İslâm’da İnsan Hakları (2)
Günümüzün tartışmalı konuları hakkında İslâm’ın yaklaşımları ortaya konulurken tepkisellikten ve aşırılıktan uzak durulmasına, savunmacı veya özür dileyici üslubun bırakılmasına, aşağılık kompleksinin ve mağlubiyet psikolojisinin terk edilmesine ihtiyaç var.
Konuya girmeden evvel birkaç hususa dikkat çekmek istiyoruz. Günümüz dünyasında yüceltilen demokrasi, özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi bir kısım değerlerin İslâm’daki yerini ele almanın önündeki en büyük handikaplardan biri, teori ve pratik arasındaki derin uçurumdur. Birileri ne zaman Kur’ân ve Sünnet’in insana, insan özgürlüğüne, insan haklarına, hak ve adalete verdiği önemden bahsetse, hemen karşılarına İslâm dünyasının mevcut tablosu koyuluyor ve haklı olarak “O hâlde neden Müslümanlar bu değerleri temsil etmiyorlar?” sorusu yöneltiliyor. Allah Resûlü’nün ve sahabe-i kiramın örnek hayatlarından bahsedildiğinde, anlatılanlar ütopya gibi karşılanıyor. Halihazırda temsil edilmeyen veya edilemeyen ilke ve değerlerin edebiyatını yapmak “hamaset” olarak görülüyor.
Bu tür tepki ve itirazlarını dile getiren insanlar bütünüyle haksız sayılmazlar. Bununla birlikte ne bugünkü Müslümanların perişan vaziyeti ne de dile getirilecek itirazlar bu tür meselelerin dindeki yerini ortaya koymaya mâni olmamalıdır. Halihazırda yaşanan tembellik, geri kalmışlık, istibdat, cehalet, iftirak gibi problemlere bakarak kendi kültür mirasımızı görmezden gelemez, ona sırt çeviremeyiz. Bize düşen vazife, İslâm’ın temel referans kaynaklarından ve insanlığın ortak tecrübesinden yola çıkarak mevcut problemler için çözüm yolları göstermek olmalıdır.
Günümüzün tartışmalı konuları hakkında İslâm’ın yaklaşımları ortaya konulurken tepkisellikten ve aşırılıktan uzak durulmasına, savunmacı veya özür dileyici üslubun bırakılmasına, aşağılık kompleksinin ve mağlubiyet psikolojisinin terk edilmesine ihtiyaç var. Aksi takdirde söylenen sözler tesirini kaybediyor ve hatta ters tepiyor. Kur’ân ve Sünnet naslarıyla Allah Resûlü’nün fiili uygulamalarından yola çıkarak yapacağımız açıklamalarda da görüleceği üzere İslâm’ın hem insan haklarıyla ilgili hem de daha başka güncel meselelerle ilgili modern dünyaya söyleyecek çok sözü vardır.
Özellikle insan hakları, İslâm’ın en çok üzerinde durduğu alanlardan biridir. Yeter ki onun mesajı, kendi renk ve deseni korunarak dengeli bir şekilde muhataplara ulaştırılabilsin. Çünkü dinler, insanı her tür baskı ve zorbalıktan kurtarmak, özgürleştirmek, yüceltmek, ona gerçek konum ve değerini kazandırmak için gelmiştir. İnsan haklarının özü, eşitlik ve hürriyettir. Bunlar da Kur’ân ve Sünnet’in gerçekleştirmeyi hedeflediği öncelikli değerlerdir. Aynı şekilde insan hakkı ihlâllerini önlemek, zulme engel olmak ve insan için onur ve haysiyetiyle yaşayabileceği bir ortam hazırlamak, Kur’ân’da ısrarla üzerinde durulan emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerin birer çeşididir.
Burada şu hususun da göz ardı edilmemesi gerekir: Maalesef güçlü ve üstün olan medeniyetlerin elindeki bütün değerler makbul görülüyor, onların söylediği bütün sözler doğru kabul ediliyor. Siyasi ve iktisadi güçle, sahip olunan değerler arasında mutlak bir ilişki kuruluyor. Dolayısıyla çokları Batı’dan gelen her şeyi “vahiy” gibi telakki ediyor. Buna karşılık zayıf düşmüş ve geri kalmış milletler tarafından seslendirilen her tür fikre de peşinen karşı çıkıyor. Dile getirilen fikirler gücünü, akıl, mantık ve muhakemeden değil; genellikle içinden çıktığı kültür ve medeniyetten alıyor. Bu da farklı fikir, ideoloji ve dünya görüşleri arasında haksız bir rekabete yol açıyor.
Şayet İslâm’ın insan hakları alanında ortaya koyduğu hüküm ve düzenlemeler kritik edilecekse bu, modern insan hakları kuramı esas ve ölçü alınarak yapılmamalıdır. Zira bu takdirde peşinen modern insan hakları kuramının bütünüyle kusursuz ve eksiksiz olduğunu kabul etmiş, onu en ideal ve mükemmel bir seviyeye yerleştirmiş oluruz. Halbuki biz biliyoruz ki henüz üzerinde ittifak edilemeyen birçok konu vardır. Belirli hak ve özgürlüklerin meşruiyeti hâlâ tartışılıyor. En azından birçok hakkın nerede başlayıp nerede bittiği, haklar arasındaki dengeler, hakların hangi durumlarda ne kadar kısıtlanabileceği gibi pek çok konu güncel değerini koruyor. Dolayısıyla İslâm’ın insan hakları hakkındaki tavır ve tutumu akıl, mantık, muhakeme, fıtrat kuralları, insanın maddi ve manevi ihtiyaçları, huzur ve mutluluğu, birey-toplum ilişkisi gibi farklı açılardan değerlendirilmelidir.
Son olarak bir noktaya daha dikkatlerinizi çekmek istiyoruz. İnsan haklarının tarihî gelişimi ele alınırken Magna Carta’nın ötesine geçilmez. Çoğu araştırmacı insan haklarını 1215 yılında İngiliz kralıyla monarklar arasında imzalanan Magna Carta anlaşmasıyla başlatır ve hatta bazıları bu anlaşmayı insan hakları açısından köşe taşı olarak arz eder. Ne var ki bu, kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. En azından Allah Resûlü döneminde imzalanan Medine Vesikasına veya Veda Haccına bakılacak olsa, Magna Carta’dan altı asır önce onun çok ötesinde hak ve özgürlüklerden bahsedildiği görülecektir.
Aynı şekilde daha sonraki açıklamalarda da görüleceği üzere, Kur’ân ve Sünnet naslarında insanla ve insan haklarıyla ilgili vaz edilen hükümler çığır açıcıdır. Bütün bunların görmezden gelinmesi ve üzerinde durulmaması iyi niyetle telif edilemez. İslâm’ın bu alanda vaz ettiği hükümlerin Magna Carta kadar değeri yok mudur? Maalesef çoğu araştırmacı demokrasi, insan hakları, eşitlik ve özgürlük gibi kavramları ele alırken merkeze Batı’yı almakta, günümüze yön veren bütün evrensel ve insanî değerlerin kökenlerini Batı’da aramaktadır. Ne var ki böyle bir tavır ciddi bir önyargının ve şartlanmışlığın neticesidir.
Hak-Sorumluluk Dengesi
Daha önce üzerinde durulduğu üzere günümüzde “insan hakları” âdeta tılsımlı bir kavram hâline geldi. Neredeyse hiç kimse “hak” mefhumunu bu ölçüde öne çıkarmanın toplumsal neticeleri üzerinde durmuyor. İnsan haklarının korunması, bireyin her tür zulüm ve haksızlıktan uzak bir şekilde şahsiyet ve onuruyla huzur içinde bir hayat yaşayabilmesinin en büyük garantisi olarak görülüyor. Biz de buna karşı çıkacak değiliz. Fakat meselenin birkaç yönüne dikkat çekmeden geçemeyeceğiz.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki hakkın olduğu yerde vazife ve sorumluluk da vardır. Çünkü birilerinin hakkı olan şeyler, başkaları için görevdir. Bu iki kavram arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Örnek vermek gerekirse, birilerinin hayat hakkı varsa, başkalarının da hayata kastetmeme görevi vardır. Birisinin mülkiyet hakları, başkalarına o mülkiyete haksız yere el uzatmama sorumluluğu yükler. Çocuğun hakları, anne-baba için görevdir. Vatandaşın haklarına riayet etmek de devletin sorumluluğu dahilindedir. Kısacası hak ve görev kavramları birbirinden ayrı düşünülemez.
Esasında herkesin görev ve sorumluk bilinciyle hareket ettiği bir toplumda haklar da otomatik olarak korunmuş olur. Acaba bunlardan hangisinin öne çıkarılması ve vurgulanması hakları korumada daha etkilidir? İslâm, hakları öne çıkarmak yerine, daha ziyade vazife ve sorumluluklara vurgu yapmayı tercih eder. Mesela Allah Resûlü, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz emriniz altındakilerden sorumlusunuz…” buyurur. (Buhari, Cuma 11; Müslim, İmare 20) Başka bir hadislerinde Nebiyy-i Ekrem, insanların riayet etmeleri gereken hakları tek tek zikrettikten sonra, “Her hak sahibine hakkını ver.” buyurarak yine sorumluluklara dikkat çeker. Keza Kur’ân birçok ayet-i kerimede insanın, nefsine, ailesine, topluma, topyekûn varlığa ve Rabbine karşı görev ve sorumluluklarını hatırlatır.
Hakların korunup korunmaması hususunda değişen bir şey yoktur. Herkes hakkına sahip çıktığında da, başkalarıyla ilgili vazife ve sorumluluklarını yerine getirdiğinde de haklar korunmuş olacaktır. Fakat vazife ve sorumluluklara vurgu yapılarak daha hızlı ve daha olumlu netice alınacağını düşünüyoruz. Çünkü bu, aynı zamanda ahlâklı olmaya bir çağrıdır. İslâm’ın konuyla ilgili emirleri mesuliyet şuuruyla hareket eden özverili bireyler yetiştirecektir. Sürekli haklara vurgu yapma, hakları hatırlatma fakat buna karşılık görev ve sorumluluklar üzerinde yeterince durmama ise kendini düşünen bencil fertler ortaya çıkaracaktır.
İslâm’da İnsanın Yeri ve Konumu
Konunun detaylarına girmeden önce “insan hakları” kavramında yer alan “insan” ve “hak” mefhumları ve bunların İslâmî literatürdeki karşılıkları üzerinde durmak istiyoruz. Zira insanın ve hakkın yüceltildiği bir topumda insan haklarının zayi olması söz konusu olamaz. İnsan haklarının dokunulmaz bir statüye kavuşması, her şeyden önce insanın gerçek değer ve kıymetinin bilinmesine bağlıdır. Zira insanın niçin belirli haklara sahip olduğu ve bu hakların niçin dokunulmaz olduğunun anlaşılması, en başta insanın kim olduğuyla ve ona nasıl bir değer biçildiğiyle ilgilidir.
Faklı bir tabirle, insan haklarıyla ilgili yasal düzenlemeleri belirleyecek veya etkileyecek olan en önemli faktör, bir medeniyetin nasıl bir insan tasavvuruna sahip olduğu gerçeğidir. İnsan haklarıyla doğrudan ilişkisi bulunan hukuk, ahlâk, siyaset, iktisat, kültür, din, felsefe ve metafizik gibi sahalarda yapılan bütün çalışmaların odak noktasında “insan” olduğuna göre, öncelikle insan hakkındaki yaklaşımların gözden geçirilmesi gerekir. Fakat şunu itiraf etmek gerekir ki, bilimin imkânlarıyla insanın nasıl bir öz ve mahiyete sahip olduğunu açıklamak hiç de kolay değildir. İnsan doğası hakkında bilinenler bilinmeyenlerin yanında henüz deryada damladır. Bu alanda söz söyleyen genellikle felsefe ve din olmuştur.
Dikta rejimlerinde en ağır insan hakkı ihlâllerinin görülmesinin sebebi de, insanın değersizleşmesi, önemsizleşmesi ve hatta köle hâline gelmesidir. Günümüzdeki insan hakkı ihlâllerinin temelinde, mutlaklaştırılan ve ceberut bir hüviyete bürünen modern devlet karşısında bireyin atomize bir varlık haline gelmesi/getirilmesi yatar. Şunu unutmamak gerekir ki iktidar ve devlet ne kadar yüceltilirse, insan o ölçüde küçülecektir. Devletin yüceltildiği ve yöneticilerin kutsandığı bütün ülkelerde, vatandaşlar devletin hizmetkârı olarak görülmüştür.
Bütün siyasi organizasyonların temelinde insanın en temel hak ve özgürlüklerini koruma düşüncesi yatar. Ne var ki devletin bütün güç aygıtlarını eline geçiren ve zamanla tiranlaşan yöneticiler bir süre sonra kendilerini asıl, halkı “hizmetçi ve köle” olarak görmeye başlamışlardır. Tabiatıyla insanlara hangi hakların verileceği ve bunların nasıl korunacağı da zorba idarecilerin insafına kalmıştır.
Demek istediğimiz şu ki, insan hakları mücadelesinde başarılı olunmasının ön şartı, insan hakkında tutarlı ve sağlam bir tasavvura sahip olunması, onun lâyık olduğu konuma konulması ve hiçbir zorbanın onu buradan indirmesine müsaade edilmemesidir.
İslâm, hem devlet-birey ilişkisine hem de insanın konum ve değerine dair getirdiği hükümleriyle insan haklarının korunmasında çok önemli bir zemin hazırlamıştır. Kur’ân’da farklı siyasi kavramlar üzerinde durulsa da bugün bilinen anlamıyla “devlet” kelimesi geçmez. Kur’ân ve Sünnet’in konu etrafındaki açıklamalarına bakıldığında asıl olanın devlet değil, birey ve ümmet (toplum) olduğu görülür. İslâm’ın bütün emirlerine muhatap olan, bireydir. İslâm’ın öncelikli hedefi, güçlü bir siyasi organizasyon kurmak değil; bilâkis eğitimli ve ahlâklı fertlerden oluşan güçlü bir toplumsal yapı kurmaktır. Zaten bu yapıldığında, bir kısım zorbaların halk üzerindeki menhus emellerini gerçekleştirmelerinin de önüne geçilmiş olacaktır.
İslâm nazarında devletin kendinden menkul bir değeri yoktur. Bırakalım devlet yöneticilerinin kutsanmasını ve yüceltilmesini; onlara diğer vatandaşlara nazaran hiçbir dokunulmazlık ve üstünlük dahi verilmez. Onlar, halk tarafından seçimle başa getirilir; ehliyetlerini kaybettiklerinde de yine halk tarafından (veya halkın seçtiği temsilciler tarafından) vazifeden azledilirler. Dolayısıyla bir kısım zorbaların, devlet adına, devlet için bireylerin hak ve özgürlüklerine dokunma yetkileri yoktur. Devletin âli menfaatleri için asla fertler feda edilemez. Çünkü devlet, fertlerini kendi yüce idealleri uğruna feda etmek için değil, onların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için vardır.
Bediüzzaman Said Nursi’nın şu yaklaşımı İslâm’ın bu konudaki genel tavrının özlü bir ifadesidir: “Bir masumun hayatı, kanı, bütün insanlık için dahi olsa heder edilemez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” (Sünuhat)
Öte yandan Cenab-ı Hak, âyet-i kerimelerde insanı öyle mualla ve müstesna bir mevkiye koyar ki, hiçbir zalim ve zorbanın onu buradan aşağı indirmesi, onu istismar etmesi ve onun haklarını elinden alması mümkün değildir. Kur’ân, insanın, çok mükerrem, yani çok şerefli, izzetli ve saygıdeğer bir varlık olarak yaratıldığını beyan eder ve onun yaratılan varlıkların çoğuna üstün kılındığını bildirir. (İsrâ sûresi, 17/70)
Aynı şekilde Kur’ân’a göre insan ahsen-i takvim üzere (en güzel ve en mükemmel bir surette) yaratılan (Tîn sûresi, 95/4), yeryüzünün halifesi kılınan (Neml sûresi, 27/62), bütün varlığın emrine musahhar edildiği, yani istifadesine sunulduğu ve emrine verildiği (İbrahim sûresi, 14/32-34) bir varlıktır. “Görmüyor musunuz ki Allah göklerde ve yerde olan şeyleri sizin hizmetinize vermiş, emrinize musahhar kılmış. Görünen görünmeyen bunca nimeti size tastamam vermiş.” (Lokman sûresi, 31/20)
Bunların yanı sıra Yüce Allah, ilk insanı “iki eliyle” yarattığını ve ona kendi ruhundan üflediğini (Sâd sûresi, 38/72-75), varlığın isimlerini ve hakikatini ona öğrettiğini (Bakara sûresi, 2/31), meleklerin kendisine secde ettiğini (Bakara sûresi, 2/34), beyan kabiliyetiyle donatıldığını (Rahman sûresi, 55/4) bildirmek suretiyle onun yaratılışındaki eşsizliği ve özel statüyü vurgulamıştır. Dağların taşımaktan imtina ettiği emanetin insana yüklenmesi de bir taraftan onun müstesna konumuna dikkat çekerken, diğer yandan da vazife ve sorumluluğunun ağırlığına işaret eder. (Ahzab sûresi, 33/72)
İslâm’da, başka din ve felsefelerin insanla ilgili olumsuz bakışlarına rastlamak mümkün değildir. Mesela insan, Hıristiyanlıkta olduğu gibi günah kirleriyle dünyaya gelmez; bilâkis o, anasından doğduğu esnada tertemiz ve günahsız olarak dünyaya gözlerini açar. Aynı şekilde o, bazı filozofların iddia ettiği gibi kötü değil, iyi bir tabiata sahiptir. Ruhların, işledikleri günahlara göre insan dışında bir yaratık olabileceklerini kabul eden ruh göçü ve tenasüh gibi inançların İslâm’da yeri yoktur. İnsan, kapitalist sistemin öngördüğü şekliyle homo-economicus bir varlık olarak görülemez. Zira İslâm nazarında insan, maddesinin yanında manevi yönü de bulunan, iktisadi faaliyetlerinin yanında ahlâki değerlere de sahip olan, dünyevi hedefleri yanında aşkın yüce idealler arkasında da koşan bir varlıktır.
İslâm’ın insana bakışını ve ona verdiği değeri ifade etmesi açısından Allah Resûlü’nün şu sözleri çok önemlidir. İbn Ömer’in rivayetine göre Kâbe’yi tavaf esnasında Nebiyy-i Ekrem’in ağzından şu sözler dökülür: “(Ey Kâbe) Sen ne güzelsin, senin kokun ne güzel! Sen ne büyüksün, senin şanın ne büyük! Fakat Muhammed’in nefsini elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bir müminin Allah katındaki saygınlığı (hürmeti), senin saygınlığından daha büyüktür.” (İbn Mâce, Fiten 2)
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadelerine bakarak İslâm’ın diğer din mensuplarına kıymet vermediği anlaşılmamalıdır. Allah Resûlü’nün bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığı ve ona saygı gösterdiği unutulmamalıdır. Başka din mensuplarının ölülerine bile bu ölçüde kıymet atfeden bir dinin, yaşayanlara saygısızlık yapması düşünülemez. Nitekim Peygamber Efendimiz de, “Lehimize olan her şey onların da lehine, aleyhimize olan her şey onların da aleyhinedir.” şeklindeki özlü ifadeleriyle, hak ve özgürlükler konusunda Müslümanlarla diğer din mensupları arasında herhangi bir fark bulunmadığını net bir şekilde ortaya koymuştur. Bunu destekleyen diğer bir hadis de şu şekildedir: “Kim bir zımmiye eziyet ederse, şüphesiz ben onun hasmıyım (düşmanıyım).” (Kenzu’l-Ummal, 4/618)
İnsanı böyle mualla bir mevkiye koyan İslâm’ın, onun istismar edilmesine, haksızlığa uğratılmasına, işkence ve eziyete maruz kalmasına sessiz kalması düşünülemez. Bu yüzden Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanın canının, malının, ırzının dokunulmaz olduğunu ifade etmiş, müminleri bunları korumakla mükellef tutmuş, hatta bu uğurda öldürülenin şehit olacağını beyan buyurmuştur. Daha sonra detaylı olarak bu konu üzerinde duracağız.
Kur’ân ve Sünnette Hak Mefhumu
İslâm, insan haklarını, her bir ferdin başkalarına karşı yerine getirmesi gereken birer vazife olarak ortaya koyar. Bununla birlikte “hak” mefhumu da farklı açılardan naslarda en çok üzerinde durulan konulardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’de 247 yerde geçen hak kelimesi, çok farklı anlamlarda kullanılır. Bâtılın zıddı, doğru söz, gerçek, aslına uygun bilgi, delil, adalet, bir olayın iç yüzü, görev, hüküm, borç ve alacak bunlardan bazılarıdır. Kur’ân ve Sünnet’te hak kavramı, sadece insan ilişkileriyle sınırlandırılmayıp, insanın Rabbiyle ilişkilerini de konu alır. Bu yönüyle çok daha kapsamlıdır. Fıkıhta, Usûl-i Fıkıh’ta ve Tasavvuf’ta çokça üzerinde durulan hak kavramına farklı anlamlar yüklenir. Asıl konumuz bu olmadığı için meselenin detayına girmeyeceğiz.
Hak, İslâm hukukunun en temel kavramlarından biridir. Esasında hukuk da hakkın çoğuludur. Bu yönüyle hukuk ilminin (fıkhın) öncelikli hedefi, hakları tayin etmek, dengelemek ve korumaktır. En kısa tanımıyla hak, “hukuk düzeninin tanıdığı yetki, menfaat ve ayrıcalık” demektir. İslâm hukukçuları, günümüzdeki şekliyle bir insan hakları teorisi ortaya koymamışlardır. Çünkü fıkıh kitapları kazuistik (meseleci) bir yöntemle yazılmıştır. Genel teoriler ortaya konulmadan, kavramsal çalışmalar yapılmadan, farklı konularla ilgili detaylı hükümler ve çözümler üzerinde durulmuştur. Fakat insan hakları alanında öyle detaylı meseleler üzerinde durulmuş ve öyle hükümler vaz edilmiştir ki, pekâlâ bunlardan hareketle sistematik ve doktriner çalışmaların yapılması mümkündür.
Modern insan hakları kuramındaki “hakkın”, fıkıh kitaplarında ele alınan “hak” kelimesine göre daha hususi bir anlam ifade ettiğini yeniden hatırlatmakta fayda var. İnsan haklarıyla kastedilen mana; akit, tasarruf, haksız fiil, haksız kazanç gibi hukuki fiiller neticesinde ortaya çıkan haklardan farklıdır. İnsan hakları, ferdin sırf insan olması hasebiyle doğuştan elde ettiği fıtrî hakları konu alır.
Kur’ân ve Sünnet’te bugünkü anlamıyla bütüncül bir insan hakları teorisi aramak yerine, vaz edilen hükümlerden böyle bir teorinin oluşturulup oluşturulamayacağına bakılmalıdır. Bu bakış açısıyla naslar incelendiğinde oldukça zengin ve kuşatıcı ilke ve kurallara ulaşılacaktır. En basitinden âyet ve hadislerin ısrarla adalet üzerinde durması, hakkın ve ihkak-ı hakkın önemini ortaya koyması, can, mal ve namus dokunulmazlığına vurgu yapması, zulmün ve haksızlığın her çeşidini yasaklaması, hukuk düzeninin korunmasını talep etmesi, tüm insanların eşit olduğunu bildirerek her tür imtiyaz ve ayrıcalığı kaldırması, cezaların şahsiliği ve kanuniliği ilkelerinin vaz edilmesi, insani ilişkilerde ahlâki değerleri öne çıkarması, insan hakları kuramına sağlam bir zemin hazırlar, onun fikrî temellerini oluşturur, ilke ve hedeflerini ortaya koyar.
İnsan haklarının korunmasında öncelikli görev hukukun olsa da, bu alanda din ve ahlâkın önemi de göz ardı edilemez. Hatta bir açıdan din ve ahlâkın önceliği söz konusudur. Zira dinin hukuktan ayrı olarak manevi ve uhrevi müeyyideleri vardır. İnsan haklarına riayet aynı zamanda Allah’a kulluğun bir gereğidir. İnsan haklarına riayet eden bir kişi, aslında Allah’ın buyruklarına itaat ediyor, hak ihlâli yapan kimse ise O’nun yasaklarını çiğniyor demektir. Bu ise dünyevi müeyyidelerin yanında uhrevi azabı da netice verir. İşte bundan korkan inançlı insanlar, yasal müeyyideler olmasa dahi, başkalarının haklarına saygı gösterirler. İşte bu noktada İslâmî kaynaklarda sıklıkla üzerinde durulan “kul hakkı” kavramının altını çizmekte fayda var.
Kul Hakkı
İslâm’da başkalarının maddi veya manevi haklarını çiğnemek, yani onların canlarına, bedenlerine, namus ve şereflerine, manevi şahsiyetlerine, ailelerine, inanç ve yaşayışlarına vs. yönelik her tür saldırı öyle büyük bir cürüm görülmüştür ki, hak sahipleriyle helâlleşilmediği (zayi edilen haklar geri ödenmediği) takdirde bu cürmü Allah’ın bile affetmeyeceği bildirilir. Allah yolunda şehit olan kimsenin bütün günahlarının affedileceği bildirilse de kul hakları bundan istisna edilir. (Bkz. Müslim, İmare 112) Başka bir hadis-i şerifte ise haccın daha önce işlenen günahlara keffaret olacağı beyan edildikten sonra kul hakkı bunun dışında tutulur.
Konuyla ilgili vârit olan şu hadisler bu konuda başka söze ihtiyaç bırakmamaktadır:
“Bir kimse kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı kıyamet gününden önce helâlleşsin. Aksi halde yaptığı haksızlık nispetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir.” (Buhari, Mezalim 10)
“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekât (gibi ibadetleriyle) gelir. Ama bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. (Dünyada iken hakkını ihlâl ettiği kimselerle yüzleşir.) Bunun üzerine kendisinin iyiliklerinden şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi iyilikleri tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra Cehennem’e atılır.” (Müslim, Birr 59)