Ahiret İnancını Lüzumu





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/13/2022
Clap

Âhiret gününe inanan insanın ümidi daima tazedir; asla ümitsizliğe düşmez. Bu iman, onu maruz kaldığı her türlü musibet ve hastalığa karşı tahammül etmeye muktedir kılar.

Kur’ân-ı Kerîm; tevhid, nübüvvet ve âhiret olmak üzere tebliğinin temelini oluşturan üç esasından biri olan âhirete imanı, Allah’a imanla birlikte zikretmiştir.[1] Onun pek çok âyette bu iki iman esasını birlikte zikretmesi, Allah’a imanın âhiret gününe iman üzerine kurulu olup onunla tamamlandığını göstermektedir.

Âhirete iman, Allah’a imanla birlikte tevhid inanç sisteminin temelini oluşturmaktadır. Şöyle ki, bu iki inanç unsuru birlikte olduklarında bir değer ifade etmektedir; âhiret inancı devre dışı bırakıldığında Allah’a iman da mânâsını yitirmektedir. Bu itibarla Kur’ân’da âhireti inkâr etme, Allah’ı inkâr olarak değerlendirilmiştir.[2]

Kur’ân-ı Hakîm’de neredeyse her sûrede âhiretten söz edilmekte ve çeşitli vesilelerle bu hayata atıfta bulunulmaktadır. Ölüm ötesi hayata bu denli önem atfedilmesinin sebebi, onun Kur’ân’ın temel ilke ve ana hedeflerini pekiştirmeye yönelik en güçlü âmil olmasıdır. Zîrâ insan hayatına farklı bir boyut kazandıran diriliş düşüncesi, ona hiçbir şeyin veremeyeceği bir mânâ ve ciddiyet vermektedir.

Denebilir ki insanı insan kılan ve onun ahlâkî bir varlık oluşunu pekiştiren, onun ölüm ötesiyle ilgili böyle bir metafizik gerilim içinde olmasıdır.

Bu inanç kadar insan ruhunu yücelten, hayatı tanzim eden, beşeri lâyık olduğu mertebeye yükselten başka bir inanç yoktur.

Getirdiği âhiret inancıyla helâl-haram, güzel-çirkin bilumum dünya hayatının her sahasını değerlendirmiş olan dinimiz, olumlu-olumsuz insan davranışlarının arkasında âhiret inancının rolünü işler.

Âhiret akidesinin beşerin huzur ve saadetini temin bakımından ifade ettiği önem her türlü izahın üstünde bir değere sahiptir. Bunları birkaç madde hâlinde şöyle özetleyebiliriz:

  1. Âhiret gününe inanan insanın ümidi daima tazedir; asla ümitsizliğe düşmez. Bu iman, onu maruz kaldığı her türlü musibet ve hastalığa karşı tahammül etmeye muktedir kılar. Çünkü böyle birisi, bunların hepsinin Allah’tan olduğunu ve dünyada bunlara rıza ile katlandığı takdirde bunların hepsinin karşılığını, Allah’ın âhirette vereceğini bilir ve rahatlar.
  2. Yakınlarının bir bir ölüp gidişi karşısındaki bir insanı ancak, öldükten sonra dirilmeye inanmak teselli edebilir. Ve yine adım adım ölüme yaklaştıklarını gören hastaları ve ihtiyarları ancak bu inanç rahatlatabilir.
  3. Bir insanın, gerçek mânâda vazife ve sorumluluk şuurunun gelişmesi de küçük-büyük bütün amellerinin hesabının görülebileceği bir âhiret yurduna inanmasına bağlıdır. Ancak bu inanca sahip insanlara ‘istediğini yap’ denebilir. Zîrâ bu anlayıştaki bir insanın, ötede kendisini mahcup edip yere baktırmayacak işler yapma lüzumunu duyacağı muhakkaktır.[3] Yine bu inanca sahip bir kişi ‘Kıyamet gününde bütün yaptıklarımı önüme çıkaracak bir kitap hazırlanmaktadır’[4] diyerek adımını hesaplı ve dikkatle atacaktır. Sözgelimi, konuştuğu her bir sözün teybe alınıp sonra üst makam tarafından dinleneceğini bilen bir memurun dikkati ile böyle olmayanın hassasiyeti bir olmaz. Sözün özü, âhiret günü akidesi, vazife ve mesuliyet fikrinin en büyük kefilidir.
  4. Dinde bu rükne önem atfedilmesinin bir diğer hikmeti de bu akidenin, toplumun ıslahında lüzumlu bir ilke olmasıdır. Metafizik gerçeklere inanmayan Wolter dahi bunu itiraf etmek mecburiyetinde kalarak şöyle demiştir: “Ahlâkî prensipleri tesis eden iki esas olması bakımından ilâh ve âhiret düşüncesi, hakikaten büyük bir ehemmiyet taşır.”[5] Görüldüğü gibi Wolter’in nazarında da bu akide, cemiyet içinde tek başına en üstün ahlâkî çerçeveyi kuracak güç ve kudrettedir. Şayet bu akide ortadan kalkacak olursa, güzel iş ve faaliyetler için teşvik edici herhangi bir faktör bulunamayacaktır.

Bu çerçevede ‘Ölüm Ötesi Hayat’ adlı eserinde “Gençten ihtiyara, kadından erkeğe, âdilden zâlime herkes için içilen su ve teneffüs edilen hava kadar haşre (hesap gününe) imana ihtiyaç vardır.” diyen M. Fethullah Gülen Hocaefendi şunları dile getirir: Bu ruh ve şuur içinde yaşanan bir hayat müstakîm; bu ruh ve şuur içinde yaşayan fertlerin teşkil ettiği toplum huzur içinde; yine bu ruh ve şuur içindeki aile ocağı da, yaşadıkları aileyi cennet bahçelerinden bir bahçe hâline getirmişlerdir. Evet, beşerin çılgınlıklarını bırakabilmesinin tek yolu vardır; o da öldükten sonra dirilmeye inanmasıdır. Gençliğin çılgınlıklarının önünü alacak, onun hezeyanlarını önleyecek, yavaş yavaş ölüme doğru giderken her adımda ayrı bir inkisâr ve ümit kırıklığına uğrayan ihtiyarlara ümit kaynağı olacak, çocukların mukavemetsiz kalblerinde her an saadet şem’a ve şûlelerini yakıp aydınlatacak da ancak haşre iman ve inançtır… Haşre iman denen bu şerbeti içmek aynı zamanda yudum yudum huzuru yudumlamak demektir. Bu sebepledir ki, beşerin sulh ve salâhı için uğraşan ve ona huzur bahşetmeyi gaye edinen bütün fikir adamlarının; meseleyi bu zaviyeden değerlendirmeleri gerekmektedir. Ferdin, ailenin, cemiyetin ve topyekun bütün insanlığın hakikî refah, saadet ve huzura erebilmesi ancak ve ancak, büyük-küçük bütün amellerin hesabının görülebileceği bir âhiret yurduna inanmaya bağlıdır.[6]

  1. İnsanın istidat ve isteklerine bir sınır konmadığından meşru sınırları tecavüz edebilir, zulme, başkalarının hak ve hukukuna girebilir. Onu bunlardan ancak hesap korkusu ve ceza endişesi alıkoyabilir. Buna, ‘Kanunların icrası ve elde bulunan nimetlerin gitme endişesi kifayet eder.’ denemez. Çünkü kanunların hükmü bazen infaz edilmeyebiliyor, edilse de nihaî bir çare olamıyor. Ayrıca nimetin elden gitmesi de böyle bir hesap korkusuna denk olamaz. Zîrâ bazen zora düşen kimseler, kurtuluşu kendilerini öldürmekte buluyor ve nimetin elden çıkmasına aldırmıyorlar. Öyleyse, insanı, kendisini bekleyen zararlardan sakındıracak ve alıkoyacak caydırıcı bir kuvvetin olması şarttır. İyilik ve kötülük yolunu sadece tercih etmek kâfî değildir. İnsanı bu noktada iyiye yöneltip, kötülükten uzaklaştırmaya yetecek bir tercih ettirici unsurun bulunması şarttır. Bu tercih ettirici kuvvet ise âhiret inancından başkası olamaz.[7]

 

Âhireti İnkârın İnsan Hayatındaki Olumsuz Yansımaları

Bu hususu da maddeler hâlinde sıralayacak olursak;

  1. Âhireti inkârın, insan üzerindeki olumsuz tesiri son derece büyüktür. Ölümü bir ‘yok olma’ kabul eden bir insanın, zihninde kat’iyen bir güven ve sükûnet oluşmaz. Ebedî bir hayat düşüncesine sahip olmayan bir kimsenin, her gün hayat takviminden bir yaprağın kaybolması karşısında içinde beliren ‘unutulma ve mahvolma’ düşüncesi, onun kalbine bir ok gibi saplanır ve onu tarifi mümkün olmayan bir ıstıraba sokar.
  2. Âhiret inancı olmayan birisi için, -her ne yol ve usûlle olursa olsun- dünyada en güzel ve tek doğru şey çıkar teminidir. Çünkü onun önünde artık, özlemini duyacağı başka bir şey yoktur. Bu anlayışının neticesi olarak da o hep başkalarının hakkını yiyecek, hukukunu çiğneyecek ve fesat çıkaracaktır. Kısaca, hilelerin her türlüsüne ve en kötüsüne başvurmaktan çekinmeyecektir.
  3. Âhireti inkâr edenlerin kendilerini gösteriş ve riyakârlıktan uzak tutmaları da mümkün değildir. Çünkü onlar, dünyevî menfaatlere ulaşmak için her bir zillete katlanmaya çoktan razıdırlar.
  4. Yine âhirete inanmayanların gözünde suç ve günah kavramlarının da bir değeri yoktur. Bunların değeri ancak, çıkarlarına bir zarar söz konusu olduğu zaman vardır; iyilikler ve hayırlar aptallığın kendisidir, eğer kötülük kendileri için bir tehlike doğurmuyorsa, onlar için bir mahzuru yoktur.[8]

Bütün bu sebeplerden ötürüdür ki din, terbiye etmeye çalıştığı insanda ilk planda âhiret endişesi oluşturmaya çalışır. Zira gelişen olaylara dikkatle baktığımızda, âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırmaların temelinde ‘âhireti hesaba katmadan yaşama fikrinin’ yattığını görürüz. Nitekim Kur’ân-ı Hakîm de bu noktaya dikkatlerimizi çeker: “Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar.”[9]

 

[1] Bkz., Âl-i İmran sûresi, 3/113,114; Nisa sûresi, 4/38; Tevbe sûresi, 9/19; Haşir sûresi, 58/22.

[2] Bkz., Ra’d sûresi, 13/5.

[3] Gülen, M. Fethullah, Ölüm Ötesi Hayat, Nil yay., İzmir 2002, s. 3.

[4] Bu noktaya işaretle Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Ve o gün kitap ortaya konulmuştur. Suçluların, o kitabın içindekilerden korkarak: ‘Vah bize, ne oluyor bu kitaba! Küçük büyük kapsamadığı hiçbir şey bırakmıyor!’ derler. Ve yaptıklarını önlerinde hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye asla zulmetmez.” (Kehf sûresi, 18/49)

[5] Vahidüddin Han, el-İslâm Yetehaddâ, s. 147 (Windelbant, History of Philosophy p. 496’dan naklen).

[6] Gülen, age., s. 2.

[7] Cisrî, Savabu’l-Kelâm fî Akaidi’l-İslâm, s. 264.

[8] Mevdudî, İslâm Medeniyeti, s. 169. Keza bkz., Abdulhamîd, Abdulmun’im, el-Akîdetü’l-İslâmiyye, Daru’l-Kalem, Kuveyt 1980, s. 94.

[9] Müdessir sûresi, 74/53.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Nisan, 2010; 88. sayı)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/13/2022