Sünnet veya Hadis





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/28/2022
Clap

Sünnet, Allah Resûlü ve O’nun nurlu ashabının yaşadığı çağdan günümüze kadar, Kitap’ın yanında korunup-kollanan ve her asırda yüzlerce devâsâ insanın, kabullenip hemen her meselede müracaat ettiği tertemiz ilâhî bir kaynak ve teşride de ikinci esastır.

Hadis, Resûlü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz Hazretlerinin akvâl, ef’âl ve ahvâlini (söz, fiil ve davranışlarını) bildiren ilimdir. Çokları, sünnetin takriri kısmını da ef’âli içinde zikretmişlerdir. Öyle veya bu şekliyle bizim arz etmeyi düşündüğümüz hususu çok alâkadar etmediğinden üzerinde durmayacağız.

Efendimiz’in akvâlinden murad, Kur’ân’ın (vahy-i metlûv) dışında olan mübarek sözleridir. Fiillerinden murad ise, Zât-ı risaletpenâhilerinden sâdır olan ef’âldir ki, büyük bir kısmı itibarıyla bunlara uymakla mükellef sayılırız. Bu arada, Sultânü’s-Sekaleyn Efendimiz’in âdet kabîlinden olan işleriyle, şahsı ile alâkalı sünnetlere uymak mecburiyeti olmasa bile, bunlara dahi halis bir niyetle ittibaın, âdetleri ibadet hâline getirmesi ve O’nun mübarek davranışlarıyla hedeflenen noktalara yönelmeyi netice vermesi bakımından sevap ve bereket kaynağı olacağında şüphe yoktur.

Fıkıh ilminde bu ikinci nevi fiiller bahis mevzuu değil ise de, hadis ilminde her zaman üzerinde durulagelmiştir. Efendimiz’in ahvâli, hadisçilerce hadis muhtevasına dahil; ama fıkıhçılarca hariçtir. Fakihler derler ki; Efendimiz’in ahvâli, ihtiyarî fiiller nev’inden ise, o, efâl-i nebevîyeye zaten dahildir. Yok, Şeref-i nev-i insanın, şemail-i şerifeleri, milad-ı nebevîleri, O’nun zaman ve mekânı gibi siyer kitaplarında zikredilen ve şer’î hükümlere esas teşkil etmeyen hususlardan ise, o, fukahanın maksadının dışında kalır ve teşride de esas değildir. Oysaki, hadisçilere göre, Efendimiz aleyhi ekmelüttehâyâya izafe ve isnad edilen her şey hadistir ve hadisçinin iştigal sahası içine girer.

Sünnete gelince, Hazreti Ferîd-i Kevn ü Zaman Efendimize izafe olunan söz, fiil ve takrirlerin umumuna denir ki, usul-ü fıkıh ulemâsına göre hadisin müradifi sayılır.

Biz, burada şimdi, bu çok geniş ve şümullü mevzu üzerindeki söylenmesi gerekli olan hususları, işin mütehassıslarına bırakarak Sünnetin tespitiyle alâkalı bir iki önemli meseleyi kuşbakışı arz etmeyi düşünüyoruz.

Sünnet, Allah Resûlü ve O’nun nurlu ashabının yaşadığı çağdan günümüze kadar, Kitap’ın yanında korunup-kollanan ve her asırda yüzlerce devâsâ insanın, kabullenip hemen her meselede müracaat ettiği tertemiz ilâhî bir kaynak ve teşride de ikinci esastır.

Kur’ân-ı Kerim, pek çok âyetiyle Hazreti Seyyidü’l-beşer ve O’nun sünnetine uymayı emrettiği gibi, pek çok sıhhatli ehâdîs-i şerife de, yine Sünnete ittibâın önemi ve onun teşrîdeki yeri üzerinde durmaktadır. Denebilir ki, hemen her devirde aklının altında kalıp ezilmiş bir iki nasipsiz istisna edilecek olursa, sünnet, din ve dinî hayata esas teşkil etmesi bakımından bugüne kadar hep Kur’ân’la beraber mütalâa edilmiştir. O, Kur’ân’la o kadar içli dışlı ve o kadar beraberdir ki, ne onu Kur’ân’dan, ne de Kur’ân’ı ondan tecrit etmek mümkün değildir.

Sünnet, Kur’ân’ın müphem kısımlarını tefsir, mücmel yerlerini tafsil, mutlak olan hükümlerini takyid, âmm olan kısımlarını da tahsis etme gibi Kur’ân’a ait hizmetleriyle âdeta onunla bütünleşmiş gibidir.

Namazlar, rükünleri, şartları, sıhhat ve fesadı sünnet ve âdâbıyla; hac, ifradı, kıranı, temettüü ve bütün teferruatıyla; zekât, nisabı, nevileri ve eda keyfiyetiyle Kur’ân’da mücmel olarak zikredilip de, haklarında sünnetle ayrıntılı bilgi verilen meselelerin sadece birkaçıdır. Kur’ân-ı Kerim’de miras âyetlerinin âmm olarak zikredilmesine rağmen, peygamberlerin mallarının miras olmayacağı, birbirine mirası olanlar arasında katlin mirastan mahrumiyete sebebiyet vereceği sünnetle tahsis edilen ahkâmdandır. Bundan başka, Kur’ân-ı Kerim’de mutlak olarak zikredilen pek çok hüküm vardır ki, onlar da yine sünnetle takyit edilmiştir. Bu arada, Kur’ân-ı Kerim’in bir tek kelime ile dahi temas etmediği ve müstakillen sünnetle ele alınan meseleler de az değildir. Ehlî eşeklerin ve yırtıcı hayvanların etlerinin haram edilmesini, hala ve teyze üzerine yeğenlerin izdivacının yasaklanmasını bu cümleden sayabiliriz.

Bu itibarladır ki, ilk asırdan bugüne kadar, Kur’ân’ın yanında sünnet de aynı ihtimama mazhar oldu; “Kitap” gibi kaydedildi, üzerinde müzakereler yapıldı ve eslâfdan ahlâfa kitaplar, kitapçıklar hâlinde intikal etti.

Allah Resûlü, hayat-ı seniyyelerinde, kendine itaat etmeyi ve sünnetine uymayı dinin bir parçası sayıyor; söylediği her sözün arkadan gelecek nesillere ulaştırılmasına teşvikte bulunuyor.. hatta ashabına uzak yerlerden hadis dinlemeye gelenlere mülayim ve yumuşak davranmayı emrediyor; söylediği sözlerin mutlaka dinlenip bellenmesi için tahşidat yapıyor.. muhataplarının anlayıp ezberlemelerine yardımcı olmak için yerinde konuştuğu şeyleri birkaç defa tekrar ediyor ve yerinde de mübarek sözlerinin kaydedilmesini tavsiye buyuruyorlardı.

Beri taraftan ashab-ı kiram efendilerimiz de, bütün bir hayatı talim etme vazifesiyle gönderilmiş olduğuna inandıkları bu Şeref-i nev’i insan ve Ferîd-i kevn ü zaman’ın, değil dinin esaslarına taalluk eden söz ve davranışlarını, O’nun tabiî hâl ve hareketlerini dahi hassasiyetle takip ve tesbit ediyor; sonra da duyup işittiklerini tekrar ber tekrar aralarında gözden geçirip ya hafızalarına alıyor veya defterlerine işliyorlardı. O’ndan intikal eden her şeyi en mübarek bir hatıra, en muhteşem bir emanet sayan bu müstesna cemaat, hayatlarını bu mukaddes emanete karşı hep emniyet duygusu içinde sürdürdüler.

Ayrıca, O’ndan gelen her beyan ve mesajı, sabah-akşam gökten gelmiş semavî sofralar kabul eden ve ilâhî emirlere karşı arzuyla dolu, alabildiğine kadirşinas bu topluluk duyup işittiği bu ışıktan fermanları âdeta, âb-ı hayat gibi içiyor ve tek damlasını dahi zayi’ etmiyordu. Aslında düşünceler olabildiğince saf, gelen mesajlar çok yeni ve taze, sineler iştiyakla buhur buhur, anlatılan şeyler de ebedî mutlulukla alâkalı, hatta onun altın anahtarı mesabesinde olunca, ne sünnete karşı lâkayt kalınabilir, ne yıllanan şeyler hafızalardan silinir, ne de onun içine başka şeyler karıştırılabilirdi. Zaten, hayatını doğruluğu ikameye vakfetmiş ve yalanın her çeşidine kapalı bu ruh insanları, doğrunun tek zerresinin bile zayi olmasına gönülleri razı olmadığı gibi, yalan ve hilâf-ı vâkiye karşı da tavırları tamdı. Muhalfarz, içlerinden biri yalana tenezzül edecek olsaydı, yüzlerce ağızdan yükselen protesto sesi, bu yalancı solukları boğacak ve teşebbüs edecek başka kimselerin içine de korkular salacaktı. Böyle bir tavır ve tutum az da olsa, bir kısım cüretkârlara karşı yapılmadı da değil...

Evet, ashab-ı kirâm, hem sünnetin tesbiti vazifesini, hem de muhafazasını tekeffül etmiş bulunuyorlardı. Bu hususta muhkemâta tevfikan geliştirdikleri bir kısım tahkik metodlarıyla, duydukları her şeyi kritiğe tâbi tutabiliyor, raviyi istintak edebiliyor; rivayet edilen her şeye şahit istiyor ve çeşit çeşit mihenklerden geçirerek hadisi öyle kayıt ve tesbit ediyorlardı.

Bu arada, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den duyduğu şeyleri yazan sahabenin sayısı da az değildi. Aslında hadisler de tıpkı Kur’ân-ı Kerim gibi şeref-vüruduyla beraber kaydediliyordu; ama gayri resmî ve hususî defterlere. Hadisin kayıt ve tesbitinin Ömer b. Abdülaziz’le başladığını söyleme doğru olsa bile eksiktir. Zira Ömer b. Abdülaziz döneminde yapılan şey devlet emirnameleriyle resmî tedvîndir. Bu da tıpkı, Hz. Ebû Bekir döneminde, hafızların hafızasında, değişik cisimler üzerinde yazılı bulunan Kur’ân âyet ve sûrelerini bir araya getirme gibi, bir resmî cem’ ve tedvîndir.

Yoksa, Hazreti Sahib-i risaletpenâhîleri zamanında, O’ndan sâdır olan her şey yazılıyordu ki, bunlar arasında, daha sonra çok iştihar eden Abdullah b. Amr b. Âs’ın “es-Sahîfetü’s-Sâdıka”sı, Hemmâm b. Münebbih’in “es-Sahîfetü’s-Sahîha”sı, Zeyd b. Ali b. Hüseyin’in “el-Mecmû”u çok meşhur olmuş ve tedvînin resmîleşip yaygınlaştığı dönemde de, sonraki müdevvenâta birer kaynak teşkil etmişlerdi.

Ashab-ı Kirâm, hadislerin kayıt ve tesbitine hassasiyet gösterdikleri ölçüde orijinalini muhafaza mevzuunda da fevkalâde titiz davranıyorlardı. Âişe Validemiz hadisleri kelimesi kelimesine nakletmeye alabildiğine hassasiyet gösteriyor, İbn Ömer bir harf bile değiştirmeden rivayet etmeye çalışıyor; İbn Mes’ûd ve Ebu’d-Derdâ gibi kibar-ı ashab, hadis rivayeti denince sıtmaya tutulmuş gibi tir tir titriyor, neden sonra ağzından birkaç kelime çıkıyor; kendilerinden kelime karıştırma endişesiyle bazıları da hiç mi hiç rivayete yanaşmıyordu.

Tâbiîn-i kirâm’ın da bu meseleye aynı titizlikle yaklaştıklarını söylemek mübalağa olmasa gerek. Saîd b. Müseyyeb, Şa’bî, Alkame, Sevrî bu hassasiyetin büyük temsilcilerinden sayılıyorlar. Zaten daha sonraki dönemlerde, hem senet ve metnin tahkîki, hem de rical kitaplarının tedvîni, silik sözlerin hadis cevherleri arasına girmesini bütün bütün zorlaştırıyor idi ki; zannediyorum, dinî metinleri bu ölçüde hassasiyetle kritiğe tâbi tutan, İslâm ümmetinden başka bir ümmet de yoktur.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (M. Fethullah Gülen, Ocak, 1990; 7. sayı)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/28/2022