MUKADDES GÖÇ
Hicret, ilk defa, insanlık semâsının ayları, güneşleri sayılan Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. Musâ, Hz. İsâ gibi yüce kâmetler tarafından başlatıldı; sonra da bu aydınlık yolun eşsiz rehberi, insanlığın iftihar tablosu, zaman ve mekânın Efendisi bu yoldan yürüyüp gitti.
Göç, yaratıldığı günden bu yana hiç durmak bilmeyen insanoğlu için umumî mânâda;[1] insanlar arasında seçkinlerden seçkin aydınlık ordusu Kudsiler için de hususî mânâda[2] ve aynı zamanda medeniyet tarihini de yakından alâkadar eden önemli bir mefhûmdur.
Evet, bir tarafta anne karnından çocukluğa, çocukluktan delikanlılık ve olgunluğa, derken yaşlılık ve ölüme uğrayarak upuzun bir sefere çıkmış gariblerden garip insan fertleri; diğer yanda, elindeki meş’âleyle çağlara ışık saçan, çeşitli devirlere mührünü basan; açtığı nurlu yolda arkasına düşenleri hep medeniyetin şâhikalarında dolaştıran; sinesinde tutuşturduğu kıvılcımlarla kendine gönül verenlerin ruhlarını aydınlatıp onları iman ve ümit kuşağında ölümsüzlüğe hazırlayan; aydınlık düşünceleriyle, karadeliklerin çehrelerinde, cennetlere ait ışık ve renk cümbüşü çıkararak karanlıkların ve karamsarlığın hükmettiği aynı noktalarda, ümit meşcerelikleri meydana getiren yüce rehber ve yüksek kâmetler, hep birer yolcudurlar ve bütün bir hayat boyu göç edip dururlar. İnançları, düşünceleri, davaları uğrunda bitip tükenme bilmeyen bir göç...[3]
Bir hakikatın değişik rükûn ve yönlerinden ibâret olan; îman, göç ve cihad üçlüsünün, Kutlu Beyan’da ekseriya peşipeşine zikredilmesi, bu meselenin ne denli ehemmiyet arzettiğinin en parlak delilidir.[4] İnanma, hicret etme ve inancı uğrunda vereceği mücâdeleyi, bu yeni iklimde, yeni muhatap ve yeni şartlara göre durup dinlenmeden devam ettirme.. işte Kudsilerin sabah-akşam başvurageldikleri üç musluklu hızır çeşmesi! Bu çeşmeden kana kana içenler, inançla gerilecek ve karanlık bucaklara durmadan kıvılcımlar salacaklardır; yollar sarpa sarıp çevreyi terslikler, yanlışlıklar, cahiliye duygu ve tutkuları alınca da mal-menâl, yurt-yuva, evlâd ü iyâle bakmadan “bir başka diyâr!” deyip yeniden yolculuğa çıkacaklardır.
Dava ne kadar yüksek, düşünce ne kadar yararlı ve orijinal, mesajlar ne kadar parlak da olsa, onu ilk defa duyan ruhların irdemesi, mukâbelede bulunup zorluklar çıkarması kaçınılmaz ve bir ölçüde de tabiîdir. Buna göre, kendi toplumunda yeni bir îman, yeni bir aşk ve heyecan uyarmak isteyen herkes, ya mücâdelesini orada açık-kapalı devam ettirecek veya hicret edip gönlünün ilhamlarına, takdimiyle vazifeli olduğu mesajlarına başka talip ve başka meşcerelikler araştıracaktır.[5]
Birinci şıkta, o inanç ve düşünceye gönül veren her ferdin, fevkalâde dikkatli, tedbirli ve yenilmişlik adına ne varsa hepsini daha baştan aşması şarttır. Yoksa, ümid edildiği mânâda aydınlatma olamayacağı bir yana, çok defa küçük bir dikkatsizlik, az bir yanlışlık, şartların ağırlaştırılmasına, atmosferin de bütün bütün yaşanmaz hâle gelmesine sebebiyet verebilir... Bir heyetin bütün fertlerinin her zaman bu denli dikkat ve teyakkuz içinde bulunmaları çok zor, hatta imkânsız olduğundan, bu türlü durumlarda aydınlatma ve irşâdın ayrı bir iklimde devam ettirilmesi bir bakıma zarûridir; başka şekilde hareket ve direnmelerin de hiçbir faydası yoktur.
Öteden beri her yeni düşünce, doğduğu muhitte hor karşılanıp, aleyhinde kampanyalar oluşturulmasına karşılık; o düşünce ve onu temsil eden şahısları çocukluk ve gençlikleriyle bilmeyen bir başka muhit, çok defa onlara kucak açmış ve destek olmuştur.
Bu itibarla, her Kudsinin kaderinde değişmez şu çizgiler, âdeta bir fasl-ı müşterektir: Önce îman ve aşk, sonra yığınları saran yanlışlık ve inhiraflara karşı mücâdele, sonra da gerekirse insanlığın mutluluk ve saadeti uğrunda, yurt-yuva herşeyi fedâ ederek, başka âşinâ gönüller aramak üzere yeniden yollara dökülmek...[6]
Hemen her yeni dirilişte bu iki esas ve iki merhâle çok önemlidir. Birinci merhâle, ferdin şahsiyet kazanması, inançla şahlanıp aşkla gerilmesi, nefis ve benliğini aşarak Hakk’ın âzâd kabul etmez kölesi olma merhâlesidir. Bu merhâledeki cihad, bütün buudlarıyla nefsin dümenlerine karşı, benliği yenmeye müteveccih ve insanın kendisini yeniden inşâ etmesiyle alâkalıdır. Bu itibarla da cihadların en büyüğü “Cihad-ı Ekber”dir. İkinci merhâle ise, her gönülde bir kor, bir alev hâline gelen inancın aydınlık tufanı, artık çevreye çeşitli dalga boylarında şualar neşretmeye başlar. Çok defa bu safhanın tahakkukuyla beraber hicret de gelip kapıya dayanır.
Aslında, bu devreye kadar geçirilen safhalarda dahi, ruh plânında bir hicretten bahsetmek her zaman mümkündür: İnsan, içinde bulunduğu durumdan olması gerekli olan duruma; hareketsizlik ve dağınıklıktan aksiyon ve sisteme; donmuşluk ve bozulmuşluktan kendini yenilemeye, binbir günahın boğucu atmosferinden ruh ve kalbin hayat derecesine yükselme gibi.. hususların hemen hepsinde bir hicret mânâsı vardır ve bu mânâlarda o, hep hicret edip durmaktadır. Kanaatimizce, ikinci hicretin, fonksiyonunu tam edâ edebilmesi de, birinci merhâledeki hicretlerin yapılıp yaşanmasına bağlıdır. Nefsinden kalbine, cisminden ruhuna, dış şatafatlardan vicdanındaki ihtişâma, özünden özüne hicrette başarılı olanlar, öbür hicret ve ötesinde de başarılı olurlar.[7] Bunu tam temsil edemeyenler, çok defa diğer hicret ve ona bağlı olanları da kusursuz temsil edemezler.
Bu mânâda hicret, ilk defa, insanlık semâsının ayları, güneşleri sayılan Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. Musâ, Hz. İsâ gibi yüce kâmetler tarafından başlatıldı; sonra da bu aydınlık yolun eşsiz rehberi, insanlığın iftihar tablosu, zaman ve mekânın Efendisi bu yoldan yürüyüp gitti. Kapıyı da kıyâmete kadar arkadan gelenlere açık bıraktı...
Hak yolunda ve Hakk’ın hatırı için yapılan hicret o kadar Kudsidir ki, mal ve canlarını inandıkları dava ve o davanın eşsiz temsilcisi uğrunda fedâ eden kutlulardan kutlu bir cemaatin, en çok sevilip takdir edildiği noktada, daha değişik sıfat ve ünvanlarla değil de “muhacir” ünvanıyla yâd edilmesi ne kadar mânidârdır! Hatta bu Kudsiler dönemine bir tarih başlangıcı aranırken; Nebî’nin doğumu, peygamberlikle şereflendirilmesi, Medine halkının bu yüce davaya omuz vermesi, Bedir harbi, Mekke fethi gibi.. herbiri ayrı bir pırlanta olan bunca hadise içinde, tarih başlangıcı olarak hicretin seçilmesi, üzerinde hassasiyetle durulmaya değer önemli bir mevzuudur.
Bir kere, yüksek bir mefkûre uğrunda göç eden her ferd, hayatının her lahzasında, göçe sebeb teşkil eden yüksek gayenin baskısını vicdanında hissedecek ve hayatını bu yüksek duyguya göre düzenleme mecburiyetini duyacaktır. Ayrıca çocukluk ve gençlik dönemleriyle alâkalı horlayıcı nazarlardan kurtulması, rahat ve endişesiz hareket etmesi de ancak bu mukaddes göçle tahakkuk edebilecektir. Zirâ, kim olursa olsun, çocukluk ve gençlik dönemini geçirmiş olduğu çevrede, o devreye has, hasımları tarafından bazı yanlarının tenkit edilmesi ihtimaline karşılık; hicretle gerçekleştirilen yeni muhitte, pırıl pırıl hâli, tertemiz düşünceleri, başdöndürücü fedâkârlıklarıyla devamlı takdir edilen biri olacaktır.[8] İster bunlar isterse başka faktörler olsun, öteden beri tarihte devir açıp-devir kapayanlar ve büyük bir ölçüde tarihin akışını değiştirenler hep muhacir kavimler olmuştur.
Sosyologların tesbitine göre, yeryüzündeki medeniyetlerin hemen hepsi göç eden fert ve cemaatler tarafından kurulmuştur.[9] Toynbee, göçebelerin kurduğu 27 medeniyetden bahseder ki; bu da hemen hemen çağlar boyu yeryüzünde, göçebe hakimiyeti demektir. Kendini rahata, rehâvete kaptırmamış, her an herşeyden ayrılmaya hazır, vereceği mücadelenin doğuracağı sıkıntıları, önceden yaşamaya alışmış ve bir asker gibi her an sefer emrini bekleyen bu dinamik ruhlarla mücadele etmeye ve onları silip geçmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.
İşte ilk Kudsiler ve ilk medeniyet muallimleri![10] Ve işte birkaç aşîretden cihan imparatorlukları kuranlar! Yıldırımlar gibi karanlık çağların bağrına inen bu insanlar, rahatı zahmetde, diri kalmayı, ölüm ve ötesindeki herşeyi hakîr görmede, ebed-müddet varolmayı şartlara göre kendilerini yenilemede gördü ve ters-yüz edilmez birer güç haline geldiler.
Keşke, günümüzün nesillerini; rahattan, rehavetten, hazlarına düşkünlük ve nefsânilikten kurtararak, ruhlarını yüce duygularla donatıp daha çok ızdırap çeken, daha çok acı ve sızı duyan ideâl insanlar haline getirebilseydik.[11] Belki o zaman, milletçe, küçük hesapların, hasîs zevklerin tesirinde kalmayacak ve bir kısım ehemmiyetsiz sıkıntılardan ötürü de hiç mi hiç yer ve yön değiştirmeyecektik...
* Fethullah Gülen, Sızıntı Dergisi, Ekim 1985 tarihli başyazı.
(Askerden sonra) Erzurum'a geldiğimde yine sıhhat durumum bozuktu. Gıdasızlığın üzerine, bir de son hadiseler beni iyiden iyiye yıpratmıştı. Eğer bünyem güçlü olmasaydı, üst üste gelen darbeler beni yatağa serebilirdi. Ayrıca ilk dört senelik hasret valideme çok dokunmuştu. Onun için durmadan diretiyor ve benim Erzurum’dan ayrılmamam için elinden gelen her çareye başvuruyordu. Beni Erzurum'dan evlendirmek için bu kadar ısrar etmesinin sebeplerinden biri de belki buydu.
Erzurum'u çok seviyordum. Fakat yüreğime taş basıp ondan ayrılmaya mecburdum. Çünkü o gün de "Mukaddes Göç"te anlattıklarımın şuurundaydım. Ve bilhassa Edirne'ye ilk gidişimde kaldığım sürece bu şuur iyice yerleşmişti. Anam diretse, babam eski ısrarını terketse de, Edirne'ye veya başka bir yere mutlaka gidecektim... (Küçük Dünyam, s.87)
[1] İ’lem Eyyühe’l-Aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levâzımatı, Mâlikü’l-mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levâzımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarf ediyor. Hâlbuki o levâzımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarf etmek gerektir. Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmi dört lira harcırah alan bir memur, ilk dahil olduğu memlekette yirmi üç lirayı sarf ederse, öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevap verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi? Binâenaleyh Cenâb-ı Hak her iki hayat levâzımatını elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saati de beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lâzımdır ki dünyada paşa, âhirette geda olmasın!
[2] HİCRET
Hicret engin gâyeli mukaddes bir göç.. inanç, duygu ve düşünce zenginliğiyle beslenerek gerçekleştirilen böyle hedefli bir göç, hulûsun derinliği ölçüsünde insanın semâvi seyahatlerine denk sayılabilir. İnsanlığın İftihar Tablosu, bu seyahatin hem semâvi olanıyla hem de arzda cereyan edeniyle şereflendirilmiştir. Bunlardan birincisi, has çerçevesiyle O’na mahsus ve başkasına müyesser değil; ikincisi ise belli şartlar altında, kıyamete kadar herkese açık bir şehrahtır. Peygamberlik semâsının ayı-güneşi o büyük insana kadar, binler ve yüzbinlerin yürüyüp gittiği feyiz ve bereketiyle pırıl pırıl bir şehrah. Hiç şüphesiz bu mukaddes göçün “tarihin kulağına küpe” diyebileceğimiz en anlamlısını da, sadıklardan sadık arkadaşlarıyla, beşerin Medar-ı İftiharı gerçekleştirmişti.. O, ayağını sağlam basabilecek emin bir mekâna yerleşmek, vefalı dostlarına pürvefa yardımcılar bulmak, arzın göbeğinden göğsüne sıçrayarak orada sitesini kurmak ve yepyeni bir tarih ve medeniyet projesiyle iç içe derinlikleri olan evrensel bir dine insanları ulaştıracak köprüler kurmak için, emri öteden, böyle bir göçe katlanmıştı.
Plân ve proje geniş ve semâ buudlu.. mebde’ ve netice arasındaki mesafeler insafsız.. bir baştan bir başa iblis ve gulyabaniler güzergâhı bu uzun yolda, her yanda kötülük duygu ve tutkusu, her dönemeçte bir yığın fitne ateşi.. evet bütün bu olumsuz şartlara rağmen gönülleri ümit, itmi’nân ve inşirahla coşturmaya yetecek kuvvet kaynağı ki “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dilinde ve gönlünde.. Allah’a dayanmış, tevfike râm olmuş ve bu uzun yola koyulmuştu.. koyulmuştu ve yürüyecekti arkasına bakmadan.. yürüyecekti arkasındakileri bırakmadan...
O gün, Mekke’nin inkârcı ve dayatmacı zorbaları karşısında her yol deneniyor, her çareye başvuruluyordu ama, bu gâye ve vazife insanına göre, yapılanlarla olanlar arasında tenasübün bulunmadığı da bir gerçekti. İşte bu tenasübsüzlük, zaten, vazife şuuru ve hizmet aşkına kilitli Hazreti Sahib-i Risaleti, Mekke’nin dışında yeni muhataplar aramaya sevkediyordu. Tâif bu mülâhazanın ilk rüyası, peygamberlik davasının Mekke dışındaki ilk konağı ve bir sürü eza ve cefaya rağmen, tek bir mümin tesellisiyle mağmum fakat ümitli geriye dönülen ilk hicret ülkesi olmuştu. Sonra Mina’nın sarp, ürperten fakat candan Akabelerinde taşradan gelenlerle “sırran tenevverat” kuşağında cereyan eden gizli görüşme ve âşina sineler arama. Aranan kimdi onu kestirmek çok zordu ama, bulunan Medine’nin altı talihlisi olmuştu. İlklerden bu altı bahtiyar, insanlığın makûs kaderinin değiştirilmesinde, nübüvvet elinin kullandığı ilk manivela olacaktı. Beşerin ebedi halaskârı hakkında bütün bildikleri, sırf Yahudi cakası bir kulak dolgunluğundan ibaret olan: “Allah son bir peygamber daha gönderecek ve İsrailoğulları O’nun bayrağı altında cihanla bir kere daha hesaplaşacaklar” söylentisiydi. Gerçi bu ümniye onların işine fazla yaramamıştı ama, Medine yerlilerinin sinelerindeki hakikat tutkusunu yönlendirmeye ve ateşlemeye yetmişti. Bu basit malumât o zaman, bir büyük gerçeğin kuluçkası ve cevher madeni olmuş, mevsimi gelince de, ebedlere kadar “Ensar” nâm-ı celiliyle serfiraz olacak Medine halkının etekleri mücevherlerle dolmuştu.
Bu ilk altı kutluyu, daha sonra, ayrı bir on bahtiyar takip etmiş, müteakip sene de, içinde kadınların da bulunduğu yetmiş kişilik bir kudsiler topluluğu ikrarlarını ilân, teslimiyetlerini ifade ve Resûlullah’ın çağrısına “evet” demenin yanında, Efendimiz’i Medine’ye davet etmek üzere, yine bir kuytu yerde o Ebedi Halaskâr’la görüşmüş, biat etmiş ve O’na “Buyurun beldemize!” demişlerdi. Ciddiydiler; O’nun getirdiği her şeyi kabullenecek, O’na teslim olacak, nefislerini, kadınlarını, çocuklarını koruma mevzuunda gösterdikleri aynı hassasiyeti O’na karşı da gösterecek, O’nu bağırlarına basacak, koruyacak ve canlarından aziz tutacaklardı. Bunun karşılığında da Allah onlara cennet vaadediyordu. Anlaşma tamam.. Rasûlullah mütebessim.. Ensar memnun.. ve Medine’nin kapıları da Muhacirlere ardına kadar açıktı.
Üçer-beşer Mekke boşalıyor.. açık-kapalı herkes Medine’ye akıyor.. hicret edenlerin fedakârlığı, Ensar’ın isâr ruhuyla bir başka televvüne ulaşıyor ve derken arz yolculuğu âdeta miraçlaşıyor, semâvileşiyor ve mekân üstü âlemlerde meleklerin seyahatı çizgisini buluyordu. Tabii, arzdaki bu semâvi yolculuğun en son kafilesi de yine peygamberlik kafilesinin sonuncusuyla noktalanıyordu. Ama her mazhariyetin maruziyet çizgisinde cereyân esprisiyle, O’nun hicreti de “belanın en çetini hep peygamberlerin başına...” esasına göre gerçekleşiyor ve o korkunç ölüm vadileri teslimiyet ve tefviz kanatlarıyla aşıla aşıla münevver beldeye ulaşılıyordu.. hem öyle bir ulaşılıyordu ki, ne Sürâka’nın o günkü ruh haleti itibariyle sirkatinden daha karanlık düşüncelerine, ne Sevr Mağarasının içinde ve dışındaki çıyanların ağına, ne de yoldaki haramilerin fiili insafsızlığına maruz kalınıyordu. Sürâka sahâbeliğe namzet bir dosta dönüşüyor.. Büreyde arkadaşlarıyla beraber İslâm’la tanışıyor.. ve derken o Gül İnsan, tipinin-boranın estiği yollarda, her yanı gül bahçesine çevire çevire köyüne yürüyordu...
Duyguları kan, düşünceleri kan, gözleri kan bir sürü kanlı deli Mekke’de esire dursun, Allah Rasulü Medine halkının “seniyye-i veda” türküleri arasında otağını, bugünkü yeşil kubbenin bulunduğu bir kutlu yere kuruyor ve mescidle iç içe mübarek hanesine yerleşiyor.. yerleşiyor, sonra da İlâhi mesaj ve ruhunun ilhamlarıyla çevreye hayat üflemeye başlıyordu. -O hayatın kaynağına da onu üfleyene de ruhlarımız feda olsun!-
Hazreti Adem, hicret mânâ ve ruhunun vaadettiği uhrevi enginliğe ulaşmak için, cennetten dünyaya uzanan bir uzun sefere çıkmış.. Hazreti Nuh, karalardan sonra denizlerde de ürperten bir seyahate katlanmış.. Hazreti İbrahim, Babil, Hicaz, Kenan ili deyip durmadan dolaşmış.. Hazreti Musa, anne evinden Firavun sarayına, oradan da Mısır ve Eyke arasında hep mekik dokumuş durmuş.. Hazreti Mesih eski peygamberlerin geçtiği bütün köprülerden geçmiş.. ve bu dönemin ilk kudsileri de eski dünyanın hemen dört bir yanına irşad ekipleri tertip etmişlerdi.
Çağın kudsilerine gelince; onlar “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer ve genişlik bulacaktır. Kim evinden Allah rızası için ve Resûlullah’ın yolu deyip ayrılıp da yolda ölecek olursa onun mükafatı Allah’a aittir” diyerek dünyanın her yanına dağılacak ve asrın gerektirdiği usûl ve metodlarla soluklarını her tarafa duyuracaklardır. Onların bu hicretleri sayesinde imana, Kur’an’a uyanacaklar olabileceği gibi, vicdanlarında dostluğu ve diyaloğu duyanlar da olacaktır.
Evet onlar, Hira Dağından ruhlarına akseden mirası, gezip her yerde soluklayacak.. ümitsizlikle uyuşmuş gönüllere diriliş yollarını gösterecek.. mantıkla İlâhi vâridâtı birden duyup, herkese duyuracak.. kalp ile Kur’an arasındaki engelleri kaldırarak şu birkaç asırlık ayrılığı sona erdirip bir en büyük buluşmayı sağlayacak ve hareketlerinin tamamen iman, aşk ve heyecan yarışı olduğunu, günümüzün sarsık, yeisle kıvrım kıvrım ve tutarsız çocuklarına öğreterek, onları fâni hayatın dar ve boğucu atmosferinden kurtarıp bir kere daha onlara var ve hür olma yollarını, sevme ve saygılı davranma adabını öğreteceklerdir.
[3] Hicret, her yüce da'vâda çok önemli bir esastır. Evvelâ şu kaziyye ile başlayalım: Hicret etmedik büyük bir da'vâ adamı, büyük bir mefkûre adamı, büyük bir vazifeli ve ideal adamı yok gibidir (dikkatli konuşuyorum). Bugüne kadar hemen herkes, doğduğu yeri, o yüce da'vâsı uğruna terketmiş ve başka bir yere gitmiştir. (Asrın Getirdiği Tereddütler, 4/271)
[4] İman-Hicret-Cihad
وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ آوَواْ وَّنَصَرُواْ أُولَـئِكَ هُم الْمُؤْمِنُونَ حَقّاً لَّهُم مَّغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ
İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenlerle onlara kucak açıp yardım eden Ensar var ya, İşte gerçek müminler bunlardır. Bunlara bir mağfiret, pek değerli bir nasip vardır. (Enfal sûresi, /74)
"İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nâil olanlar!" (Tevbe sûresi, 9/20)
***
Efendimiz döneminde gerçekleştirilen bu hicrete verilen önem, daha sonraki dönemlerde o ölçüde olmamıştır. Allah Rasulü, Mekke’de iman eden herkese, “Hicret etmeye de biat edeceksin.” diyor ve el sıkarken adetâ terazinin bir kefesine imanı, bir kefesine de hicreti koyuyordu. (Prizma,4/69)
***
Başka peygamberlerde hicretin ne seviyede ele alındığını bilemiyoruz; ama O, “Hicret etmen şartıyla...” deyip herkesin elini sıkıyordu. Hatta hicret etmeyene o gün, münafık nazarıyla bakılıyordu. Ancak, Velid İbn Velid, Ayyaş İbn Rebia, Seleme İbn Hişam gibilere hicret etme fırsatı verilmemişti ve bunlar mâzur görülmüşlerdi.
Evet, sadece bu üçü hicret edemeyen tali’lilerdendi. Onların hayatlarında meydana gelen bu gayri iradî boşluğu da Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarıyla doldurmaya çalışıyordu. Ve bu hâl “O mevzu seni çok alâkadar etmez.” buyrulacağı âna kadar da devam etti.. evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç durmadan ellerini kaldırıyor: “Allahım, Velid İbn Velid’e; Allahım, Seleme İbn Hişam’a; Allahım, Ayyaş İbn Rebia’ya necat ver!” diye yalvarıyor ve inliyordu. Zira bunlar ilk Müslüman olanlardandı.
Hicret o kadar önemlidir ki, bir taraftan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), elini sıktığı herkese “Göç edeceksin.” buyurur, diğer taraftan da bu göçü, iradesiyle yapamayan kimselere göç edebilmeleri için de dua ediyordu.
Sa’d İbn Ebî Vakkas fetihten sonra Mekke’de hastalanınca, çok ürperdi ve fevkalâde rahatsız oldu. Öyle ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendilerini ziyaret ederken; mealen: “Yâ Resûlallah! Arkadaşlarım hicret etti ve Medine’ye gittiler, ben ise ölüp burada kalacağım. Hâlbuki bizim için hicret yeri çok önemliydi. Biz oraya Allah için gitmiştik. Şimdi Mekke’de vefat edip kalacağımı düşündükçe çok üzülüyorum.” diyordu. Mekke o kadar mukaddes, o kadar mübarek olmasına rağmen hicret ettikleri yurdu terk etme endişesi her an onlar için en büyük endişe kaynağı olmuştu. (Asrın Getirdiği Tereddütler, 4/275-277)
***
Benim inancıma göre hakikî mânâda hicreti, hicret derken kasdettiğimiz o ulvî ve yüksek değeri gerçek hayatta temsil eden, canlandıran sahabe-i kiram olmuştur. Hatta bu hicret düşüncesi, inancı ve heyecanı onların içinde öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki hicret ettikleri yerden geriye dönmeyi ihanet saymışlardır. Sadece ziyaret için ülkelerine, vatanlarına, memleketlerine döndükleri zaman orada ölmeye hicretlerini iptal edecek endişesi ile yaklaşmışlardır. Tarihte örneği var bunun. Mekke’den Medine’ye hicret eden ve Veda Haccı sırasında Mekke’de vefat eden Sa’d b. Havle’nin kaderi başkaları için hep endişe kaynağı olmuştur. Aynı hac esnasında ciddî şekilde rahatsızlanan Hz. Sa’d b. Ebi Vakkas bu endişesini kendisini ziyarete gelen Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildirince Efendimiz, ona ihbar-ı gayb nev’inden; “Sen daha yaşayacaksın. Allah senin elinle bazılarını aziz, bazılarını zelil yapacak” buyurmuş ve Hz. Sa’d’ın endişesi izale olmuştu. (Gurbet Ufukları, 81)
***
Şartlar iyice ağırlaşmıştı. Bazı Müslümanların dayanacak takatleri kalmadığından onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda olanların cihadı hicretti. Zaten bir süre sonra hicret, cihadın kendisi olacak ve biat etmek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi söylenecekti. (Asrın Getirdiği Tereddütler, 3/210)
***
Bu arada hadîste, hicrete ayrı bir ehemmiyet verildiği de gözden kaçırılmamalıdır. Gerçi husûsi ma’nâsıyla hicret bitmiştir. Zira Allah Rasûlü: Mekke fethinden sonra hicret yoktur” buyurmaktadır. Fakat umûmi ma’nâsıyla hicret devam etmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir. Çünkü, hicret, cihadla ikiz kardeştir, beraber doğmuşlardır ve beraber yaşayacaklardır. Cihadın kıyamete kadar devam edeceğini de bildiren yine bizzat Efendimiz’dir. O, bu mevzuda şöyle buyurmaktadır: “Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir.”
Evet, anadan, babadan, yardan, yârandan ayrılıp, muhtaç bir gönüle, hak ve hakikatı anlatabilme uğruna memleketini terkedip, diyar diyar dolaşan her dâvâ adamı, her inanmış insan, hiç bitmeyen bir hicret salih dairesi içindedir ve bunun sevabını da mutlaka görecektir.
Diğer taraftan, Allah ve Rasûlü yolunda yapılan hicrete lütfedilecek belli ve muayyen bir sevaptan bahsedilmemektedir. İhtimal ki bu türlü amellerin sevabı ötede birer sürpriz olarak verileceğine işaret içindir. Melekler bu ameli, aynıyla yazarlar; mükafatını da Cenâb-ı Hakk, bizzat kendisi takdir buyurur. (Sonsuz Nur, 1/311)
[5] Soru: Tanıdığımız birçok insanlar dünyanın değişik yerlerinde canla başla hizmet ediyor ve sevindirici haberlerle dönüyorlar. Bizler de; “hizmet artık yurt dışında yapılıyor, burada biz boşuna duruyoruz” gibi bir duyguya kapılıyoruz. Bize neler tavsiye edersiniz?
Cevap: Bu duygu ve düşüncenin değişik sebepleri olabilir. Bunlardan birisi yenilik ruhu ve yenilik düşüncesi olsa gerek. Arkadaşlarımız oralarda yeni çevreleriyle yenilik duyuyor, yenilik düşünüyor, yenilik telaffuz ediyor ve her şeylerini bu yeniliğe göre yapabiliyorlar ki, ben de şahsen böyle bir düşünceye öncelikle hürmet duyar ve asırlardan beri İslâm dünyasının mahrum olduğu ruh, nazarıyla bakarım.
Ayrıca burada şu birkaç mülâhazayı hatırlamakta da yarar var:
- İnsanın bu düşünceyle nefsini hırpalaması, onu hesaba çekmesi ve saf duygu, saf düşünceye doğru merdiven merdiven tırmanması ki; herkes için metafizik gerilimin önemli bir esası sayılır.
Evet, insan ister yurt içinde, isterse yurt dışında hizmet adına yaptığı hizmetleri kat’iyen yeterli görmemeli; zira kendini yeterli gören ve “yapacağım şey kalmadı” diyen insan, aldanmış bir zavallıdır. Mü’mine gerçek anlamıyla “Firavun” denilemez ama bu düşünceye sahip olan, mini bir firavun sayılabilir ve kaymaya, kaybetmeye de namzet demektir. (Prizma, 1/31)
[6] Hicret ederken kızları vardır: Zeynep, Ümmü Gülsüm, Fâtıma... Hicreti tek başına gerçekleştirmiştir ve kerîmelerini arkada bırakıyor olması vazifesine engel teşkil etmemiştir. Çocuklarını müşriklerin bulunduğu yerde; kendisine kılıçlarını, bıçaklarını gayzla bileyenlerin içinde bırakmıştır. Yolda onlardan bir tanesi taarruza maruz kalmış, erken doğum yapmış ve o sebepten ölmüştür. (Sohbet-i Canan, 86-87)
[7] Şu hususu da açmak yararlı olacak: En büyük muhacir, günahlardan uzaklaşan ve Allah sevgisinin dışında kalan bütün sevgileri kalbinden silip atandır.
Rahmet-i İlâhîye Hicret
Günahlardan kaçıp Rabbin kapısını çalma, O’ndan af fermanı gelinceye dek, kapıdan ayrılmama, bu da bir hicrettir. Şu yakarış bunu ne güzel ifade eder:
“İlâhî, günahkâr kulun sana geldi.
Günahlarını itiraf edip sana yalvarıyor.
Eğer affedersen bu Sen’in şanındandır.
Eğer kovarsan, Sen’den başka kim merhamet edebilir.”
Daha önceleri işleyip durduğu günahları terkettikten sonra, bir daha aynı günaha dönmeyi, cehenneme girmekten daha ızdırap verici bulan bir insan, hep hakiki ma’nâda hicret yolundadır. (Sonsuz Nur,1/312-313)
***
HİCRET’TE MEBDE’DEN MÜNTEHAYA MESAFE
– Namazda okunan hutbede, hicretle ilgili olarak müşahhastan mücerrede çok güzel bir geçiş vardı: Mebde’den müntehâya mesafenin insafsızlığı, yoldaki gulyabaniler... Buradaki mesafe, hicretin başladığı yer ile bittiği yer arasındaki mesafe midir, yoksa hicretten nihaî hedefe uzanan mesafe midir?
Çekilen ızdırap ve sıkıntı, hedefin büyüklüğü ile mebsûten mütenasiptir (doğru orantılı). Meâlîye ulaşmak için, kalbî ve rûhî hayata açılmak gerekir. Orada ifade edilmesi gereken bir husus daha vardı: Hadis-i şerifte, “Muhacir, günahlardan hicret edendir” buyurulur. Nefisten rûha, cismânî hayattan kalb ve rûhun derece-i hayatına hicret. Böyle kalbî ve rûhî seyahatle maddî hicret arasında zorluk ve keyfiyet bakımından herhangi bir fark yoktur. Her ikisinde de, mebde’ ile müntehâ arasındaki mesafe çok uzundur; yolculuk da çok zordur ve çok meşakkatlidir. Ama kalbinde böyle bir yolculuğu duymayan, böyle bir yolculuğa hiç çıkmamış insan, hep düz bir Müslüman olarak kalır ve hadis-i şerifte belirtilen hicretin ne olduğunu asla anlayamaz. (Amerikada Bir Ay, 1-8.Gün)
[8] Ayrıca hicretin, Kur’ân talebesine kazandırdığı çok şey vardır. Çünkü herkes doğup büyüdüğü yerde, iyi şeylerle beraber bir kısım menfî izler de bırakır. Evet, her insan doğduğu köyde, şehirde, kasabada, onu tanıyan emsallerinin, yaşıtlarının arasında bıraktığı menfî izler vardır. Kavga ettiği günler, yumruk salladığı zamanlar vardır. Mârifet olsun diye yapıp sergilediği şarlatanlıklar vardır. Hâlbuki bütün bunlar, daha sonra Rabbin, ihsan-ı ilâhî olarak onun omzuna yükleyeceği vazifenin tebliğinde, o iş için gerekli olan vakar ve ciddiyet ile telifi kat’iyen imkânsızdır. Çünkü daha sonraki dönemde davası itibarıyla, onun bidayet-i hayatındaki bu çocuksu tavırları, bir kısım kimselerin kafalarını bulandırabilir, vazifesine gölge düşürebilir ve o döneme ait kaçınılması imkânsız bazı tavırlar onların çevrelerinde menfî değerlendirmelere sebep olabilir. Nitekim Efendimiz’e Mekkeliler, Ebû Talib’in yetimi diyorlardı.
Evet, cihanların uğrunda feda olması gerekli o Zât’a (sallallâhu aleyhi ve sellem), o Dürr-i Yektâ’ya (Binler ruhumuz olsa feda olsun!) Ebû Talib’in yetimi diyorlardı. Aslında onların böyle düşünmesi O’nun getirdiği mesaja karşı bir tavrın ifadesiydi; ama onlar, bu yetimliği kullanmak istiyorlardı. Yani, “Yahu dün sokakta bizimle beraber koşuşuyordu. Şimdi kalkmış semaların üstünde dolaştığını iddia ediyor, bizim aklımızın eremeyeceği şeyler getiriyor!” diyorlardı. Kaldı ki, o nezih ruh ve o Dâmen-i Muallâ (sallallâhu aleyhi ve sellem), daima Allah tarafından korunmuş ve peygamberliğe hazırlanmıştı. Yani ta ilk günlerinde, bir gaybî inayetle sonraki vazifesine göre hazırlanmıştı. Buyuruyor ki: “Ben hayatımda iki defa düğüne niyet ettim, çıktım giderken, yolda bir gaflet bastı, bir yerde çömeldim oturdum, ancak güneşin ışınlarının başımı okşamasıyla uyandım. Bir başka sefer yine bir düğüne gitmeye teşebbüs ettim.. yine yolda uyuyakaldım, anladım ki Allah benim düğüne gitmeme müsaade etmiyor.”
Evet, Allah (celle celâluhu) O’nu bir şeyler için hazırlıyordu. 25 yaşlarındaydı. Kâbe-i Muazzama yıkıldıktan sonra inşası için çalışılıyordu, O da taş taşıyordu. Zaten böyle şerefli ve kıymetli bir işte, O’nun çalışmaması da düşünülemezdi. Bir aralık amcası ve sırdaşı Hz. Abbas (radıyallâhu anh) O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Belindeki peştemalin bir ucunu omzuna koy, taşlar omzunu incitmesin.” dedi. Peştemalin ucunu omzuna koydu ama, vücudunda açılmaması gerekli olan bazı yerleri açılmıştı. O esnada gözüne melek göründü.. ve O birdenbire sırtüstü yere yıkıldı, derken gözleri yukarıya dikildi... O günden sonra da bir daha dizinin üstünden itibaren vücudunu açtığı müşâhede edilmedi.
Allah O’nu büyük dava için hazırlıyor ve O’nu gelecekteki vazifesi adına zararlı her şeyden koruyordu. Koruyordu ama Mekkeliye göre yine de O, Ebû Talib’in yetimiydi. Ve işte Aleyhissalâtü vesselâm’a, Efendiler Efendisi’ne “Ebû Talib’in yetimi” dendiği ve kendisine bu nazarla bakanlardan destek bulamadığı bir dönemde, ensar efendilerimiz O’na sinelerini açtılar.. sineleriyle beraber yurtlarının yuvalarının kapılarını da açtılar. Yetmiş şu kadar erkek ve birkaç kadın O’na:
“Medine’ye gel yâ Resûlallah!” dediler. “Malını malımız, canını canımız gibi bilip koruyacağımıza ve İslâm uğrunda her şeye katlanacağımıza söz veriyoruz.” dediler. Ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendini, böyle kuşluk güneşi hüviyetinde pırıl pırıl tanıyan, tepeden tırnağa hürmet hisleriyle dopdolu bir cemaatin sımsıcak kucağında buluyordu. Bu cemaat O’nu tanıdığı gün peygamber olarak tanıyor, peygamberliğe has vakar ve ciddiyet içinde görüyor ve çocukluğunu da hiç bilmiyorlardı...
Ashab efendilerimiz (radıyallâhu anhüm) de ilk memleketleri olan Mekke’de hep hor ve hakir görülmüştü. Hz. Bilâl-i Habeşî’yi anlamaları ancak Mekke fethinden sonra müyesser olmuştu. Bilâl-i Habeşî ve onun gibi temiz ruh, sağlam karakter nice kimseler vardı ki, Mekke’deki içtimaî telâkki ve o günkü bakış açısından dolayı hep horlanıp hakir görülmüşlerdi.. ve bunların Medine’de elüstü bir cemaat oldukları ortaya çıkmıştı. Diğer ashab efendilerimizi de böyle kabul edebiliriz. Mekkelilerin yukarıdan baktıkları kimseler için Medineliler ağlıyor, “Yâ Resûlallah! Malımıza, evimize, barkımıza ortak olsunlar, şu fedakâr arkadaşlarımız hicret edip geldiler, biz de malımızdan, canımızdan fedakârlıkta bulunmak suretiyle katkıda bulunalım istiyoruz.” diyorlardı. Bu da hicretin bir başka yanı...
Kaldı ki onlar, Ismarlama Nebi’nin hususî ihtimama mazhar cemaatiydi... Hicretin başını çeken o Şanlı Nebi ise, en küçük yaşından peygamberlik dönemine kadar hep korunmuş, hep himaye altında yetişmiş ve gelişmişti.
Bizler için de Allah’ın adını yüceltme uğruna hicret çok önemlidir. Evet, her birerlerimiz, mukteza-i beşeriyet olarak bazı karışık işlere girdiğimizden ve elimizde olmayarak bazılarının hakkımızda bir kısım bulanık şeyler söylediğinden ve söyleyeceğinden ötürü bulunduğumuz yerden hicret edip ayrılmamız elzemdir. Zira niyetler ne kadar hâlis de olsa, tam bir emniyet ve güven telkin edebilmek için, muhatapların dimağlarında en küçük bir bulantıya meydan vermeyecek şekilde nezih bulunmamız şarttır. Bu da ancak bizim, yanlış ve eksiklerimizi bilmeyenlerin yanında mümkün olur ki, dilimizde bunu “gökten inmiş gibi” sözcüğüyle ifade ederiz ve böyle olmamız, böyle görmemiz hizmetin tesiri açısından çok önemlidir. (Asrın Getirdiği Tereddütler, 4/280-283)
[9] Hicret, insanlık tarihinin en önemli realitelerinden biridir. O, Sahâbe-i Kirâm ve Havârî efendilerimizde en üst seviyede temsil edilmiştir. Bugün de onlara yakın seviyede bir hicretin yaşandığı söylenebilir. Ne var ki, bir sahada yaşanan böyle bir hicretin, yaşanması gereken başka sahalarda da aynı noktaya ulaşıldığını söyleyemeyeceğim. Meselâ, Türk işadamları dünyanın her tarafına bu ruh ve bu manâ ile açılmalıydı. Bugün Türkiye, ekonomisi açısından da, içindeki nüfus ve işadamı ağırlığını artık kaldıramamaktadır. Kaldı ki, hemen her yeni medeniyet bir hicret neticesinde kurulmuştur. Bu bakımdan, hicretin ehemmiyeti çok iyi kavranmalı ve onu da böyle yeni bir medeniyet adına ciddî bir cehd ve gayret takip etmelidir. (Amerika’da Bir Ay, 1-8.Gün)
[10] Bu dönem, ashabın, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile kaynaşıp bütünleştiği dönemdi. Ruhları, gönülleri kalbleri ve kalıpları o kadar birbirine yaklaşmıştı ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara “Kanınız kanım, canınız canım.” yani “Siz benim uğrumda öleceksiniz, ben de sizin uğrunuzda.” diyordu. Öyle bütünleşmişti. Bu sözler sadece onların gönlünü almak için söylenmiş sözler değildi. Aslında var olan böyle bir bütünleşmeye, Aleyhissalâtu vesselâm tercüman oluyordu. Gün gelip de İslâm’ı neşir ve temsil için dünyanın dört bir yanına hicret bahis mevzuu olunca, “Niçin ve neden?” demeden yukarıdan gelen emre uyup İran’a, Turan’a dağıldılar. İslâm uğrundaki bu hicretten sonra da, bir daha eski vatanlarına dönmeyi düşünmediler; düşünmek şöyle dursun; o samimî hicret niyetine gölge düşürme endişesiyle, eski yurtlarında ölüp, oraya gömülmek korkusuyla tir tir titrediler.
İşte Sa’d b. Ebî Vakkas Mekke’de sıtmaya tutulmuş ve tir tir titrerken, üzülüyor, teessür izhar ediyordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Niçin üzülüyorsun?” buyurunca da, “Yâ Resûlallah! Hicret ettikten sonra Mekke’de öleceğim diye korkuyorum.!” cevabını veriyordu. Yani senin böyle melekût kokan, mübarek ikliminde Medine’de ölmeyeceğim de burada öleceğim, bu yüzden de hicretim eksik olacak diye üzülüyorum.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye yerleşip ve hep orada kalmayı düşündüğü için onlar da Medine’ye o kadar bağlılık duyuyorlardı. Aslında insan Medine’ye ne kadar bağlansa değer. Ve onlar Medine’ye değdiği kadar bağlıydılar ama bir gün dünyanın dört bir yanına gidip İslâmiyet’i neşredeceklerine dair emir sâdır olunca, hiçbiri en ufak bir tereddüt geçirmeden “Evet!” demişti. Onlar hakikatin delisiydi, delice İslâm hakikatine bağlanmışlardı. Leylâ’nın peşine düşen Mecnun’un hâli neyse, İslâm hakikatini cihana neşretme ve Allah’ın rızasını, Resûlullah’ın hoşnutluğunu kazanma mevzuunda, onların hâli de oydu. Evet, emir gelince hemen Tebük’e azm-i rah eden, Yemen’e koşan, Hadramut’a yönelen ve dünyanın dört bir bucağına tebliğ için çıkan bu Hak sevdalıları Cennet’e gidiyor gibi güle oynaya gidiyorlardı. (Asrın Getirdiği Tereddütler, 4/143-144)
[11] Ben zannediyorum ki aynı duygu ve düşünce bir yönüyle günümüzde de yaşanıyor ve yaşatılıyor. Benim birçok yerde kudsîler kadrosu dediğim bu insanlar dünyanın dört bir yanına arkalarına dönmeden gidiyorlar. Pekâlâ, gayeleri ne? Mensup oldukları milletin, devletin, kültürün ve dinin değerlerini muhtaç gönüllere duyurmak. Evet, bu gaye uğrunda dünyevî nice imkânları terk eden ve tıpkı sahabe misali bir daha geriye dönmeyi düşünmeyen, geriye dönmeyi döneklik sayan sayıları meçhul nice insanlar var bugün.
Fakat hiç kimse bunu kendinden bilmemeli. Kendinden bilme, her şeyden önde Allah’a karşı ciddî bir saygısızlıktır. Zira akılları bu istikamette ikna eden o, gönülleri bu ruh ve heyecanla dolduran o. Eğer onun ilkâ buyurduğu bu inanç, bu duygu, bu düşünce olmasaydı; bir his ve heyecan tufanı halinde onların gönüllerinde esmeseydi bu tablo gerçekleşir miydi? Bizler bu inanç ve heyecanı onların gönüllerinde hâsıl edebilir miydik? Rica ederim, siz böyle küllî bir hâdiseyi falanın-filanın konuşmasına, onun-bunun yönlendirmesine bağlayabilir misiniz? Kendi nefsini ikna edemeyen insanın/insanların başkalarını ikna etmesi mümkün mü? Kendi kaprisleri, arzuları, his ve hevesleri karşısında günde birkaç defa kalıp ezilen, âdeta preslenen insanların yol göstericiliği ile olur mu bu iş?
Demek ortada bir sevk-i ilâhî var, sevk-i ilâhînin insiyakları var ve gidenler, dönmemek üzere gidenler, sahabenin anladığı ve yaşadığı mânâda hicret edenler, işte bu sevk-i ilâhîye mazharlar. Keşke ben de defalarca iç geçirdiğim, sürekli hayalini kurduğum, zaman zaman sözünü ettiğim, hatta söz verdiğim hicreti yapabilseydim! Mesela çok çetin bir yer olan Pekin’e gitseydim; gitseydim de öteler ötesinde, muhtemel “Sen bu muhacirlerle beraber olamazsın. Çünkü sen hicret etmedin!” cümlesine muhatap olma endişesinden kurtulabilseydim. Keşke!...
Keşke diyoruz; ama kader cebr-i lütfi ile bizi başka yerlere getirdi. Hastalıktı, havalar şiddetliydi derken kaldık buralarda. Babamın şiirinde dediği gibi “ecelde müddet var” demek. Babam bunu Erzurum zelzelesinde söylerdi de benim hafızamda sadece bir kıtası kalmış. Soğuk bir kış mevsiminde binalar sürekli sarsılıyor. İçeriye giriyoruz evler vahşî vahşî bakıyor bize, dışarıya çıkıyoruz şiddetli kış ve insan boyu kar. Manzum cümlelerle Cenâb-ı Hakk’a tazarruda bulunuyordu babam:
Dışarıya çıkarız şitâ şiddetli
İçeri gireriz evler hiddetli
Eceller gelmiş, vâde müddetli
Sabırlar buyur, Gufrana bağışla bizi.
Her neyse, biz hicret edemedik; ama hicret edenlerin duygu, düşünce, hissiyatlarını paylaşıyor, onlarla beraber oturup kalkıyoruz. Hadiste ifade buyurulduğu gibi “Lâ yeşkâ bihim celisühüm. (Onlarla beraber olan şaki olmaz.)” İnancım o ki bahsi geçen hicret ufkunu yakalamış, onu hayata geçirmiş kişilerle bu dünyada beraber olan bir insan, öbür tarafta bahtsız olmaz. “Haydi, sen de geç!” derler ona da.
Evet, keşke dünyanın dört bir yanında idbarımızın ikbale dönmesi için hicret edilse! Keşke bu uğurda anne ve babalar ikna edilebilse! Keşke hicret edilen yerlerde kültürümüze, milletimize, ülkemize hizmet edilebilse! Keşke bin bir gadre uğramış o güzelim dilimiz dünya dili haline getirilebilse!
Şimdilerde yaptıkları eğitim faaliyetleri ile milletimizin adını duyurmaya çalışanların tutuşturdukları meşaleler etrafı aydınlatmaya başladı. Gönüllüler kadrosunun gerçekleştirdiği, değişik yerlerdeki, bu büyük-küçük hizmetlerin hüsn-ü kabul görmesi, bana milletimize ait çok derinlerden gelen bir kısım hususiyetlerin bulunduğunun göstergesi gibi geliyor. Gerçi “O mâhiler ki deryadadırlar, deryayı bilmezler” fehvasınca belki bizler farkında değiliz, kendimize ait kültürümüzün rengini, tadını, şivesini tam bilemiyoruz, farklılığı kavrayamıyoruz; fakat başkaları bunun farkında, o farkı görebiliyor. Komşuluk münasebetlerini, aile yapısındaki rasâneti, sosyal münasebetlerdeki yumuşaklığı ve sıcaklığı kavrayabiliyor. Eğitim alanındaki fedakârca çalışmaları görüyor ve takdir ediyorlar. Kaldı ki bunlar bizim kendimizi ifade yollarımız.
Hâsılı; bizim dünyamızda sahabe ile başlayan hicret, onları takip eden kutlular tarafından devam ettiriliyor. Özü aynı. Fark sadece şekilde. Dolayısıyla bu ayrılıkta bir gayrılık olduğu söylenemez. Ne mutlu onlara! (Gurbet Ufukları, 82-84)