Bir Tevhid Delili Olarak Şükür: Şükrün Aklî Delilleri
Bediüzzaman, şükrü insanın yaratılış gayesi, ibadetlerin özü olarak değerlendirir. Şükrün ibadet anlamını ihtiva etmesi sebebiyle, bu kavramı aklî delillerle de açıklar. Şükür hakkında yazan önceki müellifler, şükrün Kur'ân ve Sünnet'ten delilleri üzerinde durmuşlar; daha ziyade de şükrün tezahürlerini incelemekle yetinmişlerdir. Şükür kavramını, ayrıca aklî delillere dayanarak ispat etme cihetine gitmemişlerdir.
Bediüzzaman Said Nursî, Rabbin hoşnutluğunu kazanma ve kulluğun hakkını verebilmek için “acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak” esaslarını benimsediğini, bu esaslar içinde en önemlisinin de şükür olduğunu söyler (28. Mektub; 4. Mektub). Şükür, Bediüzzaman'ın tefekkür sisteminde son derece önemli kavramlardan birisidir. O, şükür kavramını sık sık zikretmekte, şükür konusuna değişik vesilelerle bir çok yerde temas etmektedir. Bediüzzaman, şükrün Cenab-ı Hakk'ın Rahmân ismiyle alâkalı olduğunu belirtir. Bu yaklaşım şükre, Allah Teâlâ'nın bilinmesi ve tanınmasını temin eden bir tevhid delili hüviyeti kazandırmıştır. Bu makalede onun “Şükür Risalesi” (28. Mektub, Beşinci Mesele) adlı küçük risalesi ekseninde, şükürle ilgili görüşleri tahlil edilmeye çalışılacaktır.
Şükrün Tarifi
Görülen herhangi bir iyiliğe karşı gösterilen memnuniyet ve minnettarlık anlamındaki şükür hakkında çok söz söylenmiş, bu kavramın bir çok tanımı yapılmıştır. Şükrü, “insana bahşedilen duygu, düşünce, âzâ ve cevârihi (uzuv ve latifeleri) yaratılış gayeleri istikametinde kullanmak” şeklinde tanımlamak mümkündür ki, o, “kalple, lisanla, ifâ edilebileceği gibi bütün uzuvlarla da yerine getirilebilir” (M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, İzmir 2001, s. 135). Müfessir Hamdi Yazır, şükür hakkında “Şükür, geçmiş olan bir nimete kavlen, fiilen veya kalben Mün'imini tazim ile mukabele etmektir. Sadece fiilen veya kalben yapılan şükür ne medihtir ne hamd. Lâkin lisan ile kavlen yapıldığı vakit hem hamd hem medih olur ve bu hamd şükrün başıdır. Hamd ve şükür, ikisi de bir hakk u hakikat aşk u inşirahı ve binaenaleyh ahlâkı olmakla beraber, hamdde mânâ-yı şevk, şükürde mânâ-yı sadakat daha barizdir. Bu suretle şükür bir mâzi-i mütehakkıkın hatıra-i tebcili olduğundan daha zor, yapanları daha azdır” (Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1979, I, 57) diyerek, hem şükür kavramını tanımlamış, hem de yakın anlamlı şükür ve hamd kelimeleri arasındaki farka işaret etmiştir.
Fethullah Gülen ise, hamd ile şükrü, ikisi arasındaki farka da işaret ederek, şöyle tarif eder:
Hamd: Hamd edilecek zâtın ihtiyarıyla verdiği nimetlerine mukâbelede bulunma ve ona teşekkür etmenin yanı sıra O, hamdedilmeye lâyık ve bütün ihsânın menbâı olması sebebiyle de O'na karşı arz-ı şükür etme mânâsını ihtiva eder. Hamd'de O'nun sahip olduğu ihsan ve nimetlerin bize ulaşıp ulaşmaması önemli değildir. Önemli olan, o şahsın böyle bir hamde liyâkatıdır. Dolayısıyla bizim Cenâb-ı Hakk'ın büyüklük ve lütuflarına karşı şükür ve medih hissimizi arzetmemiz bir hamddir.
Şükür: Şükür, kendisine teşekkür edeceğimiz zât tarafından, bize ihsan edilen nimetlere mukâbil yapılan bir teşekkürdür. Bu teşekkür nimete karşı olur. Bu da ya lisan, ya davranış, ya da kalble yapılır. Görülüyor ki teşekkür umumidir. Hem dille, hem kalble, hem de hareketlerle yapılabilir. Onun içindir ki namaz, Allah'a karşı bir teşekkürdür. “Eş-şükrü lillah” demek, Allah'a karşı bir teşekkürdür. Ve kalbin Allah'ın nimetleri karşısında eziklik hissetmesi veyahut o nimetlerden dolayı Mevlâ'nın kendisine merhamet ettiğini düşünüp vecd ve istiğrak içinde bulunması, Allah'ın nimetlerine mukâbil bir teşekkürdür. (Fatiha Üzerine Mülahazalar, 109-110)
Şükür konusu üzerinde tafsilatlı bir şekilde ilk duran mütefekkirlerden birisi İmâm Gazzalî'dir. Gazzâlî, şükrü sabırla birlikte ele almış, şükür konusunu detaylı bir şekilde inceleyerek tevhid ile şükür arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. Şükrün “Verilen nimeti minnet duygusu içinde itiraf etmek” ve “İhsanını anarak ihsanda bulunanı övmek” şeklinde tanımları yapıldığını, anılan tanımların yeterli olmadığını söyleyen İmâm Gazzalî, “şükür hakkında yapılan tanımların hiç birinin tam anlamıyla şükrü ihata edemediğini” belirtmiştir. Ona göre bu kavramın hakikatini kavrayabilmek için şükrün, ilim/bilme, hâl/hissetme ve amel/yapma olmak üzere üç ciheti bulunduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Yapılan tanımlar, şükrün bilme, hissetme ya da amel ciheti esas alınarak yapıldığı için eksik kalmışlardır. Bu sebeple şükür, kısaca “nimeti, nimeti verenden bilme, nimetin verilmesinden dolayı mutluluk hissetme ve nimeti veren kişinin maksadına ve sevgisine uygun bir şekilde davranma” şeklinde anılan üç yön dikkate alınarak tanımlanabilir. Bu durumda esas olan bilmektir; bilmek, minnet duyma hissini/hâlini ortaya çıkarır, bu duygu da ona göre davranmayı netice verir. Gazzalî, daha sonra şükür kavramını bu üç açıdan tahlil ederek, sistemli bir şekilde açıklar (Gazzalî, İhyâu ulûmi'd-dîn, Beyrut ty., 4: 81, 84).
Gazzalî, kendinden önceki mutasavvıfların şükür hakkında yaptıkları tanımları yukarıda izah edildiği şekilde değerlendirmiş ve bu tanımları şükrün yalnızca bir ya da iki yönünü dikkate aldığı için yetersiz bulmuştur. Ona göre şükür, bilme, hissetme ve yaşamadan müteşekkildir. Şükrün bilgi yönü, bütün nimetlerin Allah Teâlâ tarafından ihsan edildiğini, aradaki vasıtaların da yine O'nun tarafından teshir edildiğini bilmek demektir. Nimetlerin ve aradaki sebeplerin Cenab-ı Hak tarafından yaratıldığını bilmek ise, Allah Teâlâ'yı takdis etmek ve O'nun birliğine iman etmektir. Bu bilginin içimizde tam yerleşmesiyle davranışlarımızda şirke düşmekten kurtulmuş oluruz (Gazzalî, 4: 82). Böylece şükür, amellerimizde şirkten kurtuluşun yolu olmakta; onun Kur’ân-ı Kerim'de şirkin karşıtı olarak kullanılmasının sebebi anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman'ın Düşünce Yapısında Şükür
Çağımızın büyük mütefekkiri Bediüzzaman ise şükrü, “nimetleri doğrudan doğruya Cenab-ı Hak'tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmektir” (29. Mektub; 1. Söz) şeklinde tanımlamıştır. Bu sözüyle o, şükrün, bilme, dile getirme ve hissetme şeklinde Gazzâlî'nin de temas ettiği üç farklı yönü üzerinde durmuştur. Ancak nimetlere ihtiyaç hissetmeyi, son merhalede zikrederek, bu duyguya sahip olmanın önemine ve zorluğuna işaret etmiştir.
Bediüzzaman, nimetin nimet olduğunun farkına varmak ve kıymetini takdir etmeyi “manevî şükür” mefhumu içinde değerlendirir (29. Mektub). Bu sebeple, nimetin kıymetini bilme esasına dayalı iktisatlı yaşamayı ve nimetin kıymetini anlamayı temin eden orucu “manevi şükür” olarak nitelendirir. Nimetin kıymeti, nimetin yokluğunda daha iyi anlaşılır. Oruç, nimetlerin kadrini anlamamızı sağlaması cihetiyle manevî şükre ulaştıran önemli bir vesiledir. Bu hususta Üstad, Ramazan-ı şerife dair bir risalesinde “Tat alma duyusu, iftar vaktinde kuru ekmeğin çok kıymetdar bir nimet-i ilahîye olduğuna şehadet eder” der (29. Mektub, ikinci kısım). Yine aynı yerde Bediüzzaman, “Oruç vasıtasıyla insanın mevhum rubûbiyeti kırılır, ubûdiyeti takınır. Hakiki vazifesi olan şükre girer... Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu anlar. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı ilâhiyeye ilticâa bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır” diyerek, manevî şükür olarak orucun acz, fakr, şevk ve şükür esaslarının dördünü birden ihtiva ettiğini ifade eder. “Ramazan-ı şerifteki oruç, hakiki, halis, azametli ve umumi bir şükrün anahtarıdır” (29. Mektub) sözüyle, oruçla elde edilen manevî şükrün, değerine dikkat çeker.
İktisatlı bir hayat sürme, “nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, nimetin içindeki lezzetin hissedilmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzetin tadılmasına kuvvetli bir sebep olduğu için” (19. Lem'a) iktisat manevî bir şükürdür. Bediüzzaman, israf ve iktisatsızlığın şükrün zıddı olduğunu, “Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı zararlı bir küçümsemedir. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır” (19. Lem'a) sözleriyle ifade eder. İsraftan sakınma ve oruç iradeyle tercih edilen hâllere karşı manevî şükürler oldukları gibi, musibetlere ve fakirliğe karşı gösterilen sabır da manevî şükür ve ubûdiyet yerine geçer: “Musibet zamanında yapılan şükür, musibetin her saatini bir gün ibadet hükmüne geçirir. Zira bu tür ubûdiyete riya giremez.” (2. Lem'a) Musibet ve hastalık zamanlarında Cenab-ı Hakk'a karşı şükür hisleriyle dolu olmak, nimetin ve sağlığın değerini anlamamızı temin eden en samimi kulluk hâlidir.
Bediüzzaman, bazı mutasavvıfların “terk-i dünya” anlayışına karşı “şükr-ü mutlak” kavramını öne çıkarır (4. Mektub). Dünya nimetlerinin terkini değil, İlâhî nimetlerin kıymetinin bilinip hakkıyla tanınması ve Rahmet-i İlâhiye'nin lütufları üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini söyler. Ona göre, şükür hakikatini gerçekleştirmeye vesile olması cihetiyle tat alma duyusunun, kalbe, ruha ve akla bakan bir yönü bulunur. Ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olan kişiler, lezzeti sırf şükür maksadıyla istemek kaydıyla leziz taamları tercih edebilir. Şükretmek maksadıyla lezzetli yiyecekleri tercih etmek de manevi bir şükürdür. Ancak insan, “İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek ve İlâhî nimetlerin çeşitlerini hissedip tanımak kaydı ile ve meşrû olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir.” (19. Lem'a).
Bediüzzaman'ın düşüncesinde şükür ile şefkat arasında yakın bir alâka bulunduğu görülmektedir. O, kendi yolunun esaslarını açıkladığı 26. Söz'ün zeylinde “acz, fakr, şefkat ve tefekkür”ü zikreder. Mektubât'ta ise, “şükür” ve “şevk”i de zikreder (4. Mektub). Ona göre, şükür Rahmân sıfat/ismiyle, şefkat ise Rahim ile alâkalıdır. Şükrün hem tefekkür, hem de his yönü bulunmaktadır. Şükrün hissî yönü şefkate dayandığı için, “halis şükrün, şefkatle yoğrulduğunu” söyler (32. Söz). Şükür, Cenab-ı Hakk'a karşı kulun muhabbet ve ubudiyetini, şefkat ise kulun daha ziyade diğer varlıklara karşı takındığı merhamet hissini ifade eder. Bu sebeple o, “insanlara şefkat etmenin hakiki şükrün bir esası olduğunu” (29. Mektub) belirtir.
Şükür konusunu müstakil olarak ele aldığı “Şükür Risalesi” (28. Mektub, Beşinci Mesele) incelendiği zaman, Bediüzzaman'ın daha ziyade ahlâkî ve tasavvufî bir kavram olarak ele alınmış şükür kavramını, metafizik açıdan da nasıl temellendirdiği görülecektir. Bediüzzaman, önce şükrün hakikatini (gerçekte ne olduğunu) açıklar, ona göre şükür, “Âlemin yaratılışının (hilkat) en önemli neticesidir”. Şükür Risalesi, bu kaziyyeyi ispat eder. “Hilkat”in en önemli neticesinin şükür olduğunu belirttikten sonra, bu hükmünü ispat için kâinattan başlayarak delillerini sıralar. Öncelikle şükrün yaratılış ve varlık âlemi içindeki yerini tespit eder ve tespitlerini tabiattan verdiği örnekler ve gözlemleriyle pekiştirir. Bu kısımda şükrün varlık hiyerarşisindeki konumunu ortaya koymak maksadıyla yaptığı istidlâl, aynı zamanda tevhidi ispatlayan bir akıl yürütmedir. Hattâ onun bu istidlâl ile öncelikle tevhidi ispatlamayı hedeflediği, şükür kavramını bunun için bir vesile olarak kullandığı bile söylenebilir. Daha sonra da, şükrün İlâhî isimlerle irtibatını açıklar. Son kısımda ise, insanın şükür ile Cenab-ı Hakk'ın birliğini nasıl hissedeceği, şükürsüzlüğün inanmayan insanların psikolojisinde yaptığı manevi tahribatı, şükrün tevhid ile bağlantısını kurarak, örneklerle izah eder.
Şükürde Tevhid Delilleri
- Kâinat Delili
Şükür risalesinin başında Allah Teâlâ'nın bir çok âyetinde kullarından şükretmelerini istediği, şükre davet ettiği; ayrıca “Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkar edersiniz” (Rahmân, 55/13) gibi âyetlerle de şükürsüzlüğün hakkı tekzip ve inkar anlamı taşıdığı ifade edilerek, önce konunun nakli delilleri sıralanır. Daha sonra Kur'ân, yaratılışın neticesinin şükür olduğunu beyan ettiği gibi, büyük bir Kur'ân hükmündeki kâinat tetkik edildiğinde de yaratılışın en mühim neticesinin şükür olduğu görülecektir, denilerek dikkatler kâinata çevrilir. Bediüzzaman'a göre kâinat, şükrü netice verecek şekilde biçimlendirilmiştir. Yaratılış ağacının meyvesi ve kâinat fabrikasının çıkardığı ürünlerin en âlâsı şükür olduğundan, kâinattaki her şey bir derece şükre bakmaktadır. Bediüzzaman, bu hükmü yine kâinattan hareketle şöyle delillendirir: Âlemin yaratılışı incelendiği zaman görülecektir ki varlık âlemi, ortasında hayat olan bir daire gibi yaratılmıştır. Bütün varlıkların hayata hizmet eder ya da hayat için gerekli şeyleri yetiştirecek şekilde hayat eksenli tanzim edilmesi, Yaratıcı'nın kâinatı yaratma gayesinin hayat olduğunu gösteriyor. Sonra hayat dairesinin ortasında insanın bir nokta şeklinde merkezî bir hüviyette yaratıldığı görülmektedir. Hayat sahibi varlıkların insanın etrafında toplanması ve ona hizmet etmesi gösteriyor ki, canlılardan istenen bütün gayeler insanda temerküz etmiştir. Bu durum açıkça canlı varlıklar içinde insanın seçildiğini ve bu seçimin Allah Teâlâ'nın irade ve ihtiyarı ile olduğunu gösteriyor. Sonra, insanlık âleminin ve bütün hayvanların bir daire şeklinde rızkın etrafında kümelendiği görülmektedir. Rızkın bir çok çeşidi vardır. Rızkın bir çeşidi olan yeme-içme için dile konulan son derece hassas tat alma duyusuyla tadılanlar bile rızkın önemini göstermeye yeterlidir. Binaenaleyh rızık, kâinat içindeki en ilginç, en güzel ve en kapsamlı hakikattir.
Bediüzzaman, rızık olan nimetlerdeki güzel koku ve şekillerin insanı şükre davet ettiğini, insanlarda yeme zevki ve şevki meydana getirerek, manevi şükür olan takdir ve hürmeti ortaya çıkardığını, böylece şuurlu varlıkları nimetlere değer vermeye sevk ederek, onları söz ve davranışlarıyla da şükretmeye teşvik ettiklerini söyler. Ona göre “Rızık, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor; kader giydiriyor; inayet besliyor. Hayat muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık, gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür” (Mektubat, “Hakikat Çekirdekleri”, madde 85). Bu sebeple, rızık hakikatinin önemi hayat gibi hemen kavranamamakta, ancak iman ve tefekkürle anlaşılabilmektedir.
Bediüzzaman, varlık-hayat-rızık hakkındaki açıklamalarının ardından rızık ile şükür arasındaki ilgiyi şöyle açıklar: “Şimdi görüyoruz ki, her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Öyle de rızık dahi, bütün envâıyla, manen ve maddeten, hâlen ve kalen şükürle kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü rızka iştah ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet ve küfürle o fıtrî şükrün mâhiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor. Rızık, şükürle son derece kıymetli bir hazine olduğu hâlde şükürsüzlükle gayet kıymetsiz hayvanî zevklerin tatmin edildiği bir nesne hâlini alır. Bu durumda insandaki şükür duygusunun mahiyeti de değişerek, tamamen hayvanî bir iştiha ve cismanî menfaatleri temin eder bir hüviyet kazanmaktadır.
Bediüzzaman, şükrün kâinattaki mevcudiyetini ve hakikatini yukarıda anlatıldığı şekilde delillendirdikten sonra, bu defa da onun Allah Teâlâ ile irtibatını kurar ve “şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zahiriyesiyle beraber, daimi, hakiki, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmâniyi şükürle kazandırır” der. O, şükrün en âli ve tatlı zevk olan Rahmân'ın iltifatını kazanmaya vesile olduğunu da belirtir. Daha sonra, yaptığı açıklamalara, kâinattan, hayvanlar âleminden örnekler zikrederek, tespitlerini müşahhaslaştırır.
Bediüzzaman, Risale'nin bu kısmında öncelikle şükrün önemini vurgulamayı hedeflemiş gibi görünse de, onun bir diğer, hattâ denebilir ki en önemli maksadı, şükrü Allah Teâlâ'nın birliğine reddedilemez bir delil olarak da kullanmaktır. Nitekim Bediüzzaman, Şükür Risalesi’nde anlattığı hayat-şükür ilişkisinin varlık âlemi içindeki konumuyla ilgili istidlâli, bir çok yerde tevhidin ispat delillerinden birisi olarak yeniden ele alır. Hayatın önemi üzerinde durduğu bir yerde, “Hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir İlâhî maksat ve âlemin yaratılışının en mühim bir neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir büyük sırdır” (30. Lem'a, Beşinci Nükte) diyerek, hayat-şükür ilişkisine temas eder. Yine aynı yerde hayatın var edilmesinin ve insanın yaratılış gayesinin şükür olduğunu şöyle anlatır:
Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi kâinatın yaratılış sebebi, ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet, bu kâinatın Sâni-i Hayy u Kayyum'u bu kadar hadsiz nimet çeşitleriyle Kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür; ve sevdirmesine mukabil, sevmelerini ve kıymettar sanatlarına medh ü sena etmelerini ve Rabbanî emirlerine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele etmelerini ister. İşte bu Rububiyet sırrına göre teşekkür ve ubudiyet bütün envâ-i hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. “İbadet Cenab-ı Hakk'a mahsus, şükür O'na layık ve hamd O'na hastır' diye çok tekrar ile beyan ediyor.” (30. Lem'a)
- Esmâ Delili
Bediüzzaman, İlâhî isim ve sıfatları kâinatı keşfeden, eşyanın hakikatinin ve gerçek mahiyetinin kavranılmasını temin eden ışık kaynakları şeklinde tasavvur eder. Bu sebeple, bir çok meseleyi İlahî isimlerden hareketle açıklar, delillendirir. Bunun yanında, farklı açılardan izah ettiği konulara bir de Esmâ açısından bakarak, her şeyi Allah Teâlâ'nın marifetine ve tevhide bağlar. Bu noktada o, şükrün kâinatın en önemli gayesi olduğunu izah ve ispat için şükür ile İlâhî isimler arasındaki alâka üzerinde de durur. Şükür Risalesi'nin ikinci kısmında Cenab-ı Hakk'ın Lâfzatullah'tan sonra en âzam ismi olan Rahmân isminin Rezzâk anlamına da geldiğini, hattâ en açık anlamının Rezzâk olduğunu söyleyerek, rızık-Rızık Veren ilişkisi üzerinde durur. Şükür, rızık veren Rahmân ismini gösterdiği için, şükür içinde “sâfi bir iman, halis bir tevhid bulunduğunu” söyler. Zira, bir elmayı yiyen ve “Elhamdülillah” diyerek şükrünü izhar eden insan, bu sözüyle o elmanın doğrudan doğruya Rahmân'ın hediyesi ve O'nun rahmet hazinelerinin bir numunesi olduğuna inanmış olmakta; cüz'î ve küllî her şeyi O'na teslim etmekte, her şeyi O'nun rahmetinin cilvesi bilmektedir (28. Mektub).
Rahmân ve Rahîm isimlerinin rızıkla yakın alâkası sebebiyle bu isimlerle şükür arasında yakın ilgiyi başka bir yerde, “Rahmân ve Rahîm isimleri bütün kâinatı ihata eden, her ruhun bütün sonsuz ihtiyaçlarını tatmin edecek ve sınırsız düşmanlarından emin edecek kuvvetli bir nûr-u âzamdır. Bu isimlere yetişmek için “fakr ile şükr, acz ile şefkat, yani ubudiyet ve iftikarı” vesile yaptım” (8. Mektub) sözleriyle anlatır.
Bediüzzaman, bir çok kez “kâinattaki in'âm ve nimetler, hamd ve şükrün sebebidir” (15. Şuâ) diyerek, nimet verenin teşekkür istediğini vurgular. Allah Teâlâ'nın isimlerinin kâinattaki tecellilerini dikkatlere sunarak, O'nun tanınmasının (marifet) ve Mutlak Birlik içindeki varlığının (tevhîd) bilinmesinin, isim ve sıfatlarının bilinmesine bağlı olduğunu vurgular. İlâhî isimlerin tanınması ise, kâinatın anlamlandırılması ve varlık âlemindeki hakikatlerin keşfedilmesinin yolunu açar. Kâinattaki nimetlerin varlığını kabul etmek, bir mün'imi/nimet vereni gösterir, o hâlde bu nimet veren Zat ne istiyor? sorusunun cevabını arar: “Bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği hâlde, çok kıymetdar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in'âm edeni tanımamak nihayetsiz derecede bir belâhet olduğu gibi, Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona mukabil, o nimetlerin fiatı olarak, şükür istiyor. O nimetlerin zahirî esbâbı ve ashâbı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiat veriyoruz, onlara minnetdar oluyoruz; hattâ müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Hâlbuki Mün'im-i Hakikî, o esbaptan hadsiz derecede o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır.” (29. Mektub; 1. Söz)
Sanat Sahibi'ne sanatından pencere açma, daha doğrusu her zaman apaçık olan bu pencereyi gösterme esasına dayalı istidlâli sıklıkla kullanan Bediüzzaman, bu tür istidlâllerinde rızıkla ilgili örnekleri çokça zikreder. Zira bu örnekler her an tekrarlanmakta ve herkes tarafından derin bir tefekkür gerektirmeden anlaşılabilmektedir:
Gözümüzle görüyoruz ve aklımızla bedahatle biliyoruz ki, bu kâinat şehrinde ve zemin mahallesinde ve insan ve hayvanât kışlasında öyle bir Rezzâk-ı Rahîm ve Muhsin-i Kerîm tasarruf ve nezaret ve terbiye eder ki; Kendi nimetlerine mukabil hamd ve şükrettirmek için, zemini bir tüccar sefinesi ve erzak getiren bir şimendifer ve yüzündeki bahar mevsimini bir vagon tarzında yüz bin çeşit yemeklerle ve memeler denilen konserve paketleriyle doldurup kış âhirinde erzakları biten muhtaç zîhayatlara yetiştiren bir Rezzâk-ı Rahîm'in işleri olduğunu, zerre miktar aklı bulunan tasdik eder. Tasdik etmeyip inkâra sapan, elbette zemin yüzünde hamd ve şükür vesilesi olan bütün muntazam nimetleri, muayyen rızıkları inkâr etmeğe mecbur olur” (15. Şuâ).
- Enfüs Delili
Bediüzzaman, Şükür Risalesi’nin son kısmında insanı tahlil ederek, şükrün insan ruhundaki tezahürlerini ele alır. Kader bahsinde tasvir ettiği irade anlayışına uygun olarak, insan iradesinin küfür ve dalâlet sebebiyle şükürsüzlüğe düşmek suretiyle yol açtığı kötülükleri anlatır. Zira ona göre insan nefsi, bütün olumsuzlukların kaynağıdır. İnsan, yediği bir nimetin Allah Teâlâ'nın lütfu olduğunu düşünse ve şükretse, yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur, uhrevî bir Cennet meyvesi olur. Nimetin Cenab-ı Hakk'ın rahmetinin iltifatı olduğu düşüncesi insana sürekli ruhanî bir zevk verir. Şükretmemesi durumunda ise, yenilen bütün mükemmel nimetler vücuttan atılan bir kazurat derekesine düşer. Geride yemek esnasındaki geçici tatlar dışında hiçbir şey kalmaz. “Rızkın aşka lâyık bir sureti var. O da, şükürle o suret görünür” sözüyle kastetmek istediği bu olsa gerektir.
Bediüzzaman, meseleleri kâinat kitabından örnekler vererek izah ettiği gibi, insandan hareketle de delillendirir. İnsanın kendisine bakarak, kendisi üzerinde düşünmesi gerektiğini vurgular: “Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak! Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar ve ne derece hamd ve şükür fiyatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; her zîhayatı kendine kıyas eyle” (15. Şuâ). Yine başka bir yerde, insanın sahip olduğu manevi latifelerin özelliklerinin şükür duygusuna ihtiyacını şöyle anlatır o: “Cenab-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir surette yaratmış ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. “Bir makine gibi yaratılmış insanda elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ve mükâfatı ayrı yüzlerce farklı âlet bulunmaktadır. Sağlık, afiyet ve lezzet alma gibi hususlar insanı şükre sevk eder. Böylece insanda bulunan organlar ve duyular gerçek vazifeleriyle meşgul edilmiş olurlar. Bu suretle “insan da bir şükür fabrikası” gibi olur (2. Lem'a).
Her insanda nimete ve nimet verene karşı perestiş hissi vardır. Ama insan, bu hissin uyarılacağı ve uyarılıp yönlendirileceği âna kadar, tıpkı deryâda yaşayan mâhiler gibi başından aşağıya yağan nimetleri ne duyar ne de hisseder. Dahası, onları çevresindeki basit sebeplere bile verebilir (Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s. 139). Hamd ve şükür, nimetin ihsan edildiğini ve nimet verenin tanındığını gösterir. İnsan, Mün'im-i Hakiki olan Allah Teâlâ'nın nimetlerinin devam etmesinde rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü görür. Bu düşünce, insana nimetin verdiği lezzetten bin kat daha fazla bir manevî lezzet verir (20. Mektub). Bu sebeple insan, bütün güzelliklerinin ve faziletlerinin Allah Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlamalı ve övünme yerine şükretmeli, kendini övme yerine hamd etmelidir (29. Mektub).
Bediüzzaman, Şükür Risalesi’nin sonunda, konuyu bir neticeye bağlamak maksadıyla “Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenab-ı Hak, insanı bütün esmâsına câmi bir âyna ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata malik bir mûcize-i kudret ve bütün esmasının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i arz suretinde halk etmiştir” diyerek, önce insanın üstün niteliklerini anlatır. Daha sonra da, Cenab-ı Hakk'ın insana sınırsız ihtiyaçlar verdiğini, maddî ve manevî rızkın bütün çeşitlerine onu muhtaç ettiğini belirtir. İşte bu derece câmi özellikleri barındıran, ihtiyaçlarının sınırı bulunmayan insanı en üstün mevki olan ahsen-i takvime çıkarmanın vasıtası şükürdür, sonucuna ulaşarak şükür bahsini tamamlar.
Sonuç
Bediüzzaman'ın 28. Mektub'un beşinci meselesi olan şükür hakkındaki bu hacim itibarıyla küçük Risalesi incelendiğinde, şükür konusunun mükemmel bir bütünlük içinde ele alındığı görülmektedir. Bütün koordinatları verilerek, mantıkî açıdan hiçbir boşluk bırakılmadan şükür bahsi takdim edilmiştir. Önce küllî hakikatler zikredilmiş, sonra örneklerle açıklama ve delillendirme cihetine gidilmiştir. Hem anlatım tarzı itibarıyla hem de tespitlerinin derinliği ve şumûlü itibarıyla âdeta aynı metinde “İbtida ile intiha cem edilmiştir”. Zira Bediüzzaman, tahlil ettiği kavramları, ele aldığı meseleleri, fen bilimlerinin materyalist yaklaşımlarını ve felsefenin/hikmet metafizik varsayımlarını dikkate alarak mantikî hiç bir boşluk bırakmayacak şekilde delillendirmiştir. Bu sebeple ele aldığı her kavramı, o kavramın nihaî gerçekliğini ortaya koyan bir bütünlük içinde tahlil etmeye özen göstermiştir. Bu sebeple belirli bir konuya tahsis edilmiş her risale, müstakil bir eser hüviyetinde ele alınarak, muhtevası ona göre tahlil edilmelidir.
Bediüzzaman, ele aldığı kavramların yalnızca neticelerini ve tezahürlerini açıklamakla yetinmemiş, onların mâhiyetini ortaya koyan tahliller yapmıştır. Tahlillerini kâinat, İlâhî isimlerin tecellileri ve insan ekseninde temellendirmiştir. Kâinat ve insan psikolojisi hakkındaki derin bilgisini keskin gözlemleri ve tecrübeleriyle zenginleştirmiş; tam bir teslimiyet ve sürekli Cenab-ı Hakk’ın isimlerini tefekkür ederek kazandığı eşsiz irfanı ile yoğurarak her şeyden tevhide ulaştıran yollar açmıştır. Bu sebeple açıklamaları bir bütünlük, canlılık ve tamamlanmışlık/mükemmeliyet duygusu uyandırarak, her seviyeden insanı derinden etkilemiştir.
Bediüzzaman, şükrü insanın yaratılış gayesi, ibadetlerin özü olarak değerlendirir. Şükrün ibadet anlamını ihtiva etmesi sebebiyle, bu kavramı aklî delillerle de açıklar. Şükür hakkında yazan önceki müellifler, şükrün Kur'ân ve Sünnet'ten delilleri üzerinde durmuşlar; daha ziyade de şükrün tezahürlerini incelemekle yetinmişlerdir. Şükür kavramını, ayrıca aklî delillere dayanarak ispat etme cihetine gitmemişlerdir. Zira onlara göre şükür, sabır, ihlâs ve takvâ gibi insana ait bir duyuş ve hissediştir. Bu yönüyle şükür ahlâkî bir kavramdır. Diğer ahlâkî kavramlar ve normlar gibi, aklî delillerle ispat edilmesi gerekli değildir. Zira ahlâkî normlar, yaptırım güçlerini dinden ya da toplumdan alırlar. Dinin bir şeyi emretmiş olması, dinin müntesipleri için yeterlidir.
Bediüzzaman, kelâmın konusuna giren ancak önceki kelâmcıların aklî delillerle ispat etmek için fazla çaba sarf etmedikleri ve “sem'iyyât” (nakle dayalı) itikadî konular olarak değerlendirdikleri kader, meleklerin varlığı ve âhiret hayatı gibi meseleleri de aklî delillerle açıklamıştır. Anılan meselelerin, inanç esasları olmaları itibarıyla aklî açıdan delillendirilmesi manidar bulunmayabilir. Ancak, Tasavvuf ve ahlâkın konusu olan, amelî ve hissî yönü ağır basan bir kavramın aklî delillerle açıklanması ise ilgi çekici bir örnektir. Bu örnekten hareketle benzer diğer kavramların izahı yapılabilir, dine dayalı ahlâkî düsturların aklî açıdan açıklanabilir olduğu ve varlık âleminde müşahhas bir karşılıkları bulunduğu gösterilebilir. Böylece, hem ahlâkî kavramların, bazılarının iddia ettiği gibi içi boş buyruklar olmadığı gösterilmiş, hem de ahlâkı rasyonel dayanaklara kavuşturma maksadıyla ortaya atılan “sosyal ahlâk” ve “ödev ahlâkı” gibi yaklaşımlara, bir cevap verilmiş olur.
Kaynaklar
- Bediüzzaman Said Nursi, Sözler (Işık Yay); Mektubat (Işık yay.); Lem'alar (Işık yay.); Şualar (Envar yay.)
- M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, Nil Yay., İzmir 2001.
- ----, Fatiha Üzerine Mülahazalar, Nil Yay., İzmir 1997.
- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1979.
- İmam Gazalî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, Beyrut ty., c: IV.