KUR’ÂN ÜSLÛBUNA GİRİŞ





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 12/07/2022
Clap

Kur’ân’ın üslûbu: cümlelerinin teşkilinde, kelimelerinin seçilmesinde kendisine mahsus olan anlatım tarzı demektir. Kelimeler ve sentaks kaideleri lisanda değişmediği halde, söyleyenler veya yazanlar ayrı ayrı üslûplara sahip bulunurlar. İşte Kur’ân-ı mu’cizü’l-beyan da kelimeleri ve cümle yapıları bakımından Arapçanın dışına çıkmadığı halde, başkalarından hemen ayırd edilebilen kendine has bir ifâde tarzına sahiptir. Geniş kitle tarafından, bu üslûp mevzuunun iyi bilinmediği müşahede edildiğinden, meseleyi biraz açıklamaya gayret edeceğiz.

Aynı malzemeyi kullanan usta bir ressam ile acemi bir ressamın ellerinden çıkan eserler arasındaki büyük fark, derhal göze çarpar. Diğer bütün sanatlarda da durum böyledir. Bu; yaratılış, kabiliyet, ustalık, sanat ve zevk meselesidir. Aynen bunun gibi, mahir bir söz ustası, ifâde tarzı ile muhatabının aklını ve kalbini kapıp götürürken, zevki ve sanatı düşük birinin sözündeki za’f ve tutarsızlıklar da, bu işten anlayanlar nezdinde kendini hemen gösterir.

Meseleyi biraz daha hususîleştirmek için, lisanlardaki belagat özelliklerini genel olarak değil de, Kur’ân’ın lisanı olan Arapça bakımından ele alalım: Bazı kelimelerin harfleri birbiriyle uyum sağladığı halde bazısınınkiler ahenksizdir. Bülbül sesi ile karga sesi bir olmadığı gibi, meselâ her ikisi de bulut mânasına gelen (ğamâm) غمام ile بعاق (bu’âk)’ın insanın kulağında bıraktığı etki bir değildir. Öyle kelimeler vardır ki mânası açık ve sevimlidir, kulağa hoş gelir. Öylesi de vardır ki mânası kapalı ve tuhaftır, kulağı tırmalar. Bazısı lisanın kaidesine uygundur, bazısı aykırıdır. Sonra mânalarının şümul ve vuzuhu bakımından kelimeler, umumî veya hususî, mutlak veya mukayyed, hakikî veya mecazî olabilirler.

Kelimeler gibi terkipler de değişiklik gösterebilirler: hakikî veya mecazî mâna taşıyabilirler. Kelimeleri arasında ahenk veya ahenksizlik bulunabilir. Kolay anlaşılanı veya muğlak olup da, maksadı anlayabilmekte muhatabın zihnini yoranı olabilir. İsim veya fiil cümlesi, dilek (inşa) veya haber kipi, olumlu veya olumsuz (nefy veya isbat), özlü veya uzun anlatım vb. yollardan biri seçilebilir.

Ayrıca lisanda yer alan mezkûr ifade çeşitlerinden herhangi birini kullanmanın, mutlak olarak her zaman makbul veya menfur olduğu da söylenemez. Zira yerine göre, her makama münâsip olan hususî bir ifade tarzı vardır. Aynı ifade, yerine göre güzel veya çirkin olabilir. Muhtevaya, maksada, mevzûya ve muhataba göre farklı anlatımlar gerekir. İşte bu hususların göz önünde bulundurulması gerekmeseydi, bütün insanların sözleri aynı tarzda olur ve belagat derecesine kolayca çıkılabilirdi. Fakat mesele, makama (duruma) ve muhataba göre, mümkün olan bu tarzlardan birini seçmektedir. Aynı mesele, zeki veya kıt anlayışlı birine aynı tarzda anlatılmaz. Akaid esasları, teşriî hükümler (hukukî konular), kıssalar başka başka üslûplarla anlatılmalıdır. Hararetli ve şiddetli münazara ile, sükûnetli öğretim makamları, başka başka usûlleri gerektirirler. Âsîleri ve inatçıları tehdit, mümin ve müttakileri tebşir (müjdeleme) aynı üslûpta olamaz.

Edîbler ve edebiyat tenkitçileri, bu konuda çok ince ölçülerle makbul veya makbul olmayan şekilleri göstermişlerdir. Elbette bu kadar çok imkân arasında seçim yapmak hususunda insanlar arasında büyük farklılıklar ortaya çıkar. Bir edibin dikkat ettiği durum, öbürünün gözünden kaçabilir. Birinin bildiğini öteki bilmeyebilir. Zevkler arasında derecelenme bulunabilir. Hatta aynı edîb veya şâir bir makamda hatırladığını diğer bir yerde unutabilir vs. Bütün bu durumlara misal verecek olursak, bu kitapta kendimize çizdiğimiz çerçevenin dışına çıkmış oluruz. Maksat şunu anlatmaktır: Belagat, hâlin muktezasına (duruma) göre söz söylemektir. Belîğ üslûp, çeşitli durum ve münâsebetleri göz önünde bulunduran, kendine has bir ifade tarzıdır. Bu münâsebetlere riâyet etmekteki başarı nispeti, dolayısıyla muhataba tesir nispeti, belagattaki başarıyı tayin eder. İşte Kur’ân’ın hâiz olduğu belagata, mevcut hiç bir eserinki değil yetişmek, yaklaşamamıştır bile... Zira bu Kitabı inşa eden Zat, bir kelâm mucizesi olarak onun, Hz. Muhammed’in nübüvvetinin en büyük şahidi olmasını dilemiştir.

Beşerî sözler Kur’ân’a benzememeye mahkûmdur. Zira bu, menşe farkından ileri gelmektedir. Beliğlerin üslûplarının incelenmesinden, birbirlerinden farklı oluşlarının sebeplerinin araştırılmasından, beliğin ve yaşadığı asrın özelliklerinin tetkikinden çıkan netice şudur ki: Kelâmın terkibi (kompozisyonu), büyük ölçüde kelâmın sahibinin mizacına bağlıdır. Yazı üslûbunda rastlanan farklılıklar, insanların birbirlerinden ayrıldıkları üslûplarda, özelliklerdedir; yoksa sözü güzelleştiren sanat güzelliklerinde değildir. Meselâ yazarın mutedil veya asabî olduğu, kelâmından anlaşılabilir. Kelâm, sahibinin fikrî bir sûretinden ibarettir. “Üslûb-i beyan, ayniyle insan” vecizesi, büyük ölçüde bu gerçeği dile getirmektedir.

Muasır Arap edebiyatının en dikkati çeken simalarından olan M. Sadık Râfiî (ö.1356/1937), uzun zaman devam eden incelemelerinde, bu usûlü tatbik ettiğini ve yazarın üslûbundan onun ekseri vasıflarını çıkarabildiğini söyler.[1] Meselâ sakin mizaçlı olan bir edipten, asabî üslûpların çok ilerisinde bulunan Câhız’ın (ö.255/869) üslûbunda bir şeyler yazması istenirse, beceremediği, zorlamaların açıkça fark edildiği görülür. İnsan, yaratılışını değiştirmeye muvaffak olamadıkça, üslûbunu değiştirmeyi de başaramaz.

İşte Kur’ân üslûbu, kendisini hemen ayırt ettiriyorsa, bu onun insan eseri olmadığından ileri gelmektedir. Eğer insan eseri olsaydı, kendisinden önce veya sonra Arapçada mevcut üslûplardan birine benzeyecek tarzda olurdu. İşte Kur’ân’ın indiği çağdaki Arap beliğleri bunu pek iyi anladıkları içindir ki, muâraza yolunu tutmadılar, tehaddî (Kur’ân’ın meydan okuması) karşısında boyunlarını eğdiler. Zira gördüler ki mesele sadece derece farkı değil, mâhiyet farkıdır.

Mahlûkatın bütün durumlarını bilen ancak Allah Teâlâ olduğu içindir ki, O’nun Kelâmı, o durumların icap ettirdiği bütün o sayısız münâsebetleri ihata etmektedir. Âlimu’l-ğaybi ve’s-şehade (insanlarca görülen ve görülemeyen her şeyi bilen) olan Allah’tan başka kimin gücü buna yetebilir ki? Bütün zamanları ve mekânları, bütün asırları ve nesilleri nazarında birden hazır bulundurabilenden başka kimin nazarı bu kadar nüfuz edici olabilir? Odur ki, “Göklerin ve yerin bütün sırlarını Bilendir onu (Kur’ân’ı) indiren” (Furkan, 6) der. Kur’ân, beşeriyet ufkuna kendisinden tulû ettiği halde, onu kendisine mal etmeyip onun sâdece tebliğcisi olduğunu söyleyen Hz. Muhammed (a.s.)’ın “Allah’ın Kelâmı ile beşer kelâmı arasındaki fark, Halik ile mahlûk arasındaki fark gibidir” sözü de bunu anlatmak istemektedir.

İşte gelecek bahislerde, âlimlerimizin binlerce ciltlik kitaplara sığdıramadıkları bu i’caz üslûbunu, denizden damla kabilinden, kısaca anlatmaya çalışacağız.

Kur’ân’a müşrikler “sihir” dediler; sihir, yani sebebi gizli, etkisi belli... Bununla onun tesir gücü kastedilirse, evet o bir sihirdir ki insana galebe çalar, itiyatlarını bile değiştirir. İnsana nüfuz eder, kalbi ile irâdesi arasına girer, yani isteklerinin rağmına onda tesir icra eder. Su damlaları ağaçta nasıl yükselirse, insanın düşüncelerine öylesine sirâyet eder.

Kur’ân’a müşrikler “şiir” dediler. Evet bir şiirdir, lâkin lâfızlarının vezin ve ölçüsü mânalarındadır; mânalarının zîneti ise lâfızlarındadır.[2] İşte bundandır ki, Kur’ân’daki ahengin etkisinde kalarak “şiir” diyenler, çok geçmeden, onun şiir ölçülerine uymadığını gördüler.

Kur’ân’ın tebliğcisine “mecnûn” demişlerdi: Evet, kemâl hâlindeki büyük akıl, küçük akıllarca cinnet zannedilir. Dünyadan büyük yıldızlar, âciz gözlerce nokta gibi görülür. Baktılar ki kutlu lâfızları, karanlıkları aydınlatan kandillerdir. Üfleyerek söndürmek istediler bu nuru. Fakat Süreyya’nın (Ülker yıldızının) ışığını, rüzgârın söndürmesi ne mümkün?

Kur’ân indirildiğinde, Araplar onun lâfızlarının, bildikleri kelimeler olduğunu, bu hususla bir değişik durum bulunmadığını gördüler. Fakat nazım üslûbunda, terkip nevilerinde, harflerinin kelimelerinde dizilmesinde, kelimelerinin cümlelerinde dizilmesinde hayranlık uyandıran bir hususiyet buldular. Bundan dolayı da kendi kelamlarından bambaşka bir kelâm olduğunu itiraf ettiler. Bundandır ki, Arap beliğleri, Kur’ân’a muâraza etmekten ümitlerini kestiler. Zira Kur’ân onların takatlerini tüketmişti.

Muâraza yapan kimse, ifâde ve beyan yollarının bütün çeşitlerine vakıf olup, karşısına çıkacağı güzel sözün mukabilini getirerek, muâraza ettiği kelâmın tesirinin benzeri bir tesir meydana getirebilir. Beliğler, normalde bundan âciz değildirler. Zira onlardan her biri, insanın bir yönüne hitap etmek sûretiyle bir tesir yolu tutabilir. Belîğ kimse, başkasının ifâdesindeki lâfız, üslûp ve mâna bakımından gevşek ve zayıf tarafları bulmakta da mahirdir. Bu noktaları tespit edip de ifâdesinde bunlardan kaçınırsa, muârazasında öbürüne galip gelebilir. Bundandır ki, ve beliğlerin mizacında bu muâraza hissi yer ettiğindendir ki, şâirler, yazarlar ve hatipler tesir yarışı içine girmişlerdir. Edebiyat tenkitçileri de bunları değerlendirmekle meşgul olmuşlardır.

Muâraza edilmek istenilen kelâm, harfleri, kelimeleri, cümleleri, mânaları, üslûpları ile Kur’ân olunca, onunla muâraza edilemeyeceğini en iyi anlayanlar beliğler oldular.

Sanat ifadesinin orijinal şekli, ruhta hissedilir. Sanatkâr onu ifade ettiğinde bizler beğeniriz. Fakat o, ifadesinden ziyade ruhunda hissettiği mükemmel aslını, tahayyül ettiği ve fakat tam manasıyla istediği mükemmellikte ortaya koyamadığı tabloyu beğenir. Zira bir ihsas ruhla duyulduğu müddetçe, onda ruhun kemâli mevcuttur. Onun duyularla ifade edilmesi hâlinde, duyuların eksikliği onda da kendisini gösterir. Kelâmdaki tesirle ayılıp bayılan, lisanı bir hilkatle yaratılan Araplar, bu yaratılışın hassasiyetiyle, kendi ifade ve beyan ihsaslarıyla, hissettiklerinin ifade edildiğini görünce, aczlerini bedahet hâlinde anladılar. Ancak, bazılarının inkârı, kalplerindeki bu anlayışı itirafa mani olmuştu.[3] Kur’ân, meydan okuması ile onların kafalarına vurup en hassas taraflarını incittiği halde, hatta tamamından vazgeçip yalanlarla dolu dahi olsa on sûrenin naziresini ve neticede bir tek sûrenin naziresini istediği halde onların buna güçleri yetmedi.

 

[1] M.S. Rafiî, İ’câz, s.202.

[2] Aynı eser, s.31.

[3] Aynı eser, s.192.

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 12/07/2022