Muhacirûn-Ensar Kardeşliğinin Sosyal Dayanışma Açısından Önemi
Muhacirler ile Ensar arasında sağlam komşuluk ve iş münasebetleri vardı. Nizam ve intizama riayet etmekteydiler. Sağlam bir tesanüd ve uhuvvet bağıyla birbirlerine bağlı idiler. Herkes, toplumun mutluluğu için elinden geleni yapmakta idi...
İlâhî dinler ve beşerî sistemler, insanın önce dünya hayatını tanzim; ve neticede de mes'ûd etmek için vardır. İslâm'ın, tahrif edilmiş ilâhî dinler ve beşerî sistemlere olan üstünlüğü, bu saadeti hakiki yönüyle Cennet'te devam ettirmesidir. Dünya hayatını, Rabb'inin razı olacağı ölçülere göre tanzim eden, bu hayatın aslına Cennette devam edecektir.
Beşeri sistemler, günümüzde insanla ilgili hususlarda yanılmışlardır. Yanılgıları da bütün dünya tarafından müşahede edilmektedir. Son olarak demir perde ülkeleri, utanç duvarı yıkıldıktan sonra ciddi bir şaşkınlık ve karmaşaya yuvarlanmışlardır. Eski hayat bitti, fakat yeni hayat modeli de tam anlamıyla belirsizliğini sürdürüyor.
İşte genelde dünyamızı, yakın plânda da insanımızı böyle bir keşmekeşten kurtaracak iksiri takdim ediyoruz. Fertleri birbirine muhabbet besleyen, küçüğü büyüğüne saygı duyan ve büyüğü tarafından sevilen küçüklerin teşkil ettiği cemiyet, bugünkü maddeci insanların nazarında ütopyalarda aranılan bir cemiyet değil mi? Esnafın aldatmadığı, aldanmadan alış-veriş yapmanın huzurunu taşıyan bir cemiyet modeli sadece ütopyaları süslerken, İslâm'ın hayat modeli ütopyaların da erişemediği bir ulviyettedir. Bu hayat modeline Cenneti arzîleştirmek dense yeridir. Bu yazımızda, insanlığı böyle bir hayata eriştirecek nesillerdeki kardeşlik duygusu, Saâdet Asrı'nda Efendimizin tatbikatıyla gözler önüne seriliyor. Bundan sonra sanırım, beşerî dinlerin çökmesinin, beşerîleşen dinlerin gerilemesine mukabil, İslâm'ın dimdik ayakta, hem de istikbâli kucaklayacak şekilde, ayakta olmasının sebeplerinden biri anlaşılacaktır.
Biz bu araştırmamızda önce Muhacirûn-Ensâr kavramlarını tanımak Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şeriflerde konunun ne şekilde yer aldığını tespit etmek, sonra da bu iki zümre arasında cereyan eden muâhât (kardeşlik) tesisini ele alarak Resûl-i Ekrem'in iç barışa, birlik-beraberliğe ve sosyal bütünleşmeye verdiği öneme değinmek istiyoruz.
İslâm tarihinde Muhâcirûn deyince "Allah'a ve Rasûlüne imân eden, İslâm'ı kabul edip gereğince, yaşamaya çalışması sebebiyle Mekkeli putatapıcılarca çeşitli eziyetlere uğratılan ve Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için yurtlarından çıkmaya mecbur bırakılan kimseler akla gelmektedir. Ensâr ise, "Medineli Evs-Hazrec kabileleri ile bunlarla muahedeli olanlara verilen bir isim olup, Medine'ye hicret eden bütün Muhâcirlere ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'e yardım ettikleri için bu adla" anılmışlardır. Gerek "Muhâcirûn", gerekse "Ensâr" adı Kur'ân-ı Kerîm'de yer almış ve Hem Hz. Peygamber hem de diğer mü'minler tarafından aynen kullanılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim ve Hadislere Göre Muhâcirûn ve Ensâr'ın Özellikleri
Kur'an-ı Kerîm'de Muhâcirlerden şu nitelikleriyle söz edildiğini görüyoruz:
"Allah onlardan râzı, onlar da Cenâb-ı Hak'tan hoşnutturlar. Kendilerine altlarından ırmaklar akan cennetler armağan edilecektir. Allah'ın rızasına taliptirler, ilâhi yardım ve desteğe güvenirler. Allah'ın Rasûlüne destek olurlar. "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için yurtlarından kovulmuş, mallarından mahrum edilmişlerdir. Sadık insanlardır, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad ederler. Allah'ın rahmetini umarlar, suçları ilâhî mağfirete erişmiştir. Allah katında dereceleri yüksektir. Zulme uğramışlardır. Hak yolunda sebat ederler ve ancak Rab'lerine güvenirler. Ziyana, hakarete ve işkenceye uğratılmışlardır. Hicretten sonra da Allah yolunda savaşı sürdürmüşlerdir. Her güçlüğe göğüs germişlerdir. Hicretten sonra düşmanlarla yapılan savaşlarda bir kısmı Allah yolunda şehid düşmüştür. Allah yolunda ölen Muhacirler Hak Teâla tarafından güzel bir şekilde mükâfatlandırılacaklardır."[1]
Muhâcirlerden umumî olarak bahseden hadisleri incelediğimizde onların şu hususiyetleri dikkatleri çekmektedir:
"Allah ve Resûlü'nün rızasına nail olmak için hicret etmişlerdir. Cennete ilk girecek olanlar bunlardır. Ümmet arasında, insanlar için çıkarılmış en hayırlı nesillerdir. Kıyamet gününde yüzlerinin nuru güneş ışığı gibi parlayacaktır."[2]
Kur'ân-ı Kerîm'i incelediğimiz zaman, Ensâr'dan da şu vasıflarla söz edildiğini görüyoruz:
Ensâr, Muhâcirleri barındırır ve onlara yardım ederler, onlara derin sevgi beslerler, onlara yaptıkları yardımlardan üzüntü duymazlar, kendileri ihtiyaç içinde olsalar da Muhâcirleri kendilerine tercih ederler, mala mülke karşı hırsları yoktur, murâdlarına ermişlerdi? (Bkz. Tevbe, 9/100-107).
Ensâr'dan umumi olarak bahseden hadisler incelendiği zaman "şayet hicret dînî bir emir olmasaydı Hz. Peygamberin kendisini onlardan biri sayabileceği seçkin bir zümre olduğu anlaşılıyor. Mü'minlerin sevdiği, münafıkların buğzettiği, sevenlerin Cenâb-ı Hak tarafından da sevileceği, sevmeyenleri ise sevilmeyeceği, ilâhî bağışa erişmeleri için Resûl-i Ekrem'in duasına mazhar olan ve insanların sevimlilerinden addedilen keza, Peygamber (s.a.s.) tarafından mahallerinde hayır olduğu bildirilen; Kevser Havuzunda kendisine kavuşacakları müjdelenen" bir topluluktur.[3]
Muhâcirûn ile Ensâr'ın Ortak Özellikleri
Sağlam bir ruh yapısına sahip idiler, zihinleri arı ve duruydu, düşünce seviyeleri yüksekti. Taassuptan uzaktılar, olayları değerlendirme ve muhakeme kabiliyetleri gelişmişti. Muhâcirlerin bazıları Hanîflerin (Hz. İbrahim'in dinine bağlı olarak bir tek Allah'a inananların) terbiyesinde yetişmişlerdi. Bazıları köle ve cariyelerdi, yoksul kişilerdi, haksızlığa uğrayıp işkenceye sürükleniyorlardı. Hatta bazıları hür oldukları halde kendilerini himaye edecek bir efendiden yoksun ve bir kuvvetli kabile desteğinden mahrum kaldıkları için kendilerine köle muamelesi yapılıyordu. Muhâcirlerden bazıları da zengin ve varlıklı kişiler olup, bir kabile desteğinden mahrum değillerdi. Buna rağmen başta kendi aile ve kabile yakınları olmak üzere müşriklerin eziyetlerine maruz kalmışlardı. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas, Hz. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah bunlardandı. Genel olarak bütün Muhâcirler eziyet görmüşler, fakat yılmayıp sabır ve tahammül göstermişlerdi.
Ensâr da aynı sabrı Medine'nin tehlikeli düşman saldırılarına hedef olduğu günlerde göstermişti. Hz. Peygamberin hadislerinde açıkça ifade buyurduğu gibi Ensâr, Akabe gecesi verdikleri sözde durmuş, üstlendikleri yükümlülük ve sorumlulukların gereğini hakkıyla yerine getirmişlerdi. Bedir savaşı ile ilgili olarak kendileriyle yapılan istişârî toplantıda Resûl-i Ekrem'e
"Bizi nereye dâvet edersen peşinden gideceğiz ey Allah'ın Resûlü. Atını denize bile sürsen ardından seni takip edeceğiz." diyebilmişler ve hayatları boyunca Akabe ruhuna ters düşecek davranışlardan şiddetle kaçınmışlardı.
Muhâcirler, inançlarında o kadar sadakat göstermişlerdi ki, Yâsir-Sümeyye ikilisi gibi hicret bile edemeden Allah için canlarını feda edenlere rastlandığı gibi, Mus'ab b. Umeyr gibi maddî refah vasıtalarını İslâm'da sebat uğruna bütünüyle feda edip, Medine'de Resûlullah'ın vazifelendirdiği muallim olarak, Müslümanlığın tebliği için sistemli bir şekilde çalışan ve fakat henüz İslâm'ın yükseliş arefesinde gül devrini idrak edemeden Uhud'da şehid düşenler de vardı.
Her iki taraf da ilim, sohbet, ülfet ve irşad ehli idiler. Allah'a metin îmanları, sağlam tevekkül ve teslimiyet anlayışları; Hz. Peygamber'e derin sevgi, saygı ve bağlılıkları vardı. Kimi mal ile, kimi can ile, kimi ilimle hayatları boyunca Allah yolunda mücadele vermişlerdi. Aralarında sağlam komşuluk ve iş münasebetleri vardı. Nizam ve intizama riayet etmekteydiler. Sağlam bir tesanüd ve uhuvvet bağıyla birbirlerine bağlı idiler. Herkes, toplumun mutluluğu için elinden geleni yapmakta idi. İhsan, isâr gibi din kardeşlerini kendilerine tercih edecek yüksek ahlâk esaslarına sahip idiler. Mal, mülk, para gibi şeyler onlar için hizmete vasıta idi. Dünya metaı avuçlarında, gerektiğinde din ve toplum için sarfetmeye hazır vaziyette idi. İslâm'ı olanca sadeliğiyle anlamada, yaşamada, savunmada ve yaymada gayretli olup, Kur'ân ve Sünnet'e hulûs-i kalple bağlı idiler. Allah Teâlâ'dan gereği gibi korkuyorlar, Resûl-i Ekrem'e lâzım gelen ihtiramı göstermekte kusur etmiyorlardı. Müsamahakâr ve şefkatli olup, birbirlerinin ayıp ve eksiklerini araştırmıyor; aksine kapatıyor ve tamamlıyorlardı. Ayıpları teşhir etmez, birbirlerini çekiştirmezlerdi, hakkı ve sabrı tavsiye ederlerdi.
Kardeşlik Tesisi
Hicrî birinci yılda (622-623) Muhâcirlerin Medine'ye intibaklarını ve Ensâr'la kaynaşmalarını sağlayıcı en göze çarpan gelişmelerden biri kardeşlik tesisidir.
Hz. Peygamber hicretten sonra Muhâcirleri kendi aralarında kardeş ilân ettiği gibi Muhâcirlerle Ensâr arasında da Muâhât (kardeşlik) tesis etmiştir. İslâm tarihinde buna "Uhuvvet tesisi'' de denilmektedir. Esasen Hz. Peygamberin hicretten sonraki ilk uygulamaları incelendiği zaman toplumda içtimâî emir ve tavsiyelerin ön plâna çıktığı görülmektedir. Selâmın yayılması, açların doyurulması, akrabaya yardım edilmesi, yakınların ziyaret edilmesi, mescid yapılması bu kabil gelişmelerdir. İşte, Muâhât da bu doğrultudaki uygulamaların en önemli halkalarından birini oluşturmaktadır.
Buhârî'nin Hz. Enes'ten rivayetine göre Rasûl-i Ekrem (sav) Muhâcirûn ve Ensâr'dan, kırk beşerden doksan kişiyi Enes b. Malik'in evine davet etti. "İslâm dininde hılf yoktur, din kardeşliği vardır" buyurarak bu doksan kişi arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti. Sorumluluk ve yükümlülüklerini de her iki tarafa izah etti.[4] Muâhât tesisinde Muhâcirûn-Ensâr zümrelerinden kardeş ilân edilenlerden bazılarını, örnek alması bakımından sıralamakta fayda vardır:
Muhacirler: Ebû Bekir es-Sıddık, Ömer b. el-Hattab, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. el-Avvam, Osman b. Affan, Talha b. Ubeydullâh, Mus'ab b. Umeyr, Ebû Zerr-i Gıfârî, Selmânü'l-Fârisi, Bilal-i Habeşî... Ensâr: Hârice b. Züheyr, Itban b. Mâlik, Sa'd b. Muaz, Sa'd b. Rebî, Seleme b. Selâme, Evs b. Sabit, Kâ'b b. Mâlik, Ebû Eyyûb el-Ensarî, Münzîr b. Amr, Ebu'd-Derdâ, Ebû Ruveyha Abdullah b. Abdurrahman.[5]
Hicretten yaklaşık beş ay sonra (H.1/M.623) Hz. Peygamber'in Muhâcirler ve Ensâr arasında gerçekleştirdiği kardeşlik tesisi, Medine İslâm toplumunda bütünleşmenin sağlanmasında ve o günkü sosyo-kültürel-ekonomik problemlerin çözümünde kayda değer en önemli gelişmelerden biridir. Hz. Peygamber'in bu iki zümre arasında gerçekleştirdiği kardeşliğin "hılf” denilen câhiliye âdetinin ortadan kaldırılması, Muhâcirlerin Medine'ye intibaklarının sağlanması, onlara maddi destek imkânları araştırılırken bunun manevî bir kardeşlikle desteklenmesi, yardım görenlerde doğabilecek psikolojik ezikliğin giderilmesi, o zamana kadar geçen ağır şartlarda sabırla tecrübe kazanan Muhacirlerin Ensâr'a mürşid, Ensâr'ın da diğerlerine bir nevî talebe kılınarak eğitici bir hareketin programlanması, ashâb arasında ortak zevklerin yaygınlaştırılıp seciye ve karakter benzerliğinin temini; zihniyet beraberliği içinde inkârcı, münafık ve Yahudi fitnesine karşı ümmet arasında dayanışmanın sağlanması..." gibi hikmetleri vardı.
Nisâ sûresinin, 33. ve Enfâl sûresinin 72. âyetlerine göre bu kardeşler arasında bir süre miras da geçerli idi. Ancak daha sonraları ".. Akrabalık yönünden yakınlıkları olanlar, Allah'ın hükmüne göre mirasta birbirine daha yakındır..." (Enfal sûresi, 8/75) ayetiyle bu miras hükmü neshedilmiştir. Din kardeşliği sebebiyle mirasın geçerli olduğu hükmü H.1. yılda yürürlüğe girmişti. Enfâl sûresinin bunu geçerli olmaktan çıkaran 75. âyeti Bedir Savaşından sonra nazil olmuştur. Buna göre miras hükmünün sadece yakınlarına inhisar ettirilmesi H.2. yılda devreye girmiş olmaktadır. Ancak miras dışındaki din kardeşliği; yardımlaşma, birbirine destek olma, öğüt verme, öğüt alma tarzında her zaman yürürlükte kalmış ve bu anlamdaki kardeşlik daha sonra: "Müminler ancak kardeştirler" (Hucurat sûresi, 49/10) âyetinin hükmünce bütün mü'minleri içine alacak şekilde genelleştirilmiştir.
Gerçekten de Ensâr'ı oluşturan Evs ve Hazrec kabileleri Muhâcirlere çok yakınlık göstermişler, onları hurmalıklarına ve evlerine ortak etmek istemişlerdi. Ensâr:
"Ya Rasûlullah! Hurmalıklarımızı Muhacir kardeşlerimizle aramızda taksim et" demişler, Rasûlullah da
"Hayır, öyle olmaz; mülkiyeti verilmez, Muhâcirler emekleriyle katılırlar, sularlar, tımar ederler. Böylece aranızda mahsulü taksim edersiniz" buyurdu.
Ensâr, sahip oldukları dünyevî varlığın yarısını bağışlamak istedikçe, Muhâcirun; Allah, malınıza, mülkünüze, ehlinize bereket ihsan eylesin; siz bize çarşıyı gösterin, bir miktar da borç verin diyorlardı. Ensâr'ın mal varlığının yarısını, gönül hoşnutluğu içinde verme isteği ne kadar takdire değerse. Muhâcirûnun bunu hemen kabul etmeyip, borç isteyerek alın teriyle kazanma arzulan da o kadar anlamlı ve tebcile lâyıktır.
Ensâr, samimi yardımseverliğinde o kadar ileri gitmiştir ki, bazıları kendi yoksulluğunu unutup Muhacir kardeşinin ihtiyacını gidermeyi ön plâna almışlar; îsâr örneği vermişlerdir (Bk. Haşir, 59/9).
Gerek Beni Nadr, gerekse Bahreyn arazisinin taksiminde yoksul birkaç aile dışında, Ensâr'a pay ayrılmamıştı, Buna karşı Muhâcirlerin, Ensâr hurmalıklarındaki hisselerinin kaldırılması Peygamberimiz tarafından teklif edilmişse de Ensâr, hem ganimet mallarının Muhâcirler arasında dağılmasına rıza gösteriyor, hem de hurmalıklardaki hisselerin devamında ısrar ediyordu. Ensâr'ın, muâhât çerçevesindeki bu kabil yardımları, Müslümanların, Muhâcirler kanalıyla Medine'nin iktisâdî hayatında söz sahibi olmalarına sebep olmuştu. İslâm çarşı-pazarı kurularak, İslâm'ın ticârî hayata getirdiği değerler uygulama alanına kavuşmuş, netice olarak da Ensâr, Yahûdilerin iktisâdî hegemonyasından kurtulmuştu. Hz. Ömer ile İtban b. Mâlik el-Ensârî örneğinde olduğu gibi kardeşlerden bazıları Hz. Peygamberi birer gün sıra ile takip ediyor, gündüz öğrendiklerini akşamleyin iş dönüşünde diğer kardeşlerine aktarıyorlardı. Böylece kardeşler arasındaki yardımlaşma hem maddî, hem de mânevî konuları ihtiva ediyordu.
Ensâr'ın gerek Peygamberimiz, gerekse diğer Muhâcirlere ilgi ve desteği, bir döneme mahsus değil, sürekli olmuştur.
Sonuç
İslâm tarihinde Muhacirler ile Ensâr arasında gerçekleştirilen kardeşlik ve örneklendirilen sosyal dayanışma mekanizmasının İslâm mütefekkirlerince tahliline, İslâm dünyası, bugün, her zamankinden daha muhtaçtır. Kalplerden, kin, nefret, acımasızlık duygularının silinmesi; yerine, kardeşlik, hüsn-ü zan, şefkat hislerinin yerleştirilmesi buna bağlıdır. Zihin ve zekaya vurulan, gelişmeci zihniyeti önleyen pranga ve zincirlerin kırılması buna bağlıdır. Fert ve cemaat halinde Müslümanların gönüllerine birbirleri hakkında muhabbet tohumlarının ekilmesi ve ülfet ağacının dikilmesi buna bağlıdır. İnanca dayalı birliğin tahakkuku buna bağlıdır. Cemiyete asıl kimliğini kazandıracak olan ahlakî değerlerimizin ihyası buna bağlıdır. Ve yine gönüllerden gönüllere uzanan yollarda hâsıl olan pasların silinmesi ve engellerin temizlenmesi de buna bağlıdır.
[1] Bk. ayetler, Hacc, 22/40; Nahl, 16/41-42; 110; Âl-i İmrân, 3/195; Nisâ, 4/100; Bakara, 2/218; Tevbe, 9/20-22, Hacc, 22/58-59; Haşr, 59/8.
[2] Müslim Bk. Tirmizi, Zühd 34, 37; İbn Mace, Zühd 35, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 304; 324, 3543; II, 168, 169, 177, 222, 296, 343, 451; III, 63, 132; Müslim, el-Hayz 34.
[3] Bk. Buhârî, Menâkıbü'l-Ensâr 1,2,4,5,6,7, 8,11; Tirmizî, Menâkıb 66/3901, 3906; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe 172,173,175,177.
[4] İbn Hişam, es-Sîre, 11,150; İbn Sa'd, Tabakat, I,238. Buharî, Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercümesi, X,12.
[5] İbn Hişam, es-Sîre, II,150-152.
* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Nisan, 1993; 20. sayı)