Farklı Bir Açılımıyla Marifet, (Çağlayan-Nisan 2022)
Bir insanın mârifet erbabından olup Hak nezdinde ariflerden sayılabilmesi, onun Allah’ı, Allah’a ulaştıran yolları, hatta yollardaki handikapları ve bu handikapların aşılması için nazarî bilgileri, sonra da bu nazarî bilgilerini tatbik edebilme iradesini ortaya koymasına bağlıdır.
FARKLI BİR AÇILIMIYLA MÂRİFET[1]
Marifetin manası ve ilimden farkı
Lügat mânâsı itibarıyla bilmek de demek olan mârifet; düşünce ve himmetle, vicdan ve iç tefahhusla elde edilen hususî bir bilgidir ki, ilimden farklı bir muhtevaya sahiptir. İlim[2]; okuma, öğrenme, araştırma, terkip ve tahlil yoluyla elde edilen bir müktesebat olmasına karşılık mârifet;[3] tefekkür, sezi ve iç müşahedeyle[4] ulaşılan ilmin özü demektir. İlmin zıddı cehalet mârifetinki[5] ise inkârdır.[6]
Marifet ve ilmin hususiyetleri
Ayrıca ilim, küllî ve umumî bir bilme, mârifet[7] ise herhangi bir şeyi –bu şeye Zât-ı ulûhiyet de dahildir– vech-i cüz’üyle tanımak demektir. Bu itibarla da, öteden beri Hazreti Zât-ı Vahid ü Ehad’e bilittifak “Âlim” denmiştir ama, “ârif” denmeden hep kaçınılmıştır. Ayrıca, daniş, irfan, vicdan kültürü, hüner ve sanat mânâlarına da gelen mârifet; erbab-ı hakikatça, bir şeyin “lâtife-i rabbâniye” ile duyulması, bilinen şeyin misal-i ilmîsi, icabında kaybolup sonra da dönüp gelen ve tekerrür ettikçe derinleşen hafıza, şuur, idrak mahfuzatı ve bir hakikati diğerlerinden tam tefrik ve temyize yarayan yeterli malumat demektir ki; ef’âl ve sıfatların bilinmesi ve bilinen şeylerin de tafsile açık olmasıyla hulâsa edilebilir.
Marifet erbabı olmanın yol ve adabı
Bir insanın mârifet erbabından olup Hak nezdinde ariflerden sayılabilmesi, onun Allah’ı, Allah’a ulaştıran yolları, hatta yollardaki handikapları ve bu handikapların aşılması için nazarî bilgileri, sonra da bu nazarî bilgilerini tatbik edebilme iradesini ortaya koymasına bağlıdır. Evet, “ârif-i billah” Hz. Zât-ı Ehad ü Samed’i ef’âl, esmâ ve sıfâtıyla bilip, muamele ve davranışlarıyla bu mârifetini resmeden; her zaman gönlünü pak tutup her lâhza ihlâs arayışı içinde bulunan; gücü yettiğince, ahlâk-ı rezile ve onun saiklerinden uzak kalabilen; mukteza-yı beşeriyet olarak ruhuna bir pas düşüp de ufkunun kararması karşısında hemen cismaniyetine baş kaldırıp Hz. Müheymin’e sadâkatini fısıldayan; Hak rızâsı söz konusu olunca, başa gelen her şeye katlanmasını bilen; sonra da belli ölçüde, her zaman ışıklarını hissedip zevklerini duyduğu, o her girizgahta Hak teyidiyle belirginleşmiş peygamberler yoluna ve peygamberlik dünyasına başkalarını da çağıran kâmil insan[8] demektir.[9]
Marifete farklı bir yaklaşım ve sezgi ile farkı
Bir diğer yaklaşımla mârifet; bir şeyin hakikatini kendi dışında herhangi bir mülâhaza ve belirleyici faktörle değil; tam kendi olarak idrak etme ve kendi iç unsurlarıyla belirleme demektir. Bu çerçevede Zât-ı uluhiyetle alâkalı mârifet, zâtî ve subûtî sıfatları itibarıyla Hazreti Zât’ı “bî kem u keyf” bilme demektir ki, bu insanın başka şeyleri ihata, idrak ve belirleyip bir çerçeve içine koymasından çok farklı bir mârifettir ve tamamen vicdanî duyuş, seziş ve bilişten kaynaklanmaktadır.[10] Aynı zamanda bu duyuş ve seziş entüisyoncuların “sezgi”[11] dedikleri şeyle de karıştırılmamalıdır.[12] Evet o, ef’âl ve esmasıyla malum, sıfât ve na’tlarıyla maruf olsa da, hakikat-i zâtiyesi ve bu zâtın ihata edilmesi açısından idrakleri aşkın ve şuur ufkumuz itibarıyla da bir mevcud-u meçhuldür.[13]
اَلْعَجْزُ عَنِ اْلإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ
itirafı, muhit olanın yetersizliğini ve farz-ı muhal Muhat’ın da kâbil-i idrak olmadığını ifade adına enfes bir beyandır ki, bu mazmun
مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ
sözleriyle[14] fevkalâde güzel seslendirilmiştir.[15]
Zât’ının esrarına vâkıf olmadaki merhaleler
Evet, mutlak var olan O’dur.. en doğru gerçek de O’nun varlığını itiraf ve birliğini ikrardır. O’nun mârifetinin “elif-be” şeklindeki mebâdîsi, iman, İslâm hakikatine ve ihsan şuuruna ulaşmak; ulaşırken de, böyle mübarek bir hedefi gerçekleştirmede, bütün feyizlerin ve bereketlerin asıl kaynağı olan hedefin dışındaki tâli besleyicilere asla iltifat etmeden, hedef ve kaynak eksenli olan sülûkü devam ettirmek ve her gün yeni bir tulû ümit ve iştiyakıyla hep O’na yönelmek ve her tulûda yepyeni bir vuslat neşvesi duymak; bütün bunların netice ve müntehasında da, O’nun esma, sıfât ve şayet, O’nun gücünün gölgesi olan iradelerimizin hakkını vererek güç yetirebiliyorsak, Zât’ının esrarına vâkıf olmaktır.
Lûtfiye-i Vehbî’de bu mülâhazalar şöyle seslendirilir:
Sa’y edip ârif-i billah ola gör;
Nail-i mârifetullah ola gör..!
Çün “en u’raf” dedi Hazreti Vedûd,
Mârifettir dû cihanda maksûd.
Mârifet, zînetidir insanın,
Pes olur mertebesi nâdânın.
Mârifet devlet-i ruhanîdir,
Mârifet eltaf-ı rabbanîdir.
.......................................
Ol senin olacak ey ruh-u revân,
Hep senin olmuş olur iki cihân...
Tasavvufta O'nu bilmenin yolu
Tasavvuf kitaplarında kudsî hadis diye rivayet edilen şu mübarek sözler bu konudaki bütün şerhlerin, izahların esası mahiyetindedir ve bize oldukça ciddî ipuçları vermektedir.
“Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nail olur; nail olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde halis ol ki Bana eresin. Ey insanoğlu, Ben Rabbim; nefsini bilen Beni de bilir.. nefsini terkeden Beni bulur... Beni bilmek için nefsini terk et; Benim mârifetimle mamur olmayan bir kalb kördür!”
Marifete mazhar olan salikin hali
Mârifet-i ilâhiye bazen, “Hakkı bilenin dili tutulur.” fehvasınca, sâlik için bir hayret, bir dehşet ve sükût ufku olur. Bazen de, “Hakkı bilenin dili çözülür.” medlûlünce, hak yolcusu için bir beyan kaynağı hâline gelir; onun heyecan ve ifadelerinde köpürür durur ve gider bütün kulaklarda yankılanır. Muhammed Parisâ’nın[16] yaklaşımıyla: “Allah’tan başka zâtullahı bilen yoktur.” sözü de, “Allah’tan başkasını bilmem.” beyanı da kendi vadilerinde doğrudur ve bu, aynı anda zıtların doğruluğu demektir.
Hakiki marifetin manası
Evet, O’nun varlığından başka hakikî vücûd ve O’nun ef’âlinden başka hakikî ef’âl yoktur; var görülen şeyler tamamen izafî, esbaba nisbet edilen şeyler de nisbîdir. İşte bu itibarladır ki, hakikî mârifet; ârifin, Marûf’un ziyâ-yı nûrunda eriyip[17] zâtı cihetiyle yok olması ve mercii yönüyle de ikinci ve hakikî varlığa ermesi sayılmıştır. Siz bunu “fenâ fillâh-bekâ billâh” mülâhazalarıyla da ele alabilirsiniz...
Zannediyorum, Minhâc sahibi de:
گَرتُو بِينَايِي زِ اَنوَارِ يَقِين عَارِفُ و مَعْرُوف رَا جُز اُو مَبِين
“Eğer yakîn nûrlarıyla görebiliyorsan, ârif ve Marûf’u ayrı ayrı görme!” o kıvrak ifadeleriyle bu mülâhazayı vurgulamak istemiş.
Büyük Fuzûlî de bu derinliği şu damlalarla seslendirir:
“Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil;
Ârif odur bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?”
Sofilerin marifete getirdiği yorumlar
Bundan başka sofîler, mârifet adına bir diğer çerçeve daha ortaya koyarak onu, ilâhî esmâ hakikatlerinin bilinmesi, varlıkta tecellî vak’asının kavranması, var oluş esrarının keşfedilmesi, vücûd hakikatinin asliyet ve zılliyet itibarıyla vuzuh ve inkişafı, din gerçeğinin, Hz. Murad’ın meşietine uygun temsili ve taakkulu şeklinde yorumlamışlardır ki; bu konulardan her biri başlı başına kitaplık birer mevzûdur ve bu sahifelerin istiap haddini aşar. Burada biz sadece Ziyâiyye’de nazmen ifade edilen, konuyla alâkalı bazı önemli ifadelere temas edip geçmeyi düşünüyoruz:
Bab-ı salis mârifettir ey civan,
Bunda dönemez çarh-ı beyan-ı lisan.
...................................................
Bunda kâtip yok, yazmaz kalem dahi,
Bunda dil dönmez, beyan olmaz ahî..
.....................................................
Perdelendi bunda mir’ât-ı ukûl,
Bu makama olmaz idrak-i vusûl.
Burada pervaz eyler murğ-i hayâl,
Buna olmaz misallerden bir misal...
.....................................................
Burada Allah’tan olur hep mevhibe,
Nûr-u nûranî mukaddes bir mertebe..
......................................................
Bütün avalim burada müstağrak kamu,
On sekiz bin âlemden vâsi’dir O...
......................................................
Burada Bir’den başka yoktur hak vücûd,
İşte bu vahdet olur asıl şuhûd..
Bu şuhûda başka mânâ verme sen!
Küfr olur, ilhad olur ey nûr beden.
Baş gözüyle olmaz asla bu şuhûd,
Böyle rü’yetten münezzehtir Vedûd...
Sır iledir bu mânâ hep aşikâr,
Sırra var da sen de anla ey nigâr!
Burada yoktur ilm u idrak-i beşer,
Acz u hayrettir bu vadide hüner.
Aczini idrak olur idrak-i Hak,
Gör ne söyler Hazreti Sıddîk’a bak..!
* * *
Marifet makamının hususiyetleri
Aslında, mârifet makamı, bir hayret, bir dehşet ve bir mehâbet makamıdır. Tasavvuf erbabının, mârifetle alâkalı mütalâalarının hemen hepsinde bu anlayışa rastlamak mümkündür.
Bunlardan bazıları mârifeti, heybet duygusunun feveranıyla mebsuten mütenasib (doğru orantılı) görmüş ve mârifetin artması ölçüsünde heybetin de derinleşebileceğine hükmetmişlerdir.
Bazıları mârifeti, sekine ve itminanın ayakları şeklinde değerlendirmiş; mârifet nisbetinde de iç sükun ve temkinin artacağını vurgulamışlardır. Bazıları, kalbin “üns billâh”a ermesi ve sâlikin kurb süreci yaşaması şeklinde yorumlamışlardır. Şiblî’nin yaklaşımı ise daha farklı menfezler aralar mahiyettedir. Ona göre mârifet: Ârifin, Allah’tan başka hiçbir şeyle zâtî alâkasının kalmaması, O’nun aşkında şikayete kapalı olması ve yerli yerine oturmuş kulluk mülâhazaları sayesinde, dava ve iddialardan kaçınarak Hak mehâfetiyle oturup kalkması, akıbeti hakkında da dolu dolu endişeler duymasından ibarettir.
Hakiki marifet ehlinin özellikleri
Evet, hakikî mârifet, onu besleyen sağlam kaynaklarla çok iyi irtibatlanmış, peygamberlik ruh ve mânâsının vesayetine sığınmış beşerî ufuk ötesi hakâikle şöyle veya böyle münasebete geçmiş, böyle birinin faniyât u zâilâtla bizzat alâkadar bulunması ve Rabbinden başkasına tenezzülü söz konusu olamaz. Kur’ân, bu zirveyi إِنَّمَا يَخْشَى الله مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمؤُا gibi cami beyanla vurgular ve işte bu önemli mârifet-haşyet münasebetini hatırlatır. Hazreti Ârif-i Mutlak da:
أَنَا أَعْرَفُكُمْ باللهِ وَأَشَدُّكُمْ لَهُ خَشْيَةً sözleriyle[18] bu zirveye daha farklı derinlik menfezleri açar.[19]
Arifin takva ile olan irtibatı
Kalbi bu ölçüde Rabbiyle irtibatlı, gerçek ârifin “libas-ı takvâ”sıyla alâkalı daha dünya kadar cevher-i hikmet meşcereliği ve akl-ı meâdın güzergâhı sayılan tasavvufî eserlerin, hakikat meşhergâhı olan sahifelerinde serdedilmiştir ki, işte onlardan birkaçı:
Hak mârifetine eren birinin nazarında, dünya, dünya cihetiyle daralır, büzüşür bir fincana döner.[20]
İlâhî mârifette derinleşen ruhların her zaman nâmütenâhî genişlemeleri söz konusudur.
Gönül dünyasının ballar balı sayılan Hak mârifetini tadanlar[21], servetlerini yele verir, Hak kurbetine koşarlar.
Gönülde mârifet peteğinin zenginliği, aşk u şevk ve muhabbetin en esaslı kaynaklarındandır ki, bu kaynakların feveranı ölçüsünde, sâlik, vuslat iştiyakıyla yanar-tutuşur ve bu ölçüde yanıp tutuşmayı da mazhariyetinin hakikî bedeli sayar.
Arifin başkalarından farkı
Ârifi başkalarından ayıran şu hususlar da fevkalâde calib-i dikkattir: Ârif,
- Yaptığı işlerde kat’iyen beklentiye girmez..[22]
- Maddî payeler bir yana, mânevî mansıblar uğrunda bile rekabet düşünmez, gıpta yaşamaz ve yaşatmaz..[23]
- O, elindekine göz dikenlerle cedelleşmez..[24] kendini en küçük kimselerden dahi üstün görmez..[25]
- Kaçırdığı fırsatlardan ötürü “ah u vah” edip şikayette bulunmaz.. Elde ettiği maddî muvaffakiyetlerden dolayı da gafilane sevinç ve küstahlıklara girmez[26]; hatta Hz. Süleyman mülkü dahi kendisine bahşedilse, Hak maiyyetini[27] arar ve başka şeylere teveccühü israf sayar..[28]
- Bütün varlığa karşı onların nefislerinden ötürü kat’î tavır alır ve “üns billâh”ın bir saniye ve bir salisesini cihanpaha bilir..[29]
- Halkın içinde Hak’la beraber olma ikiliğini, iradesinin en büyük zaferi ve Hakk’ın ona en engin ihsanı kabul ederek azminin çehresinde ilâhî meşieti, sa’yinin neticesinde rabbanî inâyeti ve her kademede daha nice ayrı ayrı hikmeti, ayrı ayrı kerameti temâşâ edip kesrette vahdetin cilvelerini görür.. Çoğu Bir’e irca ederek damlanın deryaya dönüştüğünü anlar.. bir tek zerrenin güneşleri ifade ettiğini kavrar.. hiçliğin nasıl bir vücûd meşcereliği olduğunu vicdanen müşahede eder ve çok kere mest ü müstağrak yaşar.[30]
Marifetin tezahürleri
Temkin, sebat[31], ciddiyet[32], ledünnîlik ve kararlılık böyle mütekâmil bir mârifetin en önemli tezahürleri sayılırlar. Evet, gerçek mârifet odur ki sâlik, gün boyu “üns billâh” ve maiyyet tecellîlerinin sağanağı altında yaşadığı hâlde, onun, iç ve dış dünyasında asla boşluk emaresi hissedilmez.. davranışlarında kat’iyen lâubalilik görülmez.. en coşkun nimet ve vâridat fevvareleri karşısında bile nefsanî israf ve küstahlığa düşmez.. aksine bilgisinin vüs’ati ölçüsünde temkine koşar, teyakkuzla oturur-kalkar ve yaşayışını kalbî ve ruhî hayat eksenli sürdürmeye çalışır.
Marifet ehlinin seviyeleri
Elbette ki herkesin, aynı ölçüde, bir mârifet ufku üveyki[33] olması mümkün değildir; kimileri, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı mukaddesi sayılan sıfatları ve O’nun ef’âl-i sübhaniyesi arkasındaki nimetleri idrak ufkunda dolaşır; dolaşır, enfüsî ve afakî delilleri temâşâ ve değerlendirmekle sürekli, gönlündeki hakikat aşkının, Hakikatler Hakikati’ne olan münasebetlerinin destanlarını mırıldanır. fiillerden isimlere, isimlerden na’t ve sıfatlara gider-gelir ve gidip gelirken de, imanın, mârifetin, muhabbetin, aşkın, cezb u incizâbın farklı telden mûsıkîleriyle ürperir.. tekvinî emirlerde görüp duyduğu her disiplinin, vicdanında bir aksini duyar.. ve “daha var mı?” diyerek[34] bir başka temâşâ ve bir başka zevk-i ruhanîye koşar ki işte bu yol, enbiya-yı izamdan tevarüs edilen, herkese açık objektif hakikat yoludur ve bu yolun yolcusu her an ayrı bir mârifetin zafer kahramanı gibi, Hakk’ın iltifat takları altında hep O’na yürür...Kimileri, zât, sıfât ve nuût-u ilâhînin ziyâ ve tecellîlerinin beşer ufku itibarıyla bir iltisak ve iltika noktasına ulaşmış gibi pek çok buudun tek buud hâline gelmiş olma his ve şuuruyla “cem” mülâhazasına girer; girer de nefsi ve zâtı itibarıyla fenâ bulup gider, sonra da Hazreti İlim ve Vücûd’un kayyûmiyetiyle yepyeni bir varlığa erer.
Evvelkilerin, sıfât ve nuût âleminde dolaşıyor olmalarına karşılık ikinciler, o sıfat ve na’tların kaynağına müteveccihtirler; –sıfatların ayniyet ve gayriyet mülâhazalarını nazarî ilimler mecmuaları sayılan kelâm kitaplarına havale ediyorum– dolayısıyla da onların bu temâşâ, bu duyuş ve bu değerlendirişleri, ne Zât mülâhazasına zihnî bir hicab sayılan mücerred sıfât hedefli ne de sıfatları nefyini işmam eden mücerred Zât hedeflidir. Bu itibarla da böyle bir yol hasların yolu sayılmış ve kurb yolcularının şehrahı kabul edilmiştir.
Marifet yolunda Kur'ân ve sünnetin şehadetleri
Bu yolda, Kitap, Sünnet, akıl ve fıtratın şehadetleri, Allah’ın sanat eserleriyle âdeta pırıl pırıl çok dallı bir yol gibi belirir her yerde. Sâlik ayaklarını bu teminatlı şehraha sağlam basabilmişse, artık o, her yerde Hakk’ın kendi nefsine şehadetini duyar ve شَهِدَ اللهُ der[35]; melekler ve ilim erbabının ikrarlarını, bu beliğ ilânın bir aks-i sadâsı gibi vicdanında işitir. وَالْمَلئِكَةُ وَأُولُوا الْعِلْمِ sözlerini[36] soluklar.. derken, O’nun Zât’ının lâzımı olmayan bütün vasıta ve vesilelerin eriyip gittiğini görür ve tam bir huzur-u zevkîye[37] erer.
Marifetin deliller üstü vicdan buudu
Kimileri de, insanın idrak ufkunu aşkın öyle bir mârifet çağlayanı içindedirler ki, onların dünyasında delillerin ağzında birer fermuar.. bütün şahidler, Şahid-i Hakikî’nin huzurunda bulunmanın verdiği hicapla iki büklüm.. bütün vasıtalar, yakını uzak etme hacaletiyle tir tir.. dellallar da suskun ve o âna kadar ortaya attıkları beyanların tashihiyle meşgul. Her şeyin “bî kem u keyf” bir vicdan müşahedesiyle, Kutup Yıldızı gibi kendi etrafında dönüp durduğu işte bu nokta, sık sık “sübühat-ı vech” ile gözlerin kamaştığı, melekler gibi sâlikin de bakışlarının bulandığı, “sen”in, “ben”in “Hû”ya teslim-i silah ettiği bir zirvedir. Bu zirveye ulaşan insan yer yer, ilmin de, vücûdun da hakikî kaynağının çepeçevre her şeyi kuşattığını görür; tarif ve yorumu, herkesin kendi seviyesinin maşrıklarından bir sürü tulûu birden duyar, birden yaşar, birden zevk eder ve her zaman “cem” mırıldanır durur. Bu cem sâlikin, isimlerin, zât, sıfât ve ilâhî ef’âl ile tecellî-i iltisakının duyulup hissedilmesi ve vicdanın da vesile ve vasıtalara açık yanları itibarıyla dağınıklıktan kurtulup ...وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجعُونَ ufkuna[38] ulaşmasıdır; yoksa o, bazılarının vehmettiği gibi “fenâ-i mutlak” ve “ittihad” demek değildir.
رَبَّنَا اتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا،[39]
وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِي انْشَقَّتْ بهِ اْلأسْرَارُ وَانْفَلَقَتْ بِهِ اْلأنْوَارُ وَعَلَى الِهِ وَأَصْحَابِهِ اْلأطْهَارِ.
[1] MARİFETULLAHIN ŞAHİDLERİ:
Çünkü ben müşâhede ettim ki: Mârifetullahın şâhidleri, bürhânları üç çeşittir.
Bir kısmı: Su gibidir; görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat , parmağı mekân ittihâz etmez.
İkinci kısım: Hava gibidir; hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, rûhunla o rahmet nesîmîne karşı teveccüh et, kendini mukâbil tut, tenkit elini uzatma, tutamazsın. Rûhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkit ile el atsan, o yürür gider; senin elini mesken ittihâz etmez, ona râzı olmaz.
Üçüncü kısım ise: Nur gibidir; görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise, sen kalbinin gözüyle, rûhunun nazarıyla kendini ona mukâbil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir. Çünkü nur ; el ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz, belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer harîs ve maddî elini uzatsan ve maddî mîzanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse râzı olmadığı gibi, kayda da giremez, kesifi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez. (Lemalar, 17.Lema)
[2] İLİM NEDİR?
İlim; okuma, görme ve dinleme neticesinde duyu organlarıyla elde edilen veya vahiy ve ilham yoluyla Cenâb-ı Allah tarafından doğrudan gönderilen bilgi demektir. Aynı zamanda, ilim; düşünme, anlama, idrak etme, bir şeyi olduğu gibi kavrama ve gerçeğe uygun bilgi manalarına da hamledilmiştir. Eşya ve hadiselerin bize anlattığı, tekvînî emirlerin önümüze açıp döktüğü şeylerin hissedilmesi, kavranması ve Yaratan’ın yüce maksatlarının sezilmesi anlamına da gelen ilim tabiri zaman zaman marifet kelimesinin yerine de kullanılagelmiştir. (Ölümsüzlük İksiri)
[3] MARİFET VE İLİM FARKI:
Marifet ilimden ayrı olduğu için, ilim ile anlaşılanlardan başka şeyler de vardır. Bunlar marifet ile anlaşılır. Bu marifete (İdrâk-i basît) de derler. (İmam Rabbani, Mektubat, 38.Mektup)
[4] MÜŞAHEDEYE DAİR:
Elbette ki yolun bidâyetindekilerin bu hâlâtı duyup hissetmesi mümkün değildir; zira peşi peşine cereyan eden bu ahvâl, belli ölçüde suya girmiş bir dalgıcın suyu hissetmesi, kendini derinliklere salınca tamamen suyun çekimine tâbi olması ve bütün bütün o derinliklerde kaybolunca da yalnız suyu duyması gibi bir şeydir. Bir nesnenin hakikatine erme yolunda böyle bir duyuş eğer mârifet türü şeylerden ise, o ilim ötesi, mârifet edalı bir vicdan kültürü; eğer bir iç müşahede ise o da, bir “muâyene”; eğer hak yolcusu, araştırma, terkip ve tahlil adına bir “hel min mezîd” eri ise o da bir mükâşefe ve müşâhede; şayet bu kimse bir “cem kahramanı ise” o da bir “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh” hâlidir ve böyle bir hâl ehli sürekli mâsivâullahtan istiğnâ dairesi içinde döner durur. (Vücud, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
[5] MARİFET VE CEHALETİN NETİCESİ:
Avâmın, Envâr-ı Hak’tan uzak kalma ve Hak’tan kopup gitme endişesi daha çok, Cennet’i çepeçevre sarmış bulunan mekârihi aşamaması, Cehennem’i ihata eden şehevâta takılıp kalması; havâssın yalnızlığa maruz kalma korkusu, mehâsine ve maruf olan şeylere iştiha duymaması, mesâvî ve suiahvâli de kerih görmemesi; haslar üstü hasların yalnızlık ve gurbet telâşı ise, dünya ve ukbâ, bura ve öteler arasındaki tercihte duraklama, âhesterevlik etme şeklinde kendini gösterir. Bütün bu hususlar derecesine göre herkes için birer tasaya sebeptir. Ve sebeplerinin rüçhaniyetiyle gönül ufkunda doğan sürûr da bu tasaya karşı ilâhî bir inşirah vesilesidir. Evet, ister bilgi ve mârifetin zıddı olan cehalet, ister yanlış davranış ve taşkınlıkların esası olan bilgisizlik olsun, bunlar, birer birer veya hepsi birden ruhlarda keder ve tasa kaynağıdırlar. Yer yer sînelerde sürûr tecellîsiyle Hazreti Enîs-i Mutlak, zaman zaman insan ruhunu saran ilhad, inkâr ve dalâlet zulmetlerini giderir ve dostlarının gönüllerini kendi nurâniyetiyle aydınlatarak, onları Nûr Âyeti’nin mazharı birer ışık kaynağı hâline getirir. (Sürur, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
[6] İLİM VE CEHALETLE İLGİLİ PIRLANTA ÖLÇÜLER:
İlimleri fişleyip kitaplara işlemek, mevcut şeylerin bir kere daha anlatılması bakımından yararlı ise de, ilham ve istinbat ruhunu felç etmesi itibarıyla bin zararı olduğu söylenebilir...
* * *
İlim, önemli bir hidayet rehberidir.. hele bir de vahye dayanıp vahiyle beslenirse, bu takdirde o, arz u semâyı aşacak buutlara ulaşır ve ayrı bir kıymet alır.
* * *
Şimdi mûcit-kâşif yetişmiyor. Taklitçi adamlar yetişiyor. Kısmen her şeyi değiştirecek, isyancı ruha ihtiyaç var. Her şey değişecek. Kitap-mektep-kapı-sıra.. hepsi.. ve tenkit ile işe başlama esastır.
* * *
Cehalet, en kötü arkadaş; ilim, en vefâlı yoldaştır.
* * *
İlim, hilim (yumuşak huyluluk) ile birleşince baş döndürücü bir derinliğe ulaşır.
* * *
Câhil, öfkelenince bağırır-çağırır; akıllı ise, yapması gerekli olan şeyleri plânlar.
* * *
Fazilet, ilim-hilim-ibadet sacayağı üzerinde oturmaktadır.
* * *
İlim, amele kaynak olamamışsa, kuruması mukadderdir.
* * *
İhtiyaç, ilmî keşiflerin keskin gözlü bir kılavuzudur.
* * *
Anlamak başkadır, bilmek başkadır; bin şeyi bilmektense, bir şeyi anlamak daha iyidir.
* * *
Kendini “bilmiyorum” demeye alıştır ki, hiçbir zaman “bilmiyorum” deme utancını yaşamayasın..!
* * *
Türlü türlü müsabakalar gibi, bir de fakirlikler müsabakası yapılabilseydi, cehalet, böyle bir yarışmanın kralı olurdu. (Ölçü Veya Yoldaki Işıklar)
[7] BİLİR
İddiadır görmemişin haberi,
Her şeyi rûhuyla görenler bilir.
Ermemişte yoktur ilim eseri,
Hakk'ın sırlarını erenler bilir.
Hakikat semtine varmayan bilmez,
“Sırr-ı allemnâ”yı (*) görmeyen bilmez,
Marifet güllerin dermeyen bilmez,
O’nun has bağına girenler bilir.
Dünyayı dolaşan seyyahlar değil,
Alev alev yanan Emrahlar değil,
Mihrab değiştiren ham rûhlar değil,
“Yâr yâr” deyip canın verenler bilir.
Aşk yolunda hep itilip kakılan,
Görülmedik belâlara takılan,
Horlanıp da hor gözlerle bakılan,
Nâçâr kalıp gâra (**) girenler bilir.
* Kehf sûresinin 65. âyetinde geçen “Nezdimizden, ona bir ilim öğretmiştik.” âyetiyle işaret edilen ilm-i ledün..
** Kehf Ashabına atıf yapılıyor.
[8] İRFAN YOLCUSU VE ARİF:
Hak yolcusunun bütün bütün ağyara kapandığı, tamamıyla nefsanîliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzurun gel-gitlerine saldığı işte bu nokta, mârifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana “irfan yolcusu”, başı bu noktaya ulaşana da “ârif” denir. (Marifet, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
İNSANI-I KAMİL OLMADA MARİFET:
Cenab-ı Hak insanı yaratırken, başta onu insan-ı kâmil olmaya namzet kılmıştır. Dolayısıyla her insanın, insaniyet-i kübraya ulaşması bir hedeftir. İnsanın bu mertebeye ulaşması için, evvela kendisini bu yüksek gayeye programlaması ve onu elde etmek için daima “hel min mezîd/yok mu?” ufkunda hareket etmesi gerekir. Yani her gün kainatın çehresinden bir nikab açarak, her defasında onu yeni görüyor gibi tanıması, yeni bir marifetle Allah'ı daha farklı duyması; aşk u şevk ve muhabbetle O'nun yolunda olması icap eder. Aslında insan, yaratılış itibarıyla hep iyi şeylere tevcih edilmiş ve bir dûn himmet olarak yerinde kalmasına müsaade edilmemiştir. Zaten o sadece yeme, içme, evlenme.. gibi fıtrî şeyler için de yaratılmamıştır. İnsan, bu bilinçle hareket edip, Allah (c.c) ve O'na ait yüce hakikatlere bütün benliği ile kilitlendiği an, asıl gayesini bulmuş; dolayısıyla insan-ı kâmil olma yoluna girmiş sayılır. (Prizma-3)
[9] TASAVVUF, İRFAN VE MARİFET:
Tasavvuf, felsefenin elinin ulaşamadığı ulûhiyet gerçeğinin, kalb eli, kalb ayağı ve kalb gözüyle araştırılması yoludur. Aklın, yalın ayak ve baş açık hayalleriyle ters yüz edildiği bu yolda kalb, bir üveyk gibi kanatlanır, kendi kadirşinas kriterleriyle o Mevcûd-u Meçhûl’ü tanımaya çalışır. Sonra da, elde ettiği irfanını, “mâ arafnâke hakka mârifetik” (Seni hakkıyla bilemedik) sözleriyle ilân eder. (Ölçü Veya Yoldaki Işıklar)
[10] ESMA-İ HÜSNA VE MARİFET:
Zât-ı Ulûhiyet’e ait hangi hakikati aksettirirlerse ettirsinler ve hangi sıfatın açılımı mahiyetinde olurlarsa olsunlar, bütün esmâ-i ilâhiye, o müteâl Zât adına bir güzellik, bir kudsiyet, bir münezzehiyet ve bir tamamiyetin ifadesidirler; her anılışlarında, muhteva, mânâ ve nuraniyetleriyle, inanılacak hakâikin sınırlarını belirler, inanan gönüllerde saygı uyarır ve saygıyla çarpan sinelere vesile-i teveccüh olurlar. Öyle ki, vicdanın derinliklerinde duyularak anılan her ism-i mübarek, gözden-gönülden isi-pası siler, cismaniyete ait perdeleri yırtar ve ruhlara ta öteleri ve ötelerin de ötesini gösterir; birer şefaatçi gibi Müsemmâ-i Akdes’i hatırlatır; insan onlarla Hakk’ı yâd ettikçe, kalblerde itminan hâsıl olur. Dahası, “Bilginin değeri bilinenin kıymetiyle ölçülür.” disiplinine binaen, Zât-ı Ulûhiyet’le alâkalı bu mübarek isimleri bilen ve onlarda belli bir derinliğe eren insan, gök ehlince kıymetler üstü kıymetlere ulaşır ve huzur namzetleri arasına girer. Huzura namzet olma O’nu doğru bilip tanımaya vâbeste ise, O Zât-ı Ecell ü A’lâ celâlî ve cemâlî evsâfıyla ancak bu isimlerin ziyadar atmosferinde doğru olarak bilinebilir. Biz, bildiğimiz varlıkları, fizikî darlıkları çerçevesinde ihsaslarımızın sınırlılığına göre bilebilir, değerlendirir ve ona göre bir hükme varırız. Cenâb-ı Hak, o müteâl varlığıyla ancak esmâ-i hüsnâsının bütününün birden bildirdiği münezzeh, mukaddes ve “bî kem u keyf” bir mahiyetle bilinebilir. Böyle bir yaklaşım aynı zamanda, O’nun sırf bir zihnî varlık olmayıp, aksine varlığı kendinden bir “Vâcibü’l-Vücud” olduğunu da gösterir ki, bütün müslümanların itikatları da bu merkezdedir. (Esmâ-i Hüsnâ, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)
[11] MARİFET, VİCDAN VE HADS, SEZGİ:
Bediüzzaman, değişik eserlerinde farklı bir vicdan resmi ortaya koyar ve ona önemli misyonlar yükler: Ona göre vicdan, tekvînî ve fıtrî kanunlar türünden zîşuur bir fıtrat ve sistemdir. Çekirdeklerdeki neşv ü nema kanunu, sperm ve yumurtadaki tekvinî esaslar, bazı sıvılardaki donup genişleme tabiatı... gibi ilâhî meşietten gelen irade yörüngeli, lâtîfe-i rabbâniye ufuklu, zihin/şuur derinlikli, ihsas ve ihtisas buudlu bir fıtrat-ı zîşuur; erkânının canlılığı ölçüsünde de, ilim ve mârifet adına mutlaka doğru gören, doğru değerlendiren, doğru konuşan önemli bir lisandır. Öyle ki bazen akıl; nazar, tefekkür ve tedebbürde gaflet edip ihmal gösterse de o, kendi tabiat ve rükünlerinin diliyle her zaman Allah’ı ilân eder; O’nu görüp sezdiğinin ihtisaslarıyla soluklanır; O’nu duyar, O’nu düşünür ve özündeki istinat ve istimdat hâllerinin lisanıyla, tıpkı günebakan çiçekler gibi hem kendi hayat ve revnakdarlığı adına hem de Yaratıcısını ilân hesabına sürekli O’nu takip eder ve basiret gözünü asla O’ndan ayırmaz. Hads (vasıtasız, sezgi) her zaman onu teyakkuza çağırır; hadsin bir üstü diyeceğimiz ilham devamlı onun ufkunu aydınlatır; yoğunlaşmış mârifet sayılan arzu hep O’nu gösterir; alev alev kendini hissettiren iştiyak ve magmalar gibi sürekli köpürüp duran ilâhî aşk mütemadiyen onu, Hazreti Mârûf’u rasat ufkuna davet eder ve avans türü televvünlerle ona beden ve cismaniyet üstü hayatın en büyülü yanlarını fısıldar. (Vicdan, Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
[12] HADS İLE ULAŞILAN İMAN:
Evet, Allah’ı bilmek Zâtını bilmekten farklı şeydir. Zat-ı Ulûhiyet’in bilinmesi, insanın içindeki bir inkişafa vâbestedir. O, bazen bir hads ile bilinir ve insan entüvisyon da diyebileceğimiz çok küçük bir sezmeyle birdenbire çok büyük bir hakikate ulaşabilir. Bir karıncanın hareketinden aniden bir Zat-ı Ulûhiyet hakikatine intikâl edebilir. Hem öyle intikâl eder ki, artık iman o şahsın içine yerleşir; yerleşir de, o kul Zat-ı uluhiyet için “Şu anda bana şah damarımdan daha yakın ama aynı zamanda bütün sistemleri de O idare ediyor.” der ve tam olarak hisseder bu dediğini. (Ümit Burcu)
[13] MEVCUD-U MEÇHUL:
Alman edibi Goethe: “Seni bin bir isminle anıyorlar, ey Mevcûd-u Meçhûl! Bin değil, Seni binlerce isminle ansam, yine de Seni senâ etmiş sayılamam. Çünkü Sen, her türlü tavsifin verâsındasın.” sözüyle, bu Mevcûd-u Meçhulü anlatır bize... (Asrın Getirdiği Tereddütler-1)
[14] NOKTA-YI İSTİMDAT VE İSTİNADI İŞLETTİRMEKLE ULAŞILAN MARİFET:
Allah'ın varlığına götürücü delillerden veya konu ile ilgili yapılan araştırmalardan maksat önümüze çıkan bir kısım engelleri, maniaları bertaraf etmek, temiz vicdanları, vicdandaki nokta-yı istimdat ve istinadı işlettirmek, onu semt-i ezel ve ebede tevcih etmek, kişiyi vicdanıyla o ışık ve şualarla baş başa bırakmak ve yüz yüze getirmektir. Yoksa deliller Cenâb-ı Hakk'ın zatının ve sıfatlarının kayyimi olamaz. Biz O'nun fiillerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından mevcud-u meçhul olan Zat'ına intikalle, kendisini tanımaya çalışırız. Bununla beraber, Zat-ı İlâhî kat'iyen idrak edilemez. Biz, her zaman "Mâ arefnâke hakka mârifetike ya Maruf" sözüyle bunu itiraf ederiz. O'nun Zat-ı uluhiyetine karşı tam bir ibadet de yapılamaz. "Mâ abednâke hakka ibadetike ya Mabud" beyanıyla da bunu dile getiririz. Verdiği nimetlerin binde birine bile şükredemez "Mâ şekernâke hakka şükrike ya Meşkur" itirafıyla bunu mırıldanırız ve "Mâ hamidnake hakka hamdike ya Mahmud" ebedi ahd-u peymanımızla da aczimizi, fakrımızı, zaafımızı terennüm eder, O'nun dergâh-ı nimet pervânesine sığınırız. (Prizma-3)
[15] İMANIN KUSVÂSI:
Dolayısıyla, tahkîkîn değişik mertebe ve merhaleleri vardır. Bir mertebede siz, tekvînî emirleri okuyarak, teşrîî emirlere bakarak, âfâkı ve enfüsü tetkîk ederek size ârız olan şüphe, tereddüt ve engellerden kurtulur; gönlünüzün Allah’la buluşmasını sağlarsınız ve şöyle-böyle iman hakikatini duyma ufkuna ulaşırsınız. Dolayısıyla bir Mevcud-u Meçhul’un var olduğuna tam iman edersiniz. Fakat sizin için bir de bir Mevcudu Maruf’a ulaşma söz konusudur. Evet, O ihata edilemez. O’nu idrak edememe, idraktir. O’nu bilememe, bilmedir. işte bu mülahazalara sâdık kalmakla beraber, O’nu o delillerin ifade ettiğinin çok üstünde anlamanız, bilmeniz ve kabullenmeniz de mümkündür. Bu manada O’nu bilmeniz, tamamen O’nun sıfât-ı Sübhaniyesiyle kuşatılmanız ve bir lahza bile fasıla olmaksızın O’nun tarafından görülüp gözetildiğinize inanmanız demektir. El ve ayaklarınızı hareket ettirirken dahi O’nun huzurunda bulunduğunuz mülahazasıyla hareket ettirmeniz demektir. Bu mertebede, kendinizi zorlamanız, öyle düşünmeye ve o tür mülahazalara girmeye çalışmanız da gerekmez. Orada her şey tabiidir, zorlamadan, doğrudan doğruya öyle bir hâle girersiniz ki, O’nu daima yanınızda hissedersiniz. Hayatınızın her saniyesinde, her sâlisesinde, O’nun hakimiyetini görür, her işinizde O’nun tasarrufuna şahit olursunuz. Hatta bazen tenzîhin sıkıntılarını çekebileceğiniz bir maiyyet ufkunu bile yakalarsınız; yakalar ve burnunuzu silme, yeme, içme.. gibi bazı beşerî ihtiyaçları kendinize yakıştıramaz; “Ben, O’na bu kadar yakınken, bendeki her şeyin O’na ait olduğunu bu kadar hissetmişken cismaniyete ait bu şeyler de ne oluyor?” der, bunlarda tenzihte zorlanırsınız. İşte bu da bir Zât-ı Ulûhiyeti bilme demektir ve bu, tahkîkin mertebe-i kusvâsıdır. Ne var ki, bu mazhariyet herkese müyesser değildir. (Ümit Burcu)
[16] Muhammed Pârisâ: Evliyânın büyüklerinden. Adı Muhammed bin Muhammed bin Mahmûd'dur. Lakabı Hâfız-ı Buhârî ve Pârisâ'dır. 1355 (H.756) senesinde Buhârâ'da doğdu. 1419 (H.822) senesinde Medîne-i Münevvere'de vefât etti. Medrese tahsiline başlayıp, hadis ve fıkıh ilminde yetişerek, bu ilimlerde ihtisâs sâhibi oldu. Medrese tahsiline başlayıp, hadis ve fıkıh ilminde yetişerek, bu ilimlerde ihtisâs sâhibi oldu. Daha sonra, tasavvuf ilimlerine yönelip, Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine talebe oldu. Onun sohbetlerine devam edip, himmet ve teveccühüne kavuştu. Böylece tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. Zâhir ve bâtın ilimlerinde zamanının bir tânesi oldu.
Pârisâ lakabını alması şöyle anlatılır: “Hocası Behâeddîn-i Buhârî'nin sohbetlerine devam ettiği ilk günlerde, bir gün hocasının kapısına gelip, kapının eşiğinde beklerken, içeriye birisi girer. Behâeddîn-i Nakşibend hazretleri içeri girene, kapıda kim var? diye sorar, o da, pârisâ (zâhid) bir genç vardır, der. Dışarı çıkıp bakar ve; “Siz pârisâ imişsiniz” buyurur.” Böylece ismi, Muhammed Pârisâ olarak kalır ve hep böyle söylenir. Hocası Behâeddîn Buhârî hazretleri; “Bizim varlığımızdan murâd, Muhammed Pârisâ'nın yetişip ortaya çıkmasıdır.” demiştir. Kendisinden sonra, en yüksek talebesi olduğundan yerine vekîli olmuştur. Pek çok talebe yetiştiren Muhammed Pârisâ, Semerkand'dan ayrılarak Buhârâ'ya gitti. İki defa hacca gitti. Birincisinde hacca hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleriyle gitmişti. İkinci defa ise ömrünün son aylarında gitti. Hacca ikinci gidişinde Buhârâ'dan ayrılırken, bu yolculukta vefât edeceğini işâret etti. Yolculuk esnâsında Herat, Tirmiz, Belh ve Câm şehirlerine uğrayarak sohbetlerde bulundu ve büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Bu ziyâret sırasında beş yaşında bulunan Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, onu görüp teveccüh ve ihsânlarına kavuştu. Câm'dan ayrıldıktan sonra Nişâbûr'a, oradan da Mekke-i Mükerreme'ye gitti. Hac ibâdetini yaptıktan sonra, Medîne-i Münevvere'ye gitti. Peygamber efendimizin sallallâhu aleyhi ve sellem, kabr-i şerîfini ziyaret etti. Zilhicce ayının yirmi üçüncü Çarşamba günü Medîne-i Münevvere'de vefât etti. Cenâze namazını o sırada Medîne-i Münevvere'de bulunan Molla Fenârî kıldırdı. Cennet-ül-Bakî kabristanında Ashâb-ı kirâmdan Hazret-i Abbâs'ın türbesi yanına defnedildi.
İlim, fazîlet ve kerâmet sâhibi olan Muhammed Pârisâ, kerâmetlerini gizlerdi. Yetiştirdiği talebelerinin en meşhûru oğlu Ebû Nasr Pârisâdır.
Buyurdu ki: Üç kimse, Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlayamaz.
Birincisi; Arabîyi iyi bilmeyen ve tefsir okumamış olan câhil.
İkincisi; büyük bir günâha devâm eden fâsık.
Üçüncüsü; itikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için, hak sözü kabul etmeyen bidat sâhibi. Çünkü bidatin zulmeti kalbi karartır.
İnsanı Allahu Teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyler seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalpten çıkarmak lâzımdır. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak da bu düşünceleri arttırır. Kadın ve kadın resimlerine bakmak, şarkı, çalgı dinlemek bu düşünceleri kalbe yerleştirir. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahu Teâlâya kavuşmak isteyenlerin bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden kaçınması, uzaklaşması, lâzımdır. Allahu Teâlâ çalışmayan, sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu nîmeti ihsân etmez.
[17] Tasavvuf, neticesi itibarıyla, insanın kendi aczini, fakrını, hiçliğini kavrayarak, varlığının esasını teşkil eden Hakk’ın vücûdunun şuâları ve sıfatlarının tecellileri karşısında bütünüyle eriyip yok olmanın bir başka unvanıdır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar)
***
İster öyle-ister böyle cem mertebesini ihraz eden herkes aynı zamanda “bekâ billâh”a da mazhar olmuş demektir. Tevhid-i sıfâtta kendi sıfatlarından, tevhid-i zâtta kendi zâtından fâni olan bir müntehî, “bekâ billâh” unvanıyla yeniden varlığa erer.. ebediyetin neşvesini duymaya başlar; başlar ve kendi fiillerinin, Hakk’ın ef’âli içinde eriyip gittiği zevkiyle “cem” der.. sıfatlarının Hakk’ın sıfatları karşısında müzmahil olduğunu müşahede ederek kıyam hâlindeki ubudiyetin rükû ile derinleşmesi anlamında “cem’ül-cem” ezvâkıyla erir-gider.. ve zâtının Hazreti İlim ve Vücûd muvâcehesinde mütelâşî olup gitmesi sonucu tamamen bir iç müşahede ve zevk-i ruhânî ile kendini “Hazretü’l-Cem” mülâhazasına salar ve hayret üstü hayretlere müstağrak olur.
Diğer bir yaklaşımla, kulluk vazife ve sorumluluklarının, tam bir edep, inkıyat ve şuurla yerine getirilmesine “fark”; şart-ı âdi plânında ortaya konan bu “bidâ’at-i müzcât” ölçüsündeki mini sermayeye “min haysü lâ yahtesib” lutfedilen ilâhî ihsan ve vâridler sağanağına mazhariyet veya memerriyet keyfiyetine de “cem” denir. Bu mülâhazayladır ki, hâl ehli “Farkı anlamayan kulluğu bilemez, cem’i duymayan da mârifetten anlamaz” demişlerdir. (Cem, Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
[18] Allah hakkında mârifeti en fazla olanınız Ben’im. Allah’a en fazla haşyet duyanınız da Ben’im. (es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s. 21; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/200)
[19] HUDÛ, HUŞÛ VE MARİFET:
Hangi seviyede olursa olsun, huşû ve hudû’ sâlikin her hâlinde, seyr u sülûk-i ruhânî yolunun her menzilinde ve yakînin her mertebesinde olmazsa olmaz temel düşünce ve temel tavır olmalıdır. Şunu da hemen arz etmeliyim ki, hâşi’ olmak hâşi’ görünmekten farklıdır ve bunlar birbirine karıştırılmamalıdır. Allah’ın, kullarından her zaman istediği, derin bir mahviyet ve acz u iftikarla kendilerini nefy ve O’nu isbat azm u cehdidir. Yoksa, kalbinde olandan daha fazla saygılı görünmek ve bir kısım huşû tavırları sergilemek düpedüz riya ve O’na karşı da hürmetsizliktir. Eğer huşû Hakk’a kul olmanın gereği ise –ki öyledir– o, hakikate yürüme konusunda yolcunun kolu-kanadı, serası-zırhı, emniyet kemeri ve “urvetü’l-vüska”sıdır. Böyle bir kol ve kanatla Hakk’a yürüyen, başını seraya sokup o zırhı ilâhî hıfz u inayetin vesilesi olarak iyi kullanan, o kemeri hep yanında bulunduran ve o sağlam kulp ve halkaya sımsıkı sarılan -biiznillâh- her zaman yürür, ama kat’iyen kaymalar yaşamaz; temkinli davranır ve Hak yolunda Hakk’a saygısızlıkta bulunmaz.. gidip vuslat ve üns billâh ufkuna ulaştığında da hep, tabiatının önemli bir derinliği hâline getirdiği bu şuuraltı müktesebâtın tesir alanı içinde kalır. Zira, o bilmiştir bilmesi lâzım gelen şeyi, bildiği gibi hakikat ilminin mârifet kahramanları. Zaten “ إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ – Allah saygısını tam olarak ancak O’nu tam bilenler duyar.” (Fâtır, 35/28) fehvâsınca, Allah’a karşı gerekli hürmet ve tâzimi de ancak O’nu sıfât-ı sübhaniyesi ve esmâ-ı hüsnâsıyla tanımaya muvaffak olmuş ihsan ufkunda seyahat edenler bilebilir.. tabiî bilmeleri de herkesin kendi marifet ufku seviyesine ve yakîn mertebesine göre farklı farklıdır.
Evet, kulun, Allah hakkında bilgi ve mârifeti ne nispette ise, tâzim, temkin ve edebi de o seviyede olur. Âlimlerin en âlimi, âriflerin en ârifi:
“إِنّيِ لَأَخْشَاكُمْ ِللهِ وَأَتْقَاكُمْ لَـهُ – Allah’tan en çok korkanınız ve O’na karşı en fazla saygılı olanınız benim.” beyanlarıyla bu hususu hatırlatıyor olmalıdırlar..! Aslında bunun böyle olduğunu yukarıdaki âyetin fezlekesinde görmek mümkündür. Bu âyetin sonunda,
“اللهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ إِنَّ – Allah hem Azizdir hem de Gafûrdur.” ferman edilerek, sadece Gafûr olmanın bazı mizaçlarda mutlak emniyet, nazlanma, hatta gururlanma gibi düşünce ve tavırlara sebebiyet verme ihtimaline binâen, “Gafûr” olmanın yanında yegane galip, her şeyin hakkından gelebilen kudret-i kahire sahibi, mağlup olma ihtimali bulunmayan ve hâkimiyet tahtının biricik sultanı demek olan “Azîz” ism-i şerifinin zikredilmesi, tergîble beraber terhîb, havfla beraber recâ gibi insan ruhunda haşyet, saygı ve tâzim duygularını harekete geçirmek içindir. Ne seviyede olursa olsun, bence, hak yolcusunun yapması gerekli olan da işte budur. Kur’ân, “بِالْغَيْبِ وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ – Gaybda dahi Hazreti Rahmân’a derin bir saygı besler.” buyurur ki, henüz O’nun huzuruna varıp perdesiz, hâilsiz müşâhede ile şereflendirilmeden önce bile hep Hakk’ın celâl ve azametini mülâhazaya alır, ürperir ve kat’iyen “Nasıl olsa O bir Rahmân” deyip kendini salmaz; O’nu Gafûr u Rahîm olarak düşündüğü aynı anda “Ben Gafûr u Rahîmim ama azabım da can yakıcıdır.” beyanıyla irkilir ve hemen her zaman hudû’ ve huşû duygusuyla soluklanır. (Huşû ve Hürmet, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)
[20] MARİFET EHLİNİN DÜNYAYA BAKIŞI:
Dünya ve âhireti beraber mütalâa eden ve böylece vahdet şuuruna eren yakîn ehli olabilmek, her mürşit için gaye-i hayal hâline gelmelidir. Bizim beklediğimiz ve özlediğimiz mürşit tipi işte budur. O mürşit ki, dünyaya dünya cihetiyle zerre kadar temayülü yoktur ve yine o mürşit ki, irşâd vazifesi olmasa, şu denî dünyada bir an bile kalmayı düşünmez. İşte Mesîh soluklu, Muhammedî ahlâklı mürşitler bunlardır. Ve her mürşit de aslında böyle olmalıdır. (İrşad Ekseni)
[21] Marifetullah iradeyi, imanı takviye eden ve besleyen çok önemli bir faktördür. Bir misalle izah etmek gerekirse; meselâ siz, mütrefin hayatı gibi bir hayat yaşamayı arzu ettiniz ve bu hususta çeşitli düzenlemelere başladınız; ardından hayat standardınızı yükseltme çabası içine girdiniz. İşte o anda mârifetullah imdada yetişebilir. Burada birinin başından geçen bir hâdiseyi nakletmekte yarar var. Kim bilir belki de arz edeceğim şey objektif değildir; ama yine de nakletmek istiyorum: Bir gün bu arkadaşı denize nâzır bir eve götürür ve balkonda otururlar. O anda içine birdenbire böyle güzel yerlerde yaşama arzusu düşer. Arkadaşlarının şehadetiyle hemen oradan kalkar ve bir daha o balkona oturmaz; zira o manzara onun tûl-i emel duygusunu beslemiş ve onda tevehhüm-ü ebediyet düşüncesine yol açmıştır. İşte o anda o, böyle bir isteğe karşı mârifetullah ve bir dakika müşâhedesine Cennet’in binlerce sene mesudane hayatı, ona mukabil gelmeyen Cemalullah’ı seyir arzusu ile o vartadan kendini kurtarabilmiştir. (Kur'ân’dan İdrake Yansıyanlar)
[22] BEKLENTİ VE MARİFET EHLİ:
Biz hiç ama hiçbir beklenti içinde olamayız. Hatta bir insana bir iyilik yaptığımızda ondan teşekkür beklentisi içinde bile olmamalıyız. “Men lem yeşkurin nâse lem yeşkurillah. (İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da teşekkür etmez)” hakikati muhatabımızı ilgilendirir, bizi değil. Biz tek bir şeyin beklentisi içinde olabiliriz, o da Allah rızası. Hiçbir şeyde hırs göstermek caiz değildir; ama Allah’ın rızasını kazanmak uğruna, onun adını dünyanın her tarafında duyurma hususunda ölesiye hırs göstermek caiz, hatta matlubdur. Hırs gösterilecek tek nokta budur. (Sohbet-i Cânan)
BEKLENTİ ÜZERİNE:
Gurur ve çalım, insanın içine imânın girmesine manidir. İmanın girmesine mani böyle menfi bir tavır, elbette ki hizmet etmeye ve uzun süre kudsî bir hizmet içinde bulunmaya da manidir.
İslâm’a hizmette temsil keyfiyeti, Cenab-ı Hakk’ın lütuflarına bağlıdır. Siz çok kabiliyetli olabilirsiniz; ama Cenab-ı Hakk bu misyonu bir başkasına takdir buyurmuşsa, elinizden hiçbir şey gelmez.. Onun için ilmine, beyân gücüne veya bir başka meziyetine bakıp da beklenti içine girenler, hep aldanmışlardır.
Bu hususa bir misal olsun diye arzedeceğim: Bediüzzaman’ın döneminde çok güçlü âlimler, kâmiller vardı. O ise, şarkın yalçın kayaları arasından kalkıp İstanbul’a gelmiş ve Türkçe’yi de sonradan öğrenmiş biriydi. Ama Cenab-ı Hakk, belli bir misyonu ona yüklemiş ve o dönemdeki emsalinin çok üstünde ona hizmet etme imkânı bahşetmişti.
Zira Bediüzzaman, ihlasla, samimiyetle hizmet etmiş ve hayatının hiçbir döneminde iddia ve beklentiye girmemişti. (Fasıldan Fasıla-2)
BEKLENTİNİN NETİCESİ:
Ücret kavramı çok umumîdir ve pek çok beklenti onun muhtevasına dahildir: “Bunca sene hizmet ettim, bu daire içindeki insanlar eğer insaflı iseler, artık bana siyasî imkan vermeliler ve ben de milletvekili olmalıyım!” diyen; bir müsteşarlık, bir genel müdürlük gibi herhangi bir makam sevdasına düşen; parmakla gösterilen, gözünün içine bakılan, kendisine ayağa kalkılan, gittiği her yerde i’zâz u ikrâmla karşılanan ve hep baş köşeye oturtulan biri olma arzusuna kapılan.. insanların hepsi değişik ücret ve beklentilerin kulu ve köleleridir. Böyle insanlar, daima kendilerini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır; mübalâğalarla, hatta yalanlarla sürekli kendilerini methederler. Bunların hali, Üstad Hazretlerinin ifadesiyle, ders aldığı Amme cüz’ünü birtek şekerlemeye satan havâi bir çocuğun ya da elmas kıymetindeki hasenâtını ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, beklentilere ve enâniyete feda eden ahmak bir insanın hali gibidir. (İkindi Yağmurları)
HİZMET ERLERİ GİZLİ ŞİRKE DÜŞMEMELİ
Bizim en büyük pâyemiz ve Allah katında en çok hora geçen yanımız, İslâm hizmetinde, her türlü beklenti ve iddiadan uzak birer nefer olmamızdır. Ölesiye çalışmak, kalb ve rûh erleri veliler kadar performans göstermek, civanmertlik sergilemek, fakat sıradan bir insan kadar bile beklentiye düşmemek... Evet, saflardan saf, durulardan duru bir gönüle sahip olmak, herhalde Kur’ân’ın hedef kabul ettiği, selim kalbe ulaşmak da bu olsa gerek. (Fasıldan fasıla-2)
***
Evet, bu bir ölçüdür: Kim açıktan açığa kendinden, yaptıklarından bahsediyorsa, öksürükleriyle kendini duyurmak istiyorsa, beklenti içindeyse, fezâil ve mezâyâ ihsasları yaşıyorsa, başkalarının kendisinin büyük başarılarına (!) alâkasızlığından rahatsızlık duyuyorsa, o boş bir insandır. Allah’la irtibatı yoktur onun. “Allah” diyebilir, konuşabilir, yazabilir; ama gerçek tevazudan, mahviyetten, hacâletten haberi olmayan birisidir o. (Sohbet-i Cânan)
SORU: Yapılan işler karşısında maddî-mânevî bir beklentiye girmemenin ölçüsü nedir? İzah eder misiniz?
Mü’min, her yaptığı şeyi Allah emrettiği için yapar. Ne kendi, ne ailesi, ne de beraber olduğu insanların çıkarlarını kat’iyen düşünmez. Bir mü’minin, bu tür beklentilere girmeden hareket etmesi, “hâlisâne” tabiriyle ifade edilir ki, bu hak erinin, hiçbir zaman para-pul, makam-mansıp, şan-şeref.. davası gütmeden, İslâm’a hizmette tıpkı bir nefer gibi hareket etmesi demektir. İnsanın, bir kısım maddî şeylerle birlikte, bir de mânevî füyuzat hislerinden feragat etmesi söz konusudur ki, bunun için de isterseniz “en hâlisâne” tabirini kullanabiliriz. Evet, eğer Üstad’ın “Gözümde ne Cennet sevdası, ne Cehennem korkusu var. Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım..” hasbiliği içinde, gerçek bir hillet sergilemeyi düşünüyorsak ve Allah’a dostluğa talipsek, hâdiseleri Hz. İbrahim gibi göğüsleme ve her şeyi O’nun rıza ve rıdvanı etrafında örgülemeye tâlibiz demektir.. ve işte, maddî-mânevî bir beklentiye girmeden Allah yolunda hizmet etmek de budur.
İnsana bu seviyeyi kazandırabilecek hususlar üzerinde kısaca durmak istiyorum:
İnsan, âfâkî ve enfüsî tefekkürle sürekli kendi iç âleminde bir yenilik yaşamalı ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunun idrakine varıp, O’nu her an yanında hâzır ve nâzır hissetmelidir ki bu hâl, onun sürekli “Ballar balını buldum; varlığım yağma olsun.” zirvelerinde dolaşması demektir. Evet, Allah’ı ve O’na ait vâridatı duymayan bir insanın, bırakın “en hâlisâne” olmasını, hâlis bir kul olması bile çok zordur. Böyle bir insan zamanla arzularının esiri hâline gelir ve cismaniyetine takılıp kalarak onun kulu-kölesi olur.
Rabıta-yı mevt, ihlâsı kazandıracak hususların önemlilerindendir. Ölüm ötesi mülâhazaların bir kitap gibi okunması, onun bütün enginliğiyle kalbde hissedilmesi.. zamanla insanı, hayatla ölüm arasındaki farkın, bir odadan diğerine geçmek gibi bir şey olduğu inancına ulaştırır. İşte, “ba’sü ba’de’l-mevt”e böyle inanan bir insanın, artık birtakım dünyevî hatta uhrevî beklentilere girmesi düşünülemez.
Hakikî anlamda ihlâsı kazanmanın bir diğer yolu da, kalbî hayatı Allah’a açık olan insanlarla oturup kalkmak ve her şeye rağmen, bu insanlardan ayrılmamaktır. Fert olarak bir insan, şahsî kemâlâtın hangi mertebesine çıkarsa çıksın, Cenâb-ı Hakk’ın, aynı düşünce etrafında kenetlenmiş olan insanlara bahşettiği lütuflarını elde etmesi mümkün değildir. Abdülkadir Geylanî Hazretleri bile zannediyorum, toplum üzerine sağanak sağanak inen vâridatla, kutbiyet ve gavsiyet arasındaki seçimini, “Kutbiyeti de, gavsiyeti de istemiyorum; madem şu topluma gelen şeyler nuraniyet sırrıyla, herkese veriliyor. O hâlde ben de ondan nasibimi almak isterim.” şeklinde yapar ve insanlar içinde bir fert olmayı tercih ederdi.
Yine birlik rûhuyla hareket, ferdin yanlış yol ve saplantılardan uzak kalmasını sağlar. Efendimiz: “Ümmetim dalâlette içtima etmez.” buyurmuşlardır. Bunun mefhum-u muhalifi, bir yerde içtima yok ve ferdî hareketler söz konusuysa, dalâlete düşmeme konusunda, bir garanti yok demektir. Diğer bir hadislerinde de O (s.a.s), sürüden ayrılanı kurtların yiyeceğini haber vermişlerdir ki, üzerinde durulması gereken bir mevzudur. Ayrıca anlatıldığı şekliyle davranma bu tür risklere karşı olduğu kadar, şeytanlar ve nefsin yıkıcı şahaplarına karşı da koruyucu bir atmosfer mahiyetindedir.
İhlâsı elde etmenin bir başka yolu, selef-i salihinin hayat-ı seniyyelerinin örnek alınmasıdır. Onlar gerçek imanı, gerçek İslâm şuurunu, gerçek vefayı.. temsil etmiş insanlardır. Dolayısıyla onları dinde örnek ve önder kabul edenler, değişik falso ve fiyaskolar içine düşmeye karşı, sağlam imamlara iktida etmiş sayılırlar. Nitekim, benim acizane kanaatim bu olduğu için, yıllarca insanlara hep Sahabe, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve bu davanın asrımızdaki ilkleri olan Üstad’ın talebelerini nazara vermiş ve onların örnek hayatlarını anlatmışımdır.
Hâsılı, bütün bunlar maddî-mânevî bir beklentiye girmeden İslâm düşüncesinde sebat ve devamlılığı sağlayacak önemli esaslardır. (Fasıldan Fasıla-4)
[23] İNFAK VE SADAKANIN MARİFETİ:
Bizim kültürümüzde, bir insanın kendi fazilet ve meziyetlerini sayıp dökmesi ayıp kabul edilmiş; ayrıca, iyilikleri gizli yapma anlayışı gelişmiştir. Meselâ, sadakalar, başkalarının görmeyeceği ve bilmeyeceği bir şekilde fakirlerin eline ulaşması için götürülüp bazı yerlere bırakılmış; bu düşünceyle her köşeye “sadaka taşları” yerleştirilmiş; muhtaç kimseleri minnet altında bırakmamaya, onları incitmemeye ve hasede sevk etmemeye azamî gayret gösterilmiştir. Sadakayı verenle onu alan arasına vakıflar gibi aracılar konmuş, bu sayede hem fakirlerin mahcup olmaları ve zımnî bir başa kakma tavrına maruz kalarak incinmeleri önlenmiş, hem de zenginlerin riyaya düşmelerine ve böbürlenmelerine meydan verilmemiştir. (İkindi yağmurları)
GIBTA VE HASEDE SEVKETMEMEK:
Bu hususta küçük bir tavzihte daha bulunmak istiyorum: Aynı mülahazaları paylaşan ve aynı mesleğin temsilcileri olan insanlar kendi aralarında konuşurken, şevke medar olması için bazı ikram ve ihsanları seslendirebilirler. Fakat böyle bir tahdîs-i nimette bulunurken de asla mübalağalara girmemeli; meseleyi aidiyet mülahazasına ve cemaat enaniyetine bağlamamaya da çok özen göstermelidirler. Aralarında az da olsa meslek, meşreb ve mezak farklılığı bulunan kimseler, kendi meşreplerini öne çıkarmak suretiyle diğerlerini gıptaya, hasede sürüklememeli ve kıskançlık damarlarını tahrik etmemelidirler. İnsanların şevkini arttırmak çok kıymetli olduğu kadar mü’minlerin kalblerini kazanmak, birlikte atmasını sağlamak, beraberce daha geniş dairede bir vifak ve ittifak ufkuna müteveccih olmak da çok önemlidir. Kimsenin gıpta damarını tahrik etmemek, kimseyi küstürmemek, hiçbir kalbi kırmamak, herkesin gönlünü kazanmak, her mü’minin duasını almaya çalışmak ve herkesin bir çeşit yakınlık hissetmesini sağlamak da tahdîs-i nimette bulunurken dikkat edilmesi gereken hususlardandır. (İkindi Yağmurları)
[24] MARİFET İNSANI VE CEDEL:
Diyalektik, kesin olmayan ve çok defa muhtemel mülâhazalara bağlı cereyan eden hatta bazen gidip, eskilerin ifadesiyle mugalâta ve safsataya dayanan bir çeşit tartışmanın adıdır. Ona, cedelleşme, münakaşa etme ve birbirine sataşma sanatı da denebilir. Bazı düşünürlere göre, diyalektik, herhangi bir konuda ileri sürülen ve doğru olma ihtimali de bulunan kanaatlerin açıklanması ve müdafaasından ibarettir.. bilimden önce bilime yol sayılan, ama kat’iyen bilimin evsafını hâiz olmayan bir musâhabe tarzı şeklindeki yaklaşım da diyalektik adına ayrı bir tarif.. ve daha farklı bir sürü yaklaşım... (Münazara ve Diyalektik, Yağmur Dergisi, Temmuz-2005)
DİLİN ÂFETLERİ:
Ancak aynı dil, insanın felaketini de hazırlayabilir. Bütün küfür ve küfrana vasıta sözlerin menşei dildir. Allah’a ve O’nun şânı yüce Nebisine ağız dolusu sövenler, bu çirkin günahı dilleriyle işlerler. Fesat çıkarma, İslamî oluşumlara zarar verme, bozgunculuk yapma, yalan, gıybet, iftira hep dille yapılır ve insan dili yüzünden kezzâblar sırasına düşer. Bundan dolayı, İmam-ı Gazzalî hazretleri İhya-i Ulûm’id-Din adlı eserinde “Kitab-u Âfât’il-Lisan” adı altında dilin âfetlerine de geniş yer ayırmış ve yalan, iftira, gıybet, kovuculuk, fuzulî konuşmak, çirkin sözler söylemek, alay ve istihzada bulunmak, övünmek, cedel yapmak gibi kötü şeyleri dilin âfetleri olarak saymıştır. (Ümit Burcu)
[25] SOYLULAR VE KÖLELER:
Haddizatında, kendini üstün görme ve başkalarını hafife alma duygusu belki çok daha eski medeniyetlere dayanmaktadır. Hint dinlerinden kaynaklandığı ve Hindistan’da doğduğu söylenen “kast sistemi” inancı, aslında, Enbiyâ-ı İzâmın mesajıyla iyi bir terbiyeden geçmeyen bütün insanların tabiatında vardır. Vahyin ışığına sırt dönen bütün toplumlarda havas ve avam, zenginler tabakası ve ayak takımı sınıfı ya da soylular ve köleler şeklindeki ayırımlar mutlaka olmuştur/olmaktadır. İlahî mesajın gölgesinde nefsini dizginleyememiş kimseler bazen soya-sopa, bazen mala-mülke, bazen de şana-şöhrete bağlı olarak kendilerine bir nevi kudsiyet, bir fevkalâdelik ve bir farklılık atfetmişlerdir. Kendilerinin dışındakileri de hep ikinci ya da üçüncü sınıf vatandaş olarak görmüşlerdir. Tabiat-ı beşerde bir virüs olarak saklı bulunan farklılık ve üstünlük mülahazası, hemen her fırsatta ortaya çıkmıştır ve dolayısıyla, her dönemde bazıları kendilerini Firavun tahtına oturtmuşlardır. (İkindi Yağmurları)
[26] SUN'ÎLİK VE ALAFRANGA TAVIRLAR VE MARİFET İNSANI:
Aslında daha şimdiden bir hiss-i kable’l-vukû (önsezi) ile topyekun dünya, onları sezdiği her yerde, onlara yöneliyor, onları dinliyor, onlara güven besliyor ve kurtuluşu adına Hak inayetinin onlarda temessül ettiğine inanıyor gibi.. bundan dolayı da, gittikleri her yörede iltifatlara mazhar oluyor, alkışlanıp takdirle karşılanıyor ve köpük köpük aşk u heyecanla selâmlanıyorlar.. selâmlanıyorlar ama hallerinde, ne takdir edilip alkışlanmanın hasıl ettiği şımarıklık, ne çevrelerindeki hüsn-ü zan tufanına karşı küstahlık ne de ferdî enaniyetlerini besleyen âidiyet mülâhazası ile bir fâikiyet tavrı yok onlarda, olmayacak da; inşâallah onlar hep sade yaşayacak, sade düşünecek ve sade konuşacaklardır. Gönül verdikleri yüce hakikat sayesinde, hayatları hep ukbâ buutlu ve öteler televvünlü cereyan edecek.. içtimaî münasebetleri hep meleklerinki gibi garazsız ivazsız olacak.. ve tabiî üsluplarında da asla alafrangaya girmeyecek; düşüncelerini kendi enstrümanlarıyla seslendirecek.. sözlerinin belâgatını samimî olmalarında arayarak düşüncelerini ihlasla besleyecek; hiçbir zaman cümlelerini süsleme lüzumunu duymayacak ve beyanlarında da asla dekolteye sapmayacaklardır.. halktan birer insan olarak onlar gibi oturacak, onlar gibi kalkacak, hislerini onlar gibi seslendirecek ve onlar gibi konuşacaklardır. Hattâ bazen her şeyi tavır ve davranışlarının cereyanına salarak muhataplarını gönül diliyle ağırlayacak ve onlara hâlin en tabiî, en fıtrî bestelerini sunacaklardır. (Buhranlar Ufku ve Beklentilerimiz, Işığın Göründüğü Ufuk)
[27] MARİFET İNSANI VE MAİYYET:
Erişen, ulaşan, kavuşan mânâlarına gelen vâsıl; tasavvuf erbâbınca, beden ve cismâniyetle alâkalı hicaplardan bir bir sıyrılıp, kendine ait uzaklıkları aşarak herkese ve her şeye yakınlardan daha yakın bulunan Cenâb-ı Hakk’ın maiyyetini zevken ve keşfen duyma mânâsına O’na ulaşan müntehî demektir. (Vâsıl, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)
[28] MARİFET İNSANI HEP O’NDAN BAHSEDER:
Bu makam aynı zamanda, kadehler gibi O’nun aşkıyla dolup boşalma, O’nu çılgınca sevme ve sevdirme makamıdır. Bu mertebenin vâridatıyla şahlanmış bir gönül, O’ndan bahsetmeyen her sözü israf sayar, her mülâhazayı da saygısızlık. İster ki her sözün dibâce konusu O olsun, her meclisin hitamı O’ndan bahislerle noktalansın ve herkes âşıkâne sadece ve sadece O’ndan söz etsin. Bir âşık-ı meçhul bu hissi ne hoş seslendirir:
“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan;
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa..!” (Seyr u Sülûk, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
[29] HAK’LA BERABER HALKIN İÇİNDE OLMAK:
Evet, Peygamberlikteki derinlik de bu noktadadır. Defaatle arz etmişimdir bunu; hani Abdulkuddüs Hazretleri diyor ki: “Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Mirac’da gökler ötesi alemlere gitti, Sidretu’l-Müntehâya ulaştı, Cenâb-ı Allah’la konuştu. Fakat, Cennetin câzibedar güzellikleri O’nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah’a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!.” Onun bu sözlerini değerlendiren başka bir Hak dostu diyor ki; “İşte nebî ile velî arasındaki fark budur. Biri sürekli O’na doğru gidiyor; vuslat peşinde, üns billah peşinde, maiyyet peşinde.. Beriki oraya ulaşıyor, Allah’la maiyyetini devam ettiriyor, bir ayağını oraya pekçe koyuyor; fakat, Hazreti Mevlânâ ifadesiyle, diğer ayağını yetmiş iki millet içinde döndürüyor, tattıklarını onlara da tattırmak, duyduklarını onlara da duyurmak, onları da zirveye ulaştırmak istiyor.” İşte peygamberâne tavır, peygamberâne azim budur; peygamber enginliği, peygamberâne vicdan genişliği herkesi kabulde, duyduklarını herkese duyurma gayretinde gizlidir.. Bu açıdan, Allah’a, ahirete inanan bir insan, i’lâ-yı kelimetullah vazifesinden müstağni kalamaz; gerçekten yürekten inanmışsa başkalarına da duyurmayı gönlünden, kafasından çıkaramaz. (Ümit Burcu)
***
Bazı zamanlarda ve bazı şerâit altında böyle bir rızâ arayışı insanı, halk içinde de olsa, yalnızlığa ve gurbete itebilir. Ne var ki, Allah maiyyetine ermişlerin ve peygamber çizgisini paylaşanların yalnız kalmayacakları ve gurbet yaşamayacakları da bir gerçektir. Zaten hayatlarını “üns billâh” atmosferinde sürdürenlerin vahşet ve yalnızlığı da söz konusu değildir. Böylelerinin yalnızlık ve vahşeti bir yana, muvakkat gurbetleriyle, Hakk’a daha bir yaklaştıklarını, yaklaşıp “üns” esintileriyle coştuklarını ve sonsuzdan gelen meltemleri duyarak gerilip “Allah’ım, gurbetimi artır, beni, Sen’den uzaklaştıracak şeylerin insafsızlığına terketme ve gönlüme maiyyetini duyur!” dediklerini çok işitmişizdir. (Rızâ, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
***
Kalb buudlu iğtiraba gelince o, ârifin, Hak katındakileri duyuş, seziş ve bekleyişleri açısından öyle bir gurbetidir ki; duyar, hisseder; duyup hissettikleriyle ruhânî zevklere açılır; açılır ama, vuslat-ı hakikîye kadar çevresinde Hakk’a kapalı insanların gurbetlerini ruhunda duyduğu gibi, seyr-i ruhânînin getirdiği gurbetlerden de bir türlü kurtulamaz; sürekli kalbinde, “kurbet”, “üns billâh” ve “lika” şevk u iştiyakını duyar; duyar ama, hakikî olmasa bile, ya endişe, korku ve hassasiyetinin örgüleyip yürüdüğü yollarda karşısına çıkardığı berzahların tesirinde kaldığından ya da bir kısım şuuraltı mülâhazaların resmettiği şekil ve suretler, kalb gözü hadekasını birer perde gibi sardıklarından, derecesine göre muğteribin yakînî, zannî, tahmînî veya vehmî bir gurbeti söz konusudur ki, değişik dalga boyundaki bu şerareler, vefa, sadâkat ve kurb hususiyetlerine çarparak onların ruhî şekillerine dokunur.. ve şekil değişmelerinden meydana gelen boşluklarda gurbet esintileri duyulmaya başlar ki, işte bu, mütemadî bir iğtirabtır. (İğtirab, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)
[30] İnsanoğlu karakter, ruh, muhteva, istidat, zenginlik, ağırlık açısından eşiyle özden veya ferd-i hakikî diyeceğimiz bir nefisten yaratılmış; sonra da ondan veya onun cinsinden, muhtevasından bir ikinci varlıkla eşler hâline getirilmiştir. Yani insanın eşini de yine insanın mâyesini teşkil eden temel unsurlardan şekillendirerek birbirine muhtaç, birbirini tamamlayan, birbiriyle huzur ve itminana eren, birbirini duyan, hisseden, anlayan, birbirine açılabilen bir vâhidin iki yüzü gibi yaratarak, görünümdeki çoğu muhtevadaki vahdete ircâ ederek, tevhid disiplinini hatırlatmış; böyle bir yaratılışa mazhariyetimizi hatırlatarak sinelerimizi şükürle coşturduğu aynı anda idraklerimizde de hamd hissini harekete geçirmiştir. (Kur'ân’dan İdrake Yansıyanlar)
يَا أَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا إِذَا لَق۪يتُمْ فِئَةً فَاثْبُتُوا وَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَث۪يراً لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Herhangi bir muharip topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok çok anın ki başarıya erişesiniz.” (Enfâl sûresi, 8/45)
Evvelâ, buradaki “Allah’ı zikir” kaydından şunlar anlaşılabilir:
1) Normal gündelik hayatta, hususiyle de düşmanla mücadele anında kalben hiç gafletin olmaması vurgulanmaktadır ki, kalben gaflet içine giren herkese bu husus sık sık hatırlatılmalı ve uğrunda mücahede ettiği Rabbini hem kalben hem lisanen anması sağlanarak, insanların ölüp öldürüldükleri yerler bile birer kudsî mâbed hâline getirilmelidir.
2) Zikir, aynı zamanda savaş esnasında “ALLAH, ALLAH, ALLAH” diye bir haykırmadır ve böyle bir tavır karşı tarafın moralini olumsuz olarak etkilemede çok önemlidir.. ve tabiî Müslüman cephenin de moralini yükseltme, onlara aşk u şevk pompalamada da... Rica ederim, günümüzde dilin ucuyla, mücerret “Allah, Allah” deme, eğer bizde gerilim, düşmanda korku hâsıl ediyorsa –ki, mutlaka hâsıl ediyor– kalbten coşup gelen ve şuurluca yapılabilen bir zikrin, insana neler kazandıracağı düşünülsün…
3) Zafere ermenin Allah’ı zikir ve sebat u devama bağlanması hususuna gelince, o ayrıca üzerinde ciddî olarak durulması gereken bir husustur. (Kur'ân’dan İdrake Yansıyanlar)
[32] MARİFET İNSANI VE CİDDİYET:
Ciddiyet, bir mefkûre insanının, hayatının gayesi bildiği dâvasını ve vazifesini üstün bir gayretle ele alması, sorumluluklarını derin bir mesûliyet şuuruyla ve fedakârca yerine getirmesi manâsına da gelir. Bu manâda, ciddiyetin sistemli düşünmeye, sağlam plan ve projeler ortaya koymaya ve büyük bir azimle sa’y u gayrette bulunmaya bakan yönleri de vardır. Nitekim “Men câle nâle – Yollar yürünerek alınabilir, zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabilir; azimle yola koyulan ve yolculuğun gereklerini yerine getirenler hedeflerine nail olurlar” ve “Men talebe ve cedde, vecede – Bir şeyi gönülden dileyen ve onu elde etmek için azim ve iradesinin hakkını vererek çalışıp çabalayan insan mutlaka istediği o şeyi bulur” düsturları bu hakikati ifade etmektedir. (İkindi Yağmurları)
***
Haddizatında, insanların hal ve hareketlerindeki, oturuş ve kalkışlarındaki ciddiyet iman ve marifet derinliğine bağlıdır. Dolayısıyla, ciddiyetin seviyesi her insana, o insanın iman ve marifet ufkuna, ayrıca ciddî olması gereken yere ve konuma göre değişiklik arz eder. (İkindi Yağmurları)
[33] Aslında bu sohbetlerde (SOHBET-İ CÂNÂN) en önemli gaye, imanın marifet ufkuna ulaştırılması, marifetin “yakîn”in değişik mertebeleri sürecine bağlanması, Hakikat-ı Ahmediye vesayetinde kalb ve ruhun hayat mertebelerinde seyahatler gerçekleştirilmesi ve bu seyahatlerin de şuurlu temâşâ ile değerlendirilmesidir. Böyle bir seyahat ve temâşâda gönül erlerinin en önemli sermaye ve azıkları da, zikr ü fikir gibi kalb ve lisan amelleriyle letâifi harekete geçirmek, şevk ü şükürle de ilâhî mevhibelere karşı liyakatini ortaya koymaktır. (Sohbet ve Musahabe, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
***
Evet, namaz, miracın gölgesinde öteler ötesine yapılan bir seyahat ise, secde de o namazda en âzâm bir rükün olduğuna göre, insan secdede nihaî kurbeti hissetmeye ve kalbinde onu yakalamaya çalışmalıdır. Bana göre secde, Mevlâna’nın tabiriyle “şeb-i arus” misali insana değerlendirmesi için verilmiş bir fırsattır. Herkesin mârifet ufku ve kâmet-i kıymeti ölçüsünde “âsâr-ı feyz”e mazhar olabileceği bir zemindir. Secde Allah’ın haricinde her şeyin ve herkesin nefyedilip “illallah” deneceği mekândır ve onun Rabbisiyle olan kurbet yudumlayacağı bir yerdir.. evet Cenâb-ı Hakk’ın şanına muvafık kemal-i inkıyadın adıdır secde. Öyleyse burada ne, nasıl, ne şekilde ve niçin yapılması gerekiyorsa, bunlar nazara alınarak yapılmalıdır. (Fasıldan Fasıla-4)
HAREM DAİRESİNİN ÂDÂBI
Diğer taraftan, bir insanın marifet ufku da onun mükellefiyet çizgisinin belirlenmesinde çok önemli bir unsurdur. Hak dostları, “Hasenâtü’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrebîn - Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrebîn için günah sayılır.” demişlerdir. Bu söz de, -füruat açısından- şer’î kıstasların bazı insanlara göre değişiklik gösterebileceğini ifade etmektedir. Evet, bazı kimseler vardır ki, onlar konumları itibarıyla, daima hıfz u inayet altındadırlar ve onların da bu himayeye karşı vefalı davranmaları beklenir. Bu itibarla, avam ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınırken, ebrar makam ve derecâtı muhafaza duygusuyla O’nda fâni olmaya çalışırlar; fakat, mukarrebîn halkasındakiler O’ndan başka her şeye karşı kapanma peşinde olmalıdırlar.
Bir insan, marifet ufku açısından kendisini Cenâb-ı Hakk’a çok yakın hissediyorsa, mesela, bir kurbet kahramanının dediği gibi “Başımı secdeye koyarken Arş-ı İlahî’ye dokunacakmış gibi oluyorum” diyorsa, artık o harem dairesine alınmış demektir ve onun her hareketinin hareme uygun olması gerekir. Gayri o, sokakta değildir, giriş kapısında değildir, koridorda ya da bekleme salonunda da değildir; harem dairesine girmiş, otağını sarây-ı hümâyunun merkez noktasına kurmuştur. İşte orada, oturma da başka türlü olur kalkma da, konuşmanın da keyfiyeti değişir susmanın da.. harem dairesindeki tavır ve davranışlar tamamen hususîdir. Hatta, çoğu zaman orada dili tutmak yetmez, o makam gönlün meyillerini de zabtetmeyi gerektiren bir makamdır. (Ölümsüzlük İksiri)
[34] HEL MİN MEZÎD İNSANI OLMAK:
Ayrıca, titiz yaşamak, kayıp düşme ihtimallerini azaltır. Titiz yaşamanın da birkaç yanı vardır. Bunlardan birisi, imanını güçlendirme adına doyma bilmeyen bir ruh hâletine sahip olmaktır. Değişik münasebetlerle tekrar ettiğimiz gibi, Ayetü’l-Kübra risalesindeki, kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın hâli bu meselenin en güzel misallerinden biridir. O mütefekkir yolcu kâinattaki her sayfayı okudukça imanı kuvvetlenip mârifeti daha da ziyadeleşir ve onun gönlünde iman-ı billâh hakikatı bir derece daha inkişaf eder. Semâ ve arz gibi kainat sayfalarından pek çoğunu dinlediği hâlde yine de doymaz; mesela, denizlerin ve nehirlerin zikirlerine de kulak verir ve sürekli “Hel min mezîd” - Daha yok mu?” deyip durur. İşte, o seyyah gibi “Hel min mezîd” insanı olma çok önemlidir. Mü’min her gün kendi kendine, “Ben Allah’ı şu kadar biliyorum; fakat bu yetmez bana; O’nu öyle bilmeliyim ki, imanım, marifetim, Allah’a karşı alakam, -bazen aşk, bazen muhabbet, bazen iştiyak, bazen Cenâbı Hakk’ın inayeti manasına da gelen cezb ve bazen de o inayete kendini salma manasında incizap şeklinde tecelli eden alakam- daha da kuvvetlensin ve mertebe katetsin.” demelidir. Madem “Aksa’l-gâyât”a talibiz, dualarımızda onu istiyoruz; öyleyse bugünkü marifetimizin dünküyle aynı seviyede olmasına rıza gösteremeyiz. İki günümüzün eşit olmasını kabullenemez, onu bir aldanmışlık sayarız. Bu sebeple, başkaları hakkında hüsn-ü zan etsek de, şahsımız adına iman ve marifet hususundaki çok küçük bir kayma ihtimalini bile çok büyük bir tehlike olarak nazar-ı itibara almalı ve o ihtimalin gerçekleşmesine katiyen fırsat vermemeliyiz. (Ümit Burcu)
ŞEVK U İŞTİYAK:
Şevkin menşei muhabbet, muhabbetin neticesi de şevktir. Hasretle yanan bir kalbin şifâsı vuslattır; şevk de bu yolda nurdan bir kanat.. âşık vuslata erince, şevk de zâil olur; ama iştiyak daha da artar ve müştakın vicdanı her mazhariyetten sonra köpürür ve “Hel min mezîd” (Daha var mı, artırılamaz mı?) der.
Onun içindir ki, her an ayrı bir mârifet, ayrı bir muhabbet ve ayrı bir zevk-i rûhânî ile aşkı, şevk ufkunda, şevki, iştiyak kutbunda devredip duran Ufuk İnsan ve Kutup Peygamber (s.a.s.), bir vuslat kuşağı sath-ı mâilinde en birinci dilek olarak: “Allah’ım Sen’den, Sen’in cemâl-i bâ kemâlini müşâhedeye ve Sana vuslata şevk istiyorum.” sözleriyle O’na yalvarır ve mezîd ister. (Şevk u İştiyak, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
HEL MİN MEZÎD KAHRAMANI:
İnsan, hayatı boyunca bir minareye tırmanıyor gibidir ve öyle olmalıdır. Minarenin şerefesine ulaştığı an ise onun ölüm anıdır. Onun için insan şerefeye ulaşıncaya kadar sürekli hep bir basamak merdiven atlamaya bakmalıdır. Hep daha yukarı, daha yukarı, daha yukarı demelidir. Bir başka tabirle o bir “Hel min mezîd” kahramanı, devamlı araştıran, ilerleyen, tahkikatta bulunan, ilimde, fikirde, mârifette derinleşen, ama bir türlü doyma bilmeyen bir yolcu gibi olmalıdır. Tıpkı Âyetü’l-Kübra’daki seyyah gibi. Çünkü bizim bu tür yenilenmeye ihtiyacımız var. Herkesin, ilim erbabının da, erbab-ı tarikatın da ihtiyacı var. (Gurbet Ufukları)
[35] (Allah'tan başka ilâh bulunmadığına) şahid bizzat Allah’tır. (Âl-i İmrân sûresi 3/18)
[36] Bütün melekler, hak ve adaletten ayrılmayan ilim adamları da bu gerçeğe, (Aziz ve hâkîm Allah’tan başka ilâh olmadığına) şahittirler. (Âl-i İmrân sûresi 3/18)
[37] İşte herkesi ve her şeyi o engin imanıyla bu çerçevede gören bir mü'min, her zaman kendini bütün insanları kıskandıracak ölçüde çok buudlu bir huzur atmosferi içinde hisseder ve imanlı yaşamanın tariflere sığmayan zevkleriyle kendinden geçer.. evet, ne kavga ne nizâ; bütün enerjisini duyup zevkettiklerini başkalarına da duyurma ve o derûnî hislerini herkesle paylaşma, gücü yettiği nisbette ufukların körlüğünü açarak bütün insanları bu zevk zemzemesine ulaştırma istikametinde çırpınır durur.. (Huzur Ufku, Işığın Göründüğü Ufuk)
[38] “..Biz Allah'a aidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.” (Bakara sûresi 2/156)
[39] Kehf sûresi 18/10.