Tefsir Usulü
Tefsîr usulü, Kur'ân’ı anlamak ve yorumlamak için takip edilmesi gereken esasları ve yöntemleri konu edinen ilim dalıdır.
TEFSİR
Sözlükte "açıklamak, beyan etmek" anlamına gelen فسر / f-s-r kökünden türetilen tefsir kelimesi "bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak, bir kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek" manalarında kullanılır.
Dini ilimlerdeki bir terim olarak tefsir ise, “Sarf, nahiv ve belagat gibi dil bilimlerinden; nüzul sebepleri, nasih-mensuh, muhkem-müteşabih gibi Kur'an ilimlerinden; hadis ve tarih gibi rivayet ilimlerinden; mantık ve fıkıh usulü gibi yöntem bilimlerinden yararlanılarak Kur'an'ın manalarının açıklanmasını ve ondan hüküm çıkarılmasını öğreten ilim” anlamındadır. Tefsir için “Allah'ın, Kur'an-ı Kerim'deki muradını, beşerin gücü nispetinde anlamaya yardımcı olan ilimdir" demek de mümkündür.
Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak için kullanılan bir başka kelime daha vardır: Te’vil.
TE'VİL
E-v-l /أول kökü sözlükte “dönüp varmak, dönüp gelmek” anlamına gelir. Bu kökten türeyen te’vîl ise, “bir şeyi döndürmek; sözü iyice inceleyip varacağı mânaya yormak; bir şeyi hedeflenen son noktaya ulaştırmak” demektir. Terim olarak “Kur’an ve hadislerde geçen bir lafzı bir delile binaen aslî mânasından alıp taşıdığı muhtemel mânalardan birine nakletmek” diye ifade edilir.
USÛL
Usûl, asl kelimesinin çoğuludur ve sözlükte; temel, esas, dayanak ve kök manalarına gelir. Kökü böyle olunca, kâide ve delil anlamlarında da kullanılmıştır. Usûl kelimesi; herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde ortaya konmasında kullanılan belli esas ve metodları ifade etmektedir.
Buna göre “tefsîr usulü”, Kur'ân’ı anlamak ve yorumlamak için takip edilmesi gereken esasları ve yöntemleri konu edinen ilim dalıdır ve Kur'ân tarihi, Kur'ân'ın inişi, vahiy ve çeşitleri, âyet, sûre, Kur'ân'ın yazılışı, toplanması, çoğaltılması, tefsîri, tefsîrle ilgili ilimler, tefsîr, te'vil, meal, tercüme kelimeleri tefsîr çeşitleri, tefsîr tarihi... vb. konuları inceler.
KUR’ÂN’IN KISA TARİHÎ SÜRECİ
Kur’an kelimesinin anlamı
Kur’an kelimesinin türediği iki kök olduğu belirtilir. Birincisi “k-r-n” köküdür; “bir şeyi başka bir şeye yaklaştırmak, katmak” anlamına gelir. Bu görüşte olanlar Kur’an âyetlerinden bir kısmının diğerlerini tasdik ettiğini ve âyetlerin birbirine benzediğini ifade ederek görüşlerini temellendirirler. Kur’an kelimesinin “قرأ” kökünden geldiği çoğunluğun görüşüdür. Bunun manası da, “okumak, açıklamak, beyan etmek, toplamak, bir araya getirmek” şeklindedir. Kur’an’dan gelen ilk vahyin “Oku” şeklinde olması “Kur’an” kelimesinin daha ziyade “okuma” ile irtibatlı olduğunu gösterir. Ulema Kur’an’la alakalı, efradını câmi, ağyarını mani şöyle bir tarif yapmışlardır:
“Kur’an, Allah tarafından, Cebrâil vasıtasıyla, mahiyetini insanların kavrayamayacağı bir şekilde son peygamber Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi vesellem) indirilen, Mushaflarda yazılan, indiği zamandan günümüze tevâtürle nakledilen, okunmasıyla ibadet edilen, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle biten, başkalarının benzerini getirmekten âciz kaldığı Arapça mûciz bir kelâmdır.”
KUR’AN’IN İSİMLERİ
Muhtevası ve kendisinden istifade edildiği hususlar dikkate alınarak Kur’an’a bazı isimler verilmiştir: Kur’ân-ı Kerîm’de, Kur’an’ın isimleri olarak; el-Kur’ân, el-Furkân, el-Kitâb, ez-Zikir isimleri açıkça ifade edilir. Tâhir b. Âşûr’a göre Kur’an’ın en meşhur isimleri şunlardır: Kur’ân, Tenzîl, Kitâb, Furkân, Zikr, Vahy, Kelâmullah.
Vahiy
Vahy, lisanda “seri ve gizli bir şekilde bildirmek, ilhâm etmek, imâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek, telkin etmek, yazmak ve vesvese vermek gibi manalara” gibi anlamlara gelir. Dini bir terim olarak vahiy, “Allah Teâla’nın bildirmek istediği emir, yasak ve buyruklarını insanlar içinden seçtiği kullarına, insanlar arasında diğer insanların mahiyetini tam kayrayamadığı gizli bir yolla bildirmesidir.”
Peygamberin Vahyi Alışı
Vahyin peygambere iletilmesi şu 3 yolla olur:
- Allah, manayı nebinin kalbine bırakır.
- Bir perde arkasından nebiye hitab eder. (Hz. Musa’ya bir ağaçtan nida etmesi gibi.)
- Vahiy getirmekle vazifelendirdiği bir meleği, Cebrail’i elçi olarak gönderir. Kur’an ayetleri hep Cibril vasıtasıyla indirilmiştir.
Peygamberimiz “Melek bazen bana çıngırak sesine benzer bir ses halinde gelir. Bu bana en ağır olanıdır. Bazen Melek bana bir insan şeklinde görünür.” buyurmaktadır ki, bu ikincisi vahyin en kolay gelen tarzıdır.
Kur’ân ilk olarak Resul-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) kırk yaşında iken, ibadet ve tefekkür kastı ile Hira dağına çekildiği 610 yılının ramazan ayında, kadir gecesinde indirilmeye başlanmıştır. Bu durum Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: “Doğrusu biz onu (Kur’ân'ı) kadir gecesinde indirdik.” (Kadr, 97/1) Allah Resulü daha sonra kendisine gelen vahiyleri, inananlara okumaya ve bu vahiyleri korumak için özel gayret göstermeye başlamıştır. Gelen vahiyleri yazı ile korumak için özel görevli şahıslar belirlenmiş, bunların sayısı daha sonra iyice artmıştır ki, bunlara “vahiy kâtibi” denmektedir. Kur’an ilk inmeye başladığı andan günümüze kadar, hem “yazılı” olarak hem de hafızalarda “ezber” olarak korunmaya alınmıştır. Kur’an vahyinin gelişi tek bir seferde olmamış, Mekke ve Medine olmak üzere iki temel periyotta peyderpey olarak yaklaşık 23 senede tamamlanmıştır.
KUR’ÂN’IN YAZILI BİR KİTAP HALİNE GELME SÜRECİ
Allah Resulü’nün (as) aslî görevi vahiy yoluyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek olduğu gibi, bu metni sonraki nesillere intikal ettirmekti. Bunun için Resul-i Ekrem, sahâbileri, Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik etmiştir. Okuma ve ezberleme yanında kalıcı olmaya sağlayan bir uygulama vardır: Yazma.
Kur’ân’ın yazılması
Resul-i Ekrem (as) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Henüz İslamiyet’in ilk yıllarında bile gelen Kur’an vahyinin yazılı metinler halinde bulunduğuna dair rivayetler vardır. Mesela, Hz. Ömer’in (ra) Müslüman oluşu anlatılırken, kız kardeşinin elinde Kur’an’dan yazılı ayetler olduğu rivayet edilir. Pek çok sahabi Allah Resulü’ne (as) herhangi bir Kur’ân bölümü nâzil olduğunda kâtiplerinden birini çağırır ve ona “Bu âyetleri yazarak, falan âyetlerin içine koyun” dediğini ifade eder. İlk yılların bir özelliği olarak Abdullah b. Ömer (ra): “Biz, üzerimizde Kur’ân nüshası olduğu zaman düşman topraklarına gitmekten menedilmiştik. Bunun sebebi, o nüshaların düşman eline geçme korkusu idi.” Yazma, önemli bir Kur’an’ı koruma yoluydu. Bunun için Allah Resulü (as) “Benden Kur’ân’ın dışında başka bir şey/hadis yazmayınız...” buyurur. Yazmakla görevli kâtip yazma işini bitirince Resul-i Ekrem (as) ondan, yazdığını yüksek sesle okumasını istiyor, kendisi de dinliyordu. Böylece herhangi bir yanlış veya noksan bulunursa, bunu hemen düzelttiriyordu. İlk yazma işi bittikten sonra bu asıl nüsha, Resûlullah’a teslim edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu.
Kur’ân yazımındaki gelişmeler
İlerleyen zamanlarda arap asıllı olmayan Müslümanların sayısı artmış, Kur’an okumada bazı zorluklar ve yanlış okumalar ortaya çıkma tehlikesi göstermiştir. Bunun üzerine Emeviler döneminde Ebu’l-Esved ed-Düelî tarafından Kur’an metnine harekeler konmuş, şeklen benzeşen harflerin birbirinden ayrılması için bazı Kur’an hattına mahsus özel düzenlemeler yapılmıştır. Daha sonra Halîl b. Ahmed günümüzde kullanılan harekeleri ve diğer noktalama işaretlerini geliştirmiştir.
Âyet
Ayet kelimesi sözlükte, mucize, alamet, ibret, hayrette bırakan görülmemiş iş, delil manalarına gelir. Dini ıstılah olarak, “Kur’an’ın surelerini oluşturan, başı ve sonu belli olan, bir ya da daha çok cümleden oluşan kelam” manasına gelir. Kur’an ayetlerinin tamamının 6200 küsur olduğunda ittifak varsa da, küsuratta kıraat ekolleri arasında ihtilaf vardır.(Kufi kıraat 6236, Mekki 6220, Şami 6216, medeni 6217, Basri 6204). Bu farklı görüşlerin kaynağı, bazen bir ayetin iki ayet olarak, bazen iki ayetin tek bir ayet olarak, bazı âlimlerin “Besmele”yi her surenin ilk ayeti saymalarıdır. Sayılan şey değişmemekte, sayma şeklinde bazı farklılıklar ortaya çıkmaktadır.
Âyetlerin tertibi
Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Âyetlerin sıralanması ve sûre başlarına besmelenin konulması bizzat Allah Resulü’nün (as) emriyle olmuştur. Bu konuda Müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur. İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki sıralanışının Mushaflarda gördüğümüz tarzda olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Kur’ân’ların tertibinde herhangi bir farklılık söz konusu değildir.
Sûre
Sûre “âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân bölümü” anlamına gelir. Sûreler isimlerini, içinde zikredilen şahıslardan ve konu edindikleri topluluklardan aldıkları gibi bazen de ilk kelimesinden almaktadırlar. Bazı sûrelere birden fazla isim verilmiştir. Kur’ân sûrelerine verilen isimler tevkîfîdir, yani vahiy tarafından tespit edilmiştir.
KIRÂAT
Kırâat ve kırâatle ilgili bazı kavramlar
Kırâat, “Karae” fiilinden masdardır ve sözlükte: okumak anlamına gelir. Terim olarak kıraat ise; herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklikleri ifade eder.
Kırâatlerin tespiti
Resûlullah (sav) Kur’an’ı sahabilerine farklı okuyuşları dikkate alarak öğretiyordu. Belli sahabiler, farklı şekilde Kur’an kırâatı almıştı. Bu kırâatleri okuyan kurrâlar çeşitli İslâm beldelerine dağılmışlar ve onların okudukları kırâatler de, okuyucuların isimleriyle anılır olmuştu. Hicrî ikinci asrın sonlarında İslâm âlimleri ellerinden gelen gayreti göstererek bütün kırâatleri bir araya topladılar. Vecihleri ve rivâyetleri okuyanlara nisbet ettiler, sahih ve şazz kırâatlerin arasını, belirlemiş oldukları birtakım usûl ve esaslara göre ayırdılar.
Kırâat çeşitleri
Kırâatler senedleri açısından sahih ve gayr-i sahih/şazz diye ikiye ayrılır.
Sahih kırâatler
Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşır. Arap dilinin gramerine uygundur. Kitâbet bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmazlar. Bu vasıfları taşımayan kıraatler sahih değildir. Sahih kıraatler de, Mütevâtir ve meşhûr olmak üzere ikiye ayrılır.
MEKKÎ-MEDENÎ
İndirildiği yer dikkate alınmadan hicretten önce gelen sure ve ayetlere Mekkî, sonra gelenlere de Medeni denir. Kur’an’ın yaklaşık olarak %65-70’i Mekki; %30-35’i Medenidir. Kur’an bir bütün olarak düşünüldüğünden ilk asırlarda nüzul yerleri üzerinde pek durulmamıştır. Ancak nüzul sürecini anlama gayretiyle son yıllarda Kur’an’ı indirildiği süreçle değerlendirip yorumla anlayışı yaygınlık kazanmıştır.
Mekki ve Medeni Sure ve Ayetlerin Özellikleri
Mekki sureler daha kısa ve vurguludur. Arapça’daki bir üslup olarak yeminlere fazla yer verirler. Eski kavimlerden ve Peygamberlerden sık bahsederler. Allah’a ve ahirete imana davet ederler, cennet ve cehennem tasvirleri sıkça kullanılmıştır.
Medeni sureler genelde daha uzun olup, cihad, şer’i had ve cezalar, medeni kanunlar ve devletler hukukuna ait hükümler, münafıklar vb. konulardan bahseder.
KUR’ÂN İLİMLERİ
Arapça’da ‘ulûmu’l-Kur’ân’ şeklinde ifade edilen Kur’an ilimleri, Kur’an’ın inişi, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir.
KUR’ÂN'IN ÜSLUBU
Üslub, olma, yapılma biçimi, tutulan yol, tarz ve yöntem gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak üslub her bir insan, her bir sanatçı veya her bir devrin kendine has anlatım biçimi, anlatma tarzı demektir. Kur’an’ın kendine özgü bir anlatım biçimi vardır.
Kur’an’ın Üslup Özellikleri
- Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk:
Kur’an’da kelimelerin, harflerin, sükûn veya harekelerin, med yahut kasrların nizâmında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir mûsiki vardır. Arapça bilmeyenler dahi bunu hissedebilirler.
- Lafız-mana dengesi:
Kur’an’ın kullandığı lafızlar, manayı tam ifade edebilecek şekilde seçilmiştir. Bu seçimde aslî veya tamamlayıcı herhangi bir unsur noksan olmadığı gibi, garip bir fazlalık da söz konusu değildir. Her parçanın kendine mahsus bir önemi vardır.
- Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi:
Kur’an yüzyıllardır gerek avâm/halk tabakası gerekse ihtisas ehline hitap etmekte, her grup ondan kendi hissesini almaktadır.
- Konuların iç içe bulunması:
Kur’an, ulûhiyyet, nübüvvet, ibâdet, ahlâk ve âhiret gibi temel konuları içerisine almaktadır. Ana konuları ve tali denilebilecek konularla Kur’an tek bir ana hedefi gözetir; ‘İnsanları kendi hür iradeleriyle tek bir Allah’a kulluğa çağırma.’
- Beyân tarzının çeşitliliği:
Kur’an farklı beyân tarzları ile insanlığa hitap etmekte, bazen talep ettiği şeyleri açıkça emir olarak bazen emir manası taşıyan kalıplar kullanarak bazen de yapılması istenen fiilin hayır olduğunu belirterek vs. gerçekleştirir. Haramları açıkça ortaya koyduğu gibi, bazı haram zannedilebilecek hususlarda bir mahzur olmadığını da beyan eder.
MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN
Mübhem sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedildiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir.
Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varlıkların yahut da bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’ne mübhem denir. Çünkü ilk bakışta, neyin veya kimin kastedildiğini herkes anlayamayabilir. İfade zenginliği sağlamak, herkes tarafından bilinebileceği halde mübhem bırakarak meşhur etmek, açık zikredip okuyucunun mezkur şahsa/olaya/mekana takılıp asıl konudan uzaklaşmamasını sağlamak, birinin kamil vasfını zikrederek onu yüceltmek, eksik/kusurlu bir vasıfla bir şahsı zikrederek onu tahkir etmek.. vb sebeplerle Kur’an’da bazı hususlar mübhem anlatılmıştır.
GARİBU’L-KUR’ÂN
Garîb sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan manalarına gelir. Garib lafız ise ‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. İndiği dönemde herkesin yoğunlukla kullanmadığı bazı kelimeler de vardır Kur’an’da.
VÜCÛH ve NEZÂİR
Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelir. Tefsir ilmine ait bir kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir.
Nezâir de, nazîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Vücûhta teaddüd/anlam çokluğu, nezâir de ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh manalarda, nezâir de lafızlarda söz konusudur.
AKSÂMU’L-KUR’ÂN
Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise, ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.’
MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN
Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Kavram olarak ise: ‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihte zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.’
Kur’an’da Müteşabih İfadelerin Olmasının Hikmetleri
- Müteşabihler, insanın gayba imânının ölçüsünü ortaya koyarlar. Dolayısıyla bir imtihan vesilesi sayılırlar.
- Müteşabih ayetler, ne derece kabiliyetli ve bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini gösterdiği gibi, hem de Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk ettirmesidir.
- Müteşabihlerin varlığı, birden fazla kelâmî mezhebin doğmasına ve her mezhep mensubunun kendi görüşlerini teyit edici delilleri bulmak için Kur’an’a yönelmesini sağlamıştır.
- Müteşabih ayetlerin ihtivâ ettikleri manalar genişçe açıklanmış olsaydı, Kur’an çok daha hacimli ve böylece neredeyse ezberlenemeyecek ve muhafaza edilemeyecek kadar genişleyebilirdi.
- Müteşâbihlerin manalarını tespitte zorluk ve meşakkat vardır. Meşakkatin olması da sevabın fazla olmasına yol açar. Bu gibi âyetler üzerinde düşünmek ve tevil yapmak sevâba vesile olur.
- İnsan aklî delillere başvurmaya kendisini mecbur hissetmiştir. Eğer bu ayetler bulunmasaydı, düşünce dar kalıplar içinde kalmış olabilirdi ve insan taklit karanlığından kurtulamazdı.
- Kur’an’ın tamamı muhkem olsaydı, te’vile ihtiyaç hissedilmez, insanlar ilmî açıdan birbirlerine üstünlükleri de söz konusu olmazdı. Âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan kalkar, derece itibariyle hepsi eşit seviyeye gelirdi.
HURÛF-I MUKATTAA
Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı yorumlar yapılagelmiştir.
Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir.
Müfessirlerin beyânına göre vahiy geldikçe Hz. Peygamber bunları insanlara tebliğ ederdi. Ancak Kur’an’ın meydan okuması karşısında âciz kalan müşrikler ve gayr-i müslim unsurlar diyorlardı ki, “...Sakın bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunduğu zaman gürültü yapın, belki bastırır galip gelirsiniz.” (Fussilet, 26) Ancak hurûf-u mukattaanın yer aldığı sûreler nâzil olunca bu harfler, kâfirlerin de dikkatlerini çekmiş böylece gürültü etmekten vazgeçerek Kur’an’a kulak vermeye başlamışlardı. Bu harflerin, insanların net olarak anlayabileceği türden bir manası yoktur. Bunlar müteşabihattandır. Bundan dolayı müfessirler, “bunlardan maksadın ne olduğunu kati olarak sadece Allah bilir” demişlerdir. Bununla beraber ulema, “huruf-i mukatta” için çeşitli yorumlar yaptıkları halde hiç biri, kesin bir anlam verdiklerini iddia etmemiştir.
- Kur’an alışılmamış, mutad olmayan, musiki tesiri de olan bu tabirlerle, insanların dikkatlerini çekmek, dinlemelerini sağlamak istemiştir.
- Huruf-i mukattaa, Kur’an’ın i’cazına işaret etmektedir. Yani “Kur’an’ın cümleleri, ibareleri hepimizin bildiği şu basit harflerden meydana gelmektedir. Öyleyse Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğine inanmayanlar bu harfleri kullanarak, onun benzerini getirmeye çalışsınlar. İmkânınız olduğu halde bir benzerini yapamadığınıza göre Kur’an bir mucizedir, Allah kelamıdır” demek istemektedir.
- Huruf-i mukattaa aynı zamanda bazı surelerin isimleridir.
İ’CÂZU’L-KUR’ÂN
İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzı ise; onun, bütün insanları kendi benzerini getirmekten âciz bırakması demektir.
Kur’an’ın Mûcize Oluşunun Delilleri
- Kur’an’ın beşer üstü bir kitap oluşu: Bilindiği gibi peygamberler kendilerini ümmetlerine kabul ettirebilmek için mûcizeler göstermişlerdir. Peygamberlere verilen mûcizeler de kendi zamanlarında revaçta olan şeyler türünden oluyordu. Bunun böyle olması tabii, bir bakıma da gerekli idi. Çünkü aksi durumda mûcizenin inandırıcı olmazdı. Bu sebepledir ki, Hz. Musa’ya sihre benzeyen, onu alt edecek türden, Hz. İsa’ya da tıpla ilgili mûcizeler verilmişti. Aynı sebepten dolayıdır ki, Resul-i Ekrem’e (as) de en büyük mûcize olarak Kur’an gönderilmişti. Çünkü o dönemde de Araplar belâğat konusunda çok ileri bir durumda idiler. Arap dili âdeta altın çağını yaşıyordu. Kur’an muhtevasının yanında bir dil mucizesi olarak gelmiş ve bu yönüyle de inat etmeyen muhataplarını tesir altına almıştır.
- Muhâliflerine Meydan Okuması: Kur’an, kendisinin ilâhî kaynaklı bir kitap olduğuna karşı çıkanlara meydan okuyarak onlardan, kendisinin bir benzerini getirmelerini istemiştir. Bu durum ise aşama aşama gerçekleşmiştir. Her şeyden önce inkarcıların Kur’an’dan daha üstün bir kitap getirmelerini teklif edilmiştir. (Kasas, 49). Bunu yapmaları mümkün olmamıştır. Daha sonra Kur’an gibi bir kitap getirmeleri talep edilmiştir. (İsrâ;88). Bunun da gerçekleşmesi mümkün olmamıştır. Sonra kademe kademe azaltılmış talep azaltılmış ve nihayet onun bir ayetine bile nazîre yapılamayacağı ortaya çıkmıştır. Buna Kur’an’ın muhataplarına bir benzerine getirme noktasında meydan okuması manasına “tahaddî” denir.
- Şimdiye Kadar Bir Benzerinin Getirilememesi: Kur’an’ın ilk muhaplarına meydan okumasına rağmen muarızları onun bir sûresinin dahi benzerini getirememişlerdir. Bu meydan okuma halen devam etmektedir. Dolayısıyla tarih boyunca Kur’an’a ciddi anlamda nazire yapılamamış olması, bundan sonra asla yapılamayacağının açık bir delilidir. Çünkü her asırdaki bilginler, edipler, filozoflar, münekkit ve müellifler Kur’an’ın mûcizeliğini; belâğat, fesâhat ve beyânda onun derecesine çıkmaktan âciz olduklarını itiraf etmişlerdir. Bununla beraber kaynaklar bize ilk dönemlerde bazı inkârcıların Kur’an’a nazîre yapmaya kalkıştıklarını haber vermektedir. Fakat bunu yapmaya kalkanlar, normal şartlar altında beliğ ve sözden anlayan kimseler olmalarına rağmen, gülünç olmaktan öteye geçememişlerdir.
MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN
Müşkil, karışık ve biririne zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen hususları anlatır. Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’ (Nisâ, 82) âyeti bunu apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır.
MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN / KUR’AN SÜRE VE AYETLERİNİN BİRBİRİYLE İRTİBATI
Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Tefsir usulü terimi olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir.
Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.
FEZÂİLU’L-KUR’ÂN
Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur’ân, Kur’an’ın yüceliği, üstünlüğü, meziyet ve şerefini anlatan hususları ihtiva eder. Allah Resulü Kur’an’ın faziletini anlatan bazı beyanlarda bulunmuştur:
“Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır.”
“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir.”
Kur’an’ın bütünü hakkındaki fazilet hadislerinin çoğu güvenilir hadis kaynaklarında vardır. Bunun yanında belli sûrelerin faziletine dair pek çok hadis rivayeti de vardır. Bunların büyük bir kısmı tefsir kitaplarında yer almaktadır:
“Kim Cuma günü Âl-i İmrân sûresini okursa, Allah ve melekler güneş batıncaya kadar ona salât (rahmet ve istiğfar) ederler.”
“Kim En’âm sûresini okursa, her âyetine karşılık yetmiş bin melek gece ve gündüz o insanın bağışlanması için dua eder.”
Kur’an sûrelerinin fazileti hakkında nakledilen hadisler daha ziyade rivayet tefsirlerinde yer almaktadır. Bunların bir kısmı zayıf, bir kısmı uydurma, bir kısmı da sahihtir. İnsanları Kur’an okumaya teşvik için bu konuda hadis uydurma da çokça rastlanan bir durumdur.
KISASU’L-KUR’ÂN
Kur’an Kıssaları
Kıssa, “Bir kimseye bir haberi veya sözü bildirmek” anlamına gelir. Mesela, Yusuf sûresinde anlatılan, Yusuf kıssası için “En güzel kıssa, anlatım tarzı” denmektedir. Kıssalar Kur’an’ın yarısına yakını gibi önemli bir bölümünü oluşturmakla beraber, kıssalarda hedef tarihi bilgi vermek ve insanlara hikaye anlatmak değildir. Kıssa anlatma, Kur’an’ın gerçekleştirmeye çalıştığı hedefine ulaşma yolundaki argümanlardan biridir. Sadece gerçeklerin anlatıldığı bu kıssaların belli konuları ve hedefleri vardır
Kur’an Kıssalarının Gaye ve Hedefleri
Kur’an’da kıssa anlatılmasının hedeflerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
- Resûl-i Ekrem’in, Peygamberliğini ispat etmek.
- Bütün peygamberlerin aynı hakikati anlattığını göstermek.
- Muhatapların ders almalarını sağlamak.
- Müslümanları teselli ve Peygamber’in kalbini takviye etmek.
- Kafirlere, küfrün akıbetini bildirmek.
- Şeytandan sakındırmak.
- Allah’ın nimetlerini insanlara hatırlatmak.
ESBÂBU’N-NÜZÛL
Kur’an âyetlerini bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler diye iki kısımda inceleyebiliriz. Esbabu’n-nüzul, sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri konu edinmiştir. İndiği ortam ve açıkladığı olay anlaşılınca âyet veya sûrenin ilâhi maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına yardımcı olur. Nüzul sebebini bilmek ayetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine çözülmesine katkıda bulunur.
NÂSİH-MENSÛH
Sözlükte nesih; ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak ve birşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir.
Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut önce gelen bir nassın, muahhar sonra gelen bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsih denilmektedir.
TEFSİR ÇESİTLERİ
İndiği günden beri Müslümanlar Kur’an’ı değişik açılardan anlamaya, onu tefsir etmeye çalışmışlardır. Kur’an’ın ilk müfessiri, yine bizzat kendisidir. Kur’an’ın, Kur’an’dan sonra ilk müfessiri Allah Resulü’dür (as). O ihtiyaca göre Kur’an ayetlerine manalar vermiş ve uygulamalarıyla da Kur’an’ın anlaşılmasını sağlamıştır. Her asırda Kur’an’ı anlama çalışmaları yapıldığı gibi bu gayretler günümüzde de sürmektedir. Bundan sonra da sürecektir. Her dönemin getirdiği ilmi gelişmeler ve beşeri/sosyal ihtiyaçlar bir tefsir ihtiyacı doğurmuştur. Tefsirler, Kur’an âyetlerini yorumlamadaki yönteme ve yaklaşım biçimine göre taksime tâbi tutabileceği gibi işledikleri konulara göre de bölümlenebilir:
- Rivayet Tefsiri: Kaynak olarak sadece diğer Kur’ân ayetlerini, Allah Resulü’nden nakledilenleri, sahâbeyi ve tabiinin açıklamalarını esas alarak bunları nakleden tefsirlerdir.
- Dirayet Tefsiri: Rivayetleri yok saymamakla beraber yer yer onları eleştiren, Arap dilinin inceliklerini, İslam dininin ortaya koyduğu temel felsefeyi esas alarak yapılan tefsirlerdir.
- İşârî Tefsir: Kur’an’ın zahiri manasını dikkate almakla beraber ayetlerin müfessire verdiği manaları keşf ve ilham yoluyla açıklayan tefsirlerdir. Bunları tasavvufî tefsir de denmektedir.
- Lugavî Tefsir: Özellikle ilk dönemlerde yapılan ve daha çok lafızların ve cümlelerin delâletini, Kur’an’ın üslûbunu, dil inceliklerini, Kur’an metnindeki iç bütünlük üzerinde duran tefsirlerdir.