KUR’ÂN METNİNİN MUSHAF HÂLİNE GETİRİLMESİ
Resûlullah’ın otoritesinin gitmesiyle ortaya çıkan boşluk, ihtilâflar ve irtidad harpleri... bütün bu sebepler, Kur’ân’ın resmî mer’iyyet ve icma-ı ümmete iktiran eden bir imam mushaf hâlinde derlenmesini icab ettirmişti.
Peygamber efendimiz hayatta olduğu müddetçe vahiy devam ettiğinden, Kur’ân metni iki kap (deffeteyn) arasında mushaf haline getirilemezdi. Böyle yapılmış olsaydı sık sık değişiklik yapmak, araya girecek birkaç âyeti yerleştirmek için, ikide bir, çok sayıda yazılmış metni imha etmek mecburiyeti hâsıl olacaktı. Diğer taraftan Kur’ân metni birçok hafız tarafından ezberlenip devamlı sûrette okunuyor ve ashabın bir kısmının nezdinde yazılı nüshaları da bulunuyordu. Metnin muhafazası konusunda endişeye sebep yoktu.
Hz. Peygamberin dünyadan göçmesinden sonra, hem onun gibi bir teminat merciinin aralarından ayrılması, hem de İslâm’ı ciddî bir şekilde tehdit eden irtidad hareketlerine karşı harpler, ilâhî rehber Kur’ân-ı Kerim metninin, ümmetin icmaından geçmek sûretiyle tek kelimesinden şüphe edilemeyecek tarzda, kıyamete kadar hiç kimsenin itiraz edemeyeceği imam[1] olması gerekmişti.
Hz. Peygamber’in yazdırdığı sahifeler varken, neden Hz. Ebû Bekir’in bununla yetinmeyip mushaf hâlinde derletmesine ihtiyaç kaldı? sorusu akla gelebilir. Bunun cevabı şudur: Çünkü, evvelâ, Peygamberimiz dünyadan göçmeden, o sahifeler bulunmakla beraber, onların devlet işi olarak resmiyeti yoktu. Zira Peygamberimizin mübarek varlıkları, birçok hususta olduğu gibi, Kur’ân metnine merci olmak konusunda da tek başına bir teminat olup, emînu’l-vahy o idi. Fakat ondan sonra gelen halifenin böyle bir vasfı olamayacağından, bu sahifeleri iki kapak arasında mushaf hâline getirmek mecburiyetinde idi. Esas otorite ve teminat bundan böyle imam’ın (Kur’ân metninin) olması gerekiyordu. Hz. Peygamber, kendisinden sonra Allah’ın Kitabını bıraktığını, ona tabi oldukları müddetçe müslümanların asla şaşırmayacaklarını bildirmişti.
İkinci bir sebep de şudur: Hz. Ebû Bekir mushafı, o sahifelerden istinsah ettirebilirdi. Ama böyle yapmak, ne de olsa mahzurlu olurdu. Müslüman cemaat arasında daha sonra ortaya çıkması muhtemel durumları hesaba katmak gerekiyordu. Tam veya kısmî olan şahsî Kur’ân nüshalarında ufak tefek istinsah hataları olamaz mıydı? Elbette olabilirdi. Bazı parçalar, çok az kimsede yazılı olarak bulunduğundan, çok geçmeden tamamen ortadan kaybolabilirdi. Az da olsa, tilâveti neshedilen yerler olup[2] bunu bilenlerin yanında bilmeyenler de vardı. Bundan ötürü, eldeki metni bir yandan ashabın nüshaları ve hafızaları ile teyid, bir yandan de ferdî hataları tashih ederek, neticede ümmetin icmaından (tasvibinden) geçecek imam mushafa resmî bir hüviyet ve mer’iyet kazandırmak gerekiyordu.
Az önce işaret ettiğimiz üzere, Resûlullah’ın otoritesinin gitmesiyle ortaya çıkan boşluk, ihtilâflar ve irtidad harpleri... bütün bu sebepler, Kur’ân’ın resmî mer’iyyet ve icma-ı ümmete iktiran eden bir imam mushaf hâlinde derlenmesini icab ettirmişti. Nitekim Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinin başında vâki’ olan Yemâme Savaşı’nda yetmiş hafız[3] (bunların ekserisi tam değil de kısmî hafız olmalıdır) sahabînin şehid olması, tedbir almak lüzumunu iyice göstermişti.
Zeyd İbn Sabit diyor ki: Yemâme Savaşı’nda ashâbın öldürülmesini müteakip Hz. Ebû Bekir beni çağırttı. Yanına vardım, Hz. Ömer de orada idi. Ebû Bekir bana dedi ki: Ömer bana gelip dedi ki:
“Yemâme’de Kur’ân hafızları çok zayiat verdi. Bu gibi vak’alarda hafızların ölmeleriyle Kur’ân’ın birçoğunun zayi olmasından endişe ederim. Bana kalırsa, Kur’ân’ın cem’ edilmesi için emir çıkarman gerekir.” Ben de Ömer’e şöyle cevap verdim:
“Resûlullah’ın yapmadığı bir işi nasıl yapabilirsin?” Ömer:
“Vallahi, bu hayırlı bir teşebbüstür” dedi. Sonra bu iş üzerinde o kadar durdu ki, bana söyleye söyleye neticede Allah, kalbimi bu işe yatırdı, ben de onun görüşünü benimsedim.” Zeyd devamla diyor ki:
Ebû Bekir bana dönüp şöyle dedi: “Sen, genç, dinç, zeki bir adamsın. Kimse seni itham edemez. Zâten Resûlullah’ın da vahy kâtibi idin. Kur’ân metnini topla.” Vallahi bir dağı yerinden nakletmemi isteselerdi, Kur’ân’ı toplama mes’uliyeti kadar bana ağır gelmezdi.” Neticede Kur’ân’ı, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeye başladım.”[4]
Kaynakların ittifakla bildirdiğine göre, Hz. Ebû Bekir, Zeyd’e asla hafızasına güvenmemesini, her âyet için iki delil olmak üzere, iki şahıstan yazılı nüsha aramasını emretti. Kendilerinde Kur’ân’dan yazılı parça bulunan herkesin bunları Zeyd’e getirmesini şehirde ilân etti. Bu ilân camide yapılmıştı. Hz. Ömer de şahitlerin ellerindeki nüshaların, Hz. Peygamber tarafından kontrol edilmiş olup olmadığını yeminle tahkik ve tevsik ediyordu. Zaten Zeyd, vazifeyi ilk kabulü sırasında, onun kendisine yardımını şart koşmuş, o da ciddî bir şekilde yardım etmiştir.[5]
Zeyd, bizzat kendisi de iyi bir hafız olduğu halde, kendisi gibi başka hafızlarla da yetinmeyip, her âyet hakkında mukabele görmüş iki yazılı şâhid aramak gibi son derece titiz ve ilmî bir usûl takip etmiştir. Yalnız Tevbe sûresinin sonundaki iki âyet hakkında, araştırmasına rağmen iki yazılı şahidi bulamamış, Ebû Huzeyme’deki yazılı nüshaya istinad etmek durumunda kalmıştır. O zamanın şartlarında bu ciddiyetin ve ilmî titizliğin gösterilebilmesi vakıasının üstünde “O zikri (Kur’ân’ı). Biz indirdik Biz. Ve onun koruyucusu da elbette Biz’iz” (Hicr, 9), ilâhî irâde ve inâyetinin tecellisini görmemek mümkün değildir.
Hz. Ebû Bekir devrinde bir araya getirilen sahifelere el-Mushaf denilmiştir. Bu kelime dilde: “iki kabı arasında sahifeler ihtiva eden” demektir. Istılahta ise: “Hz. Osman zamanında, üzerinde ittifak edilen şekliyle, âyetleri ve sûreleri tertip edilmiş tarzda Kur’ân metnini ihtiva eden evrak” mânasına kullanılmış ve o zamandan beri bütün müslümanlar arasında bunu ifâde etmiştir.
Mushaf-ı şerif, Hz. Ebû Bekir’den sonra, Hz Ömer’e intikal etmiş; o yaşadığı müddetçe kendisinin yanında durmuş, vefat edince, kızı Hafsa’ya kalmıştır.
MUSHAFIN Hz. OSMAN’IN HİLÂFETİNDE ÇOĞALTILMASI
Hicrî 12. senede Hz. Ebû Bekir zamanındaki cem’ işinden sonra, Hz. Ömer’in hilâfetinde ve Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk zamanlarında aynı durum devam etti. Ancak az bir zaman sonra, müslümanlar arasında, bu imam mushaftan müteaddit nüshalar istinsah edilmesi zarureti ortaya çıktı.
Hz. Ömer, bilhassa muhacirinden ileri gelen ashabın Medine’yi terketmesini, özel iznine bağlamış olup, bu hususta güçlük çıkarıyordu. Ondan sonra halife olan Hz. Osman, çıkışı serbest bıraktı. Sahabe, genişlemiş İslâm devletinin ileri gelen merkezlerine dağılmıştı. Her şehir ahâlisi, aralarında bulunan sahâbinin öğrettiği kıraatı öğrendi. Mesela Dımaşk Mikdâd İbn Esved’den, Kûfe Abdullah İbn Mes’ûd’dan, Basra Ebû Musa el-Eş’arî’den, Şam tarafı Ubey İbn Kâ’b’den öğrenmişlerdi. Böylece şehirler arasında kıraat farklılıkları ortaya çıkmıştı. Zira Hz. Ebû Bekir devrinde yazılan imam mushaf, yedi harf (lehçe) göz önünde bulundurularak, yani bazı kelimeler, lehçelere göre değişik telâffuzları gösterecek şekilde yazılmıştı. Ekseriya imlâsı aynı olduğu halde, telâffuzu farklı olabiliyordu.
Yeni müslüman olan gayr-ı Arap unsurlar, diğer lehçeleri bilmediklerinden, öğrendikleri kıraatin, başkası mümkün olmayan tek kıraat olduğuna inanıyorlardı.[6] Bu yüzden münakaşalar çıkıyor, birbirine kâfir diyecek kadar vahîm olaylar cereyan ediyordu.
Ebû Kılâbe diyor ki: Hz, Osman’ın hilâfeti sırasında muallimin biri, bir zatın kıraatini, diğer biri bir başka zâtın kıraatini öğretiyordu. Öğrenci çocuklar ihtilâfa düşüyor ve meseleyi hocalara götürüyorlardı. İş o raddeye vardı ki, okuyuş farkından dolayı, biri diğerini kâfir saydı. Hz. Osman buna muttali olunca hutbe verip: “Siz benim yanımda bile ihtilâf ediyorsunuz. Daha uzak yerlerde bulunanlar elbette daha fazla ihtilâfa düşerler” deyip, Mushafı çoğaltmak gerektiğine kani oldu.
Tahmin edileceği üzere, bu durumlar sık sık vaki oluyordu. Bardağı taşıran damla, Buharî’nin bildirdiği gibi şu hâdise olmuştu:
Ermenistan gazasında Suriye ve Irak askerleri beraberce savaşmışlardı. Kıraat hususunda ihtilâf ettiler, hatta birbirlerini tekfîr bile edenler oldu. Orduya kumanda eden Huzeyfe İbnu’l-Yeman bu duruma çok üzüldü. Medine’ye döner dönmez, daha evine gitmeden Hz. Osman’ın huzuruna vararak: “Ne olur, mahvolmadan önce şu ümmetin imdadına yetiş!” dedi. Sonra meseleyi uzunca anlatıp yahudi ve hıristiyanlar gibi, Kitapta ihtilâf edilmesinden endişe ettiğini ifâde etti.
Hz. Osman, muhacirîni ve ensarı topladı. Durumu istişare etti. Sonra Hz. Hafsa’ya haber göndererek “Sahifeleri bize gönder, biz ondan mushaflar istinsah edip yine sana gönderelim” dedi; o da gönderdi. Hz. Osman; Zeyd İbn Sabit, Saîd İbnu’l-Âs, Abdurrahman İbnu’l-Hâris, Abdullah İbnu’z-Zubeyr’i istinsah işi ile görevlendirdi. Tereddüt hâlinde, Kureyş imlâsına göre yazmalarını emretti. Bu heyette, mezkûr dört kişiden başka Ubey İbn Kâ’b’in de bulunduğu, sayılarının on iki olduğu da rivâyet edilmektedir. Bunlar, öyle anlaşılıyor ki, müteaddit nüshaları yazmak için, ihtiyaç hâlinde yardım eden fakat devamlı komisyon üyesi olmayan şahıslar idiler.[7]
Hz. Osman bu heyet’e, gerektiğinde imam mushafın imlâsını değiştirebileceklerini söylemişti. Meselâ Bakara sûresinde geçen التابوت (et-tâbût) kelimesini, Zeyd yuvarlak tâ’ ile التابوة şeklinde yazmak istedi. Hz. Osman ise Kureyşliler gibi, uzun tâ’ ile التابوت tarzında yazılmasını emretti.
Buharî gibi muhaddislerin rivâyet ettikleri bu hadise de, Hz. Osman’ın hilâfeti sırasında yapılan işin, esasta bir imlâ ıslahı ile birlikte olan çoğaltma çalışması olduğunu gösterir.[8]
Bu teksir işi, hicri 25 yılında başlamıştı. Mushafların istinsahı bitince, sahifeler Hz. Hafsa’ya iade edildi. Yazılan mushaflar, camide okunarak müslümanların ittifakına mazhar oldu. Birisi Medine’de muhafaza edilip, diğer üçü, o zamanın başlıca İslâm merkezleri olan Şam, Küfe ve Basra’ya gönderildi. Diğer bir rivâyete göre bunların sayısı yedi olup, ayrıca Mekke, Bahreyn ve Yemen’e de birer mushaf gönderilmiştir. Bundan sonra Hz. Osman, diğer şahsî nüshaların imha edilmesini emretti. Maksadı, müslümanlar için verilen geçici bir müsaade eseri olan bazı kelimeleri, diğer lehçelerle okuma işine son verip, bir harf üzerinde toplamaktı. Lehçe farkı, mahdut bazı kelimelerde de olsa, müslümanlar arasında ihtilâfa sebep olabiliyordu. Diğer taraftan, şahsî nüshalar eksik olabiliyordu. Titiz bir kontrolden geçmediklerinden yanlışlar da ihtiva edebilirlerdi. Tek kişi hata edebilir, fakat hafızlardan müteşekkil heyet yanılmaz. Ayrıca, şahsî nüshalara sahabe, kendileri metni iyice bilip karıştırmaktan emin olduklarından, tefsir mâhiyetinde açıklayıcı kısa notlar koymuşlardı. Meselâ: لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَبْتَغُوا فَضْلاً مِنْ رَبِّكُمْ (Bakara, 198). “Rabbinizin lütuf ve kereminden nasibinizi aramanızda size bir günah yoktur” âyetinin hemen arkasına İbn Mes’ûd في مواسم الحج hac mevsiminde” açıklamasını ilâve etmişti. İbnu’l-Cezerî (ö.833/1429) diyor ki:
“Bazen izah maksadıyla, metin arasına kıraatler hakkında açıklamalar koyarlardı. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (a.s.)’dan öğrendikleri Kur’ân’ı iyice biliyorlardı.”
Fakat Hz. Osman’ın emrine rağmen, öyle anlaşılıyor ki, şahsî mushaflar -geniş İslâm dünyasına yayıldığından- büsbütün ortadan kalkmadı, H. 3. ve 4. asırda, Kur’ân tarihine dâir eser yazanlar, İbn Mes’ûd, Ubey gibi zevatın mushaflarını gördüklerini bildirirler. Bu da iyi olmuştur. Kaybolsalardı, muarızlar tarafından, aralarında fazla bir fark olduğu iddia edilebilirdi.
Demek, ki, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Osman’ın yaptıkları işler arasında şu farklar vardır:
- Ebû Bekir, Kur’ân hakkında muhtemel bir ihtilâfı önlemek için, ashabın ittifakıyla, Resûlulluh’tan kalan sahifeleri mushaf hâlinde yazdırdı ve ona resmî bir hüviyet verdi. Hz. Osman ise genişleyen ülkenin ihtiyacı için onu çoğalttı.
- Osman, bazı kelimeleri, mahallî lehçelere göre okuma imkânı veren muvakkat iznin sona ermesi sebebiyle, bu durumu bilmeyenlerin ve Arap olmayan müslümanların sayısı artınca, işi mazbut tutmak için, ümmeti bir harf (lehçe) etrafında topladı.
Böylece, Kur’ân ilâhî emâneti, Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman tarafından içiçe bina edilen üç ayrı sûr tarafından korunmuş olarak, başka hiçbir metne nasib olmayan bir emniyetle, halk içinde Hakkın hücceti hâlinde kıyamete kadar kalmak üzere muhafaza edilmiştir.
[1] Hz. Ebû Bekir’in iki kapak arasında derletip Hz. Osman’ın çoğalttırdığı mushaf-ı şerife, âlimlerimiz el-mushafu’l-imam (imam mushaf) veya sâdece el-imam derlerdi.
[2] Cumhûr, yani âlimlerin büyük çoğunluğu, tilâvet neshini, metnin kaldırılması şeklinde anlarlar. Mu’tezilîler başta olarak bazı âlimler kabul etmezler. Çok azı ise, neshedilen kısmın, Kur’ân’da kalmakla beraber, yerinin değiştirilip başka sûreye götürülmesi tarzında anlarlar.
[3] Kurtubî, Tefsir, Mukaddime.
[4] Buhari, Feda’ilu’l-Kur’ân, Cem’u’l-Kur’ân, VI, 98.
[5] Süyutî, İtkan, I, 73.
[6] S. Ateş, Tefsir Dersleri, s.22.
[7] M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, 49.
[8] Zerkanî, Menahil, I, 401.