مَزِيدٍ demelidir. Hatta harem dairesine bile girse, orada da, “Acaba O’nunla münasebetimi nasıl daha kavî hâle getirebilirim?” arayışı içinde olmalı ve sürekli “Daha yok mu?” talebinin peşinde koşmalıdır. Evet, mü’min, “Lâ ilâhe illallah” ile adımını içeriye attığı andan itibaren hep maiyyet ufkunu aramalıdır.

Ruh ve Ötesi

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

İnsan Cennet’e de ebediyete de, Cennet’te rü’yet ve rıdvana da bu latîfeleriyle namzettir. Ötedeki bütün mazhariyetler, ruh, kalb ve sırra baktığı için beden ve cismaniyet itibarıyla kavrayamayacağımız lütuf ve ihsanların أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَـمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلٰى قَلْبِ بَشَرٍ  “Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan tasavvurlarını aşkın şeyler hazırladım.” medlûlünce birer sürpriz şeklinde sunulacağına işaret edilmiştir. Evet, ötedeki eltâf-ı sübhaniyenin, idrak ufku sınırlı bulunan akl‑ı meâş ile kavranamayacağı açıktır. Hele, dünyada mârifet, muhabbet ve aşk u şevk adına “hel min mezîd” “Daha yok mu?” diyenlere وَلَدَيْنَا مَزيدٌ “Nezdimizde daha fazlası vardır.” ferman eden Zât لِلَّذينَ أَحْسَنُوا الْحُسْنٰى وَزِيَادَةٌ  “İhsan şuuruyla ihsanda bulunan ve güzellere peyrev olanlara en güzel mükâfat ve bir de fazlası var.” menba-ı vaadinden kim bilir ne sürprizler ne sürprizler lütfedecektir.!

***

Tecdid Teceddüd ya da Yenilenme ve Yenileşme Fantezisi

(Gurbet Ufukları)

Değişik zamanlarda ifade ettiğim gibi, aslında herkesin hem de her sabah gözlerini açarken yeni bir günün idrakiyle, dinini yeniden bir kere daha duyması lâzım. Bugünkü ruhta, kalbte, histe duyulan din, dünkü olmamalı. Yarın da bugünkü olmamalı. Öbür gün de yarınki olmamalı. Her gün, ama her gün farklı olmalı. Böylece Zât-ı Ulûhiyet’i farklı delillerle vicdanınızda duymalısınız. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellemin “İki günü müsavi olan aldanmıştır” beyanı bu açıdan çok önemlidir. Buna göre iki günü eşit olan inanç mevzuunda da, İslâm mevzuunda da, ihsan mevzuunda da aldanmıştır.

Bir misalle açalım: İnsan, hayatı boyunca bir minareye tırmanıyor gibidir ve öyle olmalıdır. Minarenin şerefesine ulaştığı an ise onun ölüm anıdır. Onun için insan şerefeye ulaşıncaya kadar sürekli hep bir basamak merdiven atlamaya bakmalıdır. Hep daha yukarı, daha yukarı, daha yukarı demelidir. Bir başka tabirle o bir “Hel min mezid!” kahramanı, devamlı araştıran, ilerleyen, tahkikatta bulunan, ilimde, fikirde, mârifette derinleşen, ama bir türlü doyma bilmeyen bir yolcu gibi olmalıdır. Tıpkı Âyetü’l-Kübra’daki seyyah gibi. Çünkü bizim bu tür yenilenmeye ihtiyacımız var. Herkesin, ilim erbabının da, erbab-ı tarikatın da ihtiyacı var.

***

Himmet

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

Himmeti; samimi niyet, güçlü irade, mütemâdî gayret ve sürekli çıtayı yükselterek yürüme, dahası “hel min mezîd” deyip zirveleri kollama şeklinde de yorumlamış ve dikkatleri ciddî konsantrasyonlara, gönülden im’ân-ı nazara tevcih etmek istemişlerdir ki, her biri başlı başına birer değer ifade eden bu hususların vesilelikteki payları oldukça büyüktür.

***

Arif

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

İnsanlığını müdrik insan, âlî himmet olmalı, imanını sâlihâtla derinleştirmeli; amelinde ihsân ufkunun üveyki olmaya çalışmalı; mârifet yolculuğunda “hel min mezîd” eri olarak irfanını muhabbet ve aşk u iştiyakla taçlandırmaya gayret etmelidir ki, bu hâl, mukarrabînin ve akrabu’l-mukarrabînin hâlidir.

***

Hullet

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

Allah Resûlü, hulleti aşk u iştiyaka inkılâp etmiş bir mahbûb u muhibdi ve böyle bir pâyeye mazhariyetinin de farkındaydı. “Bî kem u keyf” sevildiğini biliyor ve “bî hadd ü hisab” sürekli sevgiyle soluklanıyordu. Ne bir mansıp ne de vuslat talebi.. Mâbud’unu bildiği için ibadet ediyor, imanını mârifetle derinleştiriyor, daha engin bilmeler adına hep “hel min mezîd” kulvarlarında koşuyor ve mârifetinin çağlayanlara dönüşmesi ölçüsünde de garazsız, ivazsız, hâlisâne bir muhabbetle, hem de vuslat hesaplarına girmeden, ciddî bir ubûdiyet temkiniyle O’nu can u gönülden seviyordu.

***

Nazar ve Teveccüh

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

Umumun Cenâb-ı Hakk’a nazar ve teveccühü ise, herkesin istidat ve kabiliyeti ölçüsünde, esmâ ve sıfât ufku itibarıyla O’nun tasarruf ve icraatını kavramaya çalışma, aczini, fakrını idrak etme, nisbeten de her zaman vicdanında duyup hissettiği bir istinat ve istimdat noktası arama hissiyle O’na dayanma, O’ndan medet isteme, böyle bir bakış ve teveccühe lütfedilen mevhibeleri şükranla karşılama, şevk ile “mezîd” avlama şeklinde gerçekleşmektedir ki, böyle bir nazar herkese açık olmanın yanında âlâyiş ve gösterişten uzak bulunması itibarıyla da daha emin görülmektedir.

***

Şevk u İştiyak

(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

Şiddetli arzu, aşırı istek, mârifet kaynaklı neşe, sevinç ve hasret çekme mânâlarını ihtiva eden şevk; sofiyece, tam idrak ve ihata edilemeyen veya müşâhede edilip de sonra kaybolan mahbûba (sevgiliye) karşı, kalbin arzu ile coşması şeklinde tarif edilmiştir. Bazıları onu, mâşukun cemalini görmek için âşığın kalbinde tütüp duran neşe, sevinç, heyecan ve hasret; bazıları da, mahbûba meyl ü muhabbetten gayri, âşığın kalbindeki bütün hâtıraları, bütün meyilleri, bütün iştiyakları, bütün arzuları ve bütün dilemeleri yakıp kül eden bir kor şeklinde yorumlamışlardır.

Şevkin menşei muhabbet, muhabbetin neticesi de şevktir. Hasretle yanan bir kalbin şifası vuslattır; şevk de bu yolda nurdan bir kanat.. âşık vuslata erince, şevk de zâil olur; ama iştiyak daha da artar ve müştakın vicdanı her mazhariyetten sonra köpürür ve هَلْ مِنْ مَزيِدٍ “Daha var mı, artırılamaz mı?” der. Onun içindir ki, her an ayrı bir mârifet, ayrı bir muhabbet ve ayrı bir zevk-i ruhanî ile aşkı, şevk ufkunda, şevki, iştiyak kutbunda devredip duran Ufuk İnsan ve Kutup Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir vuslat kuşağı sath-ı mâilinde en birinci dilek olarak: “Allahım, Senden, Senin cemal-i bâ-kemalini müşâhedeye ve Sana vuslata şevk istiyorum.” sözleriyle O’na yalvarır ve mezîd ister.

 

[1]Hak kapısının eşiğine baş koyma” tabirini sık sık kullanan Hocaefendi, “eşiğe baş koyma” tabiri ile tevazu ve mahviyetle birlikte sadakat, vefa ve sebatı kast etmektedir. “Tevazu” ve “Derviş” yazılarından iki örnek arz edelim:

Tevazu; yüzü yerde olma ve alçakgönüllülük mânâlarına gelir ki, tekebbürün zıddıdır. Onu; insanın Hak karşısında gerçek yerinin şuurunda olup, ona göre davranması ve halk arasındaki durumunu da bu anlayış zaviyesinden değerlendirip, kendini insanlardan bir insan veya varlığın herhangi bir parçası kabul etmesi şeklinde de yorumlayabiliriz. İster öyle ister böyle, insan tevazu ruh ve düşüncesiyle kendini, kapının alt eşiği, meskenin sergisi, yolların kaldırım taşı, ırmakların çakılı, başakların samanı kabul etmiş ve Alvar İmamı edasıyla: “Herkes yahşi men yaman, / Herkes buğday men saman.” diyebilmişse, o kimse, başı göklerde en yüce kametlerin dahi bûsegâhı hâline gelmiş demektir. (Tevazu, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

Dervişin, “kapı eşiği” mânâsına gelmesi, insanlara karşı zillet gösterme anlamı itibarıyla değil, Allah karşısındaki tevazuu, mahviyeti ve kendini sık sık sıfırlayarak, maddî-mânevî üzerinde taşıdığı değerlerin izafîliğini vurgulaması açısındandır. Onun, insanlara karşı aynı alçak gönüllülüğü göstermesi de Yaratan’dan ötürü, özü ve mahiyetindeki ilâhî cevherlerle başlı başına antika bir Hak sanatı olması itibarıyladır. (Derviş, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

[2] Hocamızın farklı yazılarına bakıldığında “Kapı aralığı” ifadesi ile “ihsan şuuru”na işaret ettiği anlaşılıyor. Şu örneklere bu gözle bakılabilir:

“İhlâs ve ihsan şer’î mânâlarıyla, seyr u sülûkün en önemli ayağı ve kuvvet kaynağıdırlar. Sâlikin gönlü, ihlâs hissi ve ihsan şuuruyla atarken, bazen sadece “Lâ ilâhe illallah” der, Esmâ-i Hüsnâ’dan birini veya birkaçını isbat makamında birden mülâhazaya alır ve “Lâ Hâlika, lâ Râzıka, lâ Musavvira... illallah” isbatıyla soluklar; bazen de tafsile açılarak her ismi ayrı bir mihrab-ı teveccüh kabul etmek suretiyle, Hazreti Vâhibu’l-Hayat’ın güzel isimleri adedince kalbinden menfezler açar ve ihsan şuurunun araladığı kapı arkasını temâşâya yönelir; …” (Seyr u Sülûk, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

“… Gözleri hep kendisine aralanacak kapı aralığında, yatar pusuya ve değişik dalga boyundaki teveccüh ve tecellîlere açık durmaya çalışır.” (Allah Sevgisi, Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

“Evet, bir avamın, iç sıkıntısı veya gönül inşirahı şeklinde hissettiği şeylerle; gözleri verâlara aralanmış, kapı aralığından hep gözetlenip durduğu şuurunda olan, heyecan ve endişe dolu hüşyâr bir kalbin, yerinde inbisat ve neşe, yerinde de endişe ve burukluğu elbette ki bir değildir.” (Kabz u Bast, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[3] Sünen-i Tirmizî’de geçen “Allah’a isteklerinize icabet edeceği yakîni ile dua edin…” hadisi ile “Anın beni ki anayım sizi” (Bakara; 152); “Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.” (Bakara, 40); “Eğer siz Allah’ın dinine destek olursanız O da size yardım eder.” (Muhammed, 7) âyet-i kerimeleri teveccühe teveccühle mukabele edileceğini gösteren kudsi kaynaklardır.

[4] Hocamız yazıda yer alan kendi şiir ve yazılarına atıfta bulunurken fevkalade tevazu ifade eden kelimeler kullanıyor. Mesela, burada “…birinin ifade ettiği mazmun çerçevesinde…” kendisinden “biri” ifadesi ile bahsederken, Seyr u Sülûk yazısında da sadece bir cümlede dört tevazu ifadesi kullanmıştır: “Fakir, bu alternatif yolun temel esaslarını biraz da sulandırarak, şiir şeklindeki bir manzumede şöyle ifade etmeye çalışmıştım.

[5] Hocamız Zeynelabidin Hazretleri’nin içini döküşünü “beste ve nağme” kelimeleri ile ifade etmesi beste ve nağme kelimelerinin ifade ettiği mana açısından fevkalade dikkat çekicidir.

[6] lâ mekânî: Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde farklı yazılarda geçen bu ifade ile hak yolcusunun, miracın gölgesinde, kendi urûcu ile istidadının nihai ufku sayılan arş-ı kemâlâtına başının değmesi ve fena-i hissiyat ufkuna ulaşıp fenafillah, bekabillah-maallah kuşağındaki duyuş ve sezişleri ifade ediliyor olsa gerek.

[7] Hocaefendi’nin “daha yok mu” diye ifade edilen yetinmeme ve hep daha fazlasına talip olma anlayışı ile alakalı etraflı bir okuma için EK-1’e bakınız.

[8] Eşik kelimesi bu yazıda anahtar kelimedir. Eşikler, Kulubu’d-Dâria’da Hazretin dualarının başlıklarından oluşan şu 15 münacaat başlığıdır: İtaatkârların, şekvâ (Halini Rabbine şikayet), havf erbabının, reca erbabının, rağbet erbabının, şükür erbabının, Allah’a itaat erbabının, irade erbabının, muhabbet erbabının, tevessül erbabının, tefekkür erbabının, marifet erbabının, zikir erbabının, i’tisam erbabının ve zühd erbabının münacatlarıdır. Bunlar yazıda “Kapının eşiğine yüz sürmek” kabilinden eşikler olarak adlandırılmaktadır.

[9] Hak yolcularının naza düşmeden sürekli niyazla Hakk’a teveccühte bulunmalarının gerektiği hususunun çok dakik bir şekilde işlendiği “Üns Mülahazalarına İcmali Bir Bakış” ve “Dar Bir Çerçevede Heybet” makalelerini im’ân-ı nazarla mütalaa etmekte fayda var.

[10] Bugün her yanda bir sürü sâlik var; hedefi Allah hak yolcuları ise, ya sır yolunda yürüyorlar ya da bir kaht yaşanıyor o iklimde.. her tavrı, her sözü, her hâli Hak muradı olanlara gelince, –Allah eksikliklerini göstermesin– bunlar, azlardan da az; ihtimal onların da ağızlarında fermuar var. Öyle de olsa, bunlardır Mele-i A’lâ sakinlerinin matmah-ı nazarı; bunlardır göklerdekilerin medâr-ı iftiharı; bunlardır muhtemel felaketlere karşı ehl-i imanın sedd-i rasîni ve وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا مُصْلِحُونَ “Halkı dürüst ve başkalarını da ıslah etmeye çalışan memleketleri Rabbin asla helâk etmez.” mazmununca helâkı mukadder karyelerin de teminat vesilesi. (Tâlib, Mürîd, Sâlik, Vâsıl Silsilesi İçerisinde Farkli Bir Zaviyeden Sâlik, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/31/2019