KUR’ÂN’IN MÂNASI VE BAŞLICA İSİMLERİ
“Onda, sizden öncekilerin durumları, sizden sonrakilerin haberleri ve aranızdaki meselelerin hükümleri mevcuttur.” buyuran Allah Resûlü (aleyhisselam), Kur’ân’ın câmiiyyetine (muhtevasının zenginliğine) işaret etmiştir.
Allah Teâlâ, insanlığa gönderdiği son Kitabını, değişik isimlerle adlandırmış olup, bunların en meşhurları el-Kur’ân ve el-Kitab kelimeleridir. el-Furkân (doğruyu eğriden ayırd eden), et-Tenzil (kısım kısım indirilen vahy), ez-Zikr (şeref), en-Nûr, er-Rûh, eş-Şifâ gibi Kur’ân’dan alınan ve sayıları, bazı âlimlerce 55’e, hatta 90’a iblâğ edilen isimleri de vardır ki, bunların ekserisi isim olmayıp, aslında onun özelliklerini belirten vasıflarıdır.
Kur’ân kelimesi, en tercih edilen fikre göre, lisanda tilâvet etmek mânasına gelen kara’e fiilinden fu’lân vezninde masdar olup “tilâvet etmek, okumak” demektir. Meselâ el-Kıyâme, 17-18 âyetlerinde bu mâna vardır. Burada daha ziyade ezberden okumak söz konusudur. İsm-i mef’ûl mânasına, “okunan, tilâvet edilen” nesneye de Kur’ân denilebilir. İslâm’ın zuhuru ile Kur’ân, Allah’ın Kitabının özel adı hâline gelmiş olup, Kur’ân’da da ekseriya bu şekilde kullanılmıştır.
El-Kitâb ise, “yazmak veya yazılı şey” demektir. Kur’ân’ın en meşhur olan bu iki isminden el-Kur’ân, onun lisanlarda okunmasına ve kalplerde hıfzedilmesine, el-Kitab ise satırlarda kaydedilip kitapta toplanmasına hem delâlet, hem de teşvik ihtiva ederler. Kıraat ve tilâvet, lâfızları peşpeşe getirmeyi, kitabet ise yazıda, kelimelerin resmini yanyana getirmeyi ifade ederler. Asıl anlamlarıyla KTB ve KRE kökleri dilde, mutlak sûrette “toplayıp bir araya getirmek” mânâsına gelirler. Masdar, hem ism-i fail, hem ism-i mef’ûl anlamını ifade ettiğinden Kur’ân ve Kitab, “toplayan” veya “toplanan şey” demek olur. O, kalb tabakalarında toplanan naslar veya kâğıt ve levhalarda toplanan harf resimleri, yahut lisanlarda tertil edilen sesler topluluğudur. Böylece bu Kelâm, mütenevvi hakikatleri ihtiva ederek “ilimleri toplayan kelâm” veya “kitapta toplanmış ilimler” mânasına gelir.[1] Nitekim Allah, Kur’ân’ın “her şeyi açıkladığını” (Nahl, 89) bildirmiş, Peygamberimiz (a.s.) da onun hakkında: “Onda, sizden öncekilerin durumları, sizden sonrakilerin haberleri ve aranızdaki meselelerin hükümleri mevcuttur.”[2] demekle, Kur’ân’ın câmiiyyetine (muhtevasının zenginliğine) işaret etmiştir.
Istılah olarak Kur’ân’ın “efradını cami ağyarını mâni” tarifi şöyledir: “Hz. Muhammed’e vahy yoluyla indirilmiş, mushaflarda yazılmış, tevatürle nakledilmiş, tilâvetiyle ibadet edilen mu’ciz ilâhî kelâmdır.”
Kur’ân, milâdî 610-632 tarihleri arasındaki 23 yıllık risâlet devresinde Peygamberimize çeşitli vesilelerle Allah tarafından gönderilen metlüv vahy’lerin mecmuasıdır.
KUR’ÂN’IN İNİŞ TARZLARI
Gerek Kur’ân’ı gönderen Zâtın yüceliğini bildirmek, gerek bu talimatların vahy sûretiyle geldiğini göstermek üzere, Kur’ân âyetlerinin gelmesi, nüzul (inmek) veya aynı kökten inzal (indirmek), tenzil (çoklukla ve zaman zaman indirmek) mefhumları ile ifade buyurulmuştur. Burada indirmekten maksad, bildirmektir.
Allah Teâlâ, Kur’ân’ı şu üç tarzda indirmiştir ki, bunlardan her birine tenezzül (çoğulu: tenezzülât) denilir:
- Kur’ân’ı, Levh-i Mahfuza indirmiştir. “Hayır, o şerefli bir Kur’ân’dır. (Onun aslı) Levh-i mahfuz’dadır” (Bürûc, 21-22) âyeti buna delâlet eder.
- Dünya semasındaki (yani yere en yakın gökteki) “Beytu’l-izzete veya el-Beytu’l-Ma’mûr”a
“Biz onu kadir gecesinde indirdik” (Kadr, 1), “Biz onu mübarek bir gecede indirdik” (Duhan, 3) ve “Kur’ân’ın indirildiği Ramazan ayı (...)” (Bakara, 185) âyetleri, Kur’ân’ın Ramazan ayının gecelerinden birinde indirildiğini göstermektedir. Bu gece “kadir gecesi” veya “mübarek gece” olarak tavsif edilmiştir. Bilindiği gibi, Kur’ân’ın tamamı Peygamber efendimize bu gecede değil, yirmi üç yıl zarfında müteferrik vesilelerle gönderilmiştir. Öyle ise mezkûr üç âyetle işaret edilen nüzul, Peygamberimize indirilmeye başlamasından ayrı bir nüzul olmalıdır. Dünya semasındaki Beytu’l-izzet’e inişini açıklayan, İbn Abbas’a mevkuf sahih haberler vârid olmuştur. Fakat böylesine durumlarda sahabînin söylediği sözler, Peygamberimizden merfûen nakledilmiş hükmündedir. Çünkü, bunlar, içtihadla bilinebilecek hususlar olmadığından, onların bu bilgileri Hz. Peygamber (a.s.)’dan öğrendikleri anlaşılır.
el-Hâkim, İbn Abbas’tan şöyle rivâyet ediyor: “Kur’ân, Zikr’den ayrılıp Beytu’l-izzet’e indirildi. Müteakiben Cibril onu Hz. Peygamber’e indirmeye başladı.”
Bu mevzuda, ispat edilmesi zor olan bazı görüşler de vardır. Bunlardan birine göre Kur’ân, dünya semasına yirmi üç kadir gecesinde inmiştir. Bunlardan her bir kadir gecesinde Peygamberimize o sene zarfında ayrı ayrı inecek olan vahiyler, bir kerede indirilmiştir. Keza bir başkasına göre Kur’ân kadir gecesinde Hz. Peygamber’e indirilmeye başlamış, daha sonra vahy, zaman zaman devam etmiştir. Bu görüş, Beytu’l-izzet’e toptan indirilmiş olduğunu reddettiği intibaını uyandırmaktadır. Yine bu görüşlerden birine göre Levh-i mahfuz’dan bir kerede inmiş, Hafaza melekleri 20 gecede Cibril’e parça parça indirmiş, Cibril de yirmi sene boyunca zaman zaman getirmiştir.[3]
- Üçüncü indiriliş ki vahy emînî Cibril vasıtasıyla Peygamberimize getirilmekle dünyayı aydınlatmaya başlamasıdır.
ÂYETLER
Âyet kelimesi, lisanda çeşitli mânalar ifade edebilir:
- “İsrail oğullarına sor, onlara nice apaçık âyetler verdik” (Bakara, 211).
- Alâmet. “Onun hükümdarlığının âyeti, size sandığın gelmesidir (...)” (Bakara, 248).
- İbret. “Elbette bunda bir âyet vardır, fakat yine de ekserisi inanmaz” (Şu’ara, 158).
- Hayrette bırakan görülmemiş iş. “Meryem’in oğlunu da, annesini de âyet kıldık” (Müminûn, 50).
- Delîl. “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması da O’nun âyetlerindendir” (Rûm, 22).
Birbirini gerektiren bu mânalardan başka, dinî ıstılah olarak “Kur’ân’ın herhangi bir süresindeki başı ve sonu bulunan, bir veya daha fazla cümleden mürekkep olan kelâm” anlamına gelir. Zira Kur’ân âyetleri hem mucize, hem Peygamberimizin nübüvvetine delil, hem düşünenler için ibret, hem hayret ve hayranlık uyandıran nâdir bir şey, hem de hidâyet delilleridir.
Âyetin çoğulu âyat veya âydır. Âyetin son kelimesine, iki âyeti birbirinden ayırdığı için fasıla (ayıran), bu fasıla kelimesinin son harfine de harfu’l-fasıla denir. Pasılanın çoğulu fevâsıldır. Kur’ân sûrelerinde mahdut sayıda fasılalar bulunur. Meselâ Yâsîn sûresinin fasıla harfleri nûn ile mîmden ibarettir.
Bazen bir âyetten daha az veya daha çok olan Kur’ân parçasına da tecevvüz (müsamaha, mecaz) sûretiyle âyet denildiği vakidir. En uzun âyet, ekseri mushaflarda tam bir sahife kaplayan müdayene âyeti (Bakara, 282), en kısa âyet ise والضحى (Duhâ, 1) kelimesidir (Harf olarak ise, bir âyet sayılan Yâsîn’dir (Yâsîn, 1). Kur’ân’daki kelimelerin, toplamının 77.934 olduğu tespit edilmiştir.
Kur’ân’ın âyetlere bölünmesi, içtihadla veya kıyasla yapılmayıp, Şâri tarafından tevkîfî olarak bildirilmiştir. Yani şimdi elimizde bulunan mushaf-ı şeriflerdeki sûrelerin âyetleri, harfiyyen Hz. Peygamber’e Cibril’in bildirdiği tarzda yer almış olup, değiştirilemezler. Zira inen her âyetin, hangi sûrenin hangi kısmına konulacağını, bizzat O bildirmiştir. Peygamber efendimiz Kur’ân’ın her sûresini namazlarda, va’z ve irşadlarında, hüküm verdiği durumlarda defalarca okumuş ve her sene Ramazanda Cibril’e arz etmiştir. Bütün bunlar, mevcut tertip ile olmuştur. Bundan dolayıdır ki, mesela Yasîn bir âyet sayıldığı halde, benzeri olan Tâsin âyet sayılmamıştır. Keza mesela Rahman sûresinde er-Rahmân yahut mudhâmmetân gibi birer kelimeden ibaret âyetlerin bulunması da, naklin hududunda durmaktan ileri gelmiştir. Âyet bölmelerinin tevkifi olduğuna delâlet eden birçok haber vârid olmuştur. Bazı âlimler, semâ’i ve tevkifi olan âyet bölmeleri yanında, kıyasî olanlarının da bulunduğunu kabul ederler. Fakat netice itibariyle, Kur’ân metninde eksikliğe veya fazlalığa yol açmadığından, bu son görüşü benimsemekte de bir mahzur yoktur.
Bazı âyetlerin başlayış ve bitiş yerlerinde ihtilâfın bulunması, meselenin içtihadî olmasından değil, kıraat âlimlerine ulaşan rivâyetlerin farklılığından ileri gelmiştir. Farklı rivâyetler ise, Peygamberimizin değişik zamanlarda okuyuşundaki durak yerleri sebebiyle (vakf ve ibtida) mevcut olmuştur. O, ilk okuyuşunda, âyet başlarını belirtmek üzere, her âyetin sonunda dururdu. Bunun öğrenildiğine kanî olunca, mâna irtibatını devam ettirmek söz konusu olan yerlerde bunu temin etmek için, bazen müteakip âyete geçerdi. İlk defa işiten kimse de, bütün kelâmı, bir âyet zannederdi.[4]
Kur’ân âyetlerinin tamamının 6.200 küsur olduğunda ittifak varsa da, kıraat ekolleri arasında küsurda ihtilâf vardır.
Kûfî kıraata göre bu küsur 36, Mekkî’ye göre 20, Şâmî’ye göre 16, Medenî’ye göre 17 (veya 14 veya 10), Basrî’ye göre 4 (veya 5 veya 19)’dur.
Âyetlerin Sıralanması
Âyetlerin sırasının, Mushaf-ı şerifte gördüğümüz tarzda olduğu hususunda ümmet ittifak etmiştir. Gerek Peygamberimizin hayatında gerek ondan sonra, mevcut bütün Mushaflarda aynı durum görülmüş olup, buna aykırı hiç bir husus kaydedilmemiştir. Zira Cibril (a.s.) vahyi getirdiğinde, gelen kısmın, hangi sûrenin neresine ait olduğunu da Peygamberimize bildiriyordu. Hz. Peygamber müteakiben ashabına okuyor, sûresini ve yerini tayin ederek vahy kâtiplerine yazdırıyordu. Namazında ve mev’izalarında ve daha birçok durumda onlara Kur’ân okuduğu gibi, Cibril ile de senede bir defa mukabele ediyordu. Vefat ettiği yılda bu mukabele iki defa olmuş idi ki, buna el-ardatu’l-âhîre denilir. Bütün bu okuyuşlar, mushaflarımızdaki tertip üzere oluyordu.
Demek ki, âyetlerin tertibi tevkifidir, doğrudan doğruya Hz. Peygamber vasıtasıyla Allah Teâlâ’dan gelmektedir. Buna delâlet eden pek çok hadis mevcuttur. Meselâ Buharî’de Hz. Peygamber’in sabah namazında Bakara, Âl-i İmran, Nisa sûrelerini; akşam namazında A’raf sûresini okuduğu rivâyet edilir.
[1] M. A. Draz, en-Nebe’u’l-azim, s.7-8.
[2] Ahmet b. Hanbel, Müsned, I, 91; Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân, 1.
[3] Zerkeşi, Burhan, I, 228-230; Adil Kemal, Ulumu’l-Kurân, s. 12-13.
[4] Zerkânî, Menahil, I, 344.