İLİM-MARİFET-İMAN
Tefekkür, istidlal yoluyla kâinat kitabını didik didik etme demektir. O, kara deliklerin içinden, bir tünelden geçiyor gibi geçip cennet yamaçlarına ulaşmanın adıdır.
Yakîn, inanılması gereken hususlara, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanmak demektir. İki kere iki matematikçilere göre dört eder. Fakat bunun her zaman kemmiyet plânında, teker teker sayıların aynı seviye, aynı derece ve aynı kıymette olmamaları yönünden tenkidi yapılabilir. İşte yakîn, bu açıdan, her türlü riyazi ölçülerin üstünde bir kesinlik ve netlikle îmândır. Zaten, varlığın hemen her yanında tecelli eden güzelliklerde Cemal ve Kemal-i Mutlak sahibi Hz. Allah'ın cemâlî ve kemâlî tecellilerine ait çizgileri seyredip “Zevk-i Ruhânî” noktasına ulaşmak da ancak böyle bir îmânla mümkün olur.
Yakîni elde eden insan, hep O'nun cennet yamaçlarında dolaşır durur. Kalbi, gönlü ve sinesi her an ayrı bir varidatla dolar boşalır. O da her an kendini bir başka hisseder ve Rabbini bir başka tanır. Arş bahçesinden demet demet çiçek dermek ve meyve devşirmek işte budur.
Îmân, İslâm'ı dil ile ikrar kalb ile tasdikten ibarettir. O, sonsuz bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Ancak istenen semereyi ve arzu edilen neticeyi elde edebilmek için, îmânın amel ile takviye ve desteklenmesi şarttır.
Amelin, Allah'ı görüyor gibi yapılmasına ise “ihsan” denir.
Îmân ve ihsan, gözde ziya ve cesette can gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak farz ve nâfilelerin yerine getirilmesi ise, sonsuzluğun semalarına açılmada iki nurânî kanat durumundadır.
Evet, insanı Allah'a yaklaştırma yollarının en emini, en kestirmesi ve en makbulü farzları eda yoludur. Ve gerçek mahbubiyet ve dolayısıyla da “Kurbet-Allah'a yakın olma” ise, sınırlı ve kayıtlı olmayan nafilelerin nâmütenahi, engin ve vefâ tüten ikliminde tahakkuk eder.
Hak yolcusu, her an ayrı bir nâfilenin kanatları altında sonsuza uzanan yeni bir koridorda kendini bulur, yeni bir mazhariyete ulaştığını hisseder; farzları edaya daha bir iştihalı ve nafilelere karşı da daha bir iştiyaklı hâle gelir. Bu nokta ve bu manâya uyanan her ruh, Allah tarafından sevildiğini de duyar.. ve bir kudsî hadîste ifade buyrulduğu gibi, artık onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya “Meşîet-i Hâssa” dairesinde cereyan etmeye başlar. Bir bakıma “Marifetullah” da budur. O, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı haline gelmesi ve (bilenin her halinin bilinene) tercüman olması mertebesidir. Marifeti, vicdânî bilginin zuhur ve inkişafı şeklinde ta'rif edenler de olmuştur ki, bu zuhur ve inkişaf aynı zamanda insanın kendine has değerlerle zuhur ve inkişafı da sayılır. “Nefsini bilen Rabb'ini bilir” sözünün bir mahmili de bu olsa gerek.
Marifetin ilk mertebesi, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında sıfatların hayret verici ikliminde seyahat etmektir. Bu seyahat esnasında sürekli Hak yolcusunun gözünden, kulağından lisanına nurlar akar; kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk'ı tasdîk ve ilân eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdetâ bir “kelime-i tayyibe” disketi haline gelir.. derken her an vicdan ekranına “O'na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i sâlih yükseltir” pür-envâr hakikatinden ayrı ayrı ışıklar aksetmeye başlar. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır. Sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalblerde kenzen bilinene -“Sığmam dedi Hak arz u semâya, kenzen bilindi dil ma'deninden” mealiyle anlatılmak istenen bir müteşâbih beyânda ifade edildiği gibi- ışıktan koridorlar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temâşâ zevkine erer.
Hak yolcusunun bütün bütün ağyara kapandığı, tamamıyla nefsâniliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzurun gel-gitlerine saldığı bu nokta marifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana irfan yolcusu, başı bu noktaya ulaşana da arif denir.
Marifet ikliminde hayat, cennet bahçelerinde olduğu gibi dupduru ve âsûde; ruh, sonsuza ulaşma duygusuyla hep kanatlı; gönül itmi'nâna ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neşe, fakat tedbirli ve temkinlidir..
“Allah'a emrettiği şeylerde isyan bilmez ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler” ikliminde sabahlar-akşamlar ve hep meleklerle atbaşı olurlar. Duyguları tomurcuk tomurcuk marifete uyanmış bu ruhlar, günde birkaç defa cennetlerin cuma yamaçlarında seyahat ediyor gibi yaprak yaprak açılır ve her an ayrı bir buudda Dost'la yüz yüze gelir, O'nunla hemhâl olmanın hazlarına ererler. Gözleri Hak kapısının aralığında olduğu sürece, her gün, belki her saat birkaç defa visâlle mest ü mahmûr hâle gelir ve her an ayrı bir tecellî ile köpürürler.
Âlim geçinenler, ilimleriyle emekleye dursun, felsefeden dem vuranlar hikmet hecelemeye devam etsin! Arif nurdan bir menşûr içinde hep huzûr yudumlar ve huzur mırıldanır. Hatta mehâfet ve mehâbetle sarsıldığı anlarda bile o, sonsuz bir haz duyar.. ve âdetâ gözleri ağlarken kalbi sürekli güler.
Bu müşterek hususiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar, ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbi'ni senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer-gider bu dünyadan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder-durur ve bu deryadan ayrılıp sahile ulaşmayı asla düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar-geçer başlarına. Bazıları bulut gibidir; sâlih-tâlih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde binbir râyiha ile eser-durur.
Marifet ehlinin kendine göre emâreleri de vardır; ârif, Ma'rûf'tan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez.. O'ndan gayrısıyla halvet olmaz.. göz kapaklarını ve kalb kapılarını O'ndan başkasına açmaz. Gerçek ârifin, başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayalin girmesi onun için en büyük azaptır. Gerçek marifete ermeyen yârı-ağyârı tefrik edemez. Yârla hemdem olmayan hicrandaki azâbı bilemez..
“Yakîn” bir bakıma, marifetten sonra gelir. O, insanın hayatının her dakikasında, her saniyesinde, salisesinde ve aşiresinde yeni bir ufka açılması, yeni bir deryaya yelken açması demektir. Yakîn bir arayıştır. Mütenahi insanın Nâmütenahi'yi arayışı... Böyle bir insanın hayatı bütünüyle nûrânidir. Vicdanına durmadan varidat yağar. Ve o hayatını hep aydınlıklar içinde yaşar. Onun hatırına semâvî sofraların biri kalkar biri iner. Sanki, Efendimiz vefat etmemiş, vahiy dinmemiş ve Cibril'in ayağı yerden kesilmemiş gibidir. Ötelerden gelen esintilere o, sînesinin coşkunluğu ile mukabele eder.
Yakîn, inanılması gereken hususlara, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanmak demektir. İki kere iki matematikçilere göre dört eder. Fakat bunun her zaman kemmiyet plânında, teker teker sayıların aynı seviye, aynı derece ve aynı kıymette olmamaları yönünden tenkidi yapılabilir. İşte yakîn, bu açıdan, her türlü riyazî ölçülerin üstünde bir kesinlik ve netlikle îmândır. Zaten, varlığın hemen her yanında tecelli eden güzelliklerde Cemal ve Kemal-i Mutlak sahibi Hz. Allah'ın cemâli ve kemâlî tecellilerine ait çizgileri seyredip “Zevk-i Ruhânî” noktasına ulaşmak da ancak böyle bir îmânla mümkün olur. Yakîni elde eden insan, hep O'nun Cennet yamaçlarında dolaşır durur. Kalbi, gönlü ve sînesi her an ayrı bir varidatla dolar boşalır. O da her an kendini bir başka hisseder ve Rabbini bir başka tanır. Arş bahçesinden demet demet çiçek dermek ve meyve devşirmek işte budur.
Yakîn, mebdei itibariyle hayra uyanma, müntehası itibariyle ise itmi'nâna ulaşma ve doyma manâsına gelir. İnsan O'ndan gayri her şeye doyunca, O'na iştahı kalmaz. O'nunla doyunca da başka şeye iştahı kalmaz. Hırsla dünyayı takib edenler O'ndan nasibini alamamış insanlardır. Kalbi Allah'a karşı itmi'nân ile gerilmiş bir insan her şeye karşı fermuarını çekmiş, kapamıştır. Böyle bir kalb tıpkı bir kıblenûmâ gibi sürekli Hak hoşnutluğunu gösterir ve vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir “Yakin” mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh, her konakta ayrı bir “Hak dostları için ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar” nefehâtını duyar. “Onların üzerine melekler iner ve derler ki: Korkmayın! Tasalanmayın, size va'dolunan cennetle sevinin!” müjdesini hisseder; “Biliniz ki, kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzura erer..” kevserini zevk eder, tabiat ve cismaniyet üzerinde yaşar.
İtmi'nân, insanın sebepler üstü ve vasıtalar ötesi bulunmasının ünvanıdır. Akıl, tabiatüstü seyahatini bu mertebede noktalar... ruh, bu noktaya ulaşınca dünya kaygılarından kurtulur.. his, bu sihirli konakta bütün aradıklarını bulur ve damla iken derya olur.
İnsanı bu noktaya götüren belli başlı yollar vardır. Bunların en başında da ilim ve tefekkür gelir.
İlim, eşyâ ve hâdiselerin bize anlattığı, tekvinî emirlerin, önümüze açıp döktüğü şeylerin hissedilmesi, kavranması ve Yaradan'ın yüce maksatlarının sezilmesinden ibarettir. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan; görecek, okuyacak; sezecek ve öğrenecektir. Öğrendikten sonra da, hâdiselere sözünü geçirme ve onları teshir etme yolunu araştıracaktır. İşte bu nokta, Yüce Yaratıcı'nın emriyle, eşyanın insana, insanın da kendi Yaradan'ına teslim ve mahkûm olduğu noktadır.
İlim; fizik, kimya, astronomi, tabâbet ve daha çeşitli dallarıyla insanlığın hizmetinde ve her gün ona yeni yeni armağanlar vermektedir.
Evet, ilim ve teknik insanın hizmetindedir ve ondan korkmak için, ciddî hiçbir sebep de mevcut değildir. Tehlike ilmîlikle ve ilme göre bir dünya kurmada değil; tehlike, cehalette, şuursuzlukta ve mesuliyet yüklenmekten kaçınmaktadır.
Bununla beraber ilim tek başına kaldığında, yani düşünce-tecrübe ve vicdan üçlüsünden tecrid edildiğinde, sapma ve saptırmalara vesile olacağı da katiyen gözardı edilmemelidir.
Evet, zihinler sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri haline getirildiği, kalbî hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilimden de ilmin yararlı olacağından da bahsedilemez. Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buudlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların “dev” birer âfet halini almasına yardımcı olacak ve “hak” karşısında “kuvvet”e omuz verip ona yan çıkacaktır.
Doğrusu şu ki; ilim, insanın maddî-mânevî mutluluğunu hedef alıp, onun bedenî-ruhî problemlerini çözmeye çalıştığı ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabileceği ölçüde faydalı ise de, bunları yapmadığı veya yapamadığı zamanlarda faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanlık yararına bir şeyler beklemek de abestir.
Bugünün bütün bütün maddîleşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı itibariyle alâka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, her gün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve düşüncede sığlaşmaya götürmektedir. İşte bu insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibariyle gerçeği araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir. Şüphesiz bunda, topluma avam kültürünün hâkim olmasının, ilim adamlarındaki beleşçilik düşüncesinin ve hasbî ruh kıtlığının tesiri çok büyük olmuştur. Ne var ki, ruh insanı, ilhâm insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bundan daha büyüktür. Ortalığı, herşeyi maddede arayan aklı gözüne inmiş karakuraların sardığı bir dönemde, gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip buutlaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir atmosferde muhakeme ve tefekkür her gün biraz daha kısırlaşacak, insanlar biraz daha aptallaşacak ve dünyanın her yanı makinaların komutlarıyla iş yapan insanlarla dolup taşacaktır.
Onun içindir ki, yarınları yeniden inşa etmeyi plânlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan neler beklenebileceğini, onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Yoksa aksaklıklar sürüp gidecek ve ilim de kendinden beklenenleri kafiyen veremeyecektir.
Tefekkür, istidlal yoluyla kâinat kitabını didik didik etme demektir. O, kara deliklerin içinden, bir tünelden geçiyor gibi geçip cennet yamaçlarına ulaşmanın adıdır. Böylece ilmin her yamacı aydınlıklar mesiresi haline gelir.
Zira eşya ve hâdiselerin mebdeinde Allah vardır ve bütün varlık O'na dayandırılmaktadır.
İnsan belli bir yere kadar bu delil ve istidlâllerle yürür. Onlar insanı elinden tutar ve saray kapısına kadar getirirler. Bir halayık gibi insana teşrifatçılık yaparlar. Ama saraya gelindiğinde artık onlar kapının ardında kalırlar, içeriye alınmazlar. Zira artık ihsan sırrı zuhur etmiştir. Aranan Gayb bulunmuştur ve vicdan O'ndan gelen sesi duymaktadır. Medlul ile konuşurken delilin orada ne işi var? Ballar Balını bulan kovanın yağmalanmasına aldırış eder mi hiç? Allah (cc) cisimden, arazdan münezzeh ve müberradır. Ancak bu noktada insan sanki bir adım daha atsa kendini O'nun kucağında bulacak gibi olur. Tabiî O, bütün bunlardan münezzehtir. Zaten O, insana şah damarından daha yakın değil mi? Bu sırrın zuhur ettiği yerde, hiç delil veya istidlâlden bahsedilir mi?
Aslı bulan vesileyi, hazineyi bulan yolu izi ne etsin? Yeter ki bu yol inancın zirvesinde ve son kemâl noktasında bitsin..
* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Abdulfettah Şahin, Nisan, 1995; 28. sayı)