İnsan Hakları (1)
İnsan hakları denildiğinde kısaca, tüm insanların, dinine, diline, ırkına, rengine, cinsiyetine, sosyal statüsüne bakılmaksızın sırf insan olmaları hasebiyle doğuştan sahip oldukları temel hak ve özgürlükler, menfaat ve yetkiler anlaşılır. Bu haklar bütünüyle şahsa bağlı olup, bir başkasına devredilmesi veya vazgeçilmesi mümkün değildir.
Tıpkı demokrasi gibi insan hakları da günümüzde âdeta büyülü bir kavram hâline geldi. Batılı insanın son birkaç asırdır verdiği mücadeleyi ve bu mücadele neticesinde elde ettiği önemli kazanımları “demokrasi” ve “insan hakları” kavramlarıyla özetlememiz mümkün. İnsan haklarının korunması, hem anayasaların hem de uluslararası hukukun en öncelikli hedefi olarak görülüyor. Son asırda başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere birçok bildiri yayınlandı, sözleşme yapıldı. Bu alanda çalışma yapmak ve dünyadaki gelişmeleri takip etmek üzere çok önemli kurum ve komisyonlar teşekkül etti. Konu etrafında binlerce akademik yazı yayınlandı. Hükümetlerin başarısı insan hakları karşısındaki tavır ve duruşuyla ölçülür hâle geldi.
Artık bundan sonra insan haklarını ihlâl eden, ciddiye almayan ve görmezden gelen anlayış ve uygulamaların uluslararası arenada kendine yer bulması zor görünüyor. Nitekim insan hakları karnesi kötü olan zorba yönetimlere karşı maddi-manevi farklı yaptırımlar devreye girebiliyor. İnsan haklarını ihlâl eden şahıslar veya rejimler uluslararası mahkemelerde yargılanıyor, cezaya mahkûm ediliyor veya en azından evrensel platformlarda yalnızlığa terk ediliyor.
Peki, niçin insan hakları, günümüz insanlığının, özellikle Batı medeniyetinin birinci gündem maddesi hâline geldi. Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Eğer bir şeye çok fazla vurgu yapılıyorsa, aksi yönde bir problem var demektir. Mesela zulümlerin başını alıp gittiği bir yerde, herkes adaletten dem vurur. Şayet kitleler despotizmin paletleri altında eziliyorsa, tüm muhavereler demokrasi, özgürlük ve bireycilik kavramları etrafında döner. Sürekli inançla ilgili meselelerin tahşidatı yapılıyorsa, ilhad ve küfür ciddi boyutlara ulaşmış demektir. Aynen bunlar gibi bugünün insanının her platformda insan hakları üzerinde durmasının sebebi de, tarihte ve günümüzde yaşanan ağır insan hakkı ihlâlleridir.
Her ne kadar günümüzde, insan hakları konusunda ciddi bir duyarlılık oluşmuş ve bu konuda önemli adımlar atılmış olsa da, pek çok ortamda meselenin teorik ve pratiği etrafında ciddi tartışmalar yapılmaya devam ediyor. İnsan haklarının mahiyeti, kaynağı, çerçevesi, ilkeleri vb. konular üzerinde tam bir mutabakattan bahsetmek mümkün olmadığı gibi, uygulamada da büyük problemlerle karşılaşılıyor. Aynı şekilde İslâm’ın getirdiği hüküm ve ilkelerin, modern insan hakları kuramıyla ne derece örtüştüğü oldukça tartışmalı alanlardan biridir.
Bizim burada ele almak istediğimiz asıl konu, İslâm’ın insan haklarıyla ilgili getirdiği hüküm ve müeyyidelerdir. Farklı bir tabirle, modern insan hakları kuramının ne ölçüde dinî hükümlerle örtüşüp örtüşmediğine yakından bakmak, İslâm’ın insan haklarına katkısını ele almak ve konu etrafında dile getirilen eleştiri ve itirazları incelemek istiyoruz. Dahası insan hakları konusundaki duyarlılığın oldukça zayıfladığı ve en temel hak ve özgürlüklerin dahi kolayca ihlâl edildiği bir dönemde, Müslümanlara, referans aldıkları kaynaklardaki hükümleri hatırlatmak, zulüm ve haksızlıkları engelleme noktasında bir çağrıda bulunmak istiyoruz. Fakat asıl konuya girmeden önce kısaca farklı açılardan insan haklarıyla ilgili bilgi verilmesi faydalı olacaktır.
İnsan Haklarının Tanım ve Mahiyeti
İnsan hakları (human rights) denildiğinde kısaca, tüm insanların, dinine, diline, ırkına, rengine, cinsiyetine, sosyal statüsüne bakılmaksızın sırf insan olmaları hasebiyle doğuştan sahip oldukları temel hak ve özgürlükler, menfaat ve yetkiler anlaşılır. Bu haklar bütünüyle şahsa bağlı olup, bir başkasına devredilmesi veya vazgeçilmesi mümkün değildir. Bunlar aynı zamanda dokunulmaz haklardır. İnsan hakları -başkalarının hakkına tecavüz söz konusu olmadığı sürece- ne şahıslar ne de devlet tarafından sınırlandırılamaz, baskı altına alınamaz, ihlâl edilemez. Dolayısıyla insanların sahip oldukları bütün haklar, “insan hakları” kapsamında değerlendirilmez.
İnsan haklarının temel gayesi, her şeyden önce devlete karşı bireyi korumaktır. Farklı bir ifadeyle birey ve devlet arasındaki ilişkiyi düzenlemektir. Devlete, sınırlarını ve yetkilerini göstermektir. Vatandaşlar üzerindeki kamu otoritesinin sınırlarını çizmektir. Bütün bunların gerçekleşmesi için de hukukun üstünlüğü ilkesinin kabul edilerek uygulanması gerekir. Yani insan haklarından bahsedilebilmesi için, bir taraftan bu hakların anayasa ve yasalarla güvence altına alınması, diğer yandan da muhtemel saldırı ve suistimallere karşı bağımsız ve tarafsız mahkemelerce korunması ve hukuki yaptırımlara bağlanması gerekir. Dolayısıyla insan hakları hem devletin yasama organını hem de devletin egemenlik ve hakimiyetini sınırlar. Bu açıdan, insan haklarının felsefî, dinî ve ahlakî yönü bulunsa da her şeyden önce o, hukuki ve siyasi bir kavramdır. İnsan hakları denildiğinde de öncelikli olarak bu anlaşılır.
İnsan hakları alanında çalışma yapan komisyonlar, evrensel standartlar koymaya çalışırlar. Fakat bunda yeterince başarılı oldukları söylenemez. “İnsanın canının, malının, namusunun dokunulmaz olması ve her tür saldırıdan korunması” şeklindeki temel haklarda hemen hemen ittifak edilse de, mesele detaylandıkça bir kısım ihtilâfların ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir. İnsana ait hangi yarar ve yetkilerin “insan hakkı” olarak kabul edilmesi gerektiğini, bu haklar arasında ne tür bir hiyerarşi bulunduğunu, bu hakların nerede başlayıp nerede bittiğini, bunların hangi mekanizmalarla korunacağını, hangi durumlarda kısıtlanabileceğini vs. belirlemek hiç de kolay değildir. İşte bu tür detay mevzularda kültürlere, dinlere, ahlâki ve hukuki sistemlere, ihtiyaçlara göre farklı kararlar alınabilmektedir. Esasında asıl önemli olan da meselenin temel omurgasında anlaşılmış olmasıdır.
İnsan Haklarının Ortaya Çıkışı
Günümüzde anlaşıldığı şekliyle insan hakları kavramı son yüzyılda şekillenmiş olan oldukça yeni bir kavramdır. (Meselenin İslâm’daki yerini daha sonraki yazıda ele alacağız) Fakat buraya gelinceye kadar Batı’da önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bazıları insan haklarının ortaya çıkışını 1215 yılında İngiltere’de imzalanan Magna Carta anlaşmasına kadar götürür. Bu anlaşmayla birlikte ilk defa bir kral kendi rızasıyla bir kısım yetkilerinden vazgeçmiş ve vatandaşlara önemli bir kısım hak ve güvenceler vermişti.
Bununla birlikte insan haklarının 17. ve 18. yüzyıllarda Batı’da ortaya çıktığı kabul edilir. John Locke, Jean-Jacques Rousseau, Montesquieu, Kant, Hegel ve Mill gibi filozofların insanla ilgili üzerinde durdukları fikirlerin bunda etkisi büyüktür. Özellikle Batı’da doğup gelişen tabii hukuk doktrini insan haklarının temelini oluşturmuştur. Çünkü ilk defa insanların bazı temel haklarla birlikte doğdukları, devletin en büyük vazifesinin bu hakları tanımak ve korumak olduğu kabul edilmiştir. 1689 tarihli İngiliz Yurttaş Hakları Beyannamesiyle birlikte otoriter hükümet uygulamalarına karşı önemli düzenlemeler getirilmiştir. Aynı şekilde Amerikan ve Fransız ihtilâllerinin bu konuda önemli katkıları olmuştur. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinde özgürlük, eşitlik, mülkiyet, güvenlik, masumiyet, zulme karşı direnme gibi çok önemli insan hakları üzerinde durulmuştur.
Bütün bunlar bir yana, aslında insan haklarının ortaya çıkmasını sağlayan kök sebep, Batılıların Orta Çağ’da yaşamış olduğu acı tecrübelerdir. Derebeylerinin, zorba kralların, Kilise babalarının ve aristokrat sınıfın elinde sürekli istismar edilen, ezilen, uzun asırlar boyunca savaşmaktan yorulan, her türlü işkenceyi tadan, katliamlardan bıkan Batılı insan, aynı olumsuzlukları tekrar yaşamamak için bireye ve onun hak ve özgürlüklerine yoğunlaşmış ve bu alanda önemli başarılar elde etmiştir. Bu yönüyle insan hakları kavramının reaksiyoner bir karakter arz ettiğini, zulme karşı bir başkaldırı özelliği taşıdığını ifade etmek gerekir.
Ne var ki bu tarihlerde henüz günümüzde anlaşıldığı şekliyle bir insan hakları konsepti yoktu. Zira kölelik hâlâ devam etmekte, kadınlar birçok haktan mahrum yaşamakta, zencilerle beyazlar arasındaki ayrımcılık had safhada sürmekteydi. I. Dünya Savaşını müteakip Batılı devletler tarafından yapılan anayasalarda temel insan haklarına önemli ölçüde yer verildi. Buna rağmen Avrupa’nın göbeğinde ortaya çıkan Nazizm ve Faşizm tam bir hayal kırıklığı oldu. Tarihte örneği az görülür cinsten bir ırkçılık ve ayrımcılık vuku buldu. II. Dünya Savaşında milyonlarca insan öldürüldü; işkence, tecavüz, katliam ve soykırım gibi en ağır insan hakkı ihlâlleri ortaya çıktı.
Yaşanan bu olumsuzlukların da etkisiyle 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (The Universal Declaration of Human Rights) ilân edildi. Bunun ardından insan haklarıyla ilgili daha başka bildiriler yayınlandı, sözleşmelere imza atıldı ve insan haklarıyla ilgili oldukça ayrıntılı düzenlemeler yapıldı. II. Dünya Savaşına kadar devletlerin iç meselesi olarak görülen ve yöneticilerin insafına bırakılan insan hakları, yaşanan olumsuz gelişmeler üzerine II. Dünya Savaşından sonra uluslararası alana taşındı.
Hiç şüphesiz bütün bunlar insanın insanca bir hayat yaşayabilmesi, zulüm ve haksızlıkların son bulması adına son derece önemli adımlardı. İnsan hakları alanında atılan bu adımlar sayesinde özellikle Batılı ülkelerde devlet-birey ilişkileri yeniden düzenlendi, refah ve güvenlik düzeyi yükseldi.
Fakat ne yazık ki insanlığın yaşadığı trajediler son bulmadı. Yugoslavya’da, Bosna Hersek’te, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Türkiye’de emsali görülmemiş acılar yaşandı; ülke çıkarları, ırkçılık ve stratejik menfaatler insanlık vicdanına üstün geldi. Ne savaş ve çatışmalar ne de savaşlarda yaşanan insanlık dışı kötü muameleler son bulmadı. Bütün otoriteyi elinde toplayan modern devlet yapısıyla birlikte diktatörlükler daha da güç kazanarak insan hakları için en büyük tehditlerden biri haline geldi. İnsanlık olarak daha alınması gereken uzun bir yol olduğu ortaya çıktı.
İnsan Haklarının Çerçevesi ve Muhtevası
Daha önce de temas edildiği üzere insan hakları altında ele alınan hak ve özgürlükler hakkında tam bir ittifak yoktur. Anayasalarda korunma altına alınan temel haklar büyük ölçüde benzerlik gösterse de, kültür ve hukuk sistemlerine göre bunlar arasında önemli farklılıkların bulunduğu bir gerçektir. Hatta gün geçtikçe yeni haklar gündeme gelmekte, dün adından bile söz edilmeyen yeni özgürlüklerden bahsedilmektedir. Esasında farklı kültürlere göre farklı haklardan bahsedilmesini veya zaman ve şartlara göre yeni yeni hakların korunma altına alınmasını bir yere kadar tabii karşılamak gerekir. Burada önemli olan insan haklarıyla elde edilmek istenen maksat ve faydaların gerçekleşip gerçekleşmediğidir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde, onu tamamlayan protokollerde veya daha başka bildiri ve anlaşmalarda üzerinde durulan başlıca haklar şunlardır: Yaşam hakkı, güvenlik hakkı, mülkiyet hakkı, çalışma hakkı, zorla çalıştırılmama hakkı, eğitim hakkı, seyahat ve yerleşme hakkı, zulme karşı direnme hakkı, adil yargılanma hakkı, zulüm ve haksızlığa tâbi tutulmama hakkı, mahremiyet hakkı, haberleşme hakkı, din ve düşünce özgürlüğü hakkı, ifade özgürlüğü hakkı, evlenme hakkı, etkin hak arama hakkı, dernek ve sendika kurma hakkı, örgütlenme özgürlüğü hakkı, ayrımcılığa tâbi olmama hakkı.
İnsan Haklarının Kaynağı
İnsanların niçin belli haklara sahip oldukları, bu hakları onlara bahşeden merciin kim olduğu vs. konu etrafında yapılan önemli tartışmalardan biridir. Her ne kadar insan haklarının kaynağıyla ilgili ortaya atılan görüşler felsefî ve teorik birer tartışmadan ibaret görülse de, esasında bu konudaki algı ve görüşler, meselenin pratik uygulamalarını da etkilemektedir.
Kabul gören en meşhur görüşe göre insan haklarının kaynak ve kökeni, insan tabiatı ve insanlık onurudur, yani insan olma hâlidir. Doğan her insan hiçbir şarta bağlı olmaksızın haklarıyla birlikte doğar ve bu hakları kimse hiçbir gerekçeyle onun elinden alamaz. Hatta insanın bizatihi kendisi de bu hakları rızasıyla olsa dahi bir başkasına devredemez. Modern insan hakları kuramını ortaya çıkaran, bu görüştür. Ne var ki insanların doğuştan getirdiği haklarının tanımlanmasının ve korunmasının, ahlâki ve hukuki müeyyidelerin varlığına bağlı olduğu unutulmamalıdır.
Bazı araştırmacılar ise meselenin pratik yönünü esas alarak insan haklarının kaynağını yasalarda ararlar. Çünkü onlara göre, yasalarla koruma altına alınmamış hakların varlığından bahsetmenin kimseye bir yararı yoktur. Esasında hak dediğimiz kavram da, kanunlarla koruma altına alınmış yetki ve menfaatleri ifade eder. Bu sebeple uluslararası sözleşmelerin ve anayasaların insan haklarına kaynaklık ettiği ileri sürülür. Buna benzer diğer bir görüşe göre ise insan haklarının kaynağı devlettir. Zira kanunları yapan da, uygulayan da devlet organlarıdır.
İnsan Haklarının Önemi ve Hedefi
Burada akla, “Biz niçin insan haklarını korumak zorundayız ve niye bu uğurda mücadele etmeliyiz?” gibi sorular gelebilir. Hemen belirtmek gerekir ki insan haklarıyla elde edilmek istenen öncelikli hedef, güçlüye karşı zayıfı korumaktır. Esasında haktan bahsedilmesinin sebebi, zulüm ve haksızlıklardır. Bu haksızlıklar ise insan eliyle vuku bulmaktadır. Fakat hakları ihlâl edenler sıradan insanlar değil, genellikle güçlü olanlardır. Bu sebeple tehdit altında olan haklar, zayıfların haklarıdır. Tabii herkesin bir başka güce nispetle zayıf olabileceğini unutmamak gerekir. Devlete nispetle vatandaşlar, anne-babaya nispetle çocuklar, erkeğe nispetle kadın, zengine nispetle fakir, çoğunluğa nispetle azınlıklar, işverenlere nispetle işçiler, normal insanlara nispetle engelliler, vatandaşlara nispetle mülteciler, anne-babası olan çocuklara nispetle yetimler vs. bir açıdan zayıf sayılır. Dolayısıyla bütün bunların haklarının korunması günümüz anayasalarının öncelikli hedefleri arasında yer alır.
İnsan hakları mücadelesinin elde etmek istediği hedeflerden bir diğeri de her tür imtiyaz ve ayrıcalığı bertaraf ederek tüm insanlar arasında eşitlik ve adaleti sağlamaktır. Kast sisteminin bulunduğu, insanların farklı katmanlara ayrıldığı bir toplumda insan haklarını ayakta tutmanın imkânı yoktur. Çünkü bu tür toplumlarda üstün ve güçlü olanlar, zayıfları ezecektir. Ülke imkânlarından yararlanma konusunda fırsat eşitliği olmayacaktır. Toplumun üst tabakaları lüks ve rahat içinde bir hayat yaşarken, alt tabakaları bir lokma ekmeğe muhtaç hâle gelecek ve perişaniyetten kurtulamayacaktır.
İnsan haklarının bu kadar çok üzerinde durulmasının önemli sebeplerinden biri de zorba yönetimlerin önüne geçmektir. Şayet devletin insan için var olduğu, onun en birinci hedefinin vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini korumak olduğu kabul edilir ve yasalarla tescillenirse, rejimlerin otoriterliğe kaymasının ve yöneticilerin halkı tahakküm altına almasının önüne geçilmiş olur. Esasında kanunların maksadı da zayıfların haklarını savunmak ve bireyi devletin ceberut gücüne karşı korumaktır. Eğer bir devlette hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukuku hakim olursa, insan hakları zorba yöneticilerin insafına bırakılmış demektir.
Esasında insan hakları, insanın onurluca ve insanca bir hayat yaşayabilmesinin en temel garantisidir. Daha sonra üzerinde durulacağı üzere dinlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği temel maksatlar insan hakları etrafında döndüğü gibi; devletin, anayasanın, yasaların birinci hedefi de insan haklarını korumaktır. Her çeşidiyle zulmün, haksızlığın, işkencenin, kötü muamelenin toplumsal hayattan uzaklaştırılması, insan haklarının muhafazasına bağlıdır. Dahası insan haklarının ihlâl edildiği bir yerde, toplumsal düzenin, huzurun ve ahengin temin edilmesi de mümkün değildir. Sömürünün, baskı ve zulmün olduğu bir yerde nasıl huzur olabilir ki? İşte bu sebeple insan hakları mücadelesi, insanca bir hayat yaşamak isteyen herkesin temel derdi olmalıdır.
Hak İhlâllerinin Sebepleri
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: İnsan hakları bu kadar önemliyken, insanoğlu bir başkasının hakkına niye saldırır ve onu niçin ihlâl eder? Bu sorunun cevabını yine insan tabiatında aramak gerekir. Evet, insanın başkalarının hak ve özgürlüklerini ihlâl etmesinin en temel sebebi, onun egoist, bencil, muhteris ve tamahkâr bir tabiata sahip olmasıdır. Kendi elindekiyle yetinmeyip başkalarının elindekine de göz dikmesidir. İşte bu yüzdendir ki insan, insanın kurdu hâline geliyor. İmkân ve fırsatını bulduğu anda başkalarını eziyor, istismar ediyor.
Meselenin psikolojik faktörlerini bir kenara bırakarak yaşanan tarihî tecrübelere baktığımızda, insan hakları önündeki en büyük tehdidin baskı ve zulüm rejimleri olduğu görülür. Bugüne kadar gücü ele geçiren zorba ve diktatörler, halkı âdeta köleleştirmişlerdir. Aslında, insanlığın hak ve özgürlüklerinden bir kısım tavizler verme uğruna siyasi örgütlenme yolunu tutmasının sebebi, güvenlik ihtiyacıdır. Fakat ne yazık ki yönetici olan bazı kimselerin bizatihi kendileri halkı için bir güvenlik sorunu hâline gelmiştir. Vatandaşlarının canlarını, mallarını ve namuslarını korumakla görevli olan iktidar elitleri, hasis arzularını ve şahsi çıkarlarını elde etmek maksadıyla bunlara saldırmıştır.
Günümüzde ısrarla demokrasinin ve hukuk devletinin üzerinde durulmasının sebebi, insan haklarını güvence altına almaktır. Zira bir devlet ne kadar otoriter ve baskıcı bir karaktere bürünürse, insan hakları da bu ölçüde çiğnenecektir. Nitekim tarihî tecrübelere bakıldığında, ceberut yönetimlerde, baskı ve kısıtlamaların, zulüm ve haksızlıkların, müsadere ve gaspların, işkence ve insanlık dışı muamelelerin hiç eksik olmadığı görülür. Hapishaneler, siyasi suçlularla dolar taşar. Siyasi, kültürel ve eğitimle ilgili hakların korunması bir yana, zorba yöneticiler yaşam ve mülkiyet hakkı gibi en temel insanî haklara bile musallat olurlar. Batı’nın, ısrarla demokrasi demesinin ve hukukun üstünlüğüne vurgu yapmasının temel sebebi de insan haklarını güvence altına alabilmektir.
İnsan haklarının en çok ihlâl edildiği zamanlar, savaş zamanlarıdır. Maalesef savaşlarda yasa ve kurallar devre dışı kalır ve keyfilik hakim olur. Kin ve düşmanlık duygularının sevkiyle galip güçler mağlup ettikleri insanlara yapmadık şey bırakmazlar. Bırakalım geçmiş devirlerde yapılan savaşları, insanlığın ilerlemekle ve medenileşmekle övündüğü son yüzyıla bakıldığında bile, yapılan savaşların insanı insanlığından utandıracak vahşet tablolarıyla dolu olduğu görülür. Maalesef ordular sadece düşmanlarını mağlup etmekle ve zafer kazanmakla yetinmemiş; savaştıkları insanlara işkence, tecavüz, soykırım, toplu katliam gibi her tür insanlık dışı muameleyi reva görmüşlerdir.
İnsan Hakları Mücadelesi
“Hak verilmez alınır.” şeklinde sloganlaşan meşhur bir söz var. Bütünüyle bu söze katılmak mümkün olmasa da, hak mücadelesinin önemini anlatması açısından oldukça manidar. Ahlâkın, adaletin ve hakkaniyetin hakim olduğu toplumsal düzenlerde hak verilir de alınır da. Fakat ahlâkî açıdan yozlaşan toplumlarda, değil yeni hakların verilmesi, var olanlar bile korunamaz. Özellikle Batı tarihine bakıldığında, temel insan hakları ve özgürlükler adına önemli kazanımların hep mücadele sonucu elde edildiği görülür. Çünkü elde edilen her hak, bir yönüyle var olan iktidara bir müdahaledir. Bu ise halkını sömürmeye alışmış zorba yöneticilerin işine gelmez.
Hakikaten insan haklarıyla devlet arasında anlaşılması zor ve kompleks bir ilişki vardır. Aslında devlet düzeni, hakları korumak için vardır. Özellikle hak ihlâllerinin önlenmesinde bağımsız ve tarafsız yargının varlığı çok önemlidir. Ne var ki asrımızda ve yakın tarihte kendisine karşı insan hakları mücadelesi verilen kişiler, zorba yöneticiler ve otoriter rejimler olmuştur. İngiltere, Fransa ve Amerika gibi ülkelerde, halk, krallarla ve despotik yönetimlerle girdiği uzun ve zorlu mücadelelerin neticesinde insan hakları alanında önemli başarılara imza atmıştır. Bundan sonradır ki insan hakları anayasalarla koruma altına alınmış ve bu alanda uluslararası bildiri ve sözleşmeler yapılmıştır.
Bugüne kadar yaşanan tecrübelerden anlaşılan o ki, eğer vatandaşlar hukuk düzeni tarafından kendilerine tanınan hakların kıymetini bilmez, bunları koruma noktasında gerekli mücadeleyi vermez ve hak ihlâlleri karşısında hukuki çerçevede tepki ve protestolarını ortaya koymazlarsa, en temel insani haklarından bile mahrum kalabiliyorlar. Özellikle antidemokratik uygulamalar baş gösterdiğinde, yargı siyasetin güdümüne girdiğinde, adalet yara aldığında, haklar çiğnenmeye başladığında insan hakları mücadelesi daha bir önem kazanıyor. Şayet vuku bulan zulüm ve haksızlıklar karşısında halk direnmez ve barışçıl protestolarla sesini duyurmazsa, bir süre sonra en temel haklarından bile mahrum bırakılabilir.
Sonraki yazıda İslâmî referanslar açısından insan haklarını ele almaya başlayacağız.