İnsan Muamması -2
Potansiyel olarak meleklere fâik olan bu ahsen-i takvîm harikası, öteden beri hep dikkatleri çekegelmiş maddî-manevî anatomisiyle yüzlerce mütefekkir ve ruh insanının hassasiyetle üzerinde durduğu bir âbide varlıktır.
Cenâb-ı Hak, insanoğlunu merd-i mana[1] ve bilkuvve hakaika[2] aşina olarak yaratmıştır. Hallac, derin bir iç ihtisasla[3] “isneyniyet”i[4] ifade mülahazasıyla “Ene’l-Hak[5]” derken “ben” dediği için -karar ötelerden- berdâr edilmişti. Zira nezd-i Ehadiyyet’te ne “ene”ye ne de “ente”ye cevaz vardı;[6] olamazdı da, çünkü “Hüve” bunlara bütün bütün kapıları kapamıştı.[7] Söyleyen ne hoş söyler:
“Zâhire nazar eyler isen, “sen” ile “ben” var,
Amma ki hakikatte ne ben var ne de sen var.” (Niyazi-i Mısrî)
Hakk”ın tecellilerini duymada veya duyamamada “ENE”nin rolü
Eğer her varlık O’ndan peşi peşine gelen tecelliler[8] temadisinden ibaret ise -ki öyle olduğunda şüphe yok- egoizma[9] ve ötesine kapılar bütün bütün kapalı demektir. Bunları görmezlikten gelerek enâniyet adına takındığı her tavır ve her görüntü insanı Hak’tan fersah fersah uzaklaştıran bir unsur haline gelir. [10]İnsanın kendi uzaklığını aşıp Hakk’ın mutlak yakınlığını duyması onun marifet potasında eriyip kendi adına yok olmasına bağlıdır.[11] İşte konuya ışık tutan latif bir beyan:
“Ârif isen ‘Sen, ben” demeyi bırak!..
Sürekli yüz yere sür ve O’na bak!..”
Aslında esmâ [12]ve sıfât-ı sübhâniyeye [13]ayna olmuş, ahsen-i takvîmin mücellâ mir’âtına[14] düşen de budur. Bu zaviyedendir ki, bir manada mercûhun râcihe tereccühü[15] açısından bir beyt-i Hudâ olan dil, Kâbe’den daha muallâ bir ayine-i samedâniye kabul edilmiştir.[16] Bu mazmunu ifade sadedinde söylenmiş pek çok sözden:
“Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan,
Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicâb et!” (Nâbî)
***
“Dil, beyt-i Hudâ’dır; ânı pâk eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.” (İbrahim Hakkı)
***
کعبه بنیاد خلیل آذر است
دِل نظر گاه خليل أکبر است
“Kâbe, Âzer’in oğlu Hazreti Halil’in yaptığı binadır; insan kalbi ise Allah’ın binası ve nazargâhıdır.” beyanlarıyla iktifa etmeyi düşünüyoruz ki, bütün bunlar âyine-i Samed olan kalbin rüçhâniyetini vurgulamaktadır.
Kalbin tecelligah-ı ilahi olmadan çıkması
Ne var ki, bu mücella ayna yüzünü mâsivâya[17] döndürdüğü zaman, tecelligâh-ı ilâhî olma özelliğini kaybederek kendine küsuflar yaşatan kapkaranlık bir zindana dönüşür ve şeytanların cirit attığı bir alan halini alır.
Kalbin asli vazifesini eda edebilmesininde insana düşen
İnsan-ı mü’mine düşen, gölgesini arkasına alarak[18] hep ziya ufkuna doğru yürümek olmalıdır ki o muallâ meclâ olma konumunu kaybetmesin!.. Zira latife-i rabbâniye, Hakk’ın, idrakleri aşkın öyle müstesna bir meclâsıdır ki[19], hadis diye rivayet edilen bir güzel söz mealen onu şu takdirkâr ifadeyle dillendirir: “Sığmam dedi Hak arz u semaya / Kenzen bilindi dil madeninden.” Bu itibarla insan, nefis ve cismâniyet açısından kendini yerden yere vurmasına mukabil, Hakk’ın وَنَفَخْتُ فيهِ مِنْ رُوحِي “Ben onun içine ruhumdan üfledim.” (Hicr sûresi, 15/29; Sâd sûresi, 38/72) buyurduğu o derinlerden derin yanına her zaman hâlî-kâlî saygılı olmalı ve ona bir mihrâb-ı mükerrem nazarıyla bakmalıdır. [20]
İnsanın kendi iç donanımına alakasızlığı ve gafleti
Ama bakmıyorlar çokları kendilerine böyle.. alamıyorlar bu nimet-i uzmâ karşısında almaları gerekli olan pozitif tavrı.. nefis güdümünde hareket ediyor, şeytanın kalbe nüfuzuna menfezler açıyorlar.. hevâ ve hevesin tesirinde sıkışınca yalvarıp yakarmaya duruyor; nimetlerle serfirâz kılındıklarında da kendilerini şımarıklığa salıyor ve küstahlaşıyorlar. (Hûd sûresi’nin 10. ayeti ve benzer ilahî beyanlar bu mazmunu ifade etmektedir.)
Evet, haknâşinas insanlar, bela ve musibetler karşısında âh u vâh edip sızlanmaya dururlar, sıyrılınca da onlardan bütün kalb kapılarını şeytanlara açar ve kendilerini onların güdümlerine salarlar. Yol boyu, ervâh-ı habîsenin iğvâsı, dünyanın debdebe ve ihtişamı, mesâvîye karşı açık bulunmaları, dünya hayatını bilerek ötelere tercih etmeleri onları birer hayvan haline getirir ki, böyleleri Kur’an-ı Kerim tarafından şöyle tehdit edilirler:
“Ölüp de bize döndürüleceklerini ummayan, bilerek gönüllerini dünya hayatına kaptırıp onu ebedi ahiret hayatına tercih eden, onca delâil-i ulûhiyete rağmen âyât-ı tekvîniyeyi görmezlikten gelerek ömürlerini gaflet içinde sürdüren kimselerin irtikâp ettikleri bu müterâkim mesâvi ile varacakları yer cehennem ve ateş-âlûd bir yerdir.” (Yunus sûresi, 10/7-8) “Artık dileyen iman etsin, dileyen de kâfir kalsın.” (Kehf sûresi, 18/29) Gerisini siz düşünün!.. “Şüphesiz Allah hakkı beyan buyurur ve doğru yolu gösterir.” (Ahzâb sûresi, 33/4) Her şey insaf ve idrakinize emanet!..
İsterseniz şimdi bu fasla bir noktalı virgül koyarak biraz da mâhiyet-i insâniyenin iç dinamiklerine icmâlî bir göz atalım. Zira potansiyel olarak meleklere fâik olan bu ahsen-i takvîm harikası, öteden beri hep dikkatleri çekegelmiş maddî-manevî anatomisiyle yüzlerce mütefekkir ve ruh insanının hassasiyetle üzerinde durduğu bir âbide varlıktır. Daha niceleri de üzerinde duracak ve onu mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun keşfe çalışacaktır.
EKLER
EK- 1
İNSANDAKİ HAKAIK AŞKI
İnsanları Allah sevgisine ve varlıkla münasebete taşıyan hakikat aşkını, yeryüzü, peygamberlerle tanıdı ve benimsedi. İlk günden itibaren, her nebi, yolundakilere birer aşk emiri olarak rehberlik yaptı ve onlarla muamelelerini aşk kaneviçesi üzerine örgüledi, derken gidip bu ilâhî aşk havzı içinde eriyerek, misyonuyla hedeflenen gerçek değerine ulaştı. Hazreti Mesih, insan sevgisine dayalı bir hayat şiiri besteledi ve bu duyguyu değişik şekillerde seslendirerek misyonunu sürdürdü. İnsanlığın İftihar Tablosu, Fuzûlîce bir nefesle ifade edecek olursak, “Âşıklar leşkerine mîr-i livâdır sühanım (sözüm)” diyerek dünya evini şereflendirdi ve ömür boyu da hep sevginin sesi-soluğu olarak inledi durdu.. bu ilâhî sevgi önü alınmaz bir aşkınlığa ulaşınca da, gözü aşk u muhabbetin öteler televvününde ukbaya yürüdü. Kur’ân sesinde ve mûsıkîsindeki büyüleyiciliğin yanında –imanla ve iyi bir konsantrasyonla okunabilirse– aynı zamanda bir baştan bir başa aşkın sesi-soluğu, iştiyak ve vuslatın da birleşik noktasıdır. Hakikat tutkusu, ilim sevdası, araştırma cehdi, sorgulama ciddiyeti, murakabe gayreti Kur’ân’ın hemen her sûresinde, mü’min gönüllerin dikkatini çekecek kadar üzerinde çokça durulan konular oldukları gibi, dikkatli ruhların her uğrayışlarında, yeni yeni cevherler buldukları birer pırlanta yatağı gibidirler. Kur’ân’ı dikkatle takip eden her düşünce seyyahı, mutlaka kendini bu pırlanta yataklarından herhangi birine ulaştıracak bir damarda bulur ve kim bilir hazzına doyulmayan ne yol mülâhazalarına ulaşır...(IŞIĞIN G. UFUK ,Din Ufku)
Peygamberler ve hakikat aşkı
Hakikat aşkı, peygamberler ile ilim adamlarında orijin itibarıyla aynıdır; ama tezahür şekilleri arasında fark vardır. Yani, o aşka vuslat yaşama istikametinde espri farklılığı vardır. Mesela, peygamberlerde, kuralları vaz’eden onlar olduğu için, yanılmalar olmaz; ama ilim adamlarında olabilir. Hakikat aşkı olmadan ilim, ilim aşkı olmadan da araştırma aşkı olmaz.(KIRIK TESTİ 1.Peygamberlik Müessesesi)
EK-2
Allah kalbte mi biliniyor?
Potansiyel olarak bu mahiyete sahip insan, bahsi geçen seviyeleri idrak ederse, kâinatı içine alacak vicdan genişliğini yakalayabilirse Allah’ı “kenzen” kalbinde duyabilir. İbrahim Hakkı Hazretleri Mârifetname’sinde bunu şöyle ifade eder:
Sığmam dedi Hak arz u semaya
Kenzen bilindi dil madeninden.
Aslında bu beyit, kutsî bir hadisin farklı bir dille ifadesinden ibarettir: “Küntü kenzen mahfiyyen, fehalaktu’l-halka liya’rifûnî.” (Gizli bir hazine idim, beni bilsinler diye mahlukatı yarattım(1) İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri Kenz-i Mahfî adlı eserinde izah getiriyor bu duruma.
Kenz-i Mahfî
Allah her zaman kendini ilmiyle biliyordu. Kudretiyle belli tasarrufları vardı. Fakat o âlemler, başka âlemlerdi. Allah bir kere de bizim fizik âlemi diyebileceğimiz, maddeden mürekkep bir âlemde kendini ifade etmek ve tanıtmak istedi. Dolayısıyla “Kenz-i mahfî”yi Allah’ın fizik âlemindeki tecellîlerinden önceki durum için kullanılan bir ifade şekli olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca şunu da baştan bilmek gerekir ki, bizler dîk-i elfazdan (sözlerin yetersizliğinden) dolayı “önce” veya “sonra” diyoruz. Yoksa zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah (celle celâluhû) için öncelik ve sonralık bahis mevzuu değildir.
İşte bu kenz-i mahfî, belli bir fasıldır. Cenâb-ı Hak berzahta da kendini ifade edecek. Orada da varlığı hem gözüyle görecek, hem de gören gözlerin gözüyle. Ardından mahşer âlemini yaratacak, orada görecek ve gösterecek. Mahşer âlemi de içinde yaşadığımız bu âleme hiç benzemeyen ayrı bir âlemdir, ne kadar sürer belli değil. Mesela biz burada atomlar, protonlar, nötronlar diyoruz; belki orada antiatomlar, antinötronlar, antiprotonlar, antipartiküller olacaktır da Allah onlardan bir âlem yaratacaktır ve orada zâtına, sıfat-ı sübhaniyesine ait hususiyetleri sergileyecektir; sergileyecektir, zira her hünerber zat kendi sanatını teşhir etmek ister. Onun teşhiri cennette de devam edecek.
Cenâb-ı Hakk’ın böyle değişik âlemlerde kendini değişik şekillerde tanıtması, tebeddül veya tagayyür (onun değişiyor olması) anlamına gelmez. Cenâb-ı Hak’ta tebeddül, tagayyür, elvân u eşkâl (renkler ve şekiller) yoktur. Cennette mazhar olunacak nimetlerde ise tebeddül, tagayyür, elvân u eşkâl olacak ve her zaman bambaşka, farklı şeylerle karşılaşacaksınız. (KIRIK TESTİ 1, Kalb ve Ruh hayatı)
(1)-el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/15, 5/212; ed-Deylemî, el-Müsned 3/174
Hakikatü’l-hakâyik’i (hakikatlerin hakikati) insan bilebilir, duyabilir mi?
İnsanın duyması, bilmesi, görmesi gerekli olan birçok şey var. Ama onların en önemlisi hiç şüphesiz hakikat ve hakikatü’l-hakâiktir. İster hakikat ve hakikatü’l-hakâik isterse bunun aşağısındaki şeylerin, insan tarafından duyulması, bilinmesi, hissedilmesi ve keşfedilmesi mümkündür; ama buna mâni birçok sebep vardır. Bir başka tabirle insan potansiyel olarak bunları duyacak mahiyette yaratılmıştır; fakat mahiyetinde var olan zıt şeyler buna engel olabilir. Mesela, insanın içte ve dışta şeytan ve şeytanî düşüncenin temsilcileri ile kavgası veya nefis kalb zıtlaşması. Daha genel anlamda vicdan ve nefis mekanizmaları içinde yer alan zıt duyguların birbiri ile çatışması. Ancak Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) hakikate ulaşmaya mâni bu türlü engelleri aşmıştır. O kendisi adına “Benim nefsim bana teslim oldu” derken kalbinin zaferini söylüyor ve bizlere nefsinin pes ettiğini hatırlatıyor; ama herkesin buna mazhar olması o kadar kolay değil. . (KIRIK TESTİ 1,Kalb ve Ruh hayatı)
[1] Merd-i mana: Mana-maneviyat eri.
[2] Hakikat ve Hakaik: Hakikat: Kelime manası itibariyle bir şeyin aslı, esası, sarîhi, müntehâsı ve mecaz olmayanı demektir; Tasavvufta: Hak yolcuları için şeriat, tarikat, hakikat ve mârifet mertebeleridir.
Hakikat: Allah’ın isimlerinin sırlarını ve sıfatlarının gizliliklerini keşif ve müşahede mazhariyetini hedeflemektir. Ana hedef Allah’ın rızasıdır; şeriat ve hakikat ise Allah’ın rızasına giden yolun iki ayrı derinliğidir. Diğer bir yaklaşımla, şeriat, Cenâb-ı Hakk’ın ibâdına bir teklifler mecmuası; hakikat ise, onda esrar-ı ulûhiyetin görülüp okunmasıdır
Hakaik: Hakikatin cem’i/çoğuludur. Erbabınca dört mertebe içinde mütalâa edilegelmiştir:
- Zât-ı Mukaddes’e râci hakaiktir ki, Zât hakikatine talip olanlar Sahib-i şeriatın vaz’ettiği ölçülere sadık kalmalı, mârifet ve zevk ufku itibarıyla en erişilmez zirvelerde pervaz ederken dahi şahsî yorum ve tefsirlerden uzak durmalıdır.
- İkincisi, sıfât-ı sübhaniyeye râci hakaiktir ki, böyle bir ufka nâzır bir sâlik, Hazret-i Esmâ’nın (Esmau’l Hüsna) ifade ettiği mâlûmiyet ve sıfât-ı kudsiyenin belirlediği çerçeveye bağlı kalınarak ötesine (Zât hakikati) ait mârifet hususunu herhangi bir beklentiye girmeden O’nun özel teveccühlerine bırakmalıdır.
- Üçüncüsü, ef’âl-i ilâhiyeye ait hakaiktir ki, âfâk ve enfüste ilâhî isim ve sıfatların tasarruf alanı sayılan bu imkân âleminde her şeyi Cenâb-ı Hakk’a nisbet etmek ve O’na bağlamak şartıyla, tefekkür ve tedebbür adına gidilebildiği yere kadar gidilmeli, hatta mümkünse varlık ve eşya her gün birkaç kez hallaç edilmelidir.
- Dördüncüsü, mef’ûlâta râci hakaiktir ki, âlem-i kevn ü fesadda bütün kemmiyetlerin, keyfiyetlerin cereyan meydanı; cisimlerin, cevherlerin terkip ve tahlil mahalli; ittisal, infisal, çözülme ve dağılmaların da gerçekleştiği alan işte bu hakaik alanıdır ki böyle bir alanda fikrî seyahat basar ve basîret beraberliğinde sürdürülebilirse, insan ilim ve mârifete ulaşır; aksine fiil ve infiallere basîretle bakılmaz ve esbab dairesi de aşılamazsa natüralizme düşme kaçınılmaz olur.(KZT 4, Hak Hakikat ve Ötesi)
[3] İhtisas: Kalb, vicdan, latife-i rabbaniye gibi manevi latife ve hislerle elde edilen ilim, irfan ve marifet.
[4] İsneyniyet: İkilik manasına gelir. Buradaki manası Allah’tan başka gerçek manada ikinci varlığın reddidir. “Allah”ın zatının kudreti ve sonsuz varlığı karşısında “benlik”ile ikinci bir varlık iddia etmek isneyniyet anlamına gelir. “ قُلْ هُوَ اللّٰهُ أَحَدٌ” ki, tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rubûbiyeti ifade eden bu mübarek sûrede: “De ki Allah birdir.”274 denilmektedir. O, öyle birdir ki, ikincisi yoktur. “Vâhid”in ikincisi, “İsneyn”dir. Ama “Ehad”in ikincisi yoktur. Ehad, rakamlar içinde tektir. İkincisi, üçüncüsü olmaz. Yani Allah isneyniyeti muhal birdir. (Sonsuz Nur 2, Peygamberlik...)
[5] Ene’l Hak: Kelime olarak “Hak benim.” manasına gelir. Seyr-i süluk eden kişilerde Bekâ sıfatının ihata ve istilası bahis mevzuu olduğu zamanlarda Hallac-ı Mansur misillü: “Ene’l-Hak” türünden şathiyyat söz konusu olabilecektir. (KZT 2,Tecelli) [Şathiyyat: Hak yolcusunun kendisine gelen varidat sebebiyle ümide kapılıp, temkin haline göre laubalice sayılabilecek sözler söylemesi, davranışlar sergilemesi.]
- Nakledildiğine göre Hallac-ı Mansur, çekemeyenleri tarafından –hâşâ– “ilahlık iddiasında bulunuyor” diye mahkemeye verilir. İstiğrak hâlinde dile getirdiği “enelhak” sözünü anlamayan o günkü mahkeme heyeti ise Hallac-ı Mansur’un ellerinin kesilmesine karar verir. Hallac’ın elleri kesilir. Hallac, kesilmiş ellerini Rabbine kaldırarak, “Allahım! Bana bunları reva görenleri affetmedikten sonra ruhumu teslim etmek istemiyorum.” diye dua eder. İşte bu hâdisede olduğu gibi en ağır ve olumsuz şartlar altında dahi seviye ve çizgiyi muhafaza, üslûp mevzuunda hayatî derecede öneme sahip, üzerinde durulması gereken bir noktadır. (Kalb İbresi, Uslübda İstikamet)
[6] Ehadiyet; birlik, teklik mânâsına gelen Ehad, hiçbir şeyin ona, onun da hiçbir şeye nisbeti söz konusu olmayan bir kelimedir ve Zât‑ı Ehad u Samed’in has sıfatıdır. Ehadiyet âlemi ise böyle bir sıfatın tecellî ve inkişaf ufkudur. Vahidiyet sıfâtta iştiraki nefyetmesine mukabil, ehadiyet tam tenzihe bakması itibarıyla Zât-ı Mutlaka ve Sırfe’ye –esmâ ve sıfât mânâları meknî– nâzırdır. Hulâsa ehadiyet, bütün kesretlerin kendisinde fenâ bulup gittiği, bütün lâhutî hakâikin onda meknuz bulunduğu, umum varlığı kâmilen tutan, ezeliyet ve ebediyeti birden ifade eden bir hakikat-i mukaddesenin unvanıdır. (KZT 3, Ehadiyet Vahidiyet)
[7] Ene(ben), ente (sen), hüve (o): İnsanın benliği, Cenâb-ı Hakk’ın varlığını aksettiren çok önemli bir menşûr (prizma)dur. Çünkü hakikat, insanın mahiyetinde kendi azametine uygun vahidî tecelli ile mün’akis değildir ve bu tecelliler için de aynı tabiri kullanarak onda da bir “tenezzülât-ı ilâhiye ilâ idraki’l-beşer” meselesi söz konusudur. Bu açıdan herkes, hakikati büyük ölçüde kendi seviyesine göre soluklar. İnsanın benliğinde Cenâb-ı Hakk’ın sem u basarı vardır. Hatta “hüve” sırrı insanda “ene” şeklinde tecelli etmiştir. İnsan, “ene” çeperini tasavvuftaki “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh”la yırtıp atarak, Allah’ta bâki olma hususiyetine erebilir. Böylece insan, “ben” keşfiyle benlik sırlarını kavramış olur. Hedeflediği noktaya geldikten sonra da, elindeki kristal kaseyi yere çalarak, “Seninle(ene-gölge ben) ben (gölgeye sırtını dönüp güneşe yönelmiş ben) maksûd damına ulaştım, artık bana lâzım değilsin.” der ve iliklerine kadar mârifetle dolu olduğu şuuruyla ilâhî varidleri zevkeder durur. Rabbim böyle bir ufka ulaşmayı hepimize nasip etsin. Amin. (F FASILA 4, Marifet Ufku)
[8] Tecelli: Açılıp belirme, ortaya çıkma, belli bir çerçevede zâhir olma.. sıfât ve esmâ-i ilâhiyenin münferiden veya müctemian kendi hususiyetleriyle inkişaf etmeleri, ilâhî esrar ve envârın kalblerde belli emarelerle kendilerini hissettirmeleri.. gibi manalara gelir. (KZT 3,Tecelli)
[9] Egoizma: “Ene”nin olumsuz yanıyla alâkalı bir derinlik sayılan Frenkçe “egoizm” de dediğimiz “enâniyet”, kendine düşkünlük, yalnız kendini düşünme, her faaliyetini bir kısım şahsî çıkarlara bağlı götürme, her işi bencillik mülâhazasıyla ele alma ve o mülâhaza ile bitirme de diyeceğimiz bir nevi ruh hastalığıdır. (SUKUTUN ÇIĞLIKLARI 9,Enaniyet ve Egoizma)
[10] Enaniyet: Değişik kullanım şekilleriyle “ben” mânâsına gelen “ene”den türetilmiş bir kelime.. insanın kendisi, özü, şahsiyeti mânâları yanında, ona, varlık, eşya ve hâdiseler hakkında tefrik, temyiz, okuma ve değerlendirme imkânı da veren “ene”; aynı zamanda bilme, inanma ve bu çerçevedeki ferdî ve içtimaî sorumluluklar karşısında insanı bir muhatap durumuna yükselten unsurdur. Ene’yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaiki ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede “ene” –ben ve ego da diyebilirsiniz– insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve “Kenz-i Mahfî”nin lisan-ı fasîhi olur. (SÜKUTUN ÇIĞLIKLARI 9, Enaniyet ve Egoizma)Daha üstün ve daha kıymetli olma arzusu, bazen insanın şahsî enaniyetinden kaynaklanır. Allah’ın ekstra lütuflarına mazhar olan bir insan, sağlam bir kulluk düşüncesiyle onları hazmedip bala döndürmesi ve bal-kaymak gibi yudumlaması mümkünken, bazen benliğine takılır, nimetleri kendi istihkakına bağlar ve böylece onları zehire çevirmiş olur. Her nimeti, Mün’im-i Hakiki’yi gösteren bir ayna gibi algılayıp, Yunus Emre’nin ifadesiyle “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyerek ihsanda bulunan Zat’a yönelmesi gerekirken, enaniyetine, gurur ve kibrine yenik düşer, sadece nimeti düşünür, onu kazanmış olduğu bir hak gibi görür; dolayısıyla da, sebeplerin ötesinde bir Müsebbibü’l-esbâb bulunduğunu hiç hatırlayamaz ve nimetlerin asıl Sahibini kat’iyen düşünemez. Aslında, o güzel şeyleri his, şuur, kadirşinaslık ve Allah’a teveccüh çerçevesi içinde değerlendirse, onlar kendisi için birer nimet olacak ve onu yükseltecektir. Fakat bencil insan, âdetâ onları enaniyetini besleyen faktörler haline getirir, her nimeti benliğine mâleder ve sürekli “ben” der durur; neticede o nimetler de birer felaket sebebine dönüşür ve mahvedici bir mahiyete bürünürler. (İkindi Yağmurları,Üstünlük Tutkusu)
[11] Bu hale erenlere vâsıl, denilir. Vâsılın vuslata ermesi, iç içe insanı kuşatan cismanî hicapları aşması ve gidip o maiyyet ufkuna ulaşması, bazen fevkalâde bir himmetle, bazen Hak’tan özel bir teveccühle, bazen hususî bir mârifetle, bazen usûlünce seyr u sülûk-i ruhanî yolunda ciddî mücahedelerle, bazen acz ü fakr, şevk u şükür tarikiyle, bazen de esbâb üstü harikulâdeden bir cezb u incizapla gerçekleşir ki, bunların hemen hepsi de ilâhî inayetin değişik tecellî dalga boyundaki televvünlerinden ibarettir. O’nun iltifat ve teveccühü olmazsa, mürîd ya da sâlik ne beden ve cismaniyet perdelerinden sıyrılabilir ne de kendi uzaklığını aşarak o ufka ulaşabilir... Herkese yakınlardan yakın olan O, uğrunda mücahedede bulunan vuslat namzetlerini kendine yaklaştıran da yine O’dur. O yaklaştırmazsa kimse vuslat denen neşveyi duyamaz ve kimse o maiyyeti kat’iyen zevk edemez. “O tecellî eyleyince her işi âsân eder / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder.” (Anonim) (KZT 4, Vasıl)
[12] Esma: Allah Teala’nın isimleri. Bir hadis-i şerifte 99 isim bildirilmiştir. Kur’an’daki tekil ve birleşik olan isimlerle birlikte 150 tane isim bilinmektedir.
[13] Sıfat-ı Subhaniye: Allah Teala’nın sıfatları üç grup olarak sayılır: a) Zâtî sıfatlar: Vücut, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Muhalefetün li’l-Havadis ve Kıyam bi nefsih. b) Subutî sıfatlar: Hayat, İlim, Sem’, Basar, İrade, Kudret, Kelam ve Tekvin. c) Fiili Sıfatlar: c) Fiili sıfatlar: Yaratma, rızık verme gibi eseri görülen fiillerdir.
[14] Ahsen-i takvim mir’atı: İnsanın Allah’a ait isim ve sıfatları yansıtabilen en kapsamlı ayna mahiyetinde olan yapısı, yaratılışı. İnsan kendisini ayna gibi bilir ve kendinde bulduğu kemalatı Rabbinin isim ve sıfatlarına verirse bu kıvama uygun hareket etmiş olur. Eğer onları kendinden bilirse esfel-i safiline yuvarlanır gider.
[15]Mercûhun râcihe tereccühü: Racih: Kıymet ve faziletçe üstün olan, Mercuh: Aslında fazilet ve kıymetçe daha geri olduğu halde bir hususiyetine binaen başkası tarafından tercih edildiği için râcihin önüne geçen, Tereccüh: Emsallerine göre daha tercihe şayan hususiyetlere sahip olmakla onlarla arada fark oluşturmak. Mesela, Sahabe külli olarak Ümmet-i Muhammed’in en faziletlileridirler. İmam Azam sahabe değildir fakat Kur’an’ın ahkamını bilme ve hüküm çıkarma usullerine vakıf olmak bakımından müstesna bir insandır. Bir mecliste sahabeden birisi olduğu halde fıkhi bir mesele sorulacaksa hususi faziletinden dolayı o soru İmam Azam’a sorulur. Yani racih olan bir sahabe varken, fıkıha vukufiyet yönünden dolayı İmam Azam ona tercih edilerek sorunun muhatabı olur. NOT:Kabe”nin umumi fazilette ve azam mertebede tecelligah-ı ilahi olması yönüyle eşi emsali menendi yoktur.İşte kalb hususi ve özel bir kısım tecellilere mazhariyeti ile faziletce RACİH olan kabeye bu noktada MERCUH olmuştur.
[16] Arş, Kâbe, Kalp münasebeti: Melekût dahil, bütün üst âlemler muallâ ve aşkın âlemlerdir ve bu âlemler için alt-üst, ön-arka, gece-gündüz, dün-bugün söz konusu değildir. Öyle ki, inkişaf etmiş bir gönül, melekûtî ufku itibarıyla dünü bugünle beraber, bugünü de yarınla beraber duyup yaşayabilir ve zamanüstü olmayı bütün derinlikleriyle duyabilir. Aslında, insanın hilâfeti de onun, kalbi itibarıyla ve melekûtla münasebeti açısındandır. Onun zâhiri mülk, bâtını ise melekûttur. Kâinatlarla Arş, arzla Kâbe arasında da aynı şeyler söz konusudur. Melekûta açık bir kalb sahralardan daha geniş, mülk itibarıyla koca bir ceset ise fincandan daha dardır. Mülk hissin kesafet mahalli, melekût letâifin inbisat sahasıdır. Melekûtî vâridât her ruhun serveti, kuvveti ve temelidir ve hiçbir kimsenin bundan müstağni kalması da mümkün değildir. Bu itibarla da, melekûttan kopan ruh, bütün bütün kaybetme vetiresine girmiş sayılır. (KZT 3,Ulvi Alemler) Nihayetinde bir taş olan Hacerü’l-Esved’in öpülmesi, bir taşın takdis edilmesi gibi bir anlayışa sebebiyet verebilir; verebilir ve herkes o taşı bu duygu ve bu düşüncelerle öpmeye kalkışır. Daha sonra da bundan bir hayli hurâfe doğar. Ve böylece Kâbe, hak ve hakikate açık olmanın yanında şeytanların da oyun oynadığı bir yer hâline gelir. Çünkü şeytanlar, kalbin etrafında dönüp durmakta ve onun zayıf taraflarını yakalamaya çalışmaktadırlar. Esasen kalb de insan hissiyatına göre bir Kâbe’dir. Kalbin etrafında şeytanların menzilleri ve mazgal delikleri vardır. Kalbde takdis edilecek şeylere dair öyle küçük menfezler vardır ki, “doğru şeyler” takdis edilirken, takdis edilmemesi gereken başka şeyler de takdis edilerek saygı ve tazimin yanında her zaman kaymalar olabilir. (PRİZMA 4,Tevhid İnancı)
[17] Mâsivâ: Allah’tan gayrı ne varsa hepsine mâsivâ denir.
[18] Gölgesini arkasına almak: “Hakiki vucud mertebesi zaviyesinden bütün bir eşya birer gölge hükmündedir. O (cc) asıl ,onun dışında herşey de o asla nisbeten zıll mesabesindedir..Hakk”la olan münasebetlerde kulun O’nunla kendi arasında benlik dahil herşeyi arkaya atıp O’na yönelmesi engelleri O’na teveccühle aşmaya çalışması. Seyr-i sulük de beden ve cismaniyete, nefis ve hevaya masivaya takılıp kalmadan O’na yönelmesi manasında bir kavram”
Hâlihazırdaki tablo oldukça ürpertici; ancak iman, ümit ve Allah’a teveccüh sayesinde aşılmayacak gibi de değil. Eğer insan, güneşe doğru yürür veya uçarsa, gölgesini arkasına almış olur; sırtını güneşe dönerse bu defa da gölgesinin arkasında kalmış olur. Bu itibarla gözlerimiz hep sonsuz ışık kaynağında olmalıdır (ÖKB HAREKET,İanan S Devrilmez)
[19] Latife-i Rabbaniye: Kalbe ait bir derinlik. Latîfe-i rabbâniyenin, zâhir yönü, mülk ciheti, fizikî yanı sayılan, bizim sine dediğimiz “sadır” onun, bâtınî ve melekûtî derinliklerine, ceberûtî televvünlerine bir mahfaza ve mânânın maddedeki resmi mahiyetindedir. Bu mahfaza içinde kalb; gönül dünyasının dışa bakan ve içi rasat etme konumunda bulunan değişik tecellî dalga boyundaki feyizlere bir “beyt-i lâhut”, “fuâd” da diyeceğimiz latîfe-i rabbâniye ise, bilkuvve (potansiyel olarak) ilâhî isim ve sıfatların mücellâ bir aynası, âlem-i ceberûtun –inkişafı ölçüsünde– bir müşahid-i hâssı, iman nuru ve iz’an ziyasının mahall-i tecellîsi, kamer-i irfanın matla’ı, keşf ü ilhamın âhizesi ve ilâhî vâridâtın da mahzeni ve nâkilesidir. (KZT 3, Vicdan)
[20] İnsanın ruh-u menfuh olma keyfiyeti: Ruh denilen hakikat, birbiriyle mütelâsık ve fakat farklı çerçeveleriyle, tıpkı bir külliyenin üç ayrı fakültesi gibi, ayrı ayrı mevhibelerin meclâsı üç farklı buudu bulunan bir vâhiddir. Birincisi, Ruh-u Zat denilen ilk tecelli-i rabbanidir. İkincisi Ruhu menfuhtur. Üçüncüsü de ruh-u hayvani denilen biyolojik ruhtur. Ruh-u menfûh da dediğimiz akıl, ilim, irade, latîfe‑i rabbâniye, his ve şuurla serfiraz “nefs-i nâtıka”dır ki, insanın yaratılmasından evvel veya anne karnında belli bir safhadan sonra cenine nefhedilen zîşuur kanun‑u emrîdir ve hadisin ifadesiyle bu ruh, embriyolojik vetire esnasında melek vasıtasıyla yavruya üflenir. Bu ruh Hz. Âdem’e وَنَفَخْتُ فيهِ مِنْ رُوحي “O heykel-i evvele Kendi ruhumdan nefhettim.”[20][43] fehvâsınca, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından, Hz. Meryem’e ise Cibril vasıtasıyla üflenmiştir. İşte bu kabîl bütün nüfûs-u menfûhaya “ervâh-ı cüz’iye” denir. Yani ruh, cemalî ve ehadî tecellî ile, fertlerin mazhar oldukları/olacakları ilk mevhibelere bağlı, onların hususiyet, karakter ve kabiliyetlerine göre bir atâ ve sübhanî birer ifâzadır. (KZT 3,Ruh Ve Ötesi)