Hikmet ve Hz. Lokman Hakîm
Kur’ân-ı Hakîm’de ilim ve hikmete çok değer verilmiş ve inananlar öğrenmeye ve hikmeti elde etmeye teşvik edilmiştir. Kur’ân’da ilimden bahseden yedi yüz elli kadar âyet vardır.
Hikmet (حِكْمَةٌ), tek manalı bir kelime değil; hem din hem ahlâk hem de felsefe alanında kullanılan geniş kapsamlı bir terimdir. Çoğulu “hikem” (حِكَمٌ) şeklinde gelmektedir. Âdilane yargıda bulunmak, iyileştirmek gayesiyle menetmek, zulümden alıkoymak manalarına gelen “hükm” (حُكْمٌ) mastarından gelen bir isimdir.[1] Hakîm de, “hikmet sahibi”[2] demektir. Hikmetin adaletli ve dengeli davranma manalarıyla irtibatından dolayı; “Racülün hakîm” (رَجُلٌ حَكِيمٌ) yani, “hakîm adam” dendiğinde, “adâlet sahibi kimse” de akla gelmektedir.[3] İbn Düreyd’e göre bunun için hükmünde âdil olan kimseye “Hakem” denilmektedir.[4] Allah’ın “Hakîm” olması da hükmün, O’na ait oluşunu[5] ve kararlarında daima hikmet ve adâlet sahibi olduğunu ifade etmektedir.[6] İnsanlar arasında “hakem”in veya “hâkim”in de yaptığı iş, zulme mani olmak yani adâleti gerçekleştirmektir.[7]
Hkm (حَكَمَ) fiil kökünden, kelime if’al babından (اَحْكَمَ الاَمْرَ) “işi sağlam yapmak”[8] manasında da kullanılmaktadır. Bu anlamda, hikmetin ihkâmla bağlantısı sebebiyle “hakîm” kelimesine, “işleri gerektiği gibi sağlam ve kusursuz yapan”[9] anlamı da verilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de, hakîm ismi, peygamberler dahil insanlar için kullanılmamaktadır. Fakat peygamberlere hikmet verildiği gibi, insanlara da hikmet verildiği/verilebileceği genel olarak şöyle belirtilmektedir:
“O, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip edilmişse doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur.” (Bakara, 2/269) İslâm âlimleri, bu âyette geçen hikmet terimini çeşitli şekillerde tanımlamışlardır.[10] Hamdi Yazır, bu âyette hikmete verilen manaları yirmi üç madde halinde tespit etmiştir.[11]
Hikmet Faydalı İlimdir
Hikmet hakkındaki ayet ve hadislerin muhtevasından anlıyoruz ki o, insanı her zaman isabetli düşünmeye, isabetli karar vermeye ve buna göre davranmaya sevk eden derin ve faydalı ilimdir. Bu ilmi Allah, dilediğine verir. Fakat böyle bir ilim başlangıçta ancak düşüncenin ürünü olacağından yüce Allah; “Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler.” buyurmuştur. Allah, kötülükleri engelleyecek, faydaları sağlayacak sebepleri ve hikmetleri, hükümranlıkları, gerçeğin bilgisini, iradeye bağlı olan sevap kazandıracak işleri yapabilme gücünü ve faydalı şeyler yapmayı sadece kendine ait kılmaz. Akıl sahiplerinden dilediğine de verir. “Her kime hikmet verilirse, o muhakkak ki, birçok hayra erdirilmiş olur.” Fakat aklı temiz, özü sağlam olanlardan başkası bunu düşünemez. Hak ile doğrunun ne olduğunu, ne kendisi düşünüp hatırlar, ne de uyarı kabul eder. Bizzat Allah, âyetiyle ihtar edip uyarır da, o yine aklını başına almaz, aklını yormayınca da ilâhî hikmetten faydalanamaz. Demek ki hikmete ermek için vermek yetmez, almak da gereklidir. Veren Allah, keremi geniş olduğundan herhangi bir şarta bağlı ve muhtaç değildir. Ama alacak olan kul şarta bağlıdır. Hikmete ermenin başlangıcı da düşünmedir. Bu da temiz akıl ve temiz kalp ile olur.[12]
Dolayısıyla Kur’ân’ın kastettiği hikmet, bir yığın felsefî nazariyat olamaz. Asırlarca insanların zihinlerini boş yere uğraştırmış ve dalalet vadilerine sürüklemiş; hakikati ararken hakikatten uzaklaştırmış olan bu tür nazariyattan kaçınmayı, Resûlü Ekrem (s.a.s.) bize tavsiye etmektedir: “Faydalı ilim isteyiniz, yararsız ilimden Allah’a sığınınız.”[13] Bundan dolayıdır ki İslâm âlimleri hikmeti tanımlarken, mutlaka “amelle birlikte bulunan ilim” yani pratiğe dönüşen, bütün davranışlarımıza yön veren, tek kelimeyle hayata hakîm bir ilim düşüncesi üzerinde ısrarla durmuşlardır.
Kur’ân-ı Hakîm’de ilim ve hikmete çok değer verilmiş ve inananlar öğrenmeye ve hikmeti elde etmeye teşvik edilmiştir. Kur’ân’da ilimden bahseden âyet sayısı yedi yüz elliye varır. Yüce Kitabımız, âlimi görür; cahili kör kabul eder. “..Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akl-ı selim sahipleri, sağduyulu olanlar düşünüp ibret alır.” (Zümer, 39/9) buyurarak bilen ve bilmeyeni, bu konuda gayreti olanla olmayanı birbirinden ayırır. Bilenleri, daima bilmeyenlerden, bildikleri ölçüde üstün tutar. “..Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı lâzım geldiği tarzda tâzim ederler.” (Fatır, 35/28) ayetiyle, bilen ve bildiği ile amel eden; ilim ve hikmet ehlinin ulaşabileceği seviyeyi nazara verir. Allah’tan hakkıyla korkanların, ancak âlim kulları olduğu hatırlatılır. Bu korku ve haşyet ise hadiste ifade edildiği üzere hikmetin başıdır: “Hikmetin başı Allah korkusudur.”[14]
İşte Kur’ân’ın istediği ilim, boş nazariyat değil, insanın iç dünyasını aydınlatan dinî bilgi ve dış dünyasını aydınlatan müspet ilimdir. Zira “vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.”[15] Hakikat hikmetin, hikmet de hakikatin ta kendisidir. Yüce Allah: “Evet, Biz ileride onlara ayetlerimizi (delillerimizi) gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz.” (Fussılet, 41/53) Yani insanlar “hangi ilmin hangi dalında ihtisas yapmaya çalışırlarsa çalışsınlar, açık ve seçik olarak âfâktaki ve kendi nefislerindeki âyetlerimizi onlara göstereceğiz. Mâhiyet-i insaniyetin abes olmadığını, gelişigüzel gelmediğini, bu mevzûda ortaya atılan faraziye ve hipotezlerin ciddi bir dayanağı bulunmadığını, insan muammasının altında bir kısım hakikatler ve zaman içinde keşfedilecek sonsuz hikmetler varolduğunu ilim onlara söyleyecek; onlar da bu hakikat ve hikmetleri kendi nefislerinde hissedeceklerdir. Hak ve hikmet, onlar için apaçık ortaya çıkacak ve onlar da anlayacaklar.”[16]
İnsan, kendi iç âlemindeki tefekküründe en ince noktalara varıncaya kadar derinlemesine araştırma yaptığı zaman, kendi maddi vücudu üzerinde ilahi sanatların tezahüründen başka, Yaratıcısının kendisine vermiş olduğu manevi duygu ve kabiliyetleri de yakından tanıma imkanını elde eder. Bu sayede sahip olduğu duygu ve kabiliyetleri yerli yerince ve isabetli kullanmaya (hikmet) muvaffak olur. “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” sözü, bu tefekkür faaliyetinin en önemli neticesini beyan eder. Bu şekilde yapılan bir enfûsî tefekkürün, insanı hikmetin mebdei tevhide götürmesi tabiidir. Çünkü: “İnsan, öyle bir nüsha-i camiadır ki Cenab-ı Hak, bütün esmasını insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.”[17]
Kur’ân, enfüsü ve âfakı, yani iç dünyamızı ve içinde yaşadığımız dış âlemi bilgi ve hikmetin iki temel kaynağı saymıştır. Güneşi, ayı, gölgenin uzamasını, gecenin ve gündüzün değişmesini; insanın yaratılışını; renklerinin ve dillerinin çeşitlenmesini, hasılı insanın duyu alanına giren varlıkları ve tabiatta olup biten vs.. bütün olayları; Allah’ın varlığının, kudretinin ve hikmetinin âyetleri (işaretleri) olarak görür/gösterir. Müslümanların görevi, bu âyetleri derince düşünüp incelemek ve anlamak (fıkh anlamında hikmet), bunların yanından körü körüne geçip gitmemektir: “Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, hikmetini gösteren nice deliller vardır ki insanlar yanından geçip gittikleri halde yüzlerini çevirdiklerinden farkına varmazlar.” (Yusuf, 12/105)
Niçin Kur’ân, insanın gözünü tabiata ve tabiatta olup-biten veya olmaya devam eden hadiselere çeviriyor? Çünkü Allah’ın kanunları, her zaman birbirini takip eden bu varoluş ve zahiren yok oluşlarda tecellî etmektedir. Bu kanunlar üzerinde düşünen ve kanunu koyan Yüce Yaratıcının tecelliyatını keşfedenler; varlığı daha iyi tanıyıp hakikatle yüz yüze geleceklerinden, Allah’ın kudretini daha iyi anlayıp, O’na layıkıyla saygı gösterecekleri gibi tabiata da yine onun adına hâkim olurlar. İnsanoğlu yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Kendisine eşyaya müdahale hakkı verilmiş bir üstün varlıktır. Tabiat onun hizmetine amade yaratılmıştır. Ancak insan başta akıl olmak üzere sahip olduğu bütün donanımını isabetli kullanarak hem özünde varolan, fıtratının derinliklerinde saklı bulunan yüce değerleri keşfetmesi hem de mikro-makro bütün varlıkların esrarını bilmesi (hikmet) lâzımdır ki tabiata hâkim olabilsin. Zira tabiata tam hâkim olabilmek ilim ve hikmet işidir. Sadece ilmi değil, ilimle birlikte hikmeti de elinde tutan, hakiki manada güce ulaşır ve hikmetle hâkim olabilir. Hakîm olarak, sahip olduğu güç ve imkanları daha faydalı ve daha isabetli kullanabilir. Bu durumda sahip olduğu madde ve güç ona değil, o maddeye ve güce hâkim olur. Diğer bir ifadeyle ancak hikmetli hâkimiyet, sahip olduğu kuvvetleri heva ve heveslere göre değil, hakkın emri ve rızası istikametinde kullanabilir. İnsanları her çeşit zulüm ve yanlışlardan alıkoyar, uzaklaştırır. Bu da hikmetin adilane hüküm vermek, iyileştirmek gayesiyle menetmek, zulümden alıkoymak manalarıyla içicedir. İnsanoğlunun hak ve adalet anlayışına dayalı hilafet görevini tam temsili de ancak bununla mümkündür. Bunun için, Kur’ân’ın emrettiği ilim, ruhsuz, maneviyatsız bilgi değil, bilakis Yaratan’ı düşünerek varlıkları incelemek ve inceledikçe, insanın Yaratan’a karşı sevgi ve saygısını artıran ilimdir. İnsanı nefsine ve şeytana değil Allah’a yaklaştıran ilimdir. Bu ilim, insanı inkâra değil, hikmetin mebdei imana götürür. Maddeye kulluğa değil, her şeyi sonsuz kudret ve hikmetiyle yaratan Allah’a şükre vardırır. Başıboş ve ifrat-tefritlerin gelgitleri arasında çeşitli zulümlere girip mahvolmaya değil, her ânın hesabını verme şuuruyla, ümit ve korku arasında dengeli ve mesut bir hayata götürür.
Kur’ân âyetlerinin yanında, Allah Resûlü’nün hadislerinde de hikmetin insanlara verildiğini görmekteyiz. Mesela, Peygamberimiz kesin olarak kıskanmayı yasaklamışken yalnız hikmette ve hayırda imrenme anlamında kıskanmayı hoş görmüştür: “Yalnız iki şeye haset (gıpta) edilebilir: Bir adam ki Allah, kendisine hikmet vermiştir, o adam bu hikmeti gereğince hareket ediyor ve bunu başkalarına da öğretiyor. Yine bir kimse ki, Allah kendisine mal vermiştir, o da malı Hak yolunda harcamaya koyulmuştur.”[18] Aslında, Allah Resûlü’nün, hikmeti “müminin kaybolmuş malı” olarak tanımlaması da, bu anlamda çok açık bir ifadedir.
İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesidir. O halde Allah’ın Hakîm ve Alîm sıfatlarından yararlanmaya, ilim ve hikmet sahibi olmaya çalışmalıdır. Peygamberler yeryüzünde Kitap ve hikmetin en emin ve en samimi eşsiz temsilcileridirler. Onların en büyük vazifeleri de Kitap ve hikmeti öğretmektir. İnsan onlardan öğrendiği hikmetle kendini bütün kötü düşünce ve davranışlardan arındıracak, uzaklaştıracaktır. Eşyanın hakikatini idrâk edecek ve Hakk’a teslim olacaktır. O’na içten bağlanacak, masivaya bütün bütün kapanacaktır.
Tek Örnek Hz. Lokman
Kur’ân’da sadece kendisine hikmet verildiği belirtilen peygamberlerden değil, bunun yanında, kendisine hikmet verilmiş salih kimselerden de bahsedilmektedir. Ayette, “Biz, Lokman’a ‘Allah’a şükret!’ diye hikmet verdik.” (Lokman, 31/12) buyrulmaktadır.
Burada kendisine hikmet verildiği belirtilen Lokman’ın kişiliği hakkında çeşitli rivâyetler bulunmaktadır.[19] Tabiîn’den İkrime, Süddî ve Şa’bî, bu zatın peygamber olduğunu söylemişler ise de, İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşü, onun salih bir kul olduğu noktasındadır.[20]
Bu ayette geçen hikmet kelimesine farklı farklı anlamlar verilmiştir. Mücâhid’e göre Lokman’a verilen hikmet, nübüvvetin dışındaki akıl, fıkıh (anlayış), söz ve davranışta isabettir. Taberî’nin kanaati de budur.[21] Katâde ise, hikmeti İslâm’da fıkh (anlayış) olarak yorumlamıştır.[22] İbn Kesîr, Katâde’nin bu görüşünü naklettikten sonra burada hikmetin, fehm, ilim ve ta’bîr anlamına geldiğini belirtmektedir.[23] Beğâvî ise, bu âyette verilen hikmetin akıl, ilim, amel ve onunla her işte isabet etme olduğunu söylemektedir.[24] Beydâvî, Lokman’ın peygamber olmayıp, sadece bir hakîm olduğunu belirttikten sonra hikmetin genel tarifini şöyle yapmaktadır: “Hikmet, insanın nazarî ilimleri tahsil ederek, amel yönüyle de gücü nispetinde, faziletli davranışlara tam bir meleke kazanarak kemâle ermesidir.”[25]
Kâsımî, bu anlamda hikmetin, ona, bir peygamberin lisanıyla veya ilham yoluyla veya -nebî olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre düşünecek olursak- vahiy kanalıyla verildiğini ifade etmektedir.[26] Hamdi Yazır, Beydâvî’nin tarifini aynen vermekte ve bunu şöyle açıklamaktadır: “Yani hikmet, gâh nazarî, gâh amelî olarak tarif edilirse de, tam manasıyla hikmet; illetleri ve sebepleri bilerek gayeye isabet edecek şekilde, ameli ilme, ilmi de amele tevfik etmektir. Bunun için kendine hikmet verilene birçok hayır verildiği beyan buyrulmuştur. Allah Teâlâ’nın, âlemde hikmetiyle koyup tahsis ettiği sebepleri ve hükümleri, yani kanunları keşfederek ondan bir takım ilmî sonuçlar çıkarma yeteneği, şüphe yok ki, Allah’ın büyük bir vergisidir. Hakîm olan kimseye yakışan da ilim ve amel bakımından bunun şükrünü yerine getirmektir.”[27]
Râzî, bu âyette hikmeti “amelin ilme uygun gerçekleşmesi” şeklinde tanımlamaktadır. Ona göre buna muvaffak olan kimseye hikmet verilmiştir. Kim bir şey öğrenir, fakat kendi maslahat ve zararlarını bilmezse, o kimseye hakîm denilemez. O kimse ancak bu mevzuda gayretli sayılabilir.[28]
Kur’ân-ı Hakîm, Lokman’ı hikmet sahibi yani bilen ve bildiğiyle amel eden bir bilge (hakîm) kimse olarak tanıtmaktadır. Kendisine verilen hikmet, müfessirlerin bu izahlarının hangisiyle anlaşılırsa anlaşılsın kavramın anlam alanı içindedir. Allah, kendisine hikmet vermiş, o bunu şükürle karşılamış ve pek çok hayra nail olmuştur. Kur’ân’da, hikmetin en büyük temsilcileri peygamberler arasında, hikmete mazhar kılınmış örnek tek kişi olarak, onlarla beraber anılmak, hatta bir sûreye isim olmak büyük bir hayırdır. Dolayısıyla Lokman örneği, hikmetin ne büyük bir hayır olduğunun ve insanı nasıl bir makama yükselteceğinin en açık örneğidir.
Lokman, bu manevî büyüklüğü ve bilgeliği ile her kültürde bilindiği gibi bizim kültürümüzde de tanınmaktadır. Fakat Arapçadaki “hakîm” kelimesi, Türkçede “hekîm”e dönüştürülerek “tabip” anlamına nakledilmiştir. Halbuki o, sahip olduğu akıl, fehm, ilim, amel ve tecrübeyle sadece ve öncelikle tıp alanında değil, aynı zamanda din, ahlak ve hukuk alanında da çevresindekilere rehberlik yapmıştır. Her alanda isabetli söz söylemiş, isabetli kararlar vermiş ve isabetli davranmıştır. Bu itibarladır ki, Kur’ân’ın sûreleri arasında yerini aldığı gibi insanların sînelerinde de yerini almıştır.
Hz. Lokman’ın Hikmetli Öğütleri
Lokman’a şükür için hikmet verildiği belirtildikten sonra, oğluna yaptığı hikmetli öğütlerinden ve onun sahip olduğu üstün ahlâka dair bazı örnekler de verilmektedir. Lokman sûresinin, 13 ve 19. âyetleri arasında geçen bu hikmet örnekleri, Lokman’a verilen hikmetin mahiyetini ve tezahürlerini de ortaya koymaktadır.[29] Lokman, oğluna nasihat ederken;
1- “Evladım! dedi, sakın Allah’a eş, ortak uydurma. Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13) Lokman’ın bu öğüdü, İsra sûresinde, “İşte bunlar Rabb’inin sana vahyettiği hikmetlerdendir.” (İsra, 17/39) âyetiyle, hikmet olarak vasfedilen, yirmi beş emir ve nehyin başlangıcı “Sakın, Allah ile beraber başka Tanrı edinme, yoksa yerilmiş, bir kenara itilmiş vaziyette kalırsın.” (İsra, 17/22) emriyle birebir örtüşmektedir.
Şirk çok büyük bir zulümdür. Öncelikle bir zulüm, bir haksızlıktır. Çünkü zulüm, bir şeyi yerinden başka bir yere koymaktır. Allah’ın hakkını, Allah’tan başkasına vermektir. Bu yönüyle de hikmetin zıddıdır. Aynı zamanda “Gerçekten Biz, âdem evlatlarını şerefli kıldık.” (İsra, 17/70) âyeti gereğince, Allah’ın şerefli kıldığı, şeref verdiği insan nefsini mahluka ibadet ettirerek alçak ve zelil kılmaktır.[30] Bunun yanında şirk, insanın sadece kendi sahsına karşı bir tahkiri değil, her bir mahlukun hakkına, şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Kâinatın bütün kemâlâtına, ulvî hukuklarına ve kudsî hakikatlerine bir tecavüzdür.[31] Bu yönüyle de adâlet ve hikmetin zıddıdır.
2- “Biz insana, annesine babasına iyi davranmasını emrettik, zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl kadar sürer. İnsana buyurduk ki: Hem Bana, hem de annene babana şükret, unutma ki sonunda bana döneceksiniz.” (Lokman, 31/14) Lokman’ın bu ikinci öğüdü, onun ağzından çıkan bir söz değil, Allah’ın insana tavsiyesidir. Lokman’ın öğütlerini hikaye esnasında ve şirki yasaklamayı te’kid için, ara cümlesi halinde getirilmiş, başlı başına ilâhî bir kelamdır.[32]
Lokman’ın hikmetli öğütleri arasında yer alan bu husus da, İsrâ sûresinde hikmet olarak nitelendirilen bir konudur. “Rabb’in söyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anaya, babaya güzel muamele edin...” (İsra, 17/23)
Yüce Allah, insana anne-babasına iyilik etmesini emretmiştir. Çünkü Allah’tan sonra insanın üzerinde en çok hakkı olanlar, anne-babasıdır. Annesi onu nice güçlüklerle önce karnında, sonra kucağında taşımış, iki yıla yakın emzirmiş, uzun süre ona bakmıştır. Eğer annesi ona böyle bakmasa, belki de canlıların en geç gelişeni olan zayıf insanın güçlenmesi; kendisini yönetecek, koruyacak duruma gelmesi mümkün olmazdı. Bunun yanında babası da annesiyle beraber onu korumuş, yetişmesine emek vermiştir. Büyüyüp gelişmesi için kendisine bu kadar emek veren, hizmet ve iyilik eden anne-babasının bu iyiliklerine karşı, onlara iyilik etmek, elbette insanın üzerine borçtur. İnsan, önce Allah’a, sonra ebeveynine karşı itaatle yükümlüdür. Bunu yapmayan kimse, er geç cezasını çeker. 14. âyetin sonunda yüce Allah, insanın, dünyada ebeveynine karşı davranışlarına dikkat etmesini tekit etmek üzere (اِلَيّ المَصِيرُ) “Dönüş Banadır!” buyurmaktadır. Yani dünyada Allah’a ve ebeveynine karşı yaptıklarından, bir gün Allah’ın huzurunda hesap vereceğini hatırlatmaktadır. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; ferdin hem dünya hem de ahiret hayati adına, aile ve cemiyetlerin de bugünü ve geleceği adına bu prensip önemli bir hikmettir. Denilebilir ki bu hikmeti kaybeden fert, dünya ve urbasını kaybeder. Bu hikmetten mahrum aile, sevgi, şefkat, merhamet ve saadetini yitirir. Bu hikmetten yoksun toplum, emniyet, güven ve asayişten mahrum kalır. Tek cümleyle ifade edecek olursak, bu hikmeti gözetmeyen fert ve toplumlar dünya/ukba cennetini kaybederler.
3- “Eğer onlar hiç bir ilimde yeri olmayıp muhal olan şirki isnad ettirmek üzere bana ortak saymaya zorlarlarsa sakın onlara itaat etme. Ama o durumda da kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık. Bana yönelen olgun insanların yolunu tut. Sonunda hepinizin dönüşü Bana olacak ve Ben, işlediklerinizi tek tek size bildirip karşılığını vereceğim.” (Lokman, 31/15)
Ebeveyne itaat önemli bir hikmettir. Öyle bir hikmet ki bu hikmetten daha nice hikmetlere ulaşılır. Fakat ebeveynin emirleri, Allah’ın emir ve nehiylerine ters düşerse bu konuda onlara itaat gerekmez. Çünkü Yaratan’a isyan olacak işlerde yaratılmışlara itaat edilmez. Yaratan’ın hakkı, anne-babanın hakkından üstündür. Şirk, Allah’ın nimetlerine nankörlüktür. Yüce Allah, müşrik anne-babası, bir kimseyi Allah’a şirk ve isyana sevk etmek istedikleri takdirde onlara itaat etmemesini emretmektedir. Fakat müşrik de olsalar dünya işlerinde anne-babasıyla iyi geçinmesini, onların gönüllerini kırmamasını; ahiret işlerinde ise, Peygamberin ve müminlerin yoluna uymasını emretmektedir. İslamî, insanî ve içtimaî açıdan baktığımızda bu hükmün, hikmetin ta kendisi olduğunu görürüz. Bu uygulamanın hikmetlerini saymak başlıca bir makalenin konusudur. Bu emre İslamî tebliğ ve irşat açısından da baktığımızda farklı hikmet ve güzelliklerle karşılaşırız. 15. âyetin sonunda yine insanların Allah’a döneceklerini, dünyada yaptıkları her şeyin kendilerine haber verileceğini hatırlatmaktadır. Böylece ayet, ahiret hesap ve sorumluluğunu düşünerek Allah’a ve ebeveyne karşı davranışlarına dikkat etmesi için insani uyarmaktadır.
4- “Evladım, yapılan iş, bir hardal tanesi kadar küçük de olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, yahut göklerin veya yerin herhangi bir noktasında bile bulunsa, mutlaka Allah, onu meydana çıkarır. Allah öyle Latîf, öyle Habîr’dir: İlmi gizliliklere pek kolay bir tarzda nüfuz eder.” (Lokman, 31/16) İşte hikmetin başı bu şuur ve bu dikkattir. Bu hassasiyete sahip olabilmektir. Allah Resulü’nün ifadesiyle “hikmetin başı mehafetullahtır.” Nerede olursak olalım, Allah’ın emir ve yasakları karşısında takva ve istikamet içinde hareket etmeye gayret etmektir.
5- Beşinci öğüdünde, Lokman, oğluna namaz kılmasını, iyiliği emir, kötülükten men ve başına gelenlere sabretmesini öğütlüyor. Bunların yapılması gerekli önemli işlerden olduğunu söyle vurgulamaktadır: “Evladım, namazı tastamam kıl, iyiliği yay, kötülüğü de önlemeye çalış ve başına gelen sıkıntılara sabret. Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren ağır işlerdendir.” (Lokman, 31/17)
Namaz bütün ibadetlerin piri ve İslamiyet’in de direğidir. Ankebût suresinde belirtildiği üzere “...muhakkak ki namaz, her türlü hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût, 29/45) Bu fonksiyonuyla namaz hikmetin “bir kimseyi yanlışlardan alıkoyma, kötülüklerden menetme” anlamıyla birebir örtüşmektedir. Bu açıdan baktığımızda namaz, mü’mini hikmete ulaştıran bir kaynaktır. Gerçekten emredildiği şekilde ve sırf Allah’ın hoşnutluğu için eda edilen bir namaz, diğer bir tabirle ihlas yörüngeli, rıza hedefli kılınan bir namaz, bir de devam gözetilirse bugün olmasa da yarın mutlaka insanı ahlak dışı davranışlardan ve meşru olmayan işlerden alıkoyar. İnsanı fuhşiyattan alıkoyan bir ibadet, elbette evleviyetle şirk ve şirki işmam eden şeylerden, dalalet ve dalalete sürükleyen saiklerden de uzaklaştırır.
Lokman’ın, namazı tavsiyesinin arkasından iyiliği emir ve kötülüğü nehyi getirmesi de manidardır. Ayrı bir hikmettir. Çünkü emri bi’l-ma’ruf dinin müeyyidatındandır. Bir mümin şahsi istidat ve ferdî sorumluluğunu aşarak toplumdaki yanlışlıkları düzeltme yoluna girince, başına bir sürü gailelerin geleceği kaçınılmazdır. Nice yılların kazandırdığı alışkanlıkları terk edemeyen veya menfaati zedelenen kişi ve kuruluş varsa, hepsi ona karşı çıkacak ve onu baskı altına alacaklardır. İşte böyle bir durumda mümin, bütün bunlara direnip, çizgisini koruma mecburiyetindedir.[33] İşte çizgiyi korumada sabır, önemli bir dinamik ve önemli bir hikmettir. Zira tepkiler veya baskılar, tenkitler veya olaylar karşısında sabretmeyen kimse isabetli düşünemez ve isabetli karar veremez. Yani hikmete uygun hareket edemez. Diğer bir ifadeyle sabretmeyen hikmete ulaşamaz.
Ayrıca burada, hem namazın hem de iyiliği emir ve kötülüğü nehyin diğer ümmetler için de söz konusu olduğu vurgulanmakta ve bu aynı zamanda bir mümine hitap üslubu içinde sunulmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Lokman, daha önce oğlunu “Oğulcağızım, sakin Allah’a eş-ortak koşma; bilmelisin ki şirk büyük bir zulümdür.” diyerek onu münkeratın en büyüğü ve çirkininden vazgeçirdikten sonra, burada da ona İslam esaslarının en büyük rüknü ve cihadın hemen her zaman, herkes için geçerli bir buudu olan emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkeri hatırlatarak en önemli bir ibadetin yanında umum ubudiyetin müeyyidesine de dikkatleri çekip daha işin başında şer’î muvazenenin ehemmiyetini vurguluyor. “Başına gelenlere sabret, bunlar azim ve kararlılık gerektiren ağır işlerdendir” fermanına gelince, bu müstakil bir sorumluluk hem de önceki iki vazifeden ötürü başa gelmesi mukadder hadiselere karşı bir teyakkuz manasına gelmektedir.[34]
6- Bu bölümde Lokman, insanlarla iletişimin ve onlarla beraber yaşamanın temel âdap ve kurallarına geçmektedir. Oğluna, herkesle eşit olduğunu ve ‘insanların içinde, insanlardan bir insan olmasını’ öğütlemektedir.[35] “Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme, yerde çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah, kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürürken ölçülü, mutedil yürü. Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma. Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.”(Lokman, 31/18-19)
Bir önceki nasihatte beş öğüt emredilmişti. Bunlar:
1- Namazı hakkıyla ifa et.
2- İyiliği yay.
3- Kötülüğü önlemeye çalış.
4- Başına gelene sabret.
5- Azimli ve kararlı ol.
Bu iki âyette de Hz. Lokman, oğlunu dört şeyden sakındırmaktadır:
1- Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme.
2- Çalımlı çalımlı yürüme.
3- Yürürken mutedil yürü.
4- Bağırarak konuşma.
İsrâ sûresinde, hikmet olarak nitelendirilen âyetler arasında da kibir konusuna yer verilmiştir. “Hem kibirli kibirli yürüme! Zira ne kadar kibirlenirsen kibirlen, ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin. Böylesi davranışların hepsi kötü olup, Rabb’inin nazarında hoş görülmeyen şeylerdir.” (İsra, 17/37-38)
Hz. Lokman’ın “Yürürken ölçülü, mutedil yürü.” öğüdünde, aslında âyetin siyak ve sibakı gösteriyor ki; buradaki mesele, ne adım ne de yürüyüş şeklidir. Hızlı veya yavaş yürümenin kendisinde, ahlâken hatalı bir şey olmadığı gibi, yürümek için konmuş bir kural da olamaz. Bir kimsenin acelesi varsa hızlı yürümek zorundadır. Bunun yanında söyle bir dolaşmaya çıkan birinin yavaş yürümesinde ise herhangi bir sakınca yoktur. Mutedil yürüme için bir ölçü bulunsa bile her şahıs ve her zaman için geçerli bir kanun konamaz. Âyette asıl kastedilen, kibirli kibirli yürüyen kimsenin ruh durumunu ıslahtır. Bir kimsenin kibir ve gururu, onun ruh halini ve kibrinin sebebini gösteren yürüyüş biçiminde, adım atışında yansır. Servet, iktidar, güzellik, bilgi, kuvvet ve bu tür şeyler, insanı gururlu kibirli, hâle getirir ve her biriyle birlikte oluşan bir yürüyüş biçimi vardır. Buna mukabil bir tevazu gösterisi içinde yürümek de bir başka ruhî hastalığın sonucudur. Bazen bir insanın kendini beğenmişliği gösterişe kaçan bir tevazu, takvâ ve dindarlık şeklini alır ve bu durum, yürüyüşünde yansır. Yine bazen insan, bu dünyanın sıkıntılarından öyle bunalır ki, dünyaya küser ve hasta kimseler gibi yürümeyi âdet edinir. İşte Lokman’ın demek istediği şudur: “Bu akıl ve ruh durumlarından kaçın; gösterişsiz, mütevazi ve vakur bir kimse gibi yürü; yürüyüşünde ne her hangi bir gurur ve kibir gösterisi olsun, ne acziyet ifadesi ve ne de bir takvâ tevâzu gösterisi.”[36]
Hz. Lokman’ın burada saydığı esaslar aslında İslam’ın temel emirlerindendir. Sözgelimi namaz, İslam’ın başta gelen önemli şartlarından biridir. İyiliği emir, kötülüğü nehiy Kur’ân’ın daima üzerinde durduğu, müminlerin önemli özelliklerinden bir tanesidir. Diğer daha çok ahlâkî olan bazı tavsiyelere gelince, bunlar iman eden bir insanın sahip olması gereken temel vasıflardandır. Bunlar, insanın diğer bütün davranışlarıyla da irtibatlıdır. Dolayısıyla mümin, hayatının her alanında ve her anında kitap, sünnet (hikmet) ve Kitap ve sünnete uygun ibadeti de içine alan adalet üzere hareket edecek, bu sayede ifrat ve tefrite düşmekten kurtulacak, istikâmet üzere yaşayacaktır. Bu istikâmet, her müminin, günlük beş vakit namazında kırk defa Allah’tan talep ettiği “Sırât-ı Mustakîm”dir.
[1] İbn Fâris, Ahmed b. Zekeriyya, Mu’cemu mekayisi’l-luga, hkm md., (thk. Abdusselam Muhammed Harun), Beyrut 1991; İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab, hkm md., XII, 141, Kahire ty.
[2] İbn Manzûr, hkm md., XII, 140.
[3] İbn Manzûr, hkm md., XII, 143.
[4] İbn Düreyd, hkm md.
[5] İbn Manzûr, hkm md., XII,140.
[6] İbn Düreyd, hkm md.
[7] Zebîdî, hkm md., XVI, 160.
[8] İbn Manzûr, hkm md. XII, 143; Zebîdî, hkm md., XVI, 161, 141.
[9] Cevherî, hkm md.; İbn Manzûr, hkm md., XII, 143.
[10] Bu tanımlar için bkz., Taberî, III, 90-91; Semerkandî, I, 231-232; Begâvî, I, 334; Kurtûbî, III, 213-214; Ebû Hayyân, II, 320; İbnu’l-Cevzî, I, 324.
[11] Yazır, Hamdi, II, 915-926.
[12] Yazır, Hamdi, II, 913-914.
[13] İbn Mâce, Dua, 3; Münâvî, IV, 108.
[14] Münâvî, III, 574. Münâvî hadisin sahih olduğunu belirtmektedir.
[15] Nursî, Said, Münazarat, s.1956.
[16] F. Gülen, Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 26
[17] Nursî, Said, Sözler, s. 640, Sözler Yay. İstanbul 1989
[18] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 267.
[19] Lokman İbn Bâurâ, Âzer evladından olup, Eyyûb (a.s.)’ın kız kardeşinin veya teyzesinin oğlu olduğu söylenmektedir. Bunun yanında farklı rivayetler arasında Sudanlı veya Habeşli bir köle olduğu da yer almaktadır. Bin sene yaşadığı ve Dâvud (a.s.)’in dönemine yetiştiği, ondan ilim aldığı ve İsrâiloğulları içinde kadılık yaptığı rivâyet edilmektedir. Bu rivâyetler ve bu konu hakkında daha geniş bilgi için bkz., Zemahserî, III, 23; İbn Kesîr, VI, 336-338; Çakmakçı, Cevdet, Lokman Bibliyografyası, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, sayi, 4, s. 295-302, Ankara Üniv. Basımevi 1980.
[20] Taberî, XXI, 67; Semerkandî, III, 20; Begâvî, VI, 286; Zemahserî, III, 231; Tabersî, V, 51; İbnu’l-Cevzî, VI, 317; Kurtûbî, XIV, 41; İbn Kesîr, VI, 337; Kâsimî, XIII, 4796; Âlûsî, XXI, 82-83; Yazır, Hamdi, VI, 3842.
[21] Taberî, XXI, 67; Semerkandî, III, 20; Âlûsî, XXI, 83.
[22] Taberî, XXI, 67; İbn Kesîr, VI, 338.
[23] İbn Kesîr, VI, 286. Kanaatimce burada “ta’bîr” kelimesinden kastedilen, “te’vîlu’l-ehâdîs” yani olayların isabetli yorumlanmasıdır.
[24] Begâvî, VI, 286.
[25] Beydâvî, II, 227.
[26] Kâsimî, XIII, 4795-4796.
[27] Yazır, Hamdi, VI, 3842-3843.
[28] Râzî, VI,733-734.
[29] Kutub, Seyyid, V, 2781.
[30] Yazır, Hamdi, VI, 3844.
[31] Nursî, Said, Şuâlar, s. 11.
[32] Kurtûbî, XIV, 43; İbn Âşûr, XXI, 156; Zuhaylî, XXI, 147; Mevdûdî, IV, 295; Yazır, Hamdi, VI, 3844.
[33] Fethullah Gülen, Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar, II, 320
[34] Fethullah Gülen, Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar, II, 320
[35] İbn Âşûr, XXI, 166.
[36] Mevdûdî, (Lokman, 19’da) IV, 331-332.