KİTAP OKUMA HUSUSUNDA BİR İKİ ÖLÇÜ





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 12/11/2022
Clap

Bir şey olduğuna inanarak, özenerek, eşeleyerek okursanız farklı farklı desenler ortaya çıkarabilirsiniz. Israrla, inanarak, bir daha bir daha açıp okur, takıldığınız yerlerin üzerinde durarak sorup araştırırsanız bakarsınız Allah sizi yeni yeni tesbitlere vardırır.

Soru: Hocam, çok kitap okumak mı esas olmalı, yoksa belli kitapları çokça okumak mı?

Bazı kitaplar vardır ki, onlar temel ve esastır.[1] Onları sürekli okumak lâzım.[1] Bu seneki anlayış ve idrakinizle bir şey anlarsınız; iki sene sonra o günkü seviyenizle okursanız, o kitaplarda çok daha derin mânâlar[2] görürsünüz. Mesela, Kur’ân-ı Kerim’i böyle bir okuma hususunda diğer kitaplarla beraber değerlendiremeyiz; ama malûmunuz, onu ayda bir hatmetmeyene seleflerimiz Kur’ân’ı terk eden adam nazarıyla bakmışlardır.[2] Ayrıca, Risaleler sürekli ve çok okunmalıdır.[3] İhlas Risalesi gibi on beş günde bir okunması çok faydalı olacak bölümler de vardır.

Bazen çok farklı kitaplar okuma insanı ukalâlaştırır. O insan farklı davranmaya başlar, malûmatfüruşluk yapar, bilgiçlik taslar. Bir başkası da önüne gelen her kitabı vize sormadan okur; çoğu zaman mâlâyânî şeylerle vaktini tüketir, zihnini dağıtır.[3] Önemli olan, çok okumadan ziyade, kayda değer kitapları okumaktır.

Diğer taraftan, okurken, im’an-ı nazar; yani, mevzulara derinlemesine bakma, okuduğu mesele üzerine odaklanma ve yoğunlaşma[4] çok önemlidir. Kitapta anlatılan şeyler üzerinde ısrarla durma; ele alınan konular arasındaki münasebetlere, o kitaptaki belli bahislerin başka yerlerdeki işleniş tarzına da bakma[5]; yapılan ima ve göndermeleri[6], seçilen kelimelerdeki incelikleri yakalamaya çalışma[7] da çok istifadeli olur.

Bir başka husus da özet çıkarmaktır. Üstad Hazretleri, okunan risaleleri talebelerine özetletirmiş.[4] Zaten bu özetleme gayretlerini Lâhikalar’da açıkça görebilirsiniz. Mesela, Hulûsî Efendi ve Hoca Sabri Efendi gibi insanların özetlemeleri öyle hoştur ki, pek beğenirsiniz. Eserlere çok vakıftırlar, dilleri de çok güzeldir. Fakat sadece onlar değil; Üstad âdet edinmiş, bu yolla pek çok talebe yetiştirmiş. Onlar, okudukları yerlerden ne anladıklarını çok iyi kompoze etmişler. Bu sayede hem kendileri öğrenmişler hem de başkalarına risaleleri okutup öğretmişler. Evet, okunan kitapların özetlenmesi, en azından okunan her bahisten sonra insanın kendi kendine “Ben buradan ne anladım?” deyip zihnen özetlemesi azamî derecede istifadeyi sağlar. (Kırık Testi'den)

 

M.Fethullah Gülen Hocafendiden Okuma İktibasları

 

  • MÜZAKERE YOLU İLE OKUMAK

Üstad Hazretleri de, onca mücadelesi ve meşgalesine rağmen evrâd u ezkâr mevzuunda hiç mi hiç kusur etmemişti. Mecmûatu’l-Ahzâb’ı on beş günde bir hatmediyordu. Kitabının kenarlarına notlar düşmüş, “Ben bu duayı böyle anlıyorum, şunu da şöyle anlıyorum” kayıtları koymuştu. Vakıa, zikri umumî mânâda ele aldığımızda, Kur’ân okumak, hadis-i şeriflerle meşgul olmak ve tevhidden bahsetmesi itibarıyla Risaleleri müzakere ve mütalâa etmenin de bir zikrullah olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü o tür eserleri okurken de, Cenâb-ı Hakk’ı, icraatıyla, tasarrufât-ı Sübhâniyesiyle kalben ve rûhen yâd ediyoruz. Ama Üstad Hazretleri, zikre hiç doyamamış; her fırsatı Allah’ı (celle celâluhû) anma adına çok iyi değerlendirmiş. Zikri, Risalelerin içine, başka mevzuların arasına içirmiş. Sürekli Rahman u Rahîm’i hatırlatmış; zikrullahı nazara vermiş; diğer ibadetler ve salih ameller kendi çerçeveleri içinde edâ edilirken, Allah’ı (celle celâluhû) anmada da kusur edilmemesi lâzım geldiğini anlatmış. Hayatını, Cevşen, Celcelûtiye, Evrâd u Kutsiye-i Şah-ı Nakşibendiye, Münâcâtü’l-Kur’ân, Tahmîdiye ve Sekîne gibi atkılar üzerinde örgülemiş. (Kırık Testi)

 

Soru: Manevî hayatımızdaki bir sıkıntı ve kabz halinde ne yapmalıyız; kitap mı okumalıyız, evrâd-u ezkârımızı mı artırmalıyız, nafile namaz mı kılmalıyız?

Cevap: Belki bunların hepsini belli nisbetlerde yapmak icab eder. Her şeyden önce bir değişiklik, psikolojik tavır ve durum değişikliği gerekir. Psikologlar, insanın kendini yenilemesi ve üzerindeki sıkıntı halini atabilmesi için bir hal, tavır ve durum değişikliğini tavsiye etmektedirler. Bazen insan ağır ve bunaltıcı bir kabz hali yaşayabilir. Öyle bir durumda Cenâb-ı Hakk’a çok ciddî teveccüh etmesi iktiza eder. Tevbe ve istiğfar ile ona yönelmesi gerekir. Bazen gönlün bir halvete girmesi, bir yere kapanıp yakarışa geçmesi, içini Rabb’ine dökmesi lâzım gelir. Bazen de insanın arkadaşlarıyla oturup kendi durumunu ortaya koymasına, başkalarının düşüncelerini de yanına almasına, kendisi olarak ayakta duramayacağı düşüncesiyle başkalarına dayanmasına ihtiyaç vardır. Bazı şeyleri müzakere etmeli; lahûtîliğe açılmalı; biraz gönlünün sesini dinlemeli; ruhu sıkan o dış sâikler biliniyorsa dıştan gelen seslere, gelip çarpan gürültülere karşı biraz daha kapanmalı; vicdanda bazı şeyleri görmeye, duymaya ve hissetmeye çalışmalıdır.

Eskiden kulaklarımızı iki yandan da kapadığımız zaman duyduğumuz gürültü ve uğultunun Kevser’in sesi olduğunu söylerlerdi. Espriyle karışık söylenen bu sözün bence derin bir mânâsı vardır. Dıştan gelen ses ve gürültülere karşı kapandığınız zaman kalbinizin kan pompalamasını, vücudunuzdaki gürül gürül kan deverânını duyarsınız. Oysaki normal durumda o sesi fark etmezsiniz. Parmaklarınızın ucunu kulaklarınıza ne kadar sıkı tıkarsanız, o sesi o kadar net duyarsınız. İşte imkân varsa insanlar, içlerindeki sesi duyabilmek için bir ortam hazırlamalılar; içlerine kulak vermeli, kendi özlerini dinlemeli ve oradaki Kevser çağıltısına ulaşmalılar.

Ayrıca bir kabz halinde yapılması gereken şey, şahıstan şahısa, durumdan duruma da değişebilir. Önce ruhun sıkılması, kalbdeki heyecanın pörsüyüp solması, ruh dünyasının matlaşması arkasındaki sâikler düşünülmeli ve mücadele o sâiklere uygun bir plan dahilinde verilmelidir. Ruhdaki matlaşmayı açma, onu yeniden yeşertme yolları bulma, o hali hazırlayan sebepler gözetilerek ele alınmalıdır. Her insan, dış yüzü itibarıyla hasta görüntüsü sergileyebilir. Eğer meselenin üzerine sadece bir hastalık şeklinde gidilirse tedavi zorlaşır. Oysa meseleye hastalık değil de “hasta” açısından yaklaşılırsa, daha isabetli teşhis konulup uygun tedavi yolları bulunabilir. Değişik münasebetlerle tekrarladığım “Hastalık yok, hasta var” prensibiyle her şahıs fert fert düşünülmeli, “Bu şunun, bu da şunun hastası” şeklinde o ferdin durumuna uygun bir tedavi yolu takip edilmelidir.

Öyle insan vardır ki, ondaki donuklaşma, duraklama, bıkkınlık, yılgınlık ve yorgunluk hali size ait meselelerden dolayı olmuş olabilir. Küçük bir lâtife ve bir nükte ile o kilitlenmeyi açmak gerekir. Yerinde alıp bir tenezzühe çıkarmak, tenezzüh ufku itibarıyla ona bazı şeyler anlatmak iktiza eder. Bazen açıp bir kitap okumak, bir başka zaman da bazı şeyleri müzakere etmek faydalı olur. (Gurbet Ufukları)

 

  • KENDİ NEFSİNE HİTAP EDEREK OKUMAK

Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin. (1. Sözün başı)

Hem Risaletü'n-Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-i dalâlet karşısında tek başıyla galibâne mukabele eder. (Kastamonu Lâhikası)

 

[1] FELSEFE VE OKUNACAK KİTAPLAR

Soru: Kendi temel kaynaklarımızı iyi bildikten sonra başka kitapları okumakta bir mahzur görüyor musunuz?

Bir insan, kendi temel kaynaklarını çok iyi bildikten sonra, başka kitapları okumasında da bir mahzur olmasa gerek. Başka bir ifadeyle, esas kendine ait terminolojiye, kendi kıstas ve kriterlerine vâkıf olduktan; yani din nedir, iman nedir, Allah’a, peygamberlere, haşr ü neşre ait inancı nasıl olmalı ve Kur’ân’ı anlamada takip edeceğimiz metot iyi belirlenip tesbit edildikten sonra, diğer eserlere geçebilir. İsterseniz bunu biraz daha açabiliriz:

Mesela, pozitif ilimlerin felsefeden ayrılmadığı dönemde -ki eskiden bu ikisi müşterek mütalaa edilir ve birbirinin müteradifi lafızlarla ele alınırdı- fen, henüz araştırmalar ve pozitivist kriterler açısından günümüzde ulaştığı vuzuha ulaşamamış, ilim namına söylenen şeyler de, büyük ölçüde nazariyeler mecmuası olarak görülüyordu. Bunun karşısında felsefe ise, Necip Fazıl’ın tarifi ile, bir insanın parmak ucu kadar glikoz veya şeker ihtiyacını karşılamak için bir çuval keçi boynuzunu yemek gibi bir şeydi. Evet işte böyle bir dönemde Şark’ın feylesof olarak isimlendirilebilecek müthiş insanı Hafız’ın, Uluhiyet tanımlamalarına baktığımızda, onda panteizmin etkilerini görürüz ve bu etki onda başka şeylerin çok önündedir. Yine onun düşüncesinde varlık, adeta vahdet-i vücud telakkisine göre örgülenmiş gibidir. Dolayısıyla eğer siz, meseleyi kendi özünden öğrenip sağlam bir itikada sahip olmadan, Hafız’ın bu düşüncelerine, yine bu dönemde kaleme alınıp klasikler içinde tercüme edilen Hallac’ın “Tavâsîn”ine, Bedreddin-i Simavi’nin “Vâridât”ına -ki, o da kaskatı bir monizm mülahazası içindedir ve ukûl-ü aşereciliğin olumsuz bütün neticelerine kâildir. Tabiî bu haliyle de, Efendimiz’den daha çok Hegel’e yakındır- şerh edilmemiş şekli ile Muhyiddin İbni Arabi’nin Füsûs’una ve hatta Cîlî’nin İnsan-ı Kamil’ine müracat ederseniz, Nesîmî’nin, “Veli söylediğim haldir / Bu ne kîldir bu ne kâldır” dediği gibi, her biri birer duyma, birer haz, birer zevk olan bu halleri, birer realite olarak alır ve -hafizanallah- sapıtırsınız.

Bu açıdan, neyin öncelikli olarak okunması lazım geldiği hususunda dengeyi çok iyi ayarlamak gerekir. Eğer siz insanlara, “her şeyi okumayın, kafanızı karıştırmış olursunuz” derseniz, bu yanlış olur. Çünkü başkaları okuyor ve belki kafası da karışıyor; halbuki bizim insanımız kendi meselelerini onlar karşısında savunamıyor ve bir fikir kısırlığı yaşanıyor. Diğer taraftan da herkes önüne gelen her şeyi okusun dediğiniz zaman, fikirler bulanıyor ve bir kısım yanlışlara düşme ihtimali doğuyor.

Öyle ise, bu yanlışlara girmemek için evvela bize ait şeylerin dikkatle okunması lazımdır. Yani önce; tefsirde, hadiste, fıkıhta, kelamda kendi usulümüze göre kendi düşünce dünyamızı örgülememiz ve ona tutunup her türlü derinliğe dalabileceğimiz müktesebatımız; yani Ebu Hanife’nin Fıkh-ı Ekberi’nin, İmam Maturidi’nin Tevhid’inin, Eş’ari’nin Makâlât’ının, Bediüzzaman’ın Risaleler’inin -ki bütün bunlarda, bizlere sağlam bir akide, sağlam bir Kur’an telakkisi ve peygamberliğe ait gerçekler anlatılmaktadır- her şeye yetecek kadar zengin ve sağlam olmalıdır ki boğulmayalım. Ondan sonra istenirse Hallac’ın “Tavâsîn”inin, Sühreverdi’nin “Heyâkilü’n-Nur”unun, Cîlî’nin “İnsan-ı Kâmil”inin okunmasında zarar olmayabilir; hatta yarar bile melhuzdur.

Evet, her şey okunmalı, ancak her şeyden evvel bizim için her şey sayılan kendi kitaplarımız okunmalıdır. İşte o zaman çizgiyi korur, şirazeden çıkmaz ve Allah’ın izniyle sapıtmayız ve onlar sayesinde Şark’ın da Garb’ın da birikimlerini değerlendirebilecek bir fikrî seviyeye ulaşırız.

Biz, bugün hâlâ bu ölçüde bir fikrî olgunluğa erememiş, yüzüp gezen ve zebil olup giden bir sürü insanla karşılaşıyoruz. Onlar, saplandıkları materyalist felsefe ile sabah bir cereyana takılıp onun arkasından koşuyorlar; akşam ayrı bir hezeyanın dümen suyuna giriyor ve sürekli mihrap değiştirip duruyorlar. Maalesef bu hal, bizim neslimizin bir talihsizliğidir; onlar, Kur’ânî hakikatlere hep önyargılarla yaklaşmış ve hiçbir zaman da işin hakikatini öğrenme lüzumu duymamışlardır. Sadece bir kısım müsteşriklerin ve onların dümen suyundaki kimselerin, kendilerince bir altından bir üstünden kopararak, püf nokta deyip -ki, haşa ne Kur’ân’ın, ne Sünnet’in, ne de onların şerhleri içinde püf nokta yoktur- neşretmek suretiyle zihin bulandırdıkları şeyleri okumuş; okumuş ve onlarla bizim insanımızın karşısına çıkıp demogoji yapmışlardır. Aslında diyalektik türünden bu kabil şeylerin, şimdiye kadar belki elli defa cevabı verilmiş. Onların bu halini Akif’in şu sözleri ne güzel ifade eder:

Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vâyesi

Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi. (Yol Mülâhazaları)

***

Hem buraca faydası görülen haşre dair parçaları Onuncu Sözün âhirinde toplayıp, bir lâhikası hükmüne gelmiştir. Birinci parça, Dokuzuncu Şua olan mukaddeme-i haşriye, Onuncu Sözün arkasında yazılacak ve bunun arkasında, o mukaddeme-i haşriyenin birinci makamının yerinde ve bedeline “Otuzuncu Lem’anın İsm-i Hayy’a dair Dördüncü Remzi” yazılacak. Bunun arkasında, İkinci Şua olan Tevhid Risalesinin haşri ispatına dair hâtimesinin başından tâ “Bu haşrin dört meselesi şimdilik yeter. Yine sadedimize dönüyoruz” cümlesine kadar yazılacak. Sonra bunun arkasından İhtiyarlar Lem’asının Beşinci Ricasının ortasından başlayan, “Evet, nass-ı hadisle, nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın, ilâ âhir...” tâ Altıncı Ricaya kadar yazılacak. Eğer haşre ait sair risalelerde bunlar gibi parçalar varsa, münasip görseniz ilâve edersiniz. Bunların heyet-i mecmuasının tesiri büyüktür. (Kastamonu Lahikası)

 

[2]

عن ابن مسعود قال: من أراد العلم فعليه بالقرآن فإن فيه خير الأولين والآخرين ورواه شعبة عن أبي إسحق وقال فيه فليثور القرآن فإن فيه علم الأولين والآخرين

İbn Mes’ud hazretlerinin şöyle dediği rivayet edilmiştir.

Kim ilim elde etmek istiyorsa Kur’ân’a yapışsın; çünkü öncekilerin ve sonrakilerin bütün hayırları ondadır.”

Bir diğer rivayette,

Kim ilim elde etmek istiyorsa Kur’ân’ı hallaç etsin. Evire çevire, eşeleyerek, önünü arkasını düşünüp değerlendirerek, baştan sona, sondan başa gelip giderek, teker teker ve tekrar ber tekrar Kur’ân okusun. Çünkü gelmiş gelecek bütün insanların ilimlerinin özü ondadır.” (Beyhaki, Şuabu’l-iman, 2/332)

***

Bir şey olduğuna inanarak, özenerek, eşeleyerek okursanız farklı farklı desenler ortaya çıkarabilirsiniz. Israrla, inanarak, bir daha bir daha açıp okur, takıldığınız yerlerin üzerinde durarak sorup araştırırsanız bakarsınız Allah sizi yeni yeni tesbitlere vardırır. Bir kimyager gibi yeni yeni terkiblerle daha farklı bir şeyler bulabileceğinize inanarak 50 gün aradınız bulamadınız 51. gün inancınız sarsılmadan devam etmelisiniz. Yoksa kaçar gider bulamazsınız. Bir de eserlerimize bütüncül bakabilmek çok önemli, böyle bakamazsanız anlayamazsınız. İnsan önce okuduğu şeylere inanmalı, inanmış olarak okumalıdır. İnanarak okursan o okumanın bereketini fazlasıyla görürsün. Demirin yıprandığı ve demirin aşındığı gibi bizler de bazı meselelerde yaşlanmaya maruz kalıyoruz. 30 senelik kıdem var, ama 30 günlük nura vakıf bir adam gibi bir aşkı bir şevki olmuyor. Aynen köprünün halatı gibi yük taşımaz hale geliveriyor. Onun için yaşla başla birlikte derinleşme de müsavi olmalı ve müsavi gitmesi lazım. İnsanları çok bilmek ukalalaştırmamalı, kıdemin ukalalığına da takılıp kalmamalı. Onu da anlatayım bunu da anlatayım, orada görüneyim burada da görüneyim diyerek sığlaşmamalı.

***

Neden hakâik-i imaniyeye karşı lakaydız?

Neden imanda derinleşme gibi bir mefkûremiz yok?

Neden nurlar gibi bir hazine elimizin altında iken yabancıyız?

Neden yabancılar gibi ağzımızda geveliyoruz (okurken)?

Neden ibadet u taat bizim gafletimizin gölgesinde cereyan ediyor?

Okumayı düşünmeyi evrad u ezkarı bile bir angarya gibi kabul ediyoruz?

***

Meclislerimizin gayesi okuma değilse hüsrandayız demektir. Neticede sohbet-i cânan olmuyorsa hüsrandayız demektir. Bu nazarla bakınca da birçoklarımız kaybediyor demektir. Üstad hazretleri bu konumda olup da kaybetmeyen çok azdır diyor.

***

Günlük evradımızla Kur’ân’la ne kadar alakalıyız. Ne kadar bunlarda aksatmadan devam edebiliyoruz. Eserlerle irtibatımız ne kadar arkadaşlarımızla ilgili duygu ve düşüncelerimizde ne kadar samimiyiz? Dediklerimizle kalbimizdekiler aynı mı?

***

İnsan gönlünü bütünüyle Allah’a verir, Kur’an’a samimi bir çırak olur, muhtemel bütün tenkid mülahazalarından arınırsa Cenab-ı Allah onun ufkunu açar ve ummadığı şeyler ilham eder. Başlangıçta aklımızın ermediği hususlarda bile tam teslim olmak lazım. Kur’ân’a itimad çok önemlidir. Çok az tefsirci İ. Rabbani, İ. Gazzali, Bediüzzaman seviyesinde Kur’ân’a inancını bütünüyle ortaya koyuyor. Hiçbir gün ihmal etmeden gönlünü vererek sürekli Kur’ân’ı okumak lazım.

***

İslâm’ı, tam kendi derinlik, kendi renk ve kendi deseniyle temsile çalışıp Kur’ân’la içli-dışlı olduğumuz ölçüde, biz hemen hepimiz, âdeta hayatımızın onunla yükselip derinleştiğini, farklılaşıp uhrevîleştiğini duyup hisseder; onun sayesinde varlığın gâyesini, yaratılışın hikmetini, insan olmanın sır ve mânâsını, buraya gönderilişimizin hedefini, gideceğimiz yerin kıymet ve değerini anlar.. ve bir ucu gönüllerimizde nurdan bir helezonla, fânilerin Bâkî’den ayrıldığı ufka ulaştığımızı duyar gibi olur ve kendi kendimize “Meğer hakikî hayat buymuş.” diyerek talihimizin gülen yüzü karşısında kendimizden geçeriz.

Kur’ân’ın, gözlerimize, gönüllerimize saçtığı nurlar sayesinde, bütün varlığı, aklın zâhirî nazarındaki fotoğraflarından daha farklı, daha muhtevalı, daha anlamlı ve daha zengince görür ve âdeta şu üç buutlu mekânda buutlar üstü yaşıyor gibi kendimizi bir sihirli âlemin temâşâsında sanırız. Böyle bir temâşâ herkes için aynı seviyede olmasa da, bir ölçüde hemen hepimiz, imanın gönüllerimizde hâsıl ettiği zenginlik ve Kur’ân’ın düşünce dünyamıza saldığı ışıklarla, başkalarının içinde sıkışıp bocaladığı ve çok defa bunalımdan bunalıma sürüklendiği bu dünyayı, zahir vüs’atinin kat kat üstünde ve genişlerden geniş bulur; kendilerini her zaman zindanlarda ve prangalar içinde vehmedenlere karşılık, kendimizi ucu-bucağı olmayan sarayların onurlu misafirleri gibi sımsıcak istikballerin atmosferinde zannederiz.

Bugün insanlığın büyük bir kısmının, İslâm’a karşı alâkasızlığı ve Kur’ân’ı duymazlıktan gelmesi, istikbalde onun talihsizliği olarak tarihe geçecektir. Zannediyorum geleceğin nesilleri bu konuyu değerlendirirken: “Keşke azıcık basiretlice davranılsaydı.!” diyerek hep teessüf ve telehhüfte bulunacaklar; bulunacaklar ama, o gün böyle bir hasret ve inkisar neye yarar ki..! Önemli olan bugün, o büyük gerçeğin duyulması ve o tarihî yönelişin gerçekleştirilmesidir. Bakalım günümüzün “kaderdenk” noktasındaki nesilleri bunu başarabilecekler mi.? Keşke başarabilseler..!

Günümüzün nesillerinin son bir kere daha İslâm’a ve Kur’ân’ın seslendirdiği ruh ve mânâya yönelmesi onların yeniden doğuşu olacaktır. Evet, İslâm’ın kitabı Kur’ân, insanî değerler, varlık, kâinat ve hayat hakkında en orijinal fikirlerin, hiçbir zaman eskimeyen disiplinlerin ve hep ter ü tâze kalabilen esasların biricik kaynağıdır. Onun, günümüzün toplumlarına da, yeni ufuklar açacağına, onlara alternatif düşünce sistemleri sunacağına ve insanımızın ızdıraplarını dindireceğine inancımız tamdır. Elverir ki, varlık içindeki yer ve konumumuzu bir kere daha gözden geçirerek mazhariyet ve mevhibelerimizi yerli yerince iyi değerlendirebilelim. Aslında birkaç asırlık uzun bir uykudan sonra bizdeki böyle bir “ba’sü ba’de’l-mevt” dünyanın da rengini değiştirecektir.

***

Soru: Kitap okumaya zorlayıcı faktörler nelerdir? Okuma alışkanlığını nasıl kazanabiliriz?

Kitap okumak çok önemlidir; hususiyle de insanı Rabb’ine ulaştıracak, onu gâye-i hayâl saydığı neticeye bağlayacak, kâinatın gerçek mânâda fethine vesile olacak, kendisi için kapalı meseleleri açacak; dahası kara delikleri cennetin birer koridoru haline çevirecek ve en zulmetli noktalarda dahi sürçmeden yürüyebilmesini temin edecek kitapları okumak çok önemlidir.

Yukarıda belirtilen türden kitapları okumakla metafizik gerilim, birbirini destekleyici mâhiyette “sâlih daire” teşkil ederler. Zira iyi bir kitap, metafizik gerilime; metafizik gerilim de o kabil kitapları okumaya sevk eder. Evet, insan kitap okudukça ondaki gerilim daha da artar ve o, gerilim arttıkça fırsatları kitap okuyarak değerlendirir. Bu sayede inançla gerilmiş aydınlık ruhlar, küfür ve dalâlete karşı hep donanımlı olur, aydınlanır ve başkalarını da aydınlatırlar.

Asrımızda, küfür ve ilhada sürükleyen kitaplar okutulmak suretiyle masum dimağlar baştan çıkarılmış ve büyük Allah’tan uzaklaştırılmışlardır. Komünizm, ateizm, nihilizm vb. gibi küfür ve anarşiyi besleyen zararlı cereyanların yedeğinde hep bu menfûr ideolojiler –bunlara da ideoloji denecekse- ve hareketler vardır. Bunlara karşı insanları Allah’a yaklaştırmanın ve ona yönlendirmenin yolu, onlara bizim dünyamıza ait kitapları okutma olmalıdır.

İnanan herkes, şuurlu bir şekilde ve lüzumunu ruhunda derinlemesine hissederek mutlaka kitap okumak mecburiyetindedir. Zira bizi dinsizliğe zorlayan millet ve çevreler, aynı zamanda bizi doğruya götüren vesilelerden de mahrum etmek istemektedirler. Şimdiye kadar bu hasım ruhlar, böylesi hain emellerine ulaşabilmek için değişik yolları denemiş, dili berbat etmek suretiyle kütüphanelerdeki kitaplarımızı okunmaz ve anlaşılmaz hale getirmiş ve belli ölçüde de olsa neticede nesilleri birbirinden koparmayı başarmışlardır(!). Böyle bir talihsizliğe maruz kalan günümüzün zavallı insanı tabiî olarak kendi ruh köküyle alâkalı değerleri bilememekte ve bundan dolayı da her geçen gün biraz daha kendisinden uzaklaşmaktadır.

Bu itibarla, millî değerlerimize gönül vermiş muhabbet fedâilerinin okuma mevzuunda da, umumî seferberlik ilan edercesine kendilerini okumaya vermeleri gerekmektedir. Devlet başta olmak üzere gönüllü sivil toplum kuruluşları ve vakıflar tarafından bu önemli meselenin gerektiği şekilde ele alınıp alınmadığı meselesinin her zaman münakaşası yapılabilir; ama, okumak bizim için artık bir zaruret halini almıştır. Vâkıa okullarda insanlara okuyup yazma öğretilmektedir; ancak esas önemli olan husus, öğrencilere kitap okuma şuurunun kazandırılması ve faydalı kitapların okutulmasıdır. Eğer o körpe dimağlara sadece boş, fuzûlî ve onu baştan çıkaran romanlar hikayeler okutuluyor, fakat bizi asırlarca yücelten ve büyük insanların yetişmesine vesile olan yayınlar hep ihmal ediliyor ve neslimize iyi bir rehberlik yapılmıyorsa, onların bir şey okumuş oldukları söylenemez. Nihilist ve anarşist nesillerin yetişmesinde kötü yayınların okutulması, faziletli nesillerin yetiştirilmesinde de millî ruh eksenli yayınların okutulmasının tesiri büyüktür. Binâenaleyh her ferdin, evvelâ bu mevzuda, neyi bilmesi gerektiğini çok iyi belirlemesi, daha sonra da, başta kendi aile efradı olmak üzere ulaşabildiği herkese iyiyi, doğruyu ve güzeli öğrenme yollarını göstermesi gerekmektedir.

Bir mümin, İslâm’a, imana ve Kur’ân’a ait meselelere sahip çıktığını söylediği halde kendi nesline anlatacak kadar bu yüce hakikatleri bilmiyorsa, onun samimî olduğunu söylemek çok zordur. Oysaki içte ve dışta dine karşı olan kimselerden hangisine kulak verilirse verilsin, kendilerine ait meseleleri çok iyi bildikleri görülecektir. Meselâ bir nihilist, bir anarşist, bir din düşmanının vb. fikirlerinden istifade ettiği kişilerin eserlerini çok iyi takip ettikleri ve rahat anlatabildikleri açıktır. Aynı zamanda onlar, demagoji ve diyalektiği de fevkalâde iyi bilmekte ve karşılarına aldıkları körpe dimağları ezip yoğurarak balmumuna çevirmektedirler. Evet bâtıl yolun talihsiz yolcuları, kendi ideolojileriyle alâkalı bilmeleri gereken her şeyi çok iyi bilirler. Bir şahsın hayat serencâmesini bilmek bir ilim ve irfân değildir ama ruhları karbonlaşmış bu talihsizler, kendi dâvâlarında bayraktarlık yapmış pek çok dinsizin hayat serencâmesini çok iyi bilirler.

Ne acıdır ki, yüce bir dâvâya gönül vermiş Mü’minlerin pek çoğu Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hulefâ-i Râşidîn’in (r.anhüm) hayat-ı seniyyelerine ait bir şey bilmedikleri gibi dinin temel felsefesinden de habersizdirler. Bilmedikleri için de o yüce şahsiyetlerin hayatlarından ve kıymetli sözlerinden habersizdirler. Bunlar bir yana, akıl ve mantık ölçüleri içinde müsbet ilimlerden de istifade ederek anlatma imkanı varken Allah’ı, Peygamber’i, Kitab’ı ve ahireti bile tam olarak anlatamamaktadırlar. Onlar, fünûn-u müsbetenin henüz yeni yeni keşfettiği pek çok ilmî hakikatten Kur’ân-ı Kerim sayesinde, belli ölçüde de olsa haberdarken, bütün bunlardan gerektiği gibi istifade edememektedirler. Nitekim Kaptan Kusto, Cebel-i Târık boğazında Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının birbirine karışmadığını tespit edip bunu büyük bir buluş olarak neşrettiğinde onun niyeti ne olursa olsun hepimizde bir hayranlık hissi uyardı. Zira o, bizim kitabımızın bir faslını dile getiriyordu: “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar.” Biz bunları yabancıların, çarpıtarak vermelerinden mi öğrenecektik? Kur’ân’da bunun gibi daha pek çok ilmî hakikatler vardı ama, maalesef Müslümanlar bunlardan habersizdi.

İşte bütün bu sebeplerden ötürü kendi değerlerinden habersiz Müslüman nesillere mutlaka kitap okutmak suretiyle, Müslümanlığı anlama ve anlatma kâbiliyeti kazandırılmalıdır. Evet en az, bir ateist ve materyalistin kendisine ait meseleleri anlattığı kadar, bir Mü’minin de kendisine ait meseleleri anlatması onun için bir vecîbedir. Biraz olsun onur ve gurur sahibi her Mü’min, başkalarının kendi batıl ilhad ve küfürlerini anlattıkları kadar, her mevzuyu akla ve mantığa dayalı, o tertemiz, dupduru ve gönüllere inşirah veren iman esaslarımızı anlatabilmek için okuyup ve okutmalıdır. Öyle ki o, “-inşaallah- elime aldığım her insanı, duygu ve düşüncem altında yoğurarak onun kafasına ilim, kalbine iman yerleştirmek suretiyle, hem onun cennete gitmesini; hem de kendimin kurtulmasını sağlayacağım.” gibi.. duygu ve düşünceler harekete geçerek kitapları cennete yükselten merdivenin birer basamağı olarak kabul edip, bol bol okuyacak ve okuduklarını da başkalarına anlatmaya çalışacaktır.

Okumak bu kadar önemli iken bir Mü’min yine de okuyup düşünmüyor ve okuyup düşünenlere destek olmuyorsa, onun dînî değerlere karşı alâkası da işte o kadar demektir. Yani Allah’ın, Kur’ân’ın, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun güzîde Ashabının (radıyallâhu anhüm) anlatılıp-anlatılmaması sanki onun nazarında müsâvîdir. Bir seçim, bir spor müsâbakası kadar bu meselelere alâka duymayan bir Mü’min, sevip alâka duyduğunu söylediği zevatla işte o kadar alâkalı demektir. Hele bir Mü’min, bütün âlemleri ve kendisini hiçten, yoktan yaratan Hz. Allah (celle celâluhu) hakkında bir insanı aklen ikna edecek kadar malumâta sahip değilse ve Rabb-i Kerîm ü Rahîm’ini anlatamıyorsa, -ben diyemem ve dememeliyim de- fakat o kendi kendine “yazıklar olsun” demelidir.

Evet kitap okumama, kanaat-i âcizânemce, bizim neslimizin en büyük eksikliklerinden biridir. Bu eksikliği gidermek için devamlı ve çok okumalı, her gün bir şeyler öğrenmek için çalışmalı, ev ve iş yerlerinde, hiç olmazsa belli bir süre de okumaya ayırmalıyız. Neslimize bu mevzuda da iyi bir örnek olmalı, değişik vesile ve metotlar geliştirerek onlara okuma yollarını açmalı ve onların, İslâm’ı anlama-anlatma aşk ve şevklerini geliştirmeliyiz. (Prizma, 4.cilt)

[3] NURLAR TEKRAR TEKRAR OKUNSUN DİYE...

Safvet SENİH (Sızıntı, Aralık–2003)

Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nurları telif etmekle kalmamış, onları tekrar tekrar okumuş, talebelerinin de tekrar tekrar okumalarını ve yazmalarını temin etmiştir. Risaleleri okuyan ve yazanları talebe olarak kabul etmiştir. Hattâ kendisiyle görüşmek isteyenleri, yine Külliyatı mütalâaya teşvik etmiştir: ‘‘Benimle hakikat meşrebinde sohbet isteyen ve görüşmek isteyen adam hangi Risale’yi açsa benimle değil, hâdim-i Kur’an olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imâniyeden zevkle bir ders alabilir.’’ (Kastamonu Lâhikası)

Bediüzzaman, tahkiki imanı elde etmenin yolunu da Nurları okumak olarak göstermiştir: ‘‘Kat’i ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır. Evet on beş sene yerine, on beş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir, iman-ı tahkikiye isâl eder.’’ (Kastamonu Lâhikası)

Zübeyir Gündüzalp şöyle der: “Bir gün Emirdağ’da Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin birkaç hizmetkârıyla bir çınar ağacına gittik. Üstad çınar ağacına çıktı: Burası benim medresemdir. Ders okuyun.’ dedi. Biz de okuduk ve iki-üç saat ders yaptık.” (Son Şahitler)

Bayram Yüksel, Üstad’ın şöyle ders verdiğini anlatmıştır: ‘‘Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nurlar sair ilimler gibi okunmamalı. Çünkü ondaki imanı tahkiki ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin azığı ve nurudur.’’ (Son Şahitler)

Bayram Yüksel, Bediüzzaman’ın 1953’teki Mesne-vi-i Nuriye’den yaptığı dersleri de şöyle anlatır: ‘‘Çok güzel izah ediyordu. Âdeta 20 yaşındaki genç ve faal birisi gibi 5-6 saat derse devam ederdi. Okudukça gençleşiyordu. Bizler tahammül edemezdik. Sabah namazından sonra başlar, tâ öğle namazına kadar sürerdi. (...) Üstad bir gün; ‘‘Evlâtlarım, bu ders yalnız bizi değil, bütün kâinatı alâkadar eden bir derstir. Bu dersi mele-i alânın sakinleri de dinliyorlar. Bu ders çok mühimdir.’ dedi. Hakikaten bizlere de acayip bir şey oldu. Yine bir gün dersten sonra; ‘Evlâtlarım, siz zannediyor musunuz ki, biz beş-altı kişi ders yapıyoruz. Biz bu dersimizle Anadolu’da binler ders yapan cemaatlerin arasına mânen giriyoruz, beraber ders yapıyoruz.’ demişti. (...) Biz Üstadımızın yanında kaldı-ğımız uzun seneler, boş oturduğunu görmedik. Ya okur, ya tashih eder veya okutur dinlerdi. Hattâ son zamanlarda teybe Risale-i Nur okuyorduk. Üstadımız da dinliyordu. Üstadımız, ziyarete gelenlere: ‘Yeni bir âlet çıkmış, Risale-i Nur hafızı, Risale-i Nur’u çok güzel okuyor.’ diyor ve alıp dinlemeye teşvik ediyordu. Üstadımız bazen de diyordu ki: ‘Bugün kaç sayfa okudunuz?’ Biz de üç veya beş dediğimiz zaman; ‘Ben 200 sayfa okudum. Hem benim kalemim yok, çok ağır yazıyorum. Hem de sizin gibi gazete gibi okuyup geçmiyorum. Ben mânâsını da anlayarak okuyorum. Hem de bakın ne kadar tashih ettim. Elhamdülillah ben bugün bu kadar okudum. Çok istifade ettim. Bugün imanım çok inkişaf etti.’ derdi. Hayretler içinde bize gösteriyordu. ‘Fesubhanallah bu eseri hiç görmemiş gibi istifade ettim!’ derdi. ‘Nasıl mübarek günlerde camilerde tecdid-i iman ederler; biz de Risale-i Nur’u okumakla tecdid-i iman ediyoruz.” derdi. (Son Şahitler)

Mustafa Ekmekçi diyor ki: ‘‘Üstad’ın yanına vardığımızda çok hiddetliydi. Bize şöyle hitap etti: ‘Niye şahsımı ziyarete geliyorsunuz? Benim yerime Risale-i Nur’u okuyunuz. Beni görünce bir istifadeniz oluyorsa, Risale-i Nur’u okursanız yüz istifadeniz olur.’’ (Son Şahitler)

Bizzat Nur Müellifi, Risaleleri okumaktan elde ettiği feyz ve bereketi şöyle dile getiriyor: ‘‘Ben kendim, on değil, yüz değil, binler defa müteaddit tecrübelerimle kanaatim gelmiş ki; Sözler ve Kur’an’dan gelen Nurlar aklıma ders verdiği gibi kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor. Hattâ dünyevî işlerimde, keramet sahibi bir şeyhin bir müridi nasıl şeyhinden ihtiyaçlarına dair medet ve himmet bekliyor. Ben de Kur’an- Hakîm’in kerametli esrarından ihtiyaçlarımın hallini beklerken, ümit etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hasıl oluyor.’’ (28. Mektup, 3. Mesele, 5. Nokta, Birinci misal)

Bediüzzaman Hazretleri, Risalelerdeki tevafukların üzerinde önemle durmasının esas sebebinin, Risalelerin okunmalarını sağlamak olduğunu izah babında şunları diyor: ‘‘Birincisi: Onuncu Söz’ün kıymeti tamamiyle takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususî belki elli defa mütalâa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir Risale’yi bazıları bir defa okuyup, diğer ilmî risaleler gibi ‘Yeter’ der bırakır. Halbuki bu Risale ulum-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi ilme her vakit ihtiyaç var. Bu Risale’ye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celb etmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin elimden bir şey gelmezdi. Cenab-ı Hak merhametinden bir işaret verdi. O işaret ne kadar gizli ise, benim o ciddi arzuma mütabık geldiğinden çok ehemmiyetli görünüyor.

İkincisi: Bilirsiniz uzak yerlerden bazı beş günlük yoldan, bir zat bizi görmek ve uhrevî bir istifade etmek için gelir. Halbuki vaziyetim birkaç saatten fazla onunla görüşmeyi müsaade etmiyor. Halbuki o misafire Risalelerin kıymetini göstermek, onu onlardan istifadeye sevk etmek, hem muhtaç olduğu kuvvet-i imana ve kuvve-i mâneviyeye yardım etmek için birkaç gün lâzım. Çünkü Risalelerdeki kuvvetli bürhanlara herkes yetişemiyor. Tamamıyla kavramıyor. Ruhum çok arzu ediyordu ki, kısa, hafif bir vesile elime geçip, bîçare misafirlerin zahmeti beyhude gitmesin. Fakat kerametim yok, elimden bir şey gelmez. Yalnız misafirlerin niyet ve ihlâsına itimat edip onların mükâfatını Rahmet-i İlahiye’ye havale ediyorum. İşte Cenab-ı Hak evvel İşaretü’l- İcaz’da sonra Onuncu Söz’de çabuk kanaat verecek ve Risalelere itimat ettirecek, bir eser-i inayet ihsan etti. Hakikaten benim için çok kolay oldu. Ben de çok rahat ettim ve çok zatlara az bir zamanda kuvve-i mâneviye ve Kur’an-ı Hakîm’in hakkaniyetine gözle görünecek emâreler gösteriyordum. Hattâ çok muannidlerin inadı kırıldı. Çok dinsizler de onunla imana geldiler.’’ (Barla Lâhikası)

Biliyoruz ki, ömür az, okunacak kitap çok. Onun için kitapların en mühim olanlarını öne almak, sonra da okumaya ciddi bir vakit ayırıp, onları mütalâa etmek gerekiyor. Bunun için okuma alışkanlığının kazanılması icab ediyor. Bunun en güzel yolu okumanın çocuklukta kazandırılmasıdır. Gerçekten Batı ülkelerinde, bilhassa bazı özel kreş ve anaokullarında bu mevzuda büyük ilerlemeler kat’ edilmiş. Bu tecrübeler ülkemize de aktarılabilir. Ama belli bir yaşa gelenler için ciddi teşviklere, hattâ arkadaşları arasında yapılacak yarışmalara ihtiyaç var. Aslında böyle toplu gayretlerle okumayı zevk haline getirmek mümkün.

[4] Aziz kardeşlerim!

Fihrist bakiyesinin telifi size havale edilmişti, taksim’ül âmâl tarzında yapsanız iyi olur.

Fihrist Onbeşinci Lema olmuştur. Bu Lem’a, Risale-i Nur Külliyatından Sözler, Mektubat ve Ondördüncü Lem’a’ya kadar olan kısımdır. Buraya kadar fihristesi çıkarılan yerlerde hiçbir isim olmadığına göre, bunların fihristesini bizzat Üstad yapmıştır. Bunlardan sonra mesela 16. Lem’a’nın fihristesini Rüştü Bey, 17. Lem’â’nınkini Hafız Ali, 19. Lem’â’nınkini Hüsrev Altınbaşak yazarak, diğerlerini de öbür talebeleri tamamlayarak bu isteğini yerine getirmişlerdir.

Risaleler okunurken mutlaka fihristelerin de okunması gerekir. Mevzular çok güzel özetlenmekle beraber, bazen çok değerli bilgileri de ihtiva edebilmektedir. Mesela Sekizinci Söz’deki temsil için “İbrahim Aleyhisselamın suhufunda aslı bulunan güzel ve parlak bir temsil.” denilmektedir. Mesnevi-i Nûriye’deki Hubab Risalesinin fihristesinde şu ilave bilgi var: “Bu hârika risâle, mühim bir ‘İ’lemi’nde medeni mûmin ile medeni kâfirin sûret, sîret, zâhir ve bâtın farklarını gâyet beliğ bir tarzda beyân ediyor. Ve neticede bu farkları körlere de göstermek için diyor ki: ‘Eğer istersen hayâlinle Nurşin karyesindeki Seydâ’nın meclisine git, bak. Orada fukara kıyafetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir. Göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar, ilâ âhiri.” diyerek daha başka cihetteki farklarını Lemeat ve Sûnûhat’a havâle eder. (Abdullah Aymaz, Kastamonu Lahikası Üzerine Notlar, s. 45)

 

[1] Soru: Çağımızın gereklerine göre bizim yeniden bir Kur’ân kültürünün oluşturulması hususunda tam veya yarı ümmiyet ufkunu yakalayabildiğimizi düşünüyor musunuz?

Cevap: Günümüzde bir tarafta okumayanlar var, öte tarafta da okuyanların dengesiz okuması söz konusu. Ortada bir temel olmadan, okunan şeylerin Kur’ân ve sünnet çizgisine uygun olup olmadığını test edecek temel kriterleri bilmeden okuma, dengesiz bir okumadır. Böyle bir okuma şekli insanı alır, başka taraflara götürür. Onun için önce temel esasların bilinmesi, dolayısıyla bu bilmeyi sağlayacak eserlere öncelik verilmesi gerekir. Bunlara metedolojik bilgiler de diyebiliriz. Gerçi İslâmî ilimler adına, günümüze uygun, bahsini ettiğim türden metodolojik bilgiler verecek eserleri kaleme alabilmiş değiliz; ama bu durum onların bilinmemesini gerektirmez. İşte bu tip insanlar, yani dengesiz okuyanlar, en son okudukları kitabın tesirinde kalarak sağda solda görüş beyan eder; bir gün sonra da önceki gün söylediklerine ters görüşleri rahatlıkla ortaya koyabilirler. Bu onların “ibn-i zaman” (zamanın çocuğu=dar zaman aralıklarına bağlı yaşayanlar) olduklarının delilidir. Hâlbuki bizim şimdi “ibn-i zaman”lara değil, zamanlarını aşan eserlere kulak veren, hatta böylesi eserler ortaya koyabilen insanlara ihtiyacımız var.

Sahabe misali, çağın gerçeklerini ve ihtiyaçlarını nazara alıp problemleri çözüme kavuşturacak bir “saf Kur’ân kültürü”nün oluşturulması için zamana ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Evet, Batı’nın hayatın hemen her alanındaki etkilerinden sıyrılıp kendini Kur’ân’a verecek nesiller elbet bir gün arz-ı dîdar edecek; ama biraz daha sabır ve gayret... (Kırık Testi, 2/50)

…Üstad’ın iradî olarak tercih ettiği ümmîliğe bu vesile ile dikkatlerinizi çekmiş olayım. O, çağın ortaya koyduğu bilgilere rağmen Kur’ân’ı öne çıkarmış, her şeyi Kur’ân ve sünnetle test etmiş ve bunda da başarılı olmuş bir insandır. Bu anlamda onda bir ümmiyet tercihi vardır. Bildiklerine Kur’ân rengi kazandırmış, Kur’ân’ı bir filtre olarak kullanmıştır o. Yazıyı işlek şekilde yazamamasından dolayı değil de, dışarıda bırakması gerekli olan şeyleri bırakması açısından yarı ümmî. Bu çok önemli; ama gözden kaçan bir husustur. Yabancı bir düşünce yoktur onda; her şeyiyle yerlidir o. (Sohbet-i Canan)

 

[2] Soru: Kur’ân okumada asgarî bir ölçü var mıdır?

Cevap: Kur’ân bir nasihat, bir zikir ve bir uyarıcıdır. Ne var ki, Kur’ân’dan istifade edebilmek için, gönüllerin ona karşı açık olması şarttır. Gönlün açık olabilmesi için de, insanın gözünü ona dikmesi ve kulağını ona vermesi gerekir. Nitekim Kelâm-ı İlâhî’de şöyle denilmektedir: “Bu Kur’ân, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur’ân’a dikip ona kulak verenler için bir öğüttür” (Kâf, 50/37).

Selef-i sâlihîn, Kur’ân okumanın minimumu üzerinde durmuşlar ve her gün bir miktar okunmalı demişlerdir. Bu hususta söylenilenleri, “Kur’ân-ı Kerim en hızlı haftada bir, ortalama on beş günde bir, en az ayda bir defa hatmedilmelidir; eğer ayda bir defa olsun hatmedilmiyorsa, Kur’ân metruk sayılır” şeklinde özetleyebiliriz.

Şu kadar var ki, Kur’ân okunurken, insanın içine sinmeli, okuyan onu düşünmeli ve ondan bir kısım esintiler duymaya çalışmalıdır. Aksi halde onu okumuş sayılmaz. Kur’ân-ı Kerim, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ifadesiyle en az ayda bir defa hatmedilmelidir. Fakat hatim üç beş güne sıkıştırılmamalıdır. Zira o zaman, düşünmeden okunmuş olur. Oysa, Kur’ân baştan sona mülâhaza edilmesi, bir bütün olarak ele alınması ve dikkatle okunması gereken bir kitaptır.

Muhammed İkbal der ki: “Gençlik yıllarımda her sabah namazından sonra iki saat Kur’ân okuyordum. Babam yaptığım işi görmesine rağmen her sabah gelip ‘Oğlum, ne yapıyorsun?’ diye soruyor, ben de elimdeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip ‘Kur’ân okuyorum’ cevabını veriyordum. Tam iki sene, belki onlarca defa, elimde Mushaf’ı görmesine rağmen ne yaptığımı sordu. Bir gün âdeti üzere tekrar sorunca, ‘Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun. Bir şey mi demek istiyorsun?’ dedim. Babam şöyle cevap verdi: ‘Evladım, evet, biliyorum ki elinde “Kitap” var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. Muhammed’im! Kur’ân’ı sana sesleniyor gibi okur ve her âyetten alacağın şeyleri alırsan o zaman gerçekten okumuş olur ve istifade edersin.”

Maalesef, bizim insanımızın okuyuşunda da mânâ ve muhtevaya dikkat edilmiyor. Kur’ân düşünülmüyor. Okuyanlar, sadece lâfız olarak okuyorlar. Mutlaka onun da bir sevabı vardır. Kur’ân okuyan biri, onun kelimeleri ve harfleri adedince sevap kazanabilir. Hatta bazılarına göre nafile namaz kılmaktansa Kur’ân okumak daha evlâdır. Fakat esas olan onu hem okumak, hem de anlamaya çalışmaktır. İmkânı varsa, hafız olanlar, her gün sabah kalkınca bir cüz Kur’ân okumalı ve o günkü namazlarını o cüzle kılmalılar. Böylece iki cüz okumuş olurlar. Çok meşguliyetleri yoksa daha çok da okuyabilirler. Evet, insan her gün Kur’ân-ı Kerim için belli bir süre ayırmalı, onu okumaya ve anlamaya gayret göstermeli.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ümmetine ait negatif görüntülerden birini dile getirirken, “Onlar bir vadide, Kur’ân ayrı bir vadidedir” buyurmuştur. Maalesef, en az beş asırdır, Müslümanlar böyle bir mahrumiyetin cenderesi içinde bulunuyorlar. Geleceğin fikir işçilerinin vazifelerinden biri de Kur’ân’ın bu gurbetine son vermektir. (Sohbet-i Canan)

[3] … Günümüzün insanına gelince; bugün zihinler her zamankinden daha fazla müzahrefâtla doludur. Zihin, böyle muzahref şeylerle dolunca, insan hiç farkına varmadan o malzemeyi evirir-çevirir, kullanır. Bilgi kırıntılarıyla ve yabancı kültürlerin çer-çöpüyle dolmuş, yalan-yanlış bilgilerle kirlenmiş bir zihin, hemen o söz ve düşüncelerin rotasına girebilir ve onlar tarafından idare edilmeye, yönlendirilmeye başlar. İnsan, hiç farkına varmadan, zihninde yer bulan o söz ve düşüncelerin tesirindeki bir akıntıya yakalanabilir. Mesela, günümüzde bir kısım değişik felsefî ve sosyal bilim sahaları tamamen Batı felsefesine dayanmaktadır. Pedagoji ve psikoloji gibi alanlarda sadece pozitivizm ve rasyonalizmin sesi-soluğu duyulmaktadır. Bizim kültür kaynaklarımızla beslendiğine inandığımız çok samimi kimseler bile kitaplarının yarısını Freud’un düşünceleriyle doldurabilmektedir. Dolayısıyla, böyle bir atmosferde o türlü, kökü bize yabancı düşünce ve mülahazalarla bizim insanımızın da zihin ve düşünce ufku kirlenmektedir.

O zaman bize ait olmayan hiçbir şey okumamız mı iktiza ediyor? Hiçbir yabancı kitap okumayalım mı? Mesela, Marx’ı, Sartre’ı ve Camus’yu okumayalım mı? Yanlış anlaşılmasın, o insanların yazdıkları ya da Batı’da kabul gören başka kitaplar okunmasın demek istemiyorum. Bir mü’min, dinî ilimlere ve ruh terbiyesine ehemmiyet verirken, ‘pozitif’ ilimler denilen fenlerden, ayrıca edebiyat, tarih ve felsefeden de bir nebze haberdar olabilir. Bir yandan Fizikten Kimyaya, Biyolojiden Astronomiye kadar, modern bilimlerin ana prensiplerini öğrenirken diğer yandan da Camus, Sartre, Marcuse gibi varoluşçu filozoflar ve daha başka Doğu ve Batı felsefesinin ana kaynaklarıyla tanışabilir. Fakat, bir mü’min, önce mutlaka okuması lazım gelen şeyleri okumalıdır. Evet, bizim din usûlü dediğimiz akîde metodolojisi ve fıkıh usûlü gibi öncelikle okuyup öğrenmemiz gereken meseleler vardır. Biz kendi usûlümüzle zihnimizi donatırsak, kendi kaidelerimizi zihnimizin esas dinamikleri haline getirirsek bizi onlar yönlendirir. Yoksa, kendi kültür kaynaklarımızı bilmeden başka felsefeler, başka ideoloji ve kültürler, başka başka yorumlarla meşgul olur ve onları okursak, zamanla aslî meselelermiş gibi görmeye başlayacağımız o felsefe ve kültürler düşünce dünyamıza gelip oturur, zihnimize hükmetmeye başlar ve düşüncelerimizi yönlendirirler.

Evet, bizim belki bir Sartre’dan da alacağımız şeyler olabilir; onun fikirlerine bütünüyle katılmasak da, herkeste potansiyel olarak şöyle-böyle bulunan bir bohemlik realitesiyle alakalı bazı hususları ondan öğrenebiliriz. Freud’un anne-çocuk münasebetlerine dair ortaya attıklarına iştirak etmesek, “libido” nazariyesini yanlış ve yakışıksız bulsak da, onun şuuraltı ile alakalı bazı sözlerini de görmezlikten gelemeyiz. Şimdi, eğer biz, sağlam bilgilerle ve bir yönüyle düşünce dünyamızı koruyacak din usûlüne dair meselelerle donanmış bir zihne sahipsek onları okurken kendi yorumlarımızı da yapabiliriz. Okuduklarımızın faydalı yanlarını alır, kullanır; muhtemel zararlara ve düşünce kaymalarına karşı da korunmuş oluruz.

 

Zihnin Silkelenmesi Nasıl Olur?

İşte, zihnin silkelenmesini de bu çerçevede anlamak lazım. Bir dönemde, okuyup meşgul olduğumuz, öğrenip değer verdiğimiz hususlarda iyi bir ayıklama yapamamışsak, zihnimize koyduğumuz şeyleri din eleğinden geçirmemişsek ve her nasılsa zihnimiz bir kısım muzahref bilgilerle kirlenmişse, o mevzudaki sabit ve değişmeyen disiplinlerimizi esas ölçü kabul ederek, malumâtımızı ölçüp-tartmamız ve elenenleri kapı dışarı etmemiz, bir nevi zihnimizi silkeleyerek onu çer-çöpten temizlememiz gerekmektedir. Yani, yazıp söylediklerimizin, düşünce ve sözlerimizin dinin esasları zaviyesinden filtre edilmesi lazım. Yoksa, zihnimiz uzun süre silkelenmediği için onda yer eden, oraya iyice yerleşen yanlış kabul ve batıl inançlar düşüncelerimizi yönlendirir ve bizi yanlış hükümlere götürür.

Bu husus sadece ilahiyatçılar için değil, herkes için geçerlidir. Tabipler, pedagoglar, psikologlar… da pozitivist düşüncenin tesirinden sıyrılmak için bu manada bir zihnî silkelenmeye muhtaçtır. Mesela, Batı’nın pedagojisi, onlara has problemler adına ortaya atılmış toplumsal bir reçetedir. Bizim dünyamız için de, bize ait problemlere uygun çare ve yöntemler geliştirmek icab eder. Batılı pedagojiyi alıp aynen uygulamaya kalktığımız zaman temelde bize ait olan disiplinlerin bazılarını gözardı etmiş oluruz. Öyleyse, önce kendi kültür dinamiklerimizi bilmemiz ve başka kültürlerden alacağımız bilgilerin tenkit ve kritiğini yapmamız şarttır. Meseleleri değerlendirirken, naslarla ortaya konmuş temel kaidelerimizi bir projektör gibi hep önümüzde tutmamız zaruridir. Eğer, bizim anladığımız şeyler mantığımızla çelişmediği gibi dinimizin esaslarına da ters düşmüyorsa onları kabul ederiz. Mantığımızla çelişmese de usûl-ü dine muhalif bir husus söz konusu ise, yine dinî esaslara göre hareket eder, problemi mantığımızda ya da üzerinde kafa yorduğumuz meselede ararız.

Mesela, bugün modern iş idaresi kriterlerine göre, “Yapılan bir işe idareciler de katılır, onlar da hizmete iştirak ederlerse sistem daha iyi yürür, daha çok verim alınır.” Bu ifadeyi okuyan ya da duyan bir mü’min, hemen bu meselenin dinimizdeki yerine bakmalıdır. Bakarsa görecektir ki, bu husus, Batı’da kabul edilen iş idaresi sisteminin son zamanlarda dile getirdiği bir husus olsa da, temelde bize ait bir disiplindir. Peygamber Efendimiz, “Bir topluluğun efendisi, onlara hizmet edendir.” buyurmuştur. Ne güzel bir düsturdur bu!.. Bu düstura göre, Hak katında değer kazanmak istiyorsa, müslüman bir genel müdür de diğer çalışanlar kadar ter dökmeli, hizmet etmeli, kalkıp kendi masasını kendisi temizlemelidir. Bazılarının aklına gelebilir ki, hiyerarşi hiç olmamalı mı? Evet bu manada olmamalı. Saygı ve hürmet muhatabın kabul edeceği bir meseledir, beklentiye girilecek ve aranacak bir husus değildir. Yanında çalışanları takva ve kurbet bakımından kendinden yüce görme meselesine gelince, o da yukarının, idarecinin genel mülahazası olmalıdır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamberlikle alakalı meseleler müstesna, halkı icbar ettiği hiçbir husus olmamıştır. El-alem yemek yaparken O’na ocağa üflemek düşüyorsa ocağa üflemiş; odun toplamak düşüyorsa odun toplamıştır. Eşlerine karşı da öyle bir faikiyet iddiası içinde hiç olmamıştır. Gerekmişse, kalkmış bezleri yıkamış, çorba yapmış ve ev halkına sürekli yardımda bulunmuştur. İşte, aslı bizde olan böyle bir hususun kendi kültürümüzdeki derin köklerini görmeme, aksine Batı’dan çıkmış harika bir fikirmiş gibi onu alkışlama bir aldanmışlık; o disiplini dinî kriterlerle ölçtükten sonra bize ters olmadığını, bilakis bizden olduğunu görünce de alıp kullanma ise hakperestliktir ve hikmetin gereğidir.

Hasılı, insanlar, farkına varmasalar da, düşünce yapılarını oluşturan, zihinlerinde yer eden temel felsefeye göre konuşur, yazar ve yaşarlar. Öyleyse, zihne giren her şeyi usûl-ü din süzgecinden geçirme, tertemiz ve dupduru zihinleri bulandırmama adına çok önemlidir. Doğru görme, doğru düşünme ve doğru hükümler verebilmenin yolu, zaman zaman zihni silkeleyip yabancı ve muzahref bilgileri kafamızdan söküp atmaktan geçmektedir.

[4] Zihin ve kalb dağınıklığı yaşayan bir insan birinci dereceden üzerinde durup yoğunlaşması gereken meselelere dahi konsantre olamaz; en hayati mevzulara bile teksif-i nazar edemez. Kalbî hayatı adına dağılan bir kimse, hiçbir mevzu üzerine dikkatini toplayamaz; çünkü konsantrasyon, dağınıklığa tahammülü olmayan bir konudur. Bakışı bir noktaya yoğunlaştırmak o kadar önemlidir ki, Bediüzzaman hazretleri, bir cama bile teksîf-i nazar edilse, zamanla âlem-i misale karşı hayâlde bir pencere açılacağını, o aynada çok garaibin müşahede edileceğini söyler ve aslında “aynada değil, belki aynaya olan dikkat-i nazar vasıtasıyla, aynanın haricinde hayâle bir pencere açılmış” (17. Lem’a, 13. Nota, 5. Mesele) olduğunu ifade eder. Evet, siz de deneseniz, bakışınızı herhangi bir cisim üzerine kilitleseniz, misal alemine kapılar açıldığını görebilirsiniz. Ne var ki, kalb ve zihin dağınıklığı, en önemli gâye-i hayâl olan Allah rızasına dikkat kesilmeye bile manidir ve insanı, tevcîh-i nazar etmesi gereken böyle bir hedeften dahi uzaklaştırır. (İkindi Yağmurları)

[5] Mesela “ihlas” konusu beslenme kaynaklarımızda nerede ve nasıl işlenmiş kısaca bir bakalım: 20. Lem’a da Müslümanların birbirine bakış ve münasebetlerinde ihlası kazanmanın ve muhafaza etmenin düsturları veriliyor:

“Ehl-i dalâletin zilletindendir ittifakları; ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilâfları. Yani, ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet, hak ve hakikate istinad etmedikleri için, zayıf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ, meslekleri dalâlet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Adeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne bir taassup ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir.

Amma ehl-i hidayet ve diyanet ve ehl-i ilim ve tarikat, hak ve hakikate istinad ettikleri için ve herbiri bizzat tarik-i hakta yalnız Rabbini düşünüp tevfikine itimad ederek gittiklerinden, mânen o meslekten gelen izzetleri var. Zaaf hissettiği vakit, insanların yerine Rabbine müracaat eder, medet Ondan ister. Meşreplerin ihtilâfıyla, zâhir-i meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Belki hodgâmlık ve enâniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek, ittifak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve rekabet ortaya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîrüzeber olur.

İşte bu müthiş sebebin verdiği vahîm neticeleri görmemenin yegâne çaresi, Dokuz Emirdir.

  1. Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.
  2. Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek,
  3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, “Mesleğim haktır,” yahut “daha güzeldir” diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek,
  4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,
  5. Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,
  6. Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için,
  7. Nefsini ve enâniyetini,
  8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,
  9. Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder. (20. Lem’a)

 

  1. Lem’a da ise kulluk ve hizmet dairesi içinde ihlasın sırrını kazanmanın ve muhafaza etmenin düsturları veriliyor:

BİRİNCİ DÜSTURUNUZ

Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.

Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.

İKİNCİ DÜSTURUNUZ

Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.

ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ

Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.

DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ

Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.

 

Barla Lahikası’nda bir talebesinin mektubuna düştüğü notta Bediüzzaman, teveccühü nas-ihlas münasebetini işliyor:

Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetini izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki, “Beni gelecek nesiller içinde yad-ı cemil eyle.” (Şuarâ Sûresi, 26:84) buna işarettir.

 

Kalbin Zümrüt Tepeleri 1. ciltteki, “İhlas” makalesinde ise “ihlas”ın ne demek olduğu değişik açılardan nurların verdiği bakış açısı ile izah ediliyor:

İhlâs; doğru, samimî, katışıksız, dupduru; riyâdan uzak olma ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalma, kapalı yaşama.. veya gönül safveti, fikir istikameti içinde Allah’la münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kalma ve tam bir sadâkatle kullukta bulunma şeklinde yorumlanmıştır ki, daha sonra, meşâyih-i kirâmın, onun tarifi ile alâkalı söyledikleri sözlerin hemen büyük bir bölümü; sunmaya çalıştığımız bu tarif etrafında cereyan etmektedir.

İhlâs; ferdin, ibadet ü tâatinde, Cenâb-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması, abd ve Mâbud münasebetlerinde sır tutucu olması, yaptığı şeyleri Hakk’ın teftişine arz mülâhazasıyla yapması, tabir-i diğerle; vazife ve sorumluluklarını, O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi ve O’nun uhrevî teveccühlerine yönelmesinden ibarettir ki, saflardan saf sâdıkların en önemli vasıflarından biri sayılır.

…sadâkat bir asıl ve kaynak, ihlâs da ondan nebeân eden bir “mâ-i zülâl” sayılmıştır.

Sadâkat ve ihlâs, enbiyâ-i izâm için hayatî birer sıfât oldukları kadar, da’vâ-yı nübüvvetin temsilcileri için de su kadar, hava kadar önemli birer vasıftırlar. Bu iki hususiyeti elde etmek ve bu nûrânî iki kanatla kanatlanmak, onların en ehemmiyetli güç kaynaklarındandır. Birinciler, ihlâssız bir adım atamayacaklarına inanırlar; ikinciler de atamayacaklarına inanmalıdırlar.

Gerçekten de, sadâkat ve ihlâs bir ucu insan gönlünde, diğer ucu Hakk’ın inâyet katında öyle bir derinliktir ki, o derinliklere yelken açmış ve o kanatla kanatlanmış bir babayiğidin takılıp yollarda kaldığı görülmemiştir. Zira onlar, Allah tarafından teminat altındadır.. ve Allah, çok iş ve çok semereden daha ziyade, her işte rızâsının gözetilmesine önem verir. Evet O’nun nazarında “Bir dirhem ihlâslı iş, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.”

İşin daha doğrusu ihlâs, kul ile Mâbud arasında bir sırdır ve bu sırrı Allah, sadece sevdiklerinin kalbine koymuştur.

[6] Hayvâniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir. (17. Lema, 14. Nota, 4. Remiz) (Prizma-2)

[7] Ayrıca şu hususa işaret etmede de yarar var; hasedin böyle zararlı olanının yanında gıpta mânâsına gelen bir türünü de Sahib-i Şeriat mahzursuz görmüş ve şöyle buyurmuştur: “İki kimseye hasette (gıpta) zarar yoktur: Kendisine bahşedilen serveti Allah yolunda infak eden imkân sahibi ve Allah’ın lütfettiği ilmi yaşayıp başkalarına da öğreten kimse.”[7] Ne var ki, Kur’ân’ın has talebelerinin, ismiyle aynı olduğu gibi, algılanmasıyla da mahzurlu, çekememezliğe hem-hudut olan böyle bir ruh hâletinden uzak durmaları daha uygundur. Bundan başka hakta, dinî hayatta ve Allah rızasını kazanmada yarışma duygusu diyebileceğimiz “tenâfüs” Kur’ân-ı Kerim’ce alkışlanmış ve takdir edilmiştir. Rıza ne hoş ufuk, onu “i’lâ-yı kelimetullah” ile yakalama ne kutsal bir vazife ve o hususta rekabetsiz yarışma ne mübeccel bir iştir..! (Haset, Sızıntı, Eylül-2005)

 

Mahzursuz Haset: Gıpta (!)

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte de, “İki kimseye hasette (gıptada) zarar yoktur: Kendisine bahşedilen serveti Allah yolunda infak eden imkan sahibi ve Allah’ın lutfettiği ilimle amel edip onu başkalarına da öğreten kimse.” buyurmuştur. Evet, dini güzel öğrenip onu hayatına hayat kılan ve bir irfan kaynağı haline getirdiği ilmiyle diğer insanları da aydınlatan, hem tebliğ hem de temsil yoluyla Kur’an hakikatlerinin samimi tercümanı olan bir insanın haline özenmek, “Keşke ben de bunun gibi olabilseydim; keşke ben de dinimi iyi öğrenip hem kendi hayatımı nurlandırsam hem de onu başkalarına anlatabilseydim!..” demek mahzursuz olsa gerektir. Hatta, bir nefis muhasebesi yapma, kendi halini yeterli bulmama ve dua da sayılabilecek ulvi duygularla dolma açısından böyle bir gıpta faydalı da olabilir. Yine, hem servetle hem de cömertlikle serfiraz kılınan, Cenab-ı Hakk’ın verdiği malı, O’nun yolunda gönül hoşnutluğuyla harcayan ve adeta vermeye doyamayan bir “infak tiryakisi” olan zenginin haline imrenmek ve “Keşke benim de geniş imkanlarım olsaydı da böyle infakta bulunabilseydim. Keşke bir okul da ben yaptırsaydım, ben de yüzlerce öğrenciye burs verebilseydim.” düşüncesiyle o insana gıpta etmek de zararsızdır.

Ne var ki, Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifte, imrenmeyi ifade eden gıpta sözcüğü yerine “haset” kelimesini kullanmış ve böylece, gıptanın çekememezliğe hem-hudut bir ruh hâleti olduğunu da nazara vermiştir. Yani, gıpta mahzursuz olsa ve bir ölçüde mübah sayılsa bile, onun sınırı hasede bitişiktir ve gıpta sahasında dolaşmak bir yönüyle şüpheli alanda dolaşmak gibidir. Dolayısıyla, gıptanın sınırı tam belirlenemezse o duygu kıskançlığa ve hasete dönüşebilir. Mesela; bir insan, sözlerini, halini ve tavırlarını çok beğendiği bir arkadaşına imrenir ve ona benzemeyi arzularsa, bunda bir mahzur olmayabilir. Fakat, onun bu mülahazası, “Niye o çok şey biliyor da ben bilmiyorum; neden o, dini güzel anlatıyor da ben anlatamıyorum?” şeklinde bir kıyaslamaya, hatta gizli bir rekâbete doğru kayarsa o zaman haddi aşmış olur. Artık o, gıpta sahasından çıkmış, haset alanında dolaşıyor; onun imrenme hissi de yerini kıskançlığa ve çekememezliğe bırakıyor demektir.

İşte bu sebeple, Kur’an’ın has talebeleri, çekememezliğe hem-hudut olan ve hasetle arasında sadece ince bir perde bulunan gıptadan da uzak durmalıdırlar. Onlar, haklarında takdir edilenlere razı olmalı, küçük bir his yanılmasıyla da olsa kaderi tenkit etmemeli, hiç kimseyi rakip görmemeli ve güzel sıfatlar açısından kendi kemalât arşlarına ulaşmaya çalışmalıdırlar. (“Rakipsiz Yarış” Kırık Testi)

 

* Bu çalışmada, M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Kırık Testi" kitabında "Kitap Okuma Hususunda Bir İki Ölçü" başlığıyla yayınlanan sohbeti, müellifin beslenme kaynakları ve kendi eserlerinden notlarla zenginleştirilmeye gayret edilmiştir.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 12/11/2022