Hicret Yurdunu Barışın Kubbesi Yapma





Author: Dr. Selim KOÇ - min read. - Post Date: 04/05/2022
Clap

Şehirleri emin ve güvenli kılacak kimseler ise orada yaşayan fertlerdir. Nitekim hicretten önce savaş, kavga, yağma ve çeşitli hukuksuzlukların hakim olduğu bir şehir olan Yesrip, müminlerin oraya göç etmesiyle yeni bir şekil almış; emniyet ve güvenin, hukuk ve adaletin merkezi haline gelmiştir.

Hicretten sonra muhacirlere düşen önemli vazifelerden birisi de kendilerine kucak açan, sahip çıkan ve ensar olan toplumla birlikte ortaklaşa projeler geliştirip hicret diyarının kalkınmasına katkıda bulunmanın yanında manevi imarına da yardımcı olmaktır. Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), muhacir ve Ensâr’a bu hedefi gösterirken Medine-i Münevvere’yi nazara verir ve şöyle buyurur:

Medine, İslâm’ın/sulhun kubbesi, imanın/güvenin vatanı ve hicretin yurdudur. Bir de helâl-haram, hak ve adalet anlayışının tam olarak gözetildiği yerdir.”[1] O, bu beyanlarıyla hicret yurdunun dört ana özelliğine dikkat çekerken aynı zamanda muhacirlerin/müminlerin omuzlarına dört de sorumluluk yükler:

 

1- Hicret Yurdunu Barışın Kubbesi Yapma

İnançlarını, ahlâkî ve insanî değerlerini yaşama ve yaşatma adına dünyanın farklı coğrafyalarına göç eden muhacirlerin bir misyonu da yaşadığı ülke ve şehirlerin barışına katkıda bulunmaktır. Allah Resûlü, hadisin başlangıcında “Medine, İslâm’ın kubbesidir!” derken ıstılahî anlamıyla İslâm dinini kastettiği kadar aslında kelimenin literal manası olan sulh ve barışı da kasteder. Dolayısıyla bu ifade, kavramın her iki anlamını da içine alacak şekilde anlaşılmalı ve öyle tercüme edilmelidir.

Sözlükte İslâm, “sulh ve selâmet maksadıyla boyun eğmek, tâbi ve teslim olmak, kurtuluşa ermek, barış yapmak, barış ortamına girmek” gibi manalara gelen “silm” kökünden türetilmiş bir kelimedir. Kelimenin örfte kazandığı anlam ise “doğruya ve hakka uyma” anlamıdır ki hadisin tam olarak anlaşılması ve yaşanması için bunun da göz ardı edilmemesi gerekir. Buna göre muhacir, “hicret yurdunun”, barışın, doğruluğun, hak ve adaletin merkezi haline gelmesi için azami gayret sarf eden ve yaşadığı şehirlere/ülkelere kendisinden beklenen bu katkıları sunabilen kimsedir. Bir taraftan toplumsal barışa katkıda bulunurken diğer taraftan içtimaî sulhu korumak da önemli bir sorumluluktur. Aksi taktirde insan içtimaî sulha zarar verdiği ölçüde mesul olacaktır.

Bunun içindir ki Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), hak, hukuk ve adalet tanımayıp yaşadığı şehirlerin barış ve güven ortamına zarar verenleri Cehennem azabına karşı uyarır:

Benden sonra karanlık geceleri aratmayacak fitneler yaşanacak. O dönemde mümin olarak sabahlayacak -fakat yaşanacak fitneler karşısında itikat ve istikametini koruyamayıp- kâfir olarak akşama girecek.” Orada hazır bulunanlardan birisi

“Ey Allah’ın Resûlü! Şayet biz o döneme ulaşırsak ne yapalım?” diye sorar.

“Evlerinize kapanın ve tamamen zikirle meşgul olun!” cevabını verir. Aynı şahıs,

“Ya Resûlellah! Şayet evimize de girilirse ne yapalım?” deyince,

“O zaman eline hakim ol ve kimseyi öldürmeye kalkışma! Öldürülen ol ve fakat öldüren olma! Zira bir kimse ‘İslâm’ın kubbesinde’ yaşadığı halde, kardeşlerinin kanını döker malını gasp eder ve Rabbine isyan ederse Cehennem ateşi onun için vacip olur.[2] buyurur.

Dolayısıyla hicret yurdunda muhacirin ilk vazifesi, inandığı ve yaşadığı evrensel insanî değerleri çevresiyle paylaşarak hicret yurdunu barışın kubbesi haline getirme gayretidir. Şayet göç ettiği ülkede/şehirde gerçekten tam olarak bu değerler hakim ise o zaman bu ilkelerin daha da yerleşmesine ve barışın daha da kökleşmesine ve bütün insanlığı içine alacak şekilde yaygınlaştırılmasına destek olmalıdır.

 

2- Hicret Diyarını Güvenin Vatanı Haline Getirme

Hicret yurdunda muhacirlerin bir vazifesi de bulundukları bölgelerin/şehirlerin birer emniyet ve güven yurdu haline gelmesine katkı sunmaktır. Hadis-i şerifte Medine-i Münevvere’nin (دار الايمن) yani “Allah’a ve ahirete imanın yurdu” olarak nitelendirilmesinin hikmetlerinden birisi de -bilinen genel manasının yanında- şehrin “emniyet ve güven yurdu”, toplumun ise bir “güven toplumu” haline gelmesidir.

Ülkelere, şehirlere değer katan pek çok unsur vardır: Tabii güzellikler, tarih, iklim, uygarlık, kültürel faaliyetler, ekonomi, nüfus, dini hayat vb… Ancak bütün bunların bir değer ifade edebilmesi, o şehrin sahip olduğu emniyet ve güvenle doğru orantılıdır. Bir diğer ifadeyle bütün bu saydığımız güzellik unsurları yanında bir şehirde/toplumda can ve mal güvenliği yoksa o şehir/o ülke ne kadar güzel olsa da yaşanacak bir yer/toplum değildir. Onun için şehirlerin gerçek değerini belirleyen vasıf, güvendir. Kur’ân ve Sünnet’in ifadesiyle böyle mekânlar “harem”dir yani saygıdeğer, güvenli kılınmış Allah katında da değerli mekânlardır.

Bu zaviyeden Kur’ân’a bakıldığında Mekke’nin değerli kılınışı, emniyet sıfatıyla birlikte kullanılarak hürmetli oluşuna özellikle dikkat çekilir:

Görmüyorlar mı ki etraflarında bulunan insanlara saldırılırken, can güvenlikleri yokken, Biz Mekke’yi (حَرَمًا أۤمِنًا) (haremen âminen) yani dokunulmaz, hürmetli emin bir belde yaptık. Hâla mı batıla inanıp Allah’ın nimetlerini inkâr edecekler?[3]

Bu yüzdendir ki Allah, bu mekânı kendisine en sevimli belde olarak ilân etmiş[4] ve emniyetinin ihlâl edilmemesi gerektiğini özellikle talim buyurmuştur.[5] Allah Resûlü de

Hz. İbrahim, Mekke’yi harem kıldığı gibi ben de Medine’yi harem kıldım.”[6] buyurmuş ve hicret yurduna ayrı bir değer verilmesi gerektiğini ders vermiştir.

Şehirleri emin ve güvenli kılacak kimseler ise orada yaşayan fertlerdir. Nitekim hicretten önce savaş, kavga, yağma ve çeşitli hukuksuzlukların hakim olduğu bir şehir olan Yesrip, müminlerin oraya göç etmesiyle yeni bir şekil almış; emniyet ve güvenin, hukuk ve adaletin merkezi haline gelmiştir. Vahyin getirdiği temel prensipler sayesinde karanlıklardan aydınlığa çıkarılan toplumda fertler güven vasfıyla öne çıkmıştır. Bu anlamda Allah Resûlü mümini,

Mümin, insanların kendisinden emniyette ve güvende olduğu kimsedir.”[7] diye tarif buyurmuştur. Bir başka beyanlarında ise Müslüman’ı tanımlarken yine emniyet ve güvenle irtibatlı şöyle tanımlamıştır:

Gerçek Müslüman herkesin ve her şeyin dilinden ve elinden emniyette ve güven de olduğu kişidir.”[8]

Dolayısıyla iman, başkalarının temel hak ve hürriyetlerine ve kutsallarına gerek dille gerek elle zarar verilmesini yasaklar; her iki yönüyle de inanan insanı yaşadığı toplumda/çevrede emin ve güvenilir olmaya davet eder. Bu açıdan hakiki müminlerin yaşadığı diyarlar, emniyet ve güven yurdu olduğu gibi öyle bir toplum da emin bir toplumdur. Aynı hadisin devamında Allah Resûlü’nün hakiki muhaciri de “Asıl muhacir de Allah’ın yasakladıklarını terk edendir!” diye tarif etmesi, hicretin maddi bir cephesinin yanında manevi cephesinin de olduğunu gösterir. O zaman sadece salt iman değil, asıl mesele inancı hayata taşımak; onu emniyet ve güvene, fert ve toplum olarak Allah’ın yasakladığı her şeyden hicrete dönüştürmektir.

 

3- Hicret Yurdunu Hicretin Merkezine Dönüştürme

Hicret ettiği diyarlarda muhacirin bir vazifesi de yaşadığı mekânları, insanî ve ahlâkî değerlerin yaşandığı ve yaşatılmaya çalışıldığı, İslâm’ın hak ve adalet anlayışının tam olarak temsil edildiği örnek ve yaşanabilir yerlere dönüştürme gayreti olmalıdır. Bu manada şehirler gerçekten istenen bir seviyede ise o zaman onun bu vasıflarının hem korunmasında daha da güçlendirilmesinde hem de bu değerlerin muhtaç bölgelere taşınmasında aktif rol almalıdırlar.

Bunun yanında muhacirler, hicret diyarını bütün kötülüklerden arındırma, iyiliklerle buluşturma; evrensel insanî değerlerin çiçek açtığı faziletli şehirler haline getirme ceht ve gayretini ihmal etmemelidirler. Zira vazifenin bir boyutu güzeli/iyiliği yaşama ve yaşatma diğer boyutu ise kötülüklerle mücadeledir. Onun için bir taraftan hicret iyiliklerle ve iyilerle buluşma diğer taraftan kötülerden ve kötülüklerden uzaklaşma ve uzaklaştırma manalarıyla her iki alanda da devam etmeli ve meyvelerini vermelidir. Sonuçta böyle bir belde de hem idareci hem de sakinleriyle, Kur’ân’ın “…Ne hoş ne temiz bir diyar!..”[9] diye takdir edeceği belde-i tayyibeye dönüşür.

Dolayısıyla hicret diyarlarını bu ilâhî takdiri hak edecek seviyeye ulaştırma adına muhacirler üzerine düşeni yapmalı ve şehirleri bu ufka taşımanın, omuzlarına konulan bir misyon ve onlar için belirlenen bir hedef olduğunu unutmamalıdır. Bu manada Allah Resûlü’nün Yesrib’e hicretten sonra orayı bir “mübarek bir belde”ye dönüştürme gayretleri müminler için örnek olmalıdır. Onun bu gayretleri şehri daha yaşanılır hale getirmekle kalmamış aynı zamanda yaşamak isteyen kimselerin de göç edip maddi-manevi huzur içinde yaşayabilecekleri nurlu bir belde haline gelmesini sağlamıştır. Dün içindeki kavga, savaş, düşmanlık ve entrikalar yüzünden toplumsal huzursuzluklarla yerilen Yesrip, hicretten sonra muhacirlerin gayretleriyle “Medine-i Münevvere” ve “Taybe” adı başta olmak üzere pek çok güzel isimle de anılır olmuştur.

 

4- Hicret Diyarını, Hak ve Adalet Yurdu Kılma

Allah Resûlü’nün Medine ile ilgili beyanlarında nazara verdiği son nokta ise hak ve adalet anlayışıyla ilgilidir:

Medine helâl ve haramlara tam olarak riayet edilen bir diyardır.” Genel tanımıyla haram, bir kimseden kesin olarak yapılmaması istenen her fiil ve davranışı ifade eder. Helâl ise bunun tam zıttıdır. Allah Resûlü burada özellikle haram ve helâl kavramlarını kullanarak bu câmi’ iki terimle hak ve adalete vurgu yapmıştır. Zira her iki kavram hem Allah haklarını hem de fert ve toplum haklarını içine alan geniş muhtevaya sahip terimlerdir. Bu açıdan ifade bütün bir toplumu kuşatan bir manaya sahiptir. Buna göre şehirleri bir “belde-i tayyibe” haline getiren ve oraları yaşanılır kılan önemli dinamiklerden birisi de orada helâl ve harama yani hem Allah hem de insan haklarına dikkat etmek, bir diğer ifadesiyle adaleti tesis etmektir.

Din, haram ve helâllerden yani emir ve yasaklardan ibarettir. Ancak her iki kavramı da hak ve adalet terimlerinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Zira kulları ilgilendiren haramlar-helâller kişilerin şahsıyla ilgili olduğu kadar içinde yaşadığı toplumla da alâkalıdır. Bir kimsenin helâl ve haramlara dikkat etmesi hem Allah’a hem kendine hem de topluma karşı sorumluluklarını tam olarak yerine getirmesi demektir. Böylece o hem kendisini hem de içinde yaşadığı toplumun bireylerini koruma altına almış olur. Aksi taktirde helâl ve haramların sadece yeme-içme ve giymeyle sınırlandırıldığı bir toplumda hak ve adalet ihmale uğrar; fertlerin hakları zayi olur, adaletin yerini zamanla zulüm alır.

Dolayısıyla muhacirin bir vazifesi de yaşadığı mekânları hak ve adaletin tam olarak yaşandığı ve yaşatıldığı bir merkeze dönüştürmek; adalet denilince ilk akla gelen yerler haline gelmesine katkıda bulunmaktır. Bunun için muhacirin, içinde yaşadığı hicret toplumuyla birlikte hareket ederek her hak sahibinin hakkını alması ve adaletin tam olarak gerçekleşmesi adına mücadele etmesi hicretinin önemli bir meyvesidir.

 

Sonuç

Hicretten maksat sadece zulümden kurtulma ve inancını daha hür bir ortamda yaşama meselesi değildir. Bu, her ne kadar mukaddes göçün bir gerekçesi olsa da mümin için asıl hedef, hicret ile sahip olduğu manevî ve evrensel değerleri bütün bir insanlıkla paylaşma yollarını araştırma ve yaşadığı mekânları barışın, emniyet ve güvenin, iyilik ve güzelliklerin, huzurun hakim olduğu bir Cennet bahçesine çevirme gayreti olmalıdır. Allah Resûlü hicret diyarı Medine’yi, şirk, kavga, savaş, yalan, aldatma, kin, nefret buğz vb.. her türlü kötülüklerden arındırıp sevgiyi, merhameti, kardeşliği ve sulhu hakim kılmış ve yaşadığı hicret yurdunu insanlık medeniyetinin bir merkezi haline getirmiştir.

O, Medine’yi harem bölge ilân etmiş ve sadece insanlarının değil hayvanlarının ürkütülmesini, çevresine ve bitki örtüsüne zarar verilmesini dahi yasaklamıştır. Bu yönüyle Medine’yi canlı cansız her şeyin ve herkesin emniyette ve kendisini güvende hissettiği bir barış şehri olarak inşa etmiştir.

Benim evimle minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir.”[10] buyurmuş ve muhacirlerin omuzlarına, yaşadıkları mekânları cennetlere dönüştürme vazifesi yüklemiştir. Dolayısıyla muhacirler, en dar dairede kendi hanelerinden işe başlayarak en geniş dairede bütün bir insanlığı içine alacak şekilde çevrelerini maddî-manevî “cennetleştirme” gayretinde olmalıdır. Muhacir, insanlığa karşı bu manadaki sorumluluklarını yerine getirdiği ölçüde göçü hicret, kendisi de hakiki muhacir olacaktır.

 

[1] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat (5618); Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs (6678); Münâvî, Feyzu’l-Kadir, VI/264.

[2] Heysemî, Zevâid, VII/306.

[3] Ankebût Sûresi, 29/67.

[4] Bkz. Tirmizî, Menâkıb 68 (3925).

[5] Bkz. Hac Sûresi, 22/25.

[6] Müslim, Hac 454 (1360), 475 (1374).

[7] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, I/70; Ahmet İbn Hanbel, Müsned (12583).

[8] Buhârî, İman 4,5; Tirmizî, İman 12, Kıyamet 52.

[9] Sebe’ sûresi, 34/15.

[10] Buhârî, Fadlu salât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne 5; Nesâî, Mesâcid 7 (693).

Author: Dr. Selim KOÇ - min read. - Post Date: 04/05/2022