Kendiyle Yüzleşmede Hâle ile Halelenenler -2, Çağlayan, Aralık 2018
Otağını itmi’nan ufkuna kurmuş bu sâfi ve zâki ruh bilmem ki neye nefs-i emmâre diyor?!. Bununla da yetinmeyip şeytan ve hevâ-i nefis girdaplarına karşı da aynı iltica ve tazarruda bulunduktan sonra ayrı bir niyaz faslına geçerek gönül dilinden iç döküşlerde bulunuyor...
İmam, her zaman farklı bir derinlikte devam ettirdiği âh u enînlerini şu zebercet beyanlarla da seslendirir: “Ey Rab, ömrünü isyan vadilerinde geçirdikten sonra, içten bir pişmanlık hissiyle Sana yönelip rahmet kapının tokmağına dokunan, dokunup Senin rahmet, şefkat ve utûfet teveccühlerini bekleyen ilk insan ben değilim; daha niceleri o kapının eşiğine baş koydu ama hiçbiri geriye boş dönmedi.[1]” Böyle deyip sızlanır ve şu engin reca nağmeleriyle devam eder:- “Ey yüceler yücesi Rabbim! Ben huzur-ı kibriyâna zâdsız-zahîresiz yöneldim; Sen bir keremkânisin[2]; dua ve tazarrularıma icâbet buyur; beni ümit ve beklentilerimde inkisara uğratma![3]”
Bu iç çekiş ve yakarışlar Hâle’dekilerin sızlanışları çizgisinde sürüp gider; sürüp gider de o, bu iç yakan âh u efgânıyla, kalb kasvetine[4] yenik düşmüş cismaniyet insanlarına ve çizgi kaymalarıyla hedef sapması içinde bulunanlara, gönül diliyle ne besteler ne besteler sunar.. ve bu sûzişî nağmeleriyle, duyup hissettiklerini bencileyin yolzedelerin ruhlarına duyurmaya çalışır.[5] Güfteler Hâle’den[6], nağmeler ateş-i aşkla yanan o melek sineden, bir ezan sesiyle,
“Gafletle uyumak ne revadır abd-i hakîre,
Şefkatle nida ederken Rahman gecelerde.” (İbrahim Hakkı)
mazmununda, çok yüksek hislerle Allah’a iç döküşlerini ve nefsiyle yüzleşmelerini öyle tesirli iniltilerle sunar ki, anlayanlara bir saba nağmesi tesiri icra eder[7] ve böyleleri bütün bütün ölmemişlerse, kalkar Hak kurbetine koşarlar. O içten nağmelerle uyanıp kendimize gelmeyi Allah bize de müyesser kılsın!..
Yetinmez Hazret bu şekilde Hakk’a iç döküşle; O’na gönülden yönelişin her yöntemini kullanmak ister. Kendiyle yüzleşme ve arkadan gelenlere inâbe yolunu işaretleme çizgisinde bir kere daha kor başını rahmet ü re’fet eşiğine[8] ve farklı bir çerçevede sızlanmalara salar kendini: “Allah’ım! İşlediğim hata ve günahlar -neye günah diyorsa?!.- zillet urbaları giydirdi ruhuma.. cüda düştüm Senden ve kendimi meskenet libası içinde hissediyorum. Günahlar bî hadd ü pâyân kalbimi simsiyah hale getirdi.[9] -Bu ne derin bir iç murakabesi!- Kapındayım, başım şefkat eşiğinde; ey o Biricik Mabud u Maksûd! Kabul buyur bu yönelme ve inâbemi!.. Bir kez daha Senin o yücelerden yüce dergâhına yöneldim. Başım önümde huzur-ı azametin karşısında el-pençe divan duruyor, affıma ferman bekliyorum. Gayri eğer uzaklaştırırsan bu bendeni kapından, kime yönelir, kime sığınırım?!. Ey günahların en büyüğünü dahi affeden ve dağınıklığa düşmüş yaralı gönülleri sarıp sarmalayan yüce Rab! Senden, o yüz kızartan hatalarımı bağışlamanı, affedip yok saymanı, bütün mesâvîmi setretmeni diliyorum. Ötelerde sevdiklerine iltifatını, o lütuf, kerem ve rahmetinin serinletici iklimini benden de esirgeme![10]”
Bu sözlerle bir farklı sızlanış tablosu daha sergileyerek, o derinlerden derin istiğfar, tevbe ve inâbe kurnalarına koşar. İrfan ufkuyla mebsûten mütenasip (doğru orantılı) çevreye öyle âh u vâhlar salıverir ki, o çığlıkları duyunca, bu âh u vâhı kirlerle âlûde bir mücrimin sızlanışları sanırsınız. Ne var ki, biz tam anlamasak da bu iç çekişler birer mukarrabîn ufku iniltisi ve nâdânlara ezan sesiyle birer uyarma ve ikaz nefesi mahiyetinde temcîd edalı nağmelerdir. Ne der ve ne söylerse söylesin, aslında bu “fenafillâh” abidesi, zannediyorum, rüyasında bile nefs-i emmâre ile hasbihal etmemiştir; ama gel gör ki, bize ders ve tenbih, kendi açısından da Hak karşısında ihraz ettiği mukarreb konumu zaviyesinden hep inlemiştir. Onun bu yakarışlarına bir iç çekiş ve bir sızlanış mahiyetinde sûzişî iniltiler diyebilirsiniz.
Bu itibarla da o, başı hep Hak kapısının eşiğinde “Bahtına düştüm!” der durur. İşte o sızlanışlardan bir hicaz[11] iniltisi daha: “Ey yüce Rabbim! Beni hiçbir zaman Senden cüda kılıp kötülüklere düşürme; hatadan hataya düşüp isyan deryasına sürüklenmeme fırsat verme ve Senin gazabını gerektiren hususlara sürüklenmekten bendeni muhafaza buyur! Beni bitip tükenme bilmeyen tûl-i emeller arkasından koşturan, belâ ve musibetler karşısında sürekli sızlanıp duran, her hayırlı işi kendinden bilen, her zaman mâlâyâniyâta meyyal bulunan, gaflet ve nisyanlarla mâlemâl, günahlara karşı her dem açık; Sana yönelmeye, tevbe ve inâbede bulunmaya gelince ‘yarın’ deyip erteledikçe erteleyen şu baş belası nefs-i emmâremi Sana şikâyet ediyorum.[12]”
Otağını itmi’nan ufkuna kurmuş bu sâfi ve zâki ruh bilmem ki neye nefs-i emmâre diyor?!. Bununla da yetinmeyip şeytan ve hevâ-i nefis girdaplarına karşı da aynı iltica ve tazarruda bulunduktan sonra ayrı bir niyaz faslına geçerek gönül dilinden kopup gelen ve biz gafillere şamar mahiyetindeki şu iç döküşlerde bulunuyor: “Ey Rab! Çeşit çeşit vesveselere esir, kaskatı kesilip paslanmış şu mürde kalbimi, havf u haşyet nedir unutmuş halimi Sana şikâyet ediyorum.[13]” Gözyaşı ve kalb ürpertilerini asırlar ve asırlar ötesinde unutmuş; Müslümanlığı şeklîlik ve surîliğe emanet bu çağın كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا mâsadakı dünyaperest ruhlar bilmem ki bundan bir şey anlayacaklar mı? Ben hiç zannetmiyorum!..
Hazret bunlarla da yetinmez; yönelir mehâfet ve mehâbet ufkuna ve insanî kemâlâtın temel unsurlarına.. yönelir رَأْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللهِ hakikati zıllinde gerçek fazilet unsuruna; Akif’in şu mısralarını seslendiriyor gibi inler ve bir kere daha Hak karşısında iki büklüm olur:
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden silinsin farz edelim havfı Yezdân’ın
Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen, ne vicdanın.
Hayat artık behâimdir; hayır, ondan da alçaktır…” (M. Akif)
Böyle düşünür ve ölmemiş gönüllerde insanca yaşama hissi uyarır. Bu duygularını mehâfet ve mehâbet nağmeleriyle dillendirir; O’nun tarafından görülüyor olma zirvesinin ötesinde huzur-ı kibriyâda bulunuyormuşçasına ney gibi inler ve bir dîdebân[14] tavrı sergiler. İşte bu konuda da farklı desen ve farklı renkte ümit edalı bir kaç demet havf u haşyet zemzemesi:
“Ey merhamet ve şefkat sultanı yüce Rabbim! Sana yönelen bu bendeni ve bu kapıkulu gedânı Sensizlik ateşine mi atacaksın? Edip eylediklerini ancak Senin engin rahmet ummanlarının arındıracağı bu âcizi afv u safhından mahrum mu bırakacaksın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Sen hiçbir zaman dergâh-ı ulûhiyetine yönelenleri eli boş ve inkisar içinde geriye çevirmemişsindir.[15]” -Burada solukları kesilmişçesine ve mehâfet mızrabı yemiş bir kalb iniltisiyle- “Ne olurdu bir bilebilseydim; adımı ‘saîdler’ defterine kaydedip beni yakınlığınla şereflendirdiğini! Bilseydim de gözüm gönlüm sürurla, sevinçle tüllenseydi!.. Ey Rab! Şöyle-böyle seni bilip Sana inananların yüzüne rahmet kapılarını kapama! Ümit ve inancım, yüce varlığını duyurmakla ihyâ ettiğin gönülleri Sensizlik zilletine bırakma -hiçbir zaman bırakmamıştın- bırakıp da firkat ve cehennem ateşine yakma! Rabbim! Ben kulunu, gazap ve azap eleminden koru!.. Hayırlı ve hayırsızın birbirinden ayrılacağı, hesap endişesiyle elin-ayağın birbirine dolaşacağı, iyiliklerle serfirâz ruhların kurbet neşvesiyle kendinden geçeceği, hayatını kirletmiş bahtsızların uzaklık hicranıyla tir tir titreyeceği.. ve hiç kimsenin zerre miktarı haksızlığa maruz kalmayacağı o çetinlerden çetin günde beni Cehennem azabından koru!..[16]” diyerek derin bir endişe içinde bulunduğunu dillendirir.. tepeden tırnağa günahlarla âlûde bir mücrim hissiyatıyla en içten yakarışlara yönelir.. iki korku ile iki emniyetin beraber olamayacağı iz’ânıyla yakarıştan yakarışa geçer.. titreyen elleriyle hep rahmet u re’fet kapısının tokmağına dokunur ve dur-durak bilmeden sürekli sızlanır durur.. sızlanır durur ve hislerini gözyaşlarıyla taçlandırırken de inanma urbası altında hakiki imandan uzaklaşmış, mehâfet ve mehabet hissinden mahrum ölü ruhlara tebah mesajları sunar.
EK-1
Aşağıdaki metinler büyüklerimizin ve Hocamızın, Hakk’ın kapısında nasıl bir kulluk bilinci ile bulunduklarını, O’na (cc) nasıl içten ve yanıp-yıkılarak yakardıklarını hissetmek, hissedip kendimiz için de hedeflemek açısında ilave okuma metinleri olarak derlenmiştir.
Aşağıdaki metinlerin özünü içeren birkaç paragraf yazmayı düşünmüştük. Okurun aklının ihatasının ve gönlünün engin hissiyatını kendi dar çerçevemize hapsetmiş olmaktan çekindik ve yazıları size arz etmenin daha doğru olacağına kani olduk. Buyurun efendim, Semavi Sofraya…
- MÂİDE-İ SEMÂVİYE
Kur'ân, takrîben bir çeyrek asır, büyük ölçüde, insanlara hep bu kabil cihad mesajları sundu.. ve gün geldi O, bu diriltici mesajlarıyla bir "şecere–i mübâreke" misillü "kökleri yerin derinliklerinde sabit, dalları ise semalara ser çeken bir ağaç gibi" (İbrahim sûresi, 14/24) gelişti, inkişaf etti ve geniş bir alanı cennetlere çevirdi.. Evet, nazil olduğu dönem itibarıyla hemen her âyet, âdeta birer ÇAĞLAYAN gibi gürül gürül sesi, birer FEVVÂRE gibi fışkırıp duran köpük köpük kevserleri, daha doğrusu, Ulûhiyet âleminden gelmiş TURFANDA MEYVELERİ andırıyordu. Bu meyveler, her belirişinde arzuyla dopdolu müştaklar tarafından heyecanla koparılıyor, gönüllerin ve ruhların takdirlerine sunuluyordu. Bu takdimler ve takdirler peşi peşine sürüp gidiyor ve o tali’li insanlar da her gün ayrı bir SEMÂVÎ SOFRA büyüsü ile oturup kalkıyorlardı. Böyle bir mazhariyetle o günkü o dipdiri muhataplar, her gün ufuklarına boşalan vahiy sağanağıyla, sonsuzdan sur sesi almış gibi iç içe "basübadelmevt"ler yaşıyor, birer Hızır kesiliyor ve uğradıkları herkese de hayat üflüyorlardı. Her zaman dipdiri, her zaman iştiyaklarla coşkun, arzularla dopdolu birbirini takip eden dirilişlerle tali’lerinin zirvelerine yürüyorlardı. Allah "Ey iman edenler! Allah sizi, hayat verip dirilteceği gerçeklere çağırdığında, siz de O'nun ve Resûlü'nün çağrısına icabet ediniz." (Enfal, 8/24) mesajıyla onları duyguda, düşüncede, ruhda, gönülde dirilişe çağırıyor; onlar da hiç tereddüt göstermeden "Rabbimiz! Bizler, bizi inanmaya çağıran ve gelin iman edin diyen Davetçi'yi duyduk, O'na icabet ettik. Sen de bizi affet, kusurlarımızı bağışla ve bizi hayatlarını iyiliğe adamış kimseler (içinde yaşat), onlar içinde canımızı al." (Âl–i İmran, 3/193) diyor, bu İlâhî çağrıya koşuyorlardı.
Onlardaki bu sürekli canlılığın sırrı, büyük ölçüde yaşadıkları atmosferden kaynaklanıyordu: Bu insanlar Kur'ân'ı, önyargısız ve yürekten dinliyor.. O'na bütün samimiyetleriyle inanıyor.. ve bu Yüce Kitab'ın ışığında Allah'a yöneliyor, gönülden O'nu seviyor.. sevmekle de kalmıyor, derin bir aşkla O'nun da herkes tarafından kabul edilip sevilmesi için çırpınıp duruyorlardı. İslâmî duygu ve düşüncelerini hevesâtlarının rengiyle kirletmemeye fevkalâde dikkat ediyor ve O'nu kendi renk, kendi desen, kendi şivesiyle, seslendirmeye, temsile çalışıyor, muhataplarından da her zaman "cevab-ı savap"lar alabiliyorlardı. İşte onların bu aydınlık atmosferinde, İslâm da, Kur'ân da olduğu gibi anlaşılıyor.. ve hemen herkes, hiçbir şeye takılmadan rahatlıkla O'na ulaşabiliyor, O'nu anlayabiliyor.. gönül gözleriyle O'nda Hakk'ın ululuğunu görebiliyor.. ve o kirden, önyargıdan uzak akıl, mantık ve muhakemeleriyle de her şeyi yerli yerince değerlendirebiliyorlardı. Onların mücerret bilgiye takılıp kalmaları asla sözkonusu değildi. Onlar, her işlerinde gayet süratle ilimden hemen amele geçebiliyor, temsili, bilmenin önüne geçiriyor, malumat ve müktesebatlarını muharrik bir güce dönüştürerek nazarî bilgilerini rahatlıkla pratikleştirebiliyorlardı. Engin vicdanlarıyla, insanın yaratılış gayesini, varoluş hikmetini tam duyup hisseden bu insanlar, başkalarının maddede, cismânî hazlarda ve nefsânî isteklerde aradıklarını Allah'a yönelmede, O'nunla olmada tam zevkedebiliyor ve cismâniyete ait bütün darlıklardan sıyrılarak kalbin ferah–feza ikliminde her gün ayrı bir derinliğe açılabiliyorlardı. (Dar Bir Zaviyeden Düşünce Sistemimiz, KDD, s. 116-117)
***
Sonra, ilk halleri itibarıyla o ibtidaî topluluk içinde İslâm adına, Kur’ân adına gelen her şey çok orijinaldi. Kitab veSünnete ait her şey onlara çok orijinal geliyordu. O günün insanı her şeyi o kadar yeni, o kadar cazip buluyordu ki,inançlarını, zihniyetlerini, tavır ve davranışlarını değiştiriyor ve akıl almaz bir farklılık gösteriyorlardı. Daha doğrusu çöldeçadırda yaşayan bu bedevi kavim, çok kısa bir zamanda hem de kıyamete kadar gelecek insanlığın mürebbileri olmayahazırlanıyordu.
Evet, her gün semadan yeni yeni sofralar iniyordu onların önlerine. O saf, o duru, o hiçbir şeyden haberdar olmayancemaat, her gün yeni bir şeylerle karşılaşıyor yeni yeni şeylere muhatap oluyordu (Sonsuz Nur, 2/430-431)
***
Ayrıca, O’ndan gelen her beyan ve mesajı, sabah-akşam gökten gelmiş semâvi sofralar kabûl eden ve ilâhî emirlere karşı arzuyla dolu, alabildiğine kadirşinas bu topluluk duyup işittiği bu ışıktan fermanları âdeta, âb-ı hayat gibi içiyor ve tek damlasını da zâyi’ etmiyordu. Aslında düşünceler, olabildiğince saf, gelen mesajlar çok yeni ve tâze, sîneler iştiyakla buhur buhur, anlatılan şeyler de ebedî mutlulukla alâkalı, hatta onun altın anahtarı mesabesinde olunca, ne sünnete karşı lâkayd kalınabilir, ne yıllanan şeyler hâfızalardan silinir, ne de onun içine başka şeyler karıştırılabilirdi. Ve öyle de oldu. (Sonsuz Nur, 2/384-385)
***
Dördüncüsü, Asr-ı Saadet’te birbiri ardına sahabe üzerine semavî sofralar iniyordu. Göklerin ve yerin Mâliki’nden, Meliki’nden her gün yeni yeni mesajlar geliyor ve sahabe, her gün bu mesajlarla âdeta yıkanıp arınıyordu.
Bir gün ezanın teşrîi.. öbür gün kâmetin teşrîi.. bir başka gün nikâhın teşrîi ve bilahâre dört kadınlasınırlandırılması, sonra da şarta bağlanması.. içkinin yasaklanıp eldeki kadehlerin yere çalınması.. ta ruhlarınınderinliklerine işleyen ilâhî ve semavî sofralardan sadece birkaçıydı.
Ayrıca, bu sofraların, bu mesajların bir yanında, her zaman kendileriyle alâkalı bir hususu ve bazen gizli,bazen açık kendi isimlerini bile yakalayabiliyorlardı.
Meselâ; مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ’dan sonra وَالَّذِينَ مَعَهُ denirken gözler çok defa Hz. Ebû Bekir’e, أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ denince Hz.Ömer’e, رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ denince de Hz. Osman’a dönüyordu. مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِ okununca bakışlar, Enes b.Nadr’ın kahramanlığı ve şehadetinin etrafında geziniyor; hatta Enes İbn Mâlik de mezarında amcasına bakıyordu. Sonra,Allah Resûlü, Übeyy b. Ka’b’ı çağırıyor ve “Beyyine sûresini sana okumamı Allah bana emretti.” diyor, Übeyy: “Adımı dasöyledi mi yâ Resûlallah?” diye soruyor ve: “Adını da söyledi.” cevabını alıyordu.
Yine Allah: فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَراً âyetinde Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) azatlısı, ilklerin ilklerinden Zeyd b. Hârise’nin adını anıyordu.
Evet, Allah onları, onlar da hep Allah’ı anıyorlardı. Gölgesini olsun rüyalarımızda yakalamamızın bize bir hafta yettiğiAllah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) vasıtasıyla, O’nun azamet ve kudsiyetine münasip bir şekilde sürekli Allah’lamünasebet içindeydiler. Onların hayatları, bu seviyede yakaladıkları anlayış, idrak, basiret ve mârifet içinde sürüpgidiyordu. (Vahyin Oluşturduğu Canlılık, Sonsuz Nur, 2/531-532)
***
Hemen her hareket, her cereyan mebde’de saflığı ve duruluğuyla, münteha’da da kemmî derinlikleriyle tarih boyunca tekerrür edegelmiştir. Sahabi saflığı ve duruluğu bu çizgide gösterilebilecek en iyi misaldir. İslâm tarihinin ilerleyen dönemlerinde hemen her alanda tecdid hareketleri olmuştur; ama ne devlet yapısı, ne mektep medrese sistemi ne de değişik düşünce ekolleri bakımından İslâm’ın o ilk dönemine ait safvet ve duruluk yakalanamamıştır. Belki gönül hayatının yoğun olarak yaşandığı tekke ve zaviyelerde kısmen bu safvet duyulmuş olabilir.
Mebde’de insanlar içtenlik ve candanlıklarından olsa gerek genelde boşluklarının farkındadırlar. Kendi güç ve kuvvetlerine güvenmezler, dayanmazlar, onlara bağlı olarak iş görmezler. Boşluklarını sadece Cenâb-ı Hakk’ın nâmütenahi kudreti ve kuvvetiyle doldurmaya çalışırlar. “Kudret-i Nâmütenahi”ye sonsuz itimatları, güvenleri vardır. Bu birinci husus...
İkinci bir husus olarak, din adına her şeyi başta duyuyor olmanın orijinalitesi vardır onlarda. Yenidir her şey onlar için; mesela Kur’ân, yenidir. Dolayısıyla o yenilik bir şekilde onların hayatına akseder. Eski düşünceler, inançlar bu yenilik karşısında nakavt olmuştur. Artık farklı bir hayat yorumuna, dünyaya değişik bir bakış açısına sahiptirler. Her şeye o gözlükle bakarlar. Allah’ın kâinat düzeninde kendisini bu şekilde ifade ettiğini ilk defa duyar ve hissederler. “Bak biz bunları hiç düşünmemiştik” der ve kendilerinden geçerler. Sonra da uzun zaman bu duyuş ve hissedişin neşvesini yaşarlar.
Üçüncü husus insibağdır. Değişik vesilelerle arz ettiğim bu insibağ, “Huzur-u risalet-penâhî”de oturanların ancak anlayabileceği, hissedebileceği ve hakikî mânâ ve muhtevasıyla yine ancak onların anlatabileceği bir keyfiyettir. Ona ister mücerred huzurda bulunma deyin, ister teveccüh deyin, isterseniz nazar deyin -ki bu daha ziyade sofilerin iç, vicdanî sezişlerinin karşılığıdır ve bana uygun gelen mânâ da budur- bugünkü Müslümanların mahrum olduğu bir özelliktir bu.
Hâsılı, mebde’deki insanlar her an bir mâide-i semaviyenin yere konduğuna şahit olur, kabiliyetleri nisbetinde o sofradan istifade ederler ve o istifadelerini hemen tavırlarına aksettirirler. Yerinde bir teşbih olur mu bilemiyorum; ama hani bilim kurgu filimlerinde birisi bir şey yiyor ve hemen ardından birden mahiyet değişikliğine uğruyor, aynen öyle bu semavî mâideye el uzatan herkes birdenbire iç yapısı itibarıyla bir mahiyet değişikliğine uğruyor; potansiyel insan olmadan hakikî insan olmaya yükseliyor; duyguları ve düşünceleri inkişaf ediyor. (…)
Evet mebdee geri dönelim. Bana göre her mebde’de aynı şey vardır. Bundan seksen yıl öncesini düşünün. İslâm yeni bir ses ve solukla, yeni bir felsefe ve mantıkla anlatılmaya başlanmış. İnsanlar birilerinin etrafında hâlelenmiş. Sahabe misal ak alınlı, aydınlık yüzlü, gönül insanları hayatlarını koymuş bu işe. İleriye matuf, şahısları adına değil; ama din adına, bir kısım beklentileri olmuş. (…)
Şimdi günümüzün şartlarına göre yeni yollar bulmak gerekiyor. Belki bugüne kadar bildiğimiz sabâyı, hicazı, rastı değiştirmemiz, kim bilir belki de günümüz insanının genel hissiyatını nazar-ı itibara alacak mürekkep makamlar bulmamız gerekiyor. Genelin zevkine hitap eden enstrümanlar ve farklı sesler kullanmamız gerekiyor. Ama bunları fantezi için değil, içinde yaşadığımız zamanın çocuğu, tasavvufçuların ifadesiyle “ibnü’z-zaman” olma şuuru içinde beklentiler ufkuna ulaşmak için yapmamız gerekiyor.
Hâsılı; yeni zeminler arayın, aşk u şevkinizi bileyin, Cenâb-ı Hak’la münasebetinizi yeniden gözden geçirin, bütün dünyevîlikleri kafanızdan sökün atın. “Yâ Rabbi! Yeni bir sesle burada seni bir de biz duyurmak istiyoruz!” deyin. Bakalım nasıl olacak! (Mebde’de Yenilik, Münteha’da Derinlik, GU, s. 115-121)
***
(…) Kulluk bir ısrar ve kapıda durup beklemedir. Kul kapıda duracak, belki de bir ömür boyu kapının açılmasını bekleyecek; fakat hiçbir zaman kapıyı terk etmeyecektir. Hem de ilk günkü iştiyakı hiç eksilmeden, ülfet ve alışkanlıklar aşkını, şevkini alıp götürmeden, ibâdetleri ruhsuz birer jimnastik haline getirmeden.. ilk günkü tazelik, ilk günkü havf ve reca ile dopdolu olarak zamanla yarışmak, işte gerçek kulluk! Kurân'ın âyetleri bize bunu öğretiyor: "İman edenlerin Allah (cc)'ı anma ve O'ndan inen gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalbleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir" (Hadid sûresi, 57/16) Bu âyetin ilk muhatabı durumunda olan sahabenin, her an yenilenen atmosferini ve her defasında sanki GÖKTEN MÂNEVÎ BİRER SOFRA inmiş gibi, hep ter-ü taze şeylerle yüz yüze gelmelerini, bunun ruhlarda hasıl edeceği değişiklik ve metafizik gerilimi de nazara alarak bu ifadeye muhatap olmaları düşünülürse, âyetin bize hitap etme yönü daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Zira onları ülfete götürecek şartlar henüz tamamlanmış değildi. Durmadan yeni âyetler nazil oluyordu. Ve onlar, İslâm adına her şeyi orijinalitesiyle yaşıyorlardı. Meselâ bir gün ezan sesini ilk defa duyuyor, onun heyecan verici nefesiyle camiye koşuyorlardı. Bir başka gün Allah Resûlü onlara yeni bir tesbih ve dua öğretiyor; bu sefer de zindeliklerini onunla sürdürüyorlardı...(AGT, 4/118-119)
***
Her yeninin eskiyip partallaştığı, her tazenin sararıp renk attığı şu fani dünyada, her zaman rengârenk ve taptaze kalabilen bir şey varsa, o da Kur’ân’dır. Evet O, indiği günden beri, onca muhalif rüzgâra, beklenmedik soğuğa, buza ve vakitsiz yağan kara, yer yer sertleşen atmosfere, değişen şartlara rağmen hep orijinini koruyup semavî kalabilmiş tek kitaptır. Bundan dolayıdır ki Kur’ân, ne zaman kendi lisanıyla heyecan köpüren sinelerden yükseliverse, ruhlarımızda âdeta semadan henüz inmiş bir ilâhî sofra ve Cennet’ten gelmiş bir demet turfanda hurma hissini uyarır; ne zaman O, özündeki cevherleri etrafa saçsa, inanmış gönülleri bütün dünyevî servetlere karşı istiğna ufkuna yükseltir. Kur’ân, ilâhî sözlerden nazmedilmiş bir beyan gerdanlığı, ilim feyezanlı beşer idrakinin son durağı ve lâhûtî ibrişimlerden örülmüş bütün varlığın haritasını resmeden incelerden ince bir danteladır. O’nun sesinin duyulduğu bucaklarda söz şeklindeki bütün ifadeler birer hırıltıya dönüşür; onun bayrağının dalgalandığı burçlarda inananların ruhlarına ışık, şeytanların başlarına da taşlar yağar ve oralarda ruhanîler iç içe şehrayinler yaşarlar. (Kur’anın Sihirli Ufku, IGU, s. 46-47)
***
Hülâsa İslâm, kâinat kitabının hem sesi, soluğu, tefsiri, yorumu; hem de onun dününün, bugününün, yarınının resmi, fotoğrafı, haritası ve kapalı gibi görünen kapılarının da esrarlı anahtarıdır. O, bu hususların bütününü ifade eden bir külldür. Parçalanması ve parçalarına, bütüne yüklenecek değerlerin yüklenmesi mümkün olmayan bir küll. Onu, parçalara ayırmak, sonra da bu parçalardan tam bir şey anlamaya çalışmak yanlıştır ve onun rûhuna ihanettir. Onu, mev’izeci bir üslûpla bir–iki âyet ve hadîsin tefsiri içinde ele alıp izah etmeye kalkışanlar, ömür boyu bu muhteşem besteler mecmuasını duymaya çalışsalar da, vicdanları hep ciddî bir eksikliğin sezileriyle sarsılacak ve ruhları sürekli bir boşluk yaşayacaktır.
İslâm; imandır, ibadettir, ahlâktır, insanî değerleri yükseltme sistemidir, düşüncedir, ilimdir ve sanattır. O, hayatı bir bütün olarak ele alır–yorumlar, kendi değerleriyle değerlendirir ve müntesiplerine eksiksiz bir semavî sofra takdim eder. O, her zaman hayatı realitelerle iç içe yorumlar ve katiyyen hükümlerini hayata kapalı hayal koylarında haykırmayı düşünmez. Emirlerini, direktiflerini yaşanırlığa bağlar ve düşler âlemi üzerine hükümler bina etmez. İslâm, itikadî meselelerden, sanat ve kültür faaliyetlerine kadar her yerde hayatın içinde ve dinamiktir; böyle olması da, onun hem her zaman canlı kalmasının hem de evrenselliğinin en önemli emâresi ve esasıdır. (İslam Düşüncesinin Ana Karekteristiği, KDD, s. 72)
***
Asr-ı saadette, yüce dinimiz İslam’ın emirleri birer semavî mâide (sofra) gibi ter ü tâze iniyordu. Sahabe efendilerimiz her gün farklı farklı ibadetlerle tanışıyorlardı. Mesela, bir gün namazı öğreniyor, ertesi gün ezanı duyuyorlardı. Ezan kulaklarında tın tın edip içlerine bambaşka bir ürperti ve heyecan salınca, namazı da işte o huzurla kılıyorlardı. O dönemin müslümanları, duyup öğrendikleri her meseleyi böyle orijinal, çok süslü ve pek câzip buluyor; bu göz alıcı güzelliklerin cazibesine kapılıyor ve adeta büyüleniyorlardı. Onlar, her an gökler ötesinden haber alıyor, her gün yeni bir sürprizle karşılaşıyor ve bir nevi kesintisiz sürprizler kuşağında yaşıyorlardı. Sürekli yeni bir sûre ya da ayet duyuyor, dinliyor; onunla yunuyor, yıkanıyor ve böylece ulvî hislerle donanıyorlardı. İşte, o semavî ve ilahî donanımla da Allah’ın huzuruna çıkıyorlardı. Dolayısıyla, onlar, metafizik gerilim elde etmek, gereken konsantrasyonu yakalamak ve ibadete hazır hale gelmek için ziyade bir cehd ve gayrete ihtiyaç duymuyorlardı. Sürekli maiyyet solukladıkları için farkına varmasalar da gayr-i irâdî olarak sürekli öteler düşüncesiyle ve manevî duygularla dolu bulunuyorlardı; “Şimdi huzura varma zamanı!” dedikleri an bütün hislerini ve latifelerini ibadet üzerine yoğunlaştırabiliyorlardı. Bundan dolayıdır ki, daha abdeste yönelirken Hazreti Ali Efendimiz’de bet beniz kalmıyor, yüzü sapsarı kesiliyordu. Kendisine “Yâ İmam! Bu ne hal?” diye soranlara “Daha ne olsun ki, biraz sonra Rabbim’in huzuruna çıkacağım!” cevabını veriyordu.
Fakat bize gelince; semânın sağanak sağanak vahiy boşalttığı asr-ı saadetten uzak bulunduğumuzdan dolayı, o konsantrasyonu ve manevî donanımı gayr-i iradî olarak elde edemeyiz. Bu itibarla da biz, o asırla aramızda bulunan uzaklığı, cehdimizle, gayretimizle ve iradedeki zirekliğimizle (uyanık ve kararlı durmamızla) aşmak zorundayız. Dinin özündeki orijinalliği iradî olarak mülahazalarımızı canlandırmamız ve tetiklememiz sayesinde duymaya çalışmalıyız. (Diriliş Çağrısı, s. 241-242)
***
Dört bir yandan sofrana koşanlara semâdan sofralar indir ve her yanda karanlıkta kalmış ruhları aydınlatacak meş’aleler yak! Başka çerağlara ihtiyaç bırakmayacak kadar parlak meş’aleler. (Gel-2, YCD, s. 79, Eylül-1986)
***
Yirmiyedinci Söz'deki içtihad bahsinde beyân ve isbat edildiği gibi; sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla kemalât-ı insâniyenin en a'lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesâfe açılmıştı ki, küfür ve îmân kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzâb ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyat-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahatâ meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve nümunesi olan Habibullah'ın (A.S.M.) a'lâ-yı illiyyîn-i Kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak mukteza-yı seciyeleridir.Meselâ: Nasılki zaman oluyor; medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı içtimaiye-i insâniye dükkânında, Bâzı şeylerin verdiği müdhiş neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i katil gibi herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve Bâzı şeylerin ve mânevî metâ'ların verdikleri güzel neticeler ve kıymetdar eserler, bir tiryak-ı nâfi' ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celbeder. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almağa çalışır. Öyle de, Asr-ı Saadette hayat-ı içtimaiye-i insâniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzâb gibi süflî maskaraları tevlid ettiğinden, secaya-yı âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan sahabelerin zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nuranî meyveler gösteren sıdk ve hakka ve imânâ en nâfi' bir tiryak, en kıymetdar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letâifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zarurîdir. Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesâfe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adâlet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin. Geçen mes'eleyi bir derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi Beyân ediyorum. Şöyle ki: Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti.
Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü. Kalben dedim: Keşki, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibâdetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, sahabelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. Evet Kur'an-ı Hakîm'in envârıyla hasıl olan o inkılâb-ı azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevabiiyle, zulümatıyla ve teferruatıyla ve hayır ve Kemâlât bütün envarıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakatını TURFANDA ve TARAVETLİ ve TAZE ve GENÇ bir Sûrette ifade ettiği gibi; o inkılab-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış; hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir Sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid mânâları kendi zevklerine göre alır.. emer. İşte, şu hikmete binaen bütün hissiyatları uyanık ve letâifleri hüşyar olan sahabeler, envâr-ı îmâniye ve tesbihiyeyi câmi' olan kelimât-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı. Halbuki o infilâk ve inkılâbdan sonra, gitgide letâif uykuya ve havas o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübareke, meyveler gibi gitgide, ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki; kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir. (27. Söz, İkinci Sebep)
***
Kur'anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’câz ve hidâyet nurunu neşr ile küfrün zulümâtını nasıl dağıttığını görmek, zevketmek istersen; kendini o asr-ı câhiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur'anın lisan-ı ulviyesinden يُسَبِحُ للّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ اْلمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ اْلحَكِيمِ gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcûdât-ı âlem يُسَبِحُ sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkât, تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ sayhasıyla işitenlerin nazarında; gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebâtat birer kelime-i tesbih-feşan Sûretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa bu zamandan tâ o zamânâ bakmakla, mezkûr zevkin dekaikını göremezsin. Evet o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur'anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i'câz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve bir çok enva'-ı i'câzı içinde bu nev-i i'câzını zevk edemezsin. (13. Söz)
- LEMA 4. NÜKTE 7. İŞARET 2. Nokta
İKİNCİSİ: Âlem-i İslâmın şecere-i kübrâsının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olan mahiyet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmın, fevkalâde istidat ve cihazatıyla, âlem-i İslâmiyetin mâneviyâtını teşkil eden kudsî kelimâtı, tesbihâtı, ibâdâtı, en evvel, bütün mânâlarıyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyât-ı ruhiyesini düşün, Habîbiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (a.s.m.) velâyeti sair velâyetlerden ne kadar yüksek olduğunu anla.
Bir zaman, birtek tesbihin, birtek namazda, Sahabelerin tarz-ı telâkkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü; Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek, bidâyet-i İslâmiyede kelimât-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letâfeti, bir tarâveti, bir lezzeti var ki, gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zât-ı Muhammediye (a.s.m.) ise, onları menba-ı hakikîsinden (Zât-ı Akdesten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen, o zat, birtek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.
İşte bu nokta-i nazardan, zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmın, haddi ve nihayeti olmayan merâtib-i kemâlâtta ne derece terakki ettiğini kıyas et.
[1] Hz. Zeynelabidin’in duaları, Münacatü’t-Tâlibîn (Talep eşiği), el-Kulubu’d-Dâria, sf. 108.
[2] Keremkani: Bağışlayan, ikram ve ihsan sahibi
[3] Münacatü’t-Tâlibîn, sf. 108.
[4] Kalp kasveti, Kalbin katılaşması manasına gelir. Kur’an-ı Kerimin dikkat çektiği büyük bir tehlikedir.
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةًۜ وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
"Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır. Taşın öylesi var ki ondan ırmaklar kaynar; öylesi de var ki çatlayıp bağrından su fışkırır; bazı taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir." (Bakara; 74)
فَلَوْلَٓا اِذْ جَٓاءَهُمْ بَأْسُنَا تَضَرَّعُوا وَلٰكِنْ قَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
"Hiç olmazsa verdiğimiz bu musibetler başlarına geldiğinde boyun eğip yalvarsalardı! Fakat kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yaptıklarını şirin gösterdi." (En'âm; 43)
Efendimiz buyurdular ki:
اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لَا يَنْفَعُ وَمِنْ قَلْبٍ لَا يَخْشَعُ وَمِنْ نَفْسٍ لَا تَشْبَعُ وَمِنْ دَعْوَةٍ لَا يُسْتَجَابُ لَهَا
Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, haşyet duymayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.
وإياك وكثرة الضحك ، فإنه يميت القلب
“Çok gülmekten sakının. Muhakkak ki çok gülmek kalbi öldürür. (Tirmizi)
[5] Hocamızın burada meseleyi kendi üzerine alarak ifade etme duyarlılığından bizleri de nasiplendirsin. Bu hakikatlerin muhatabı olarak kendimizi görüp, ondan ders ve ibret alarak gereğince amel etmeye Allah bizleri muvaffak kılsın.
[6] Her gece, gecenin son üçte birine girildiğinde (seher vakti, teheccüt vakti) Rabbimiz Teala Hazretleri dünya semasına şeref-nüzül buyurur ve şöyle der:
من يدعوني فأستجيب له، من يسألني فأعطيه، من يستغفرني فأغفر له، حتى ينفجر الفجر
“Kim bana dua ederse duasına icabet ederim, kim benden isterse ona veririm, kim istiğfar ederse affederim…” Bu durum fecir vaktine kadar devam eder. (Buhari, Cuma, 1145.) Efendimiz bu gibi sırları işmam edince onun halesindekiler, hale ile halelenenler… müteselsilen bu güne kadar gelmiş bütün hisli yürekler kendi bestelerini sundular o anlarda…
[7] Meşhur filozof Farabi’ye göre Saba makamı insanda şecaat, kuvvet ve cesaret hissini uyarır.
[8] Eşik kelimesi bu yazıda anahtar kelimedir. Eşikler, Kulubu’d-Dariada Hazretin dualarının başlıklarından oluşan şu 15 münacaat başlığıdır: İtaatkarların, şekvâ (Halini Rabbine şikayet), havf erbabının, reca erbabının, rağbet erbabının, şükür erbabının, Allah’a itaat erbabının, irade erbabının, muhabbet erbabının, tevessül erbabının, tefekkür erbabının, marifet erbabının, zikir erbabının, i’tisam erbabının ve zühd erbabının münacatlarıdır. Bunlar yazıda “Kapının eşiğine yüz sürmek” kabilinden eşikler olarak adlandırılmaktadır.
[9] Münâcatü’ş-Şâkîn, el-Kulubu’d-Dâria, sf. 109.
[10] Münâcâtü’l Hâifîn, el-Kulûbu’d Dâria, sf. 110.
[11] Hicaz makamı: İnsana tevazu( alçak gönüllülük ),güzel,hüzünlü,hicran duygusunu uyarma gibi bir etkisi vardır.
[12] Münâcât’ş-Şâkîn, el-Kulubu’d-Dâria, sf. 108.
[13] Münâcât’ş-Şâkîn, el-Kulubu’d-Dâria, sf. 109.
[14] Dideban: Gözcü, gözleyici
[15] Münâcâtü’l-Hâifîn, el-Kulûbu’d-Dâria, sf. 109.
[16] Münâcâtü’l-Hâifîn, el-Kulûbu’d-Dâria, sf. 109.