EFENDİMİZ’İN (aleyhissalâtu vesselam) HİCRETİ





Author: Dr. Reşit HAYLAMAZ - min read. - Post Date: 11/06/2022
Clap

Efendimiz Mekke'den ayrılırken yeğeni genç Hz. Ali’yi, kendi yerine vekil bırakmış ve hane-i saadetlerinde kalarak, o güne kadar kendisine emanet edilen emtiayı sahiplerine verme vazifesi vermişti.

Ashabının çoğunu Medine’ye gönderen Efendiler Efendisi’ne de hicret izni gelmişti ve O da, artık Mekke’den ayrılmak üzereydi. Zira, Cibril-i Emîn’in getirdiği vahiy içinde bulunan bir ayet, dilinde pelesenk olmuş, her fırsatta:

Ey Rabbim! Beni doğruluk diyarına ulaştır ve doğru bir zamanda buradan çıkararak katından bana nusret dolu bir ihsan nasip et,[1] diye dua ediyordu. İşte şimdi, bu dualar kabul görmüştü ve Allah’ın Resûlü de, mukaddes göç için Medine’ye hareket etmek üzereydi.

Cibril-i Emin, önce, Mekkelilerin kurdukları tuzağı haber veriyor ve:

– Sakın, her zaman uzandığın yatağında yatma, diyor; ardından da, Mekke’den çıkış zamanından Kureyş’in tuzağından nasıl kurtulacağına kadar hicret stratejisini talim ediyordu. Kısaca mukaddes göç, Kureyş’in tuzaklarıyla Alîm ü Habîr Allah Teâlâ’nın tedbiri arasında başlamış oluyordu.[2] Kendisine hicret müjdesini getiren Cibril’e Efendimiz:

– Hicret yolunda benim arkadaşım kim olacak, diye sordu.

– Ebû Bekir, cevabını veriyordu.[3] Zaten Ebû Bekir de, hicrette musahebet fırsatını uzun zamandır bekler olmuştu. Derken, alışılmışın dışında ve herkesin istirahat ettiği bir öğlen vakti, Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip Hz. Ebû Bekir’in kapısını çaldı; içeri girmek için izin istiyordu. Olacak şey değildi! Hz. Ebû Bekir’in kapısında durmuş, Allah’ın en sevgili kulu, içeri girmek için bekliyordu.

– Anam-babam O’na feda olsun! Vallahi de bu saatte geldiğine göre mutlaka önemli bir iş var, diye mırıldandı önce. Çok geçmeden de, hemen kapıya koştu ve Efendiler Efendisi’ni içeri buyur etti. Merakla bekliyordu Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh). Çünkü, bugüne kadarki gelişler, ya sabahın erken saatlerinde veya akşamın serinliklerinde gerçekleşmişti. Çok geçmeden, o an orada bulunan Hz. Ebû Bekir’in kızları Esmâ ve Âişe’yi kastederek, evin diğer sakinlerini bulundukları yerden çıkarmasını talep etti Allah Resûlü. O ise:

– Endişe etme yâ Resûlallah! Onlar benim kızlarım; Senin de ehlin sayılır! Anam-babam sana feda olsun. Bir şey mi var, diyor ve bu saatte teşrifin sebebini anlamaya çalışıyordu. Cevap gecikmedi:

– Mekke’den çıkıp hicret etmek için bana da izin verildi.

Daha da heyecanlanmıştı Ebû Bekir ve:

– Birlikte mi yâ Resûlallah, diye sordu. Merakla bekleyen yüze, müjde dolu şu cümleler döküldü mübarek dudaklarından:

– Evet, birlikte.

Dünyalar onun oluvermişti; zaten Ebû Bekir, bugün için hazırlanmış ve haydi gidiyoruz, emrini bekliyordu; çünkü o, diğer arkadaşları gibi hicret için izin istediğinde bunun müjdesini daha önce almış ve Efendimiz kendisine:

– Acele etme! Umulur ki Allah, yanına bir arkadaş bahşeder, denilmişti. Bundan sonra da, hemen iki kişilik yol hazırlığı yapmaya başlamıştı. Dört aydır, besili iki deveyi bu yolculuğa hazırlıyordu. Artık, Habîb-i Ekrem’inden gelecek bu cümleleri bekler olmuştu. İşte şimdi, o cümleleri duyuyordu.

Akışı değiştirecek bir adımın başlangıcıydı bu. Bu tarihi yolculukta Resûlullah’a arkadaş olmak... Bundan daha büyük bir lütuf olabilir miydi? Kendini tutamamış ve sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh).[4]

Çok geçmeden Efendiler Efendisi’ne iki deve getirmiş ve:

– Ey Allah’ın Nebisi! Şu iki bineği, bu iş için hazırlamıştım, dedi. Ancak, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), her hâliyle örnek olmalıydı; onun için Hz. Ebû Bekir’e:

– Ancak, bedelini ödemek şartıyla, diyerek, böylesine önemli bir yolculukta, bedelini ödemediği bir nimetten istifade edilmemesi gerektiğini ortaya koyacaktı.

 

Hicretin Tedbir Boyutu

Artık her şey tebeyyün ettiğine göre, yol için adım atmak gerekliydi; Ebû Bekir, Sıddîk olduğunu gösterecek ve hicret yolunu daha güvenli kılma adına kendine yakışır hamleler yapacaktı. Zira, tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Çünkü, develerle birlikte bunca yolu katetmek öyle kolay olmayacaktı. Bunun için öncelikle, yolu iyi bilen ve delillik konusunda mâhir Abdullah İbn Ureykıt adında bir müşrikle anlaştılar. Abdullah, Kureyş’le aynı anlayışa sahipti; ancak Allah Resûlü ve Hz. Ebû Bekir, yol konusunda bu adama güveniyorlardı. Halbuki, Abdullah İbn Ureykıt başlarına konulan ödüle tamah edip de gidecekleri istikameti söyleyebilir ve koordinatları vererek dünyalık adına büyük bir servet sahibi olabilirdi!

Demek ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), muhataplarının karakterini çok iyi biliyordu; Abdullah, müşrik olmasına rağmen, dünyaya tamah etmeyen sözünün eri bir adamdı. Aynı zamanda bu adam, gitmek istedikleri yolu da iyi bilen bir rehberdi. Anlaşılan, böyle riskli bir ortamda bile maharet prim yapıyordu. Üç gün sonra Sevr’de buluşacaklar; buraya gelirken Abdullah, hicret için Hz. Ebû Bekir’in satın aldığı iki deveyi de getirecek ve böylelikle fiilen hicret yolu başlamış olacaktı.

Kızı Esmâ’ya da tembih etmişti Hz. Ebû Bekir; Sevr’de kalacakları günlerde arkadan azık hazırlayıp gönderecekti. Esmâ, hassasiyetle yiyecek ve içecek hazırlıyor, hazırladıklarını da küçük bir torbanın içine koyarak ağzını bağlayıp öyle gönderiyordu. Hatta, torbanın ağzını bağlayacak ip bulamamış ve annesinin de talimatıyla belindeki kuşağı çözerek ikiye ayırmış ve her iki torbayı da bu iple bağlamıştı. Ve, bundan dolayı da kendisine, iki kuşak sahibi mânâsında ‘zünnitakayn’ denilecekti.[5]

Bir başka tedbiri daha vardı Hz. Ebû Bekir’in; koyunlarını otlatan çoban Âmir’i yanına çağıracak ve yol alırlarken arkalarından koyunlarını sürüp, böylelikle geride bıraktıkları izleri yok etmesini söyleyecekti.[6] Zira biliyordu ki Mekkeliler, iz sürmekte mahir idiler ve böyle bir tedbire müracaat edilmediği yerde, sebepler açısından kendilerini fark ederler ve başlarını zora sokarlardı.

Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah da, çoban Âmir’le münavebeli olarak yanlarına gelecek ve Esmâ’nın hazırladığı azıkla birlikte, burada kaldıkları süre içinde kendilerine Mekkelilerin haberini getirecekti. Akşamları mağaraya gelen Abdullah, sabahın erken saatlerinde yine buradan ayrılacak ve bu süre içinde de Âmir, koyunlarıyla birlikte gelip onları Sevr’de otlatmaya başlayacaktı. Ve bu, orada kaldıkları her gün için yaşanacak bir hadiseydi. Aynı zamanda bu vesileyle, bu mübarek ve kutlu yoldaki en değerli yolcularının süt ihtiyaçları da karşılanmış olacaktı.[7]

Alınması gereken bir tedbir de Efendimiz’e aitti; yeğeni genç Hz. Ali’yi, kendi yerine vekil bırakmış ve hane-i saadetlerinde kalarak, o güne kadar kendisine emanet edilen emtiayı sahiplerine verme vazifesi vermişti. Bu ne büyüklüktü ki, canına kastedenlerin mallarını bile zâyi etmiyor; canı gibi sevdiği yeğeninin hayatını tehlikeye atma pahasına da olsa, emanete riayet etmeyi bir borç biliyor; can düşmanlarının mallarını kendilerine ulaştırmasını istiyordu.

Elbette ki bu kadar tedbir, fazla değildi. Onun için Efendiler Efendisi de, bütün bu olanları tasdik ediyor ve hiçbirini gereksiz bulmuyordu. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), ümmetine rahmet olsun diye gönderilmişti. Aksi halde O (sallallahu aleyhi ve sellem), bunları yerine getirmeden de, Allah’ın kendisini koruyacağını biliyordu. Zira Allah (celle celâluhû), insanlardan gelebilecek tehlikelere karşı kendisini koruyacağını bildirmiş ve O da, bunu namazlarında Kur’ân ayeti olarak okuyup duruyordu.[8] Demek ki mesele daha farklıydı; işin özü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), diğer insanların kendisine bakarak hizaya girdikleri imam konumunda bir rehber, bir modeldi. Hz. Ömer gibi çıkıp da hicrete başlamış olsaydı, ümmetinin tamamı aynı yolda yürümek zorunda kalırdı. Böyle bir hamle ise, insanları, altından kalkamayacakları imtihanların kucağına atmak anlamına gelirdi. Öyleyse O, ümmetinin en ağır-aksak yürüyenini de hesap edecek ve işlerini, kışın şartlarına göre planlayacaktı. Onun için, tedbirde kusur etmiyor ve sebeplere riayet konusunda ümmetine en tesirli dersi veriyordu.

Beri tarafta Kureyş, kendilerince kesin sonuca ulaşmak üzereydi; aralarından seçtikleri Ebû Cehil, Hakem İbn Ebi’l-Âs, Ukbe İbn Ebî Muayt, Nadr İbn Hâris, Ümeyye İbn Halef, Zem’a İbn Esed, Tuayme İbn Adiy, Ebû Leheb, Übeyy İbn Halef ile Nübeyh ve Münebbih İbn Haccâc kardeşler bir araya gelmiş ve Resûl-i Kibriyâ Hazretlerinin evini sarmışlardı. Böylelikle her bir kabileden birer temsilci devreye girmiş ve diğerleri de, bir kenara çekilmiş, zafer naraları atmak için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Gözü dönmüş bu talihsizler, Efendimiz’in evini kuşatmış, son vuruşu yapmak için artık dakikaları sayıyorlardı. Hatta Ebû Cehil, Allah davasına çağırırken Efendimiz’in kullandığı kelimeleri diline dolayarak kendince bunları alay konusu yapıyor ve istihzâî bir tavırla etrafındakilere şunları söylüyordu:

– Hani Muhammed, kendisine tâbi olduğunuzda Arap ve Acem meliklerine hâkim olacağınızı söylüyordu? Hani, O’na uymazsanız, hayatınız tehlikeye girecek ve kelleleriniz gidecekti? Öldükten sonra da, yeniden ayağa kalkacak ve cehennemin alevleri içinde cayır cayır yanacaktınız![9]

Artık, meseleyi gürültüsüz çözecekleri (!) anı bekliyorlardı. Ancak Allah (celle celâluhû), her şeye hakimdi ve bütün bu olup bitenleri de biliyordu. Semavât ve arzın mülkü O’nun yed-i kudretindeydi ve O, istediğini dilediği zaman yapar, kimse de buna bir şey diyemezdi. Böyle olunca, Kureyş’in kurduğu tuzak ve hazırladığı ölüm komandosunun hiçbir önemi yoktu ve olamazdı! Sonuç da, öyle olacaktı.

Normal şartlarda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldıktan sonra bir miktar yatar, Kâbe’den el-ayak çekilince de kalkıp buraya gelir ve huzur içinde Rabbine ibadet ederdi. Ancak bu gece durum farklıydı; durumdan haberdar olur olmaz, Hz. Ali’yi yanına çağırmış ve:

– Şu yeşil örtüye bürün ve gel de yatağımda sen yat! Hiç endişe etme; yat ve uyu; çünkü sana, zerre kadar zarar veremeyecekler, diye sesleniyordu.

Derken, Efendiler Efendisi, Yâ-Sîn suresinin ilk dokuz ayetini okuyarak evinden dışarı adım attı. Kapının önünde, fırsat kollayan Kureyş nöbet tutuyordu. Bu esnada:

– Onların hem önlerinden hem de arkalarından birer engel koyduk ve gözlerinin önüne de bir perde çektik; artık onlar, hiçbir şey göremezler, mânâsındaki ayeti okuyordu.

Bu arada, eline aldığı kum, toprak benzeri malzemeyi, kendisini öldürmek üzere evini kuşatanların üzerine saçıverdi. Bu hareketine paralel olarak da şöyle diyordu:

– Şu yüzler kararıp gözler görmez olsun!

Attığı toprak, orada bulunanların her birine isabet etmişti ve adeta kör olmuşlardı. Olacak ya, aralarından yürüyordu; ama hiçbirisi de Allah Resûlü’nü görmüyordu. Evet, onlar, kendilerini imana davet etmekten başka hiçbir suçu olmayan Allah’ın en sevgili kulunu yakalayıp öldürmek, yurt ve yuvasından mahrum ederek hayatına son vermek üzere tuzak kurmuşlardı; ama O’nu peygamber olarak gönderen ve âlemlere rahmet vesilesi kılan Allah (celle celâluhû)’ın da bir planı vardı. Ve yine görülüyordu ki, küfür ne kadar köpürürse köpürsün, Allah’ın iradesinin önüne asla geçilemeyecek ve her zaman olduğu gibi yine, O’nun dediği olacaktı.[10]

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), çoktan uzaklaşmıştı. Bir müddet sonra, kapısının önünde kendisine tuzak kurup da sessizce bekleyenlerin yanına bir başkası geldi ve onları bu halde görünce:

– Sizler burada niye bekliyorsunuz, diye sordu. Tereddütsüz cevap verdiler:

– Muhammed’i.

Adam, hiddetlenmişti. O’nu öldürmek için seçtikleri en seçkin insanlar, kapısının önünde munis birer kediye dönmüş; üzerlerine saçılan toprağın bile farkına varamamışlardı. Muhammedü’l-Emîn, arkadaşıyla birlikte yol alırken bunlar, miskin miskin kapısında oturuyor ve kendilerince O’nu öldürmenin planını yapıyorlardı! Resmen bu, açık bir aptallıktı! Onları azarlarken:

– Vallahi de yazıklar olsun size! Sizi gidi beceriksizler! Vallahi de O, başınıza toprak saçmış ve aranızdan da sıyrılıp çoktan uzaklaşmış durumda, diyordu.

– Vallahi de biz O’nu görmedik, diyorlardı. Büyük bir çöküntü içindeydiler! Sanki görme özellikleri alınmış ve etraflarına baktıkları hâlde Allah Resûlü’nü görememişlerdi. Ellerini başlarına götürüp birbirlerine bakıştılar; gerçekten de adamın söyledikleri doğruydu. Hemen, üstlerindeki toz-toprağı silkeleyip temizlemeye başladılar.

Çok geçmeden mesele, Kureyş arasında da duyulmuş, ölüm müjdesini bekleyen diğer ileri gelenler, Efendimiz’in hicret ettiğinin haberiyle yıkılmışlardı; bütün ağa takımı birden hane-i saadete hücum etmişti. Kapıyı aralayıp da içeri girdiklerinde, bir anlık nefes aldılar; zira, yatak boş değildi! Dışarıda kendilerini ayıplayıp kızan adamlarına inat, fısıltıyla:

– İşte Muhammed, şu örtünün altında, diyerek bunca endişenin yersiz olduğunu söylemeye başlamışlardı. Ancak bu da uzun sürmedi; çünkü, bu kadar insanın içeri girmesiyle ayağa fırlayan Hz. Ali, meydan okurcasına karşılarında duruyordu. İkinci büyük şoktu bu onlar için… Hiddet ve hışımla:

– Muhammed nerede, diye sormaya başladılar.

– O konuda herhangi bir bilgim yok, cevabını verdi Hz. Ali. Yine kaybeden onlar olmuştu; aldıkları cevapla daha da sinirlenmiş, etrafa tehditler yağdırıyorlardı. Hz. Ali’yi de bırakmak istemiyorlardı; önce bir miktar itip kakıştırdılar ve ardından da tutup Kâbe’ye kadar getirdiler. Belki, yolcuların yerlerini söyler ve kendilerine bir ip ucu verir, diye bir müddet onu hapsettiler.[11] Ancak, ne kadar zorlasalar da istedikleri cevabı alamayacaklarını anlamışlardı. Hem, Hz. Ali’yi serbest bırakmamak kendi aleyhlerindeydi; çünkü o, kendilerine ait emanet malları dağıtmak için geride kalmış ve şimdi de bu emanetleri sahiplerine geri verecekti.

Ümmetin firavunu Ebû Cehil, bu lakabı ne kadar hak ettiğini gösterircesine şöyle ilan ediyordu:

– Muhammed’i, ölü ya da diri getirene yüz deve benden![12]

Tam, yakaladık, derken ellerinden kaçırdıkları Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir’i tamamen kaybetmek üzerelerdi. Belli ki, sadece kendileri bu işin üstesinden gelemeyeceklerdi; onun için Ebû Cehil’in bu yaklaşımına herkes sahip çıkacak ve başlarına konulan bedel, her ikisi için de, ölü ya da diri getirene yüzer deve olarak resmiyet kazanacaktı.[13]

Aynı zamanda Ebû Cehil, aklını kullanmasını bilmese de zeki bir insandı. Hiç vakit geçirmeden Hz. Ebû Bekir’in evine geldi. Kapıyı açan, Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ idi. Babasının nerede olduğunu sordu önce. Bilmediğini söylüyordu Hz. Esmâ. Ebû Cehil’e göre, onun bilmemesine imkân yoktu ve aldığı cevapla küplere binen Ebû Cehil, Hz. Esmâ’nın yüzüne öyle bir tokat indirdi ki, şiddetinden Hz. Esma’nın kulağındaki küpe kopup yere düşecekti. Halbuki, o günkü toplumun genel teamüllerine göre, onun gibi genç ve aynı zamanda hamile bir kadına böyle bir hareket, normal şartlarda da ayıp karşılanırdı. Ama bu, Ebû Cehil’di. Hz. Esmâ bu olayın etkisinden yıllarca kurtulamayacak ve kendisine hatırlatıldığında ise Ebû Cehil için:

– Pis ve haddi aşmış bir adam, diyecekti.[14]

 

Sevr’e Yöneliş

Takvimler, Sefer ayının yirmi yedisini gösteriyordu. Gecenin karanlığında Hz. Ebû Bekir’in evinden başlamıştı mukaddes göç. Ancak istikamet, ashab-ı kiramın gittiği yön olan Medine yerine Yemen istikametindeki Sevr dağını gösteriyordu. Yaklaşık sekiz kilometrelik bu yol alınacak ve emsallerine nispetle daha yüksek, büyük taşlarla dolu ve yolları engebeli olan Sevr’e tırmanılacaktı. Ayrıca bunu yaparken Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), bu kadar uzun yola, arkasındakilerin kendisine ulaşma isteklerine ve yol şartlarının aleyhte birleşmesine rağmen ayaklarının ucuna basmaya çalışıyor ve böylelikle de, arkasında kalıcı bir iz bırakmamayı amaçlıyordu. Demek ki, tedbir adına bir manevraya daha ihtiyaç vardı; bir müddet burada kalınacak ve Mekke’de olup bitenler buradan seyredilecekti. Çünkü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke dışında bile kendisine hayat hakkı tanımak istemeyeceklerini biliyor ve köyünü terk ettiğini öğrenir öğrenmez de izini takip ederek maksadına ulaşmasına müsaade etmeyeceklerini tahmin ediyordu. Zira Kureyş, ashab-ı Muhammed’in Medine’ye gittiklerini biliyor ve sonradan bu tarafa yönelenleri de yakın takibe alıp geri çevirmek için olmadık yöntemlere baş vuruyordu.

Hz. Ebû Bekir’in hassasiyet ve çabalarına diyecek yoktu; başına bir şeyler gelir diye Efendimiz’in üzerine tir tir titriyor, bazen önüne geçip öyle yürürken zaman zaman da arkada kalarak O’nu takip ediyordu. Onun bu halini fark eden Efendimiz soracaktı:

– Yâ Ebâ Bekir! Sana ne oluyor da bazen önümde bazen de arkamda yürüyorsun?

– Yâ Resûlallah! Arkadan bir tehlike gelip gelmediğinden emin olmak için arkanızdan yürüyor, önünde gözcüler olabileceğinin endişesiyle de önünüze geçiyorum.

Bu hassasiyete karşılık Efendimiz:

– Yâ Ebâ Bekir! Senin yanında Benden daha sevimli başka bir şey var mı dersin?

Sıddîk-i Ekber’e yakışır bir cevabın gelmesi gecikmeyecekti:

– Hayır yâ Resûlallah! Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, Senin başına bir musibet gelmektense ben, Senin uğrunda canımı verir, o musibetin benim başıma gelmesini isterim![15]

 

Mağarada Ebû Bekir Hassasiyeti

Zirvedeki mağaraya önce Ebû Bekir girmeliydi. Zira, karşılaşabilecekleri her türlü olumsuzluğu, önce kendi sinesinde söndürüp Habibine herhangi bir zararın gelmesine engel olmalıydı. Hz. Ebû Bekir’ce bir hassasiyetti bu. Bütün telâşı, İnsanlığın Emîni’ne bir tozun dahi konmasını istememesinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden, üstündeki libasını parçalamıştı; zararlı hayvanların Allah Resûlü’ne ilişmemeleri için deliklerini kapatıyordu. Kapatamadığı iki delik kalmıştı; bunlar için de bir çözüm üretmiş, ayağının biriyle birini, diğeriyle de öbürünü kapatarak Efendisi’ni buyur etmişti. Hz. Ömer’in yıllar sonra, “Mağaradaki o gecesine bütün amelimi verirdim.” diyerek gıptayla baktığı Hz. Ebû Bekir’i, ayağıyla kapattığı delikten yılan sokmuş; ama o, Efendimiz’i rahatsız etmemek için dişini sıkıp, bir kez olsun “ah” etmemişti. Nihayet, gözünden akan yaş ve alnından dökülen soğuk terler, Efendimiz’in dikkatini çekip de:

– Sana neler oluyor yâ Ebâ Bekir, diye sebebini sorduğunda:

– Anam-babam Sana feda olsun yâ Resûlallah! Yılan soktu, diyebilmişti. Bunu söylerken de, üzerinde olabildiğince bir mahcubiyet hâkimdi; kendisine ait bir durumdan dolayı Efendimiz’in üzülmesini ve kıymetli zamanını böyle bir meseleyle meşgul etmeyi istemiyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi, yaranın üzerine hafifçe tükürüğünü serpecek ve ardından da, şifa bulması için Rabbine dua edecekti. Bir anda her şey, yeniden normale dönüvermişti; sanki bu hadise, hiç olmamış gibiydi. Çünkü Ebû Bekir’de, acı adına hiçbir şey kalmamıştı.[16]

Bu arada bir örümcek işe koyulmuş, atkılarını örerek mağaranın önünde ter döküyordu. Bir de, iki tane güvercin gelmiş ve burada yuva yapmıştı. Aynı zamanda mağara girişinde bir ağaç büyümeye başlamış ve Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) önünde perdedarlık yapıyordu. Belli ki Allah (celle celâluhû), Habîb-i Ekrem’ini kimseye bırakmayacak ve bizzat kendisi koruyup kollayacaktı.

İz sürenler, Sevr’e de tırmanmış; burada olabileceği endişesiyle mağarayı kontrole gelmişlerdi. Girişteki güvercinlerle büyüyen ağaçları ve örümcek ağını görünce aralarından birisi, gayr-i ihtiyari şunları söyleyecekti:

– Baksana şu örümcek ağına; sanki Muhammed daha dünyaya gelmeden önce örülmüş gibi!

Öbürleri de farklı düşünmüyordu ve örümcek ağları arada incecik bir perde kalmasına rağmen Allah (celle celâluhû), Resûlü’nü korumuş ve onlar da elleri boş geri dönüyorlardı.[17]

Mağaranın içinde ise, müşriklerin bir mızrak boyu mesafeye yaklaştıklarını görüp seslerini duyan Hz. Ebû Bekir, yine soğuk terler döküyordu. Deli danalar gibi burnundan soluyan bu gözü dönmüşlerin ayaklarını gören Ebû Bekir (radıyallahu anh):

– Yâ Resûlallah! Şayet birisi eğilip de ayağının hizasından içeriye bakıverse, ayaklarının dibinden bizi rahatlıkla görecekler!

“Sen benim kardeşimsin.” dediği mağara arkadaşını teselli yine Allah Resûlü’ne kalmıştı:

– Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında, niye endişe duyuyorsun ki yâ Ebâ Bekir?[18]

Bunu diyen Resûlullah’tı. Allah’ın en sevgili kuluydu ve O’nu, insanlardan gelecek zararlara karşı koruyacağını bizzat O (celle celâluhû) bildirmişti.[19] Kendinden emin konuşuyordu; zira biliyordu ki, Kureyş anlamayıp O’na yardımcı olmasa da Allah (celle celâluhû), vaktiyle bütün elçilerine yardım ettiği gibi Son Nebi’sine de yardımcı olacak ve üzerine indirdiği sekine ve huzurla destekleyip gözlerin göremeyeceği ordularla inayette bulunacaktı.

Hz. Ebû Bekir de biliyordu; ama bu bilmek, olayın bütün sıcaklığıyla yaşandığı zamanda karşılaşılan endişeleri gidermeye yetmiyordu. Bütün endişesi, Efendiler Efendisi’nin başına gelmesi muhtemel sıkıntılar içindi. Zira o, kendi başına gelebilecek her türlü meselenin, sadece bir kişiyle sınırlı kalacağını, ancak söz konusu meselenin Efendimiz’i hedeflemesi durumunda ise, bütün insanlığı hedefleyeceğinin hassasiyetini ortaya koyuyordu.[20]

Nihayet, mağara önüne gelenler de geri dönmüşlerdi ve artık yol, bir nebze olsun emniyet vadediyordu. Üç gün beklediler burada. Bu süre içinde, Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) sık sık dışarı çıkıp etrafı gözlüyordu. El-etek çekilince, oğlu Abdullah da, yanlarına geliyor ve Mekke’de olup-bitenlerin haberini getiriyordu. Derken, Âmir ile birlikte rehber Abdullah İbn Uraykıt da gelmiş; kendilerini Medine’ye taşıyacak olan develeri beraberinde getirmişti.

Develeri teslim alan Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), en güzel ve bakımlı olanını Efendimiz’e takdim etti ve:

– Anam-babam sana feda olsun! Bin yâ Resûlallah, dedi.

Beklemediği bir tepkiyle karşılaşacaktı:

– Ben, bana ait olmayan deveye binmem.

Hz. Ebû Bekir bu durumda ‘Sıddîk’ vasfına uygun hareket edecek, ve:

– Anam-babam sana feda olsun! O senindir yâ Resûlallah, diyecekti.

Fakat, bu da çözüm olmamıştı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ısrarlıydı:

– Hayır, ancak, satın aldığın değeri sana ödemek şartıyla.

Mecburen anlattı Ebû Bekir. Bunun üzerine Habîb-i Zîşan:

– Ben de onu, bu bedele senden aldım, buyurdu ve böylelikle, hicret gibi önemli bir dönüm noktasında, ümmete kalıcı bir mesaj daha sunulmuş olunuyordu.

Mekke’den gelen haberler, arama taleplerinin ilk günküne nispetle kısmen de olsa şiddetini yitirdiğini söylüyordu. Demek ki artık, ayrılık vakti gelmişti.

Rebîülevvel ayının ilk ışıklarıydı. Yine bir pazartesi sabahı erkenden mağaradan ayrılacak; önce sahil tarafından batıya, ardından da Kızıl Deniz cihetinden asıl hedefleri olan Medine istikametine doğru yol almaya başlayacaklardı. Mekke-Medine arasında normalde alışık olunmayan bir yoldu bu. Sevr’den başlayıp da Ufsân, Emec, Kudeyd, Harrâr, Seneyye, Mercâh, Ziludayveyn, Zîkeşer, Cedâcid, Ecred, Abâyîd, Fâce, Arc, Âir, Rism ve Kuba güzergâhında[21] tam bir hafta sürecek bu çileli yolda Allah Resûlü’nün yanında, Abdullah İbn Uraykıt, Âmir İbn Füheyre ve bir de sâdık yâr Hz. Ebû Bekir bulunuyordu.

 

Mekke’ye Atfedilen Son Nazar

Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), son kez Mekke’ye doğru yöneldi; belli ki içine, peygamberlerin uğrak yeri, yeryüzündeki ilk binanın sahibi ve kendisinin de ikizi sayılan bu beldeden ayrılığın hüznü çökmüştü. Adeta, yüreğini bırakıp da gidiyordu. Halbuki, vahiy geleceği ana kadar kırk yıl beklemiş ve bu süre içinde de, sıklıkla Hira’ya çıkıp oradan, Kâbe’nin kendine yakışır bir şekilde ibadet ü taatla bütünleşebilmesi için dualar etmiş, istikbali seyre dalmıştı. Kolay değildi; Allah’ın en sevgili kulu ve peygamberlik zincirinin son halkası Habîb-i Zîşân Hazretleri, Allah’ın evinden ayrılmak zorunda kalıyor ve başka bir beldeye doğru yol alıyordu.

Artık, Mekke’ye atfedilen son nazarlardı bunlar ve adetâ Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke ile konuşuyordu. Hz. Ebû Bekir de dikkat kesilmiş, bu sessiz muhavereye şahit oluyordu. Dudaklarından şu cümleler dökülecekti:

– Vallahi de ey Mekke! Ben, senden ayrılmak zorunda kaldım! Şüphe yok ki sen, yeryüzünde Allah’a en sevimli olan beldesin; Allah’ın sana özel lütufları var! Allah’a yemin olsun ki, senin ehlin buradan Beni çıkarmaya zorlamasaydı, asla seni terk edip dışarı adım atmazdım![22]

Bundan sonra da, başta Efendiler Efendisi Hz. Muhammed, O’nun sadık yâri Hz. Ebû Bekir ve Mekkeli müşrik rehber Abdullah İbn Ureykıt, yola koyuldu ve sahil tarafını takip ederek Medine istikametinde mesafe almaya başladılar.

 

 

[1] Bkz. İsrâ, 17/80

[2] Aynî, Umdetü’l-Kârî, 17/46; İbn Kesîr, Tefsîr, 2/400

[3] Bkz. Hâkim, Müstedrek, 3/6 (4266)

[4] Taberî, Tarih, 1/569 ; İbn Hişâm, Sîre, 3/11

[5] Bkz. Buhârî, Sahîh, 3/1087 (2817). Bu tavrını sonradan duyduğunda Allah Resûlü (s.a.s.) kendisine iltifat edecek ve “Senin o iki kuşağına bedel Allah, cennette iki kuşak verecektir.” buyuracaktı.

[6] Buhârî, Sahîh, 3/1419 (3692)

[7] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 3/12

[8] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, 4/683; Kâdı İyâz, Şifâ, 1/258

[9] İbn Hişâm, Sîre, 3/8; Taberî, Tarih, 1/567

[10] Bkz. Enfâl, 8/30

[11] Bkz. Taberî, Tarih, 1/568

[12] Bkz. el-Hindi, Kenzu’l-Ummâl, 12/779 (35744)

[13] Bkz. Taberî, Tarih, 1/570

[14] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 2/56; İbn Hişâm, Sîre, 3/14

[15] Bkz. Hâkim, Müstedrek, 3/7 (4268), Mişkâtü’l-Mesâbîh, 2/556; Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, s. 155, 156

[16] Bkz. Muhibbuttaberî, er-Rıyâdü’n-Nadıra, 1/450. Hatta Hz. Ömer (radıyallahu anh), bu rivayetinde Hz. Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) bu sebepten dolayı öldüğünü de vurgulamaktadır.

[17] Bkz. İsbehânî, Delâil, 1/76, 77; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 3/231

[18] Aynı husus, Cibril-i Emîn’in getirdiği Ebedî Mesaj Kur’ân’da da yer alacak ve bu meseleyi Yüce Mevla, şöyle anlatacaktı: “Eğer siz o (Hak elçisi)ne yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti: Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkâr edenler kendisini (Mekke’den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına ‘Üzülme, Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. (İşte o zaman) Allah (ona yardım etti) onun üzerine sekine(huzur ve güven duygu)sunu indirdi ve onu, sizin görmediğiniz askerlerle destekledi; inanmayanların sözünü alçalttı. Yüce olan, yalnız Allah’ın sözüdür. Allah dâimâ üstündür, hüküm ve hikmet sâhibidir.” Tevbe, 9/40

[19] Bkz. Mâide, 5/67: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri emellerine kavuşturmaz.

[20] Bkz. İsbahânî, Delâil, 1/62; Necdî, Abdullah, Muhtasaru Sîreti’r-Resûl, s. 168

[21] Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/189

[22] Halebî, Sîre, 2/195, 196

Author: Dr. Reşit HAYLAMAZ - min read. - Post Date: 11/06/2022