MUHÂSEBE, (Çağlayan Dergisi, Mart-2022)
Muhâsebe, mü’minin iç dünyasında bir kandil, vicdanında da bir hayırhah ve nasihatçı gibidir. Her fert onunla hayrı-şerri, güzeli-çirkini, Allah’ın sevdiğini-sevmediğini birbirinden tefrik eder ve hayır soluklu o nasihatçının rehberliğinde en aşılmaz gibi görünen engelleri aşar ve hiçbir şeye takılmadan gidip hedefine ulaşır.
Muhasebenin ihtiva ettiği manalar
Hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama diyebileceğimiz muhâsebe; mü’minin, her gün, her saat, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevap yaptığı şeyleri gözden geçirip, hayırları, güzellikleri şükürle karşılaması;[1] inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması;[2] yanlışlıkları, kötülükleri de tevbe ve nedâmetle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın kendini isbat etmesi mevzuunda da ciddi bir teşebbüs sayılır.
Muhasebenin keyfiyeti ve kulun alması gereken tavır
“Fütûhât-ı Mekkiyye” sahibinin de belirttiği gibi, selef-i sâlihîn, her günkü iş ve davranışlarını ya kaydeder veya hâfızalarına alır; sonra da bunlar arasında, kalbî endişe ve vicdânî ızdıraba sebebiyet verecek bir kısım nâhoş hususları, ileride ruhlarında meydana gelmesi muhtemel gurur fırtınalarına ve ucub girdaplarına karşı dikkatlice kullanır.. ve aynı zamanda günah saydıkları şeylerde istiğfâra sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına[3] dehâlet eder, nihayet temsil ettiği güzelliklerden dolayı da yüz yere kor ve şükranla iki büklüm olurlardı.
Muhasebeye farklı bir yorum
İnsanın, kendi kendini ledünnî yanlarıyla, iç derinlikleriyle, mânâ ve rûh enginlikleriyle keşfedip tanıması, tanıyıp yorumlaması diye de ifade edebileceğimiz muhâsebe, gerçek insânî değerlerin ortaya çıkarılması, bu değerlere esas teşkil eden duyguların geliştirilmesi ve korunması yolunda bir ruh cehdi ve düşünce sancısıdır.[4]
Muhasebe ile elde edilen kazanımlar
Ancak böyle bir cehd ve düşünce sayesindedir ki insan, dünü, bugünü ve yarınıyla alâkalı hayrı-şerri, güzeli-çirkini, yararlıyı-zararlıyı birbirinden tefrik edip gönül istikametini koruyabilir.
Evet, onun, hâl’i[5] değerlendirip geleceğe hazırlanabilmesi; geçmişte işlediği yanlışları telâfî edip Allah nezdinde aklanabilmesi; dünü, bugünü ve yarını itibarıyla kendi kendini sorgulayıp gerçek değerini bulabilmesi; daha önemlisi de Allah’la münasebetleri açısından iç dünyasında sürekli yenilenebilmesi ancak ve ancak sıkı bir nefis muhâsebesiyle mümkün görülmektedir.[6] Zîrâ insanın hem zaman üstü muhtevâsı, hem de zamanla mukayyet duyguları, onun kalbî ve rûhî hayatıyla ve kendi ledünniyâtının şuurunda bulunmasıyla çok irtibatlıdır.
Mü'minin hayatında muhasebenin yeri ve önemi
Müslüman ne kalbî ve rûhî hayatı, ne de umumî davranışları itibarıyla kat’iyen muhâsebeden müstağni kalamaz. O, bir yandan dün ihmal ettiği, hatta yıkılmasına göz yumduğu geçmişini, ötelerden gelip vicdanının derinliklerinde yankılanan: وَتُوبُوا إِلَى اللَهِ “Tevbe edip Allah’a dönün!..”[7] ve وَأَنِيبُوا إِلَى رَبِّكُمْ “Rabbinize inâbede bulunun!..”[8] ümit edalı, rahmet şîveli ilâhî nefehâtıyla onarıp ihyâ etmeye çalışırken; diğer yandan da: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍ “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na karşı saygılı olun! Ve herkes yarın için ne hazırlamış ona bir baksın!..”[9] yıldırımlar gibi ürpertici, rahmet gibi inşirah verici uyarılarıyla teyakkuza geçer; kendine çeki-düzen verir, elinden geldiğince bütün fenalıklara karşı kapanır.. içinde bulunduğu ânı,[10] tıpkı bir döllenme mevsimi, bir bahar faslı gibi değerlendirir ve imanın verdiği şuurla, basîretle o ânın her lâhzasına ayrı bir derinlik kazandırır.
Zaman zaman cismâniyete toslayıp sarsılsa da; إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ “Sineleri her zaman Allah’a karşı saygıyla çarpan müttakiler, şeytandan bir tayf, bir vesvese dokunduğu zaman hemen Allah’ı anarlar ve derken gözleri açılıverir.”[11] ilâhî beyânına göre her zaman tetiktedir.
Muhasebenin kalb hayatındaki rolü
Muhâsebe, mü’minin iç dünyasında bir kandil, vicdanında da bir hayırhah ve nasihatçı gibidir. Her fert onunla hayrı-şerri, güzeli-çirkini, Allah’ın sevdiğini-sevmediğini birbirinden tefrik eder ve hayır soluklu o nasihatçının rehberliğinde en aşılmaz gibi görünen engelleri aşar ve hiçbir şeye takılmadan gidip hedefine ulaşır.[12]
Muhasebe ve ye’s-ümit dengesi
Muhâsebe; iman, kulluk, tevfik, kurbiyet ve ebedî saadete mazhariyet gibi mevzularda, tamamen, ilâhî inâyet, ilâhî rahmet yörüngelidir..[13] ve yeis gibi mutlak emniyetin de en amansız hasmıdır. Evet o, her zaman huzur ve itminâna açık olmasının yanında, korku, endişe ve ürperti eksenlidir.
Muhâsebeye açık gönüllerin buğulu yamaçlarında her zaman; لَوْ تَعْلَمُونَ مَا أَعْلَمُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيلاً وَلَبَكَيْتُمْ كَثِيرًا “Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.”[14] iniltileri yankılanır.. ve onun, huzur ve mehâbetin iç içe yaşandığı ikliminde, mes’ûliyet ve sorumlulukla iki büklüm olmuş en yüce kametlerin; لَوَدِدْتُ أَنِّي كُنْتُ شَجَرَةً تُعْضَدُ “Keşke kesilip biçilen bir ağaç olsaydım.”[15] inkisârları uğuldar; uğuldar da onlar; ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ اْلأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ “Yer bütün genişliğine rağmen onlar için daraldı ha daraldı.. ve vicdanları da bu daralma altında kaldı.”[16] tesbitinin her an kendileri için vâki ve vârid olduğunu hissederler. Onların beyinlerinin her guddesinde; وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِي أَنْفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللهُ “Siz içinizi dökseniz de gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çekecektir.”[17] tınlamakta.. ve dillerinde: يَا لَيْتَنِي لَمْ تَلِدْنيِ أُمّيِ “Âh! Keşke, anam beni doğurmasaydı.”[18] çığlıkları nümâyândır.
Bu ölçüde kendi kendini sorgulamanın zor olduğu söylenebilir; ama bu seviyede nefsini muhâsebeye tâbi tutmayanın da zamanı değerlendirmesi; bugünü dünden, yarını da bugünden farklı yaşaması mümkün değildir. Böylesi zamanzedelerin uhrevîlik performansı göstermeleri ise bütün bütün imkân hâricidir.
Muhasebe, iman, insan-ı kâmil münasebeti
Nefsin sürekli sorgulanması ve ona itâb, imanın kemâlindendir.[19] Hayatını “insan-ı kâmil” ufkuna göre plânlamış her rûh, yaşadığı hayatın şuurundadır ve ömrünün her dakikasını nefsiyle mücâdelede geçirir. Kalbine uğrayan her hâtıraya, kafasından geçen her düşünceye parola sorar ve vize tatbik eder. Şeytana, âsâba, hassasiyete açık her işinde nefsânîliğini yakın takibe alır; çok defa onun en güzel, en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular; akşam-sabah elindeki tığını, nefsini levm atkıları arasında dolaştırır ve bu rûh hâleti içinde hayat dantelasını örmeye çalışır. Her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha kontrol eder, her sabah bütün günahlara kapalı ve yepyeni bir azimle hayata açılır.[20]
Muhasebe sadakat nişanıdır
O, böyle bir sadâkat ve vefâ, böyle bir tevâzu ve mahviyetle iki büklüm olup başıyla ayaklarını aynı noktada birleştirdiği sürece, ona gök kapıları ardına kadar açılır ve kendisine: “Gel ey sâdık ki, mahremsin, bura mahrem makamıdır; seni ehl-i vefâ gördük...” denir ve her gün ayrı bir semâvî seyahatle şereflendirilir. Zaten, Cenâb-ı Hak da: وَلا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ “Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!”[21] diyerek bu saflardan saf rûh adına kasem etmiyor mu..?
اَللّٰهُمَّ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ نَجِّنَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الشَّفِيعِ يَوْمَ الدِّينِ وَعَلٰى أَصْحَابِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ أَجْمَعِينَ.
EK:
MUHASEBE VE MUHASEBE KAHRAMANLARI
Soru: Muhasebe nedir? Muhasebe kahramanlarından misaller verir misiniz?
Kelime itibarıyla hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama mânâlarına gelen muhasebe; mü’minin, her lahza iyi-kötü, doğru-yanlış, sevap-günah nevinden yaptığı bütün amellerini gözden geçirip, hayır ve güzellikleri şükürle karşılaması; inhiraf ve günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlık ve kötülükleri de tevbe ve nedametle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın iradesinin hakkını vermesi adına da ciddî bir teşebbüstür.
Her şeyden önce şu hususu ifade etmek gerekir ki, insanlık hakikî muhasebe duygu ve düşüncesini İslâm’la tanımıştır. İslâm’ın diriltici ikliminden istifade edememiş fertlerin, muhasebe ve kendi kendilerini kontrol adına yaptıkları şey, basit bir nefis sorgulaması denemesinden başka bir şey değildir. Hele bazı mezhep ve felsefelere göre insanın, ilâh olmaması için günah işlemesi lâzımdır şeklinde bir telakki vardır ki, insanın buna bir şeytan yorumu diyesi geliyor. Bazı uzak doğu dinlerinde bulunan ruhların devr-i daimi şeklindeki görüşün hikmet, adalet ve insafla telifi mümkün değildir. İslâm’dır ki, “Ne sizin kuruntularınız ne de Ehl-i Kitab’ın kuruntuları bir (gerçektir); kim bir kötülük yaparsa, (mutlaka) onun cezasını görür ve kendisi için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da bulamaz.”[22] diyerek her şeyi yerli yerine oturtur. Evet, o, ne sizin ne de sizden evvelki Ehl-i Kitab’ın, “Cennet’e gireceğiz, günahımızı başkasının sırtına yükledik. Bu günahı papazlar çekiyor, onlar affettirecekler.” gibi kuruntularının bir dayanağı olmadığı gibi, ruhların devr-i daimini ifade eden diğer telakkiler de birer kuruntu ve ümniyeden başka bir şey değildir.
Evet, bunların hiçbiri bir değer ifade etmemekte ve insanlığa hiçbir şey kazandırmamaktadır. Zira “Kim bir kötülük yaparsa, onun cezasını görecektir.”[23] “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenemez.”[24] ve “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”[25] gibi nasslarla Müslümanlıkta herkesin çalışmasının esas olduğu ve mükâfatın da Allah’ın dilemesine bağlı bulunduğu vurgulanmıştır. Evet, bir gün Cenâb-ı Hak lütfedecek ve herkes mutlaka çalışmasının karşılığını görecektir.
Muhasebe Sultanlarından Altın Tablolar
Şimdi muhasebe sultanlarının hayatlarından vereceğimiz misallerle mevzuu biraz daha açalım:
a- İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem)
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) derin bir muhasebe insanıdır. Ümmeti için en güzel örnek olan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” yani “Yataklara girip yatamaz, ağzınıza koyduğunuz lokmayı yutamaz ve bir yudum su içemezdiniz.” buyurmuş ve bir sahabinin yorumu çerçevesinde, “Keşke kesilip biçilen bir ağaç olsaydım.” gibi mülâhazalarla sorumluluğun ağırlığını çevrelerine duyurmaya çalışmışlardır.
İki Cihan Güneşi (sallallâhu aleyhi ve sellem), şahsî hayatının her ânını, muhasebe duygu ve düşüncesine bağlı yaşadığı gibi bu çizgide, yer yer insanlığa yapacağı ihtarlarını da ilk defa kendisine en yakın olanlarda ortaya koymuş ve başkalarına diyeceğini onları muhatap alarak seslendirmiştir. Nitekim bir gün O (sallallâhu aleyhi ve sellem), en uzak daireden başlayıp, en yakın daireye kadar, bütün yakınlarını çağırdıktan sonra, “Ey Kâ’b b. Mürreoğulları, Ey Abdimenafoğulları, Ey Abdülmuttalipoğulları!” diyerek onlara ayrı ayrı seslenmiş ve “Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!” buyurarak herkesin kendinden sorumlu tutulacağını hatırlatmıştır.
Evet, “Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir.”[26] fehvâsınca, her insanın nefsi tıpkı rehin emtia gibi ipotek altındadır. Kişi, çalışıp kazanacak, kazandığı şeyleri Allah yolunda sarf edecek ve nefsini ipotek olmaktan kurtaracaktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) işte bu noktadan hareketle, kendisine en uzak kabile ve oymaktan başlayıp, tedelli yoluyla sözü en yakınlarına doğru çekerek şöyle buyurmuştur:
“Ey Allah Resûlü’nün halası Safiyye! (Sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak; zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam!”
Safiyye (radıyallâhu anhâ) ki, Hz. Hamza’nın (radıyallâhu anh) kız kardeşi, Allah Resûlü’nün “Havarim” buyurduğu Hz. Zübeyr’in (radıyallâhu anh) anası, Zalim Haccac’a karşı Kâbe’yi müdafaa ederken asılmak suretiyle şehit edilen Abdullah b. Zübeyr’in babaannesi ve bütün bunlardan öte o, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) öz halasıdır. Bunlara rağmen, İki Cihan Serveri, ona da nefsini Allah’tan satın almasını söylüyor ve Allah katında onun adına da bir şey yapamayacağını bildiriyor. Dahası O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi kızı, ciğerpâresi ve peygamberlik günlerinin gönül meyvelerinden Hz. Fatıma’ya (radıyallâhu anhâ) bile “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! (Sen de nefsini Allah’tan satın al; zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam.” buyurarak sorumluluğun şahsîliğine dikkat çekiyor ve herkesi dikkatli yaşamaya çağırıyor.
Fatıma (radıyallâhu anhâ) ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından “Fatıma benden bir parçadır.” buyrulan; Cennet kadınlarının efendisi olduğu bildirilen; kendisinden sonra gelecek olan ekser evliyâ ve asfiyânın onun nurlu neslinin semeresi olan müstesna ve yüce bir kadındır.
Evet, işte İslâm, böylesine büyük bir mesuliyet ve vazife şuuruyla gelmiş, herkesin yapması gereken vecibeleri hatırlatmış ve Ehl-i Kitab’ın kuruntularına kapılmamayı emretmiştir. Evet, her fert, sa’y u gayret meydanı olan bu dünyada ne yapmışsa Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna onunla çıkacak, durumu mizanda o amellerle değerlendirmeye tâbi tutulacak ve neticede ya Cennet’e yürüyecek ya da esfel-i sâfilîne sukut edecektir.
Kitap ve Sünnet gibi kaynaklarıyla İslâm, herkese belli sorumluluklar yükler. Toplumun hemen her ferdine, bulunduğu yer itibarıyla yapması gereken bir kısım mükellefiyet ve vazifeler yüklenmiştir.
“Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râî elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl ü ıyâlinin râîsidir ve raiyyetinden mesuldür. Kadın, beyinin hanesinin râîsi ve gözetiminde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının râîsi ve elinin altındakilerden mesuldür. Her birerleriniz râî ve her birerleriniz raiyyetinden sorumludur.” hadisinde ifade edildiği gibi, herkes bir mânâda çoban ve herkes güttüğünden sorumludur. Dolayısıyla herhangi bir noktada, başkalarından önce Hakk’a, hakikate uyanmış, imanla tanışmış bir talebe, öğretmen ya da esnafın çevresindeki arkadaşlarına karşı bir kısım sorumlulukları vardır. Böyle biri sahip olduğu bütün imkânları kullanarak henüz imana tam uyanmamış arkadaşlarına hak ve hakikatleri anlatmalı, onların ellerinden tutarak kendisinin teneffüs ettiği o temizlerden temiz iman atmosferi içine çekmeli; Cenâb-ı Hak ve Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların ruhlarına duyurmaya çalışmalıdır. Yine herhangi bir müessesede çalışan bir kimse, çalıştığı iş yerindeki arkadaşlarına aynı hakikatleri anlatmalı ve ölüm soluklayan ruhlara yeniden dirilişin yollarını göstermelidir. Aslında böyle bir çalışma, aynı şekilde toplumun her kesiminde artan bir ivmeyle sürdürülmeli ve herkes nerede bulunursa bulunsun, kendisine kucak açacak muhabbet dolu bir sine bekleyen kitleleri sevgi ve hoşgörüyle bağrına basmalıdır. Bizim, bu misyonu mazide tam ifa eden insanlara yaptığımız gibi geleceğin nesilleri de, ilk kuruluşun temsilcileri sayılan ashab-ı kiramdan (radıyallâhu anhüm) sonra, bu ikinci dirilişin mümessillerini yürekten alkışlayacak ve tarihin altın sayfalarına kaydedeceklerdir.
Evet, birinci kuruluşun ilk temsilcileri ashab-ı kiramdır; onlar, birinci cahiliyeyi silmiş ve aydınlık bir dünya kurmuşlardır. Şimdilerde ise, dünyanın dört bir yanında korkunç bir cahiliye yaşanmaktadır ve bu cahiliyeyi bertaraf edecek olanlar da ikinci dirilişin ilk temsilcileri olacaklardır. Allah (celle celâluhu), bir zamanlar peygamberlere, sonra sahabe-i kirama; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Alilere gördürdüğü bu hizmeti ve onlara yüklediği bu mükellefiyeti, şimdilerde bir ihsan-ı ilâhî olarak bugünün Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Alilerine gördürmektedir. Asr-ı Saadet’in o devâsâ kametlerine karşılık, ikinci dirilişin temsilcileri olmaya azmetmiş; a’zamî takva, a’zamî vilâyet, a’zamî ihlâs, a’zamî sabır kahramanı ve her şeye katlanmaya karar vermiş bu devrin mübarek ve mübeccel nesli, sahabenin bıraktığı yerden başlayarak her yere şefkat ve merhametle yürüyecek ve senelerden beri beklenilen gül günlerinin gelmesine vesile olacaklardır. Böylece –inşâallah– bütün bir millet, bu sevgi ve muhabbet fedailerinin neşrettiği ışık sayesinde yeniden bir kere daha aydınlığa çıkıp nura kavuşacak ve kendi olacaktır. Ne var ki herkesin, Cenâb-ı Hak tarafından kendisine ihsan edilen nimetlerin kadrini bilmesi, herkesi sevip, herkese şefkat etmesi de bu konuda olmazsa olmaz bir esastır. Hakikat erleri buna mutlaka riayet etmelidirler.
b- Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)
Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), “İnsanlardan dost tutmuş olsaydım, muhakkak ki, Ebû Bekir’i dost tutardım. Sizin kardeşiniz Allah’ın dostudur.” ve “Sen benim Kevser havuzu ve mağara arkadaşımsın.” vb. gibi hadislerle tebcil buyurduğu, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) yâr-ı vefâdârı, peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, daha dünyada iken Cennet’le müjdelenenlerin ilki, Cenâb-ı Hakk’ın “Ben ondan razıyım, acaba o da Benden razı mı?” hitabının mazharı ve “Sıddîk” unvanının sahibi, ilk halife Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) de muhasebe kahramanlarının en önde gelenlerindendir. O kadar ki, insan olma mesuliyetini müdrik bu büyük muhasebe insanı, bir gün ağaç üzerinde bir kuş görmüş, ona şöyle seslenmiştir: “Ne mutlu sana ey kuş! Doğrusu senin yerinde olmayı çok isterdim. Ağaca konar, meyvesinden yer, sonra uçarsın; ne hesaba çekilmen söz konusu, ne de cezaya çarptırılman..!”
Yine O büyük muhasebe insanı, insan olarak yaratılmaya şükran hisleriyle dopdolu ama sorumluluk duygusuyla da iki büklüm olduğu özel bir durumda şunları söyler: “Vallahi bu ölçüde sorumlu bir insan değil de yol kenarında develerin gelip kemirdiği, kemirip sindirdiği ağaç yaprakları olmayı.. ya da sahibi tarafından beslenip semirtilen, semizlendiğinde de kesilip eti kızartılan ya da kurutulan, sonra da yenip sindirilen ve ıtrah edilen bir koç olarak yaratılmayı arzu ederdim.” der.
Evet, Hz. Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) izafe edilen bu sözler, belli bir ruh hâline bağlı sözlerdir; zira Allah (celle celâluhu), yeminli ifadesiyle “Gerçekten Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”[27] buyurarak insanın, ağaçtan, ağaçtaki meyveden, hayvanattan ve hatta meleklerden bile mükerrem bir varlık olduğunu bildirmektedir. Evet, avâlim onda pinhân (gizli), cihanlar onda matvî (dürülmüş)dir. Fakat muhasebe duygusunun şiddetli ağırlığı, hakikî bir mü’min olan Hz. Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) bile bu sözleri söyletebiliyordu.
c- Hz. Ömer (radıyallâhu anh)
Muhasebede zirve kametlerden birisi de, hiç şüphesiz bütün hayatını engin bir muhasebe içinde geçiren, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında tebcil sadedinde “Eğer benden sonra peygamber gelecek olsaydı, bu Ömer olurdu.”, “Allah, hakkı Ömer’in diline ve kalbine koydu.”, “Güneş, Ömer’den daha hayırlı bir kimse üzerine doğup batmadı.” buyurduğu, ikinci halife ve dünyada iken Cennet’le müjdelenenlerden bir diğeri olan Hz. Ömer’dir (radıyallâhu anh). Yeryüzünde bir adalet timsali olan bu başyüce insan da hep mesuliyet ve muhasebe duygusunun ağırlığıyla inlemiş durmuştur. Onun şu sözleri bu konuda örnek teşkil edecek sözlerdendir.
* “Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin. Tartılmadan önce nefsinizi tartın.”
* “Allah’a yemin olsun ki, yeryüzü dolusu altınım olsaydı, O’nun azabı gelmezden önce hepsini verip kendimi o azaptan kurtarmaya çalışırdım.”
* “İnsanların en iyisi bana ayıplarımı gösterendir.”
* “Eğer Fırat kıyısında bir deve kaybolarak ölüp gitse veya bir koyun suya düşüp boğulsa Allah’ın onu bana soracağından korkarım.”
* “Eğer Rabb’im merhamet etmeyecek olursa, vay benim hâlime, vay anamın hâline!..”
* “Keşke bir başak olsaydım. Keşke yaratılmasaydım. Keşke hiçbir şey olmasaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı. Keşke unutulup gitseydim!..”
* “Eğer gökten birisi seslenerek, “Ey insanlar! Hepiniz Cehennem’e, sadece biriniz Cennet’e gireceksiniz deseydi, o kişi, ben olabilirim ümidiyle coşar” ve “Ey insanlar! Hepiniz Cennet’e, sadece biriniz Cehennem’e gireceksiniz.” deseydi, o kişi, ben olabilirim korkusuyla ürperirdim.”
Hayatının son günlerinde o (radıyallâhu anh), bir yerde çakıl taşlarını yığmış, sonra da o taşların üzerine elbisesinin bir tarafını sererek onlara yaslanmış ve şöyle dua ediyordu “Allah’ım! Yaşlandım, kuvvetim azaldı, ülkem genişledi. Emirlerinden herhangi birini zayi etmeden ve emirlerinde bir kusur işlemeden ruhumu kabzet!”
Bu dua, elleri kuruyası Ebû Lü’lü’ün hançerini adalet âbidesi Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) mübarek vücuduna saplayacağı günden bir-iki gün önce yapılmış ve kabul olmuş gibidir. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bu duasında Allah’tan emanetini almasını ve kendisini mesuliyetten kurtarmasını istemiştir. Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sizden hiç kimse, maruz kaldığı bir zarar sebebiyle ölümü temenni etmesin. Mutlaka bunu yapma mecburiyetini hissederse, bari şöyle desin: “Rabbim, hakkımda hayat hayırlı ise yaşat, ölüm hayırlı ise canımı al!” buyurarak, Allah’tan mutlak mânâda ölümün istenmemesi gerektiğini bildirmiştir. Ne var ki, Hz. Ömer (radıyallâhu anh), mesuliyet ve mükellefiyetini idrakinin ifadesi olarak Cenâb-ı Hak’tan ölümü istemiştir. Onun yaptığı bu dua, Rabb’i tarafından hüsnü kabul görmüş ve bu namaz âşığı insan, sabah namazında iken Muğire b. Şûbe’nin kölesi Ebû Lü’lü tarafından şehit edilmiştir.
Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), canı sıkıldığı veya biraz rahatsız oldukları zaman Hz. Bilâl’e (radıyallâhu anh) hitaben “Erihnâ yâ Bilâl – Bilâl! Hele bir içimizi ferahlandır!” buyururlardı. Bunun mânâsını bilen Hz. Bilâl de hemen kalkıp ezan okur ve hep birlikte namaza dururlardı. Zira mü’min, namazda bir başka inşiraha erer. Hz. Ömer (radıyallâhu anh) de, tıpkı rehberi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi namaza âşık ve hayran bir insan idi. O kadar ki, o namaz kılarken kendini tutamayıp sesi arka saflardan işitilecek şekilde ağlar ve kendinden geçerdi. Çoğu zaman o bir âyet okuduğunda boğazı tıkanır, âyetin devamını getiremez, bazen bayılıp yere düşünceye kadar ağlar sonra da evine kapanırdı da, insanlar onu hasta zannedip ziyaret ederlerdi. Bir defasında bu ince kalbli insan, sabah namazında Yusuf sûresini okurken “Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a arz ediyorum.”[28] âyetine gelince hıçkırarak ağlamaya başlamış ve âyeti tamamlayamadan rükua varmıştı. Her ne kadar âyetteki sözler Hz. Yakub’a (aleyhisselâm) ait olsa da, Yakuplar bitmemişti ve bitmeyecekti; Hz. Ömer de onlardan biriydi. Bu mahzun ve mükedder insan, okumuş, düşünmüş, hem kendisi ağlamış, hem de sahabe-i kiramı ağlatmıştı.
İşte bu derinliği ile yine o, Rabb’isinin huzurunda kendinden geçmiş, sabah namazını eda ediyordu ki, birden Ebû Lü’lü’ün soğuk ve zehirlenmiş hançerini bağrında hissediverdi. Hançer bağrından dışarıya çıkarken Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) mübarek bağırsakları da o yırtıktan dışarıya çıkmıştı. Bu şuurlu insan, son anlarını yaşadığı o esnada dahi, olup bitenleri düşünmekten daha çok, Allah’la münasebeti adına bir husus üzerinde duruyor ve oğlu Abdullah’ın halk arasında dolaşmasını ve onların kendisi hakkında ne düşündüklerini öğrenmesini istiyordu. Bu vazifeyle halkın içine dalan Hz. Abdullah (radıyallâhu anh) hangi kapıya uğradıysa herkesin senasıyla karşılaştı; hemen herkes “Vâh Ömer!.. Vâh Ömer!.. Vâh Ömer!..” nidalarıyla ağlayıp inliyordu. Hatta kadınlar sultanı Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) de aynı duygu ve düşünceyle “Vâh Ömer” deyip feryat ediyordu. Zira herkes biliyordu ki, onun bağrına saplanan hançer aslında İslâm’ın bağrına saplanmıştı. O hançerden damlayan kan, kıyamete kadar Müslümanlar arasında iftirak telâtumuyla çağlayıp gidecek ve ihtimal bir daha da dinmeyecekti. Evet, yere yıkılan Ömer değil, İslâm birliği ve Müslümanlık idi. Onun için herkes âh u efgân edip, “Vâh Ömer!” diye ağlıyordu.
Bu itibarladır ki, Hz. Abdullah kime uğradıysa hepsinin hasret içinde yanıp yakıldığını gördü ve bu durumu gelip babasına haber verdi. Bunun üzerine koca halife, kendisine kastedenin kim olduğunu öğrenmek istedi. Kendisine kâtilin İranlı bir Mecusi köle olduğunun bildirilmesi üzerine de, kâtilin ehl-i imandan biri olmayışından ötürü “Allah’a hamd olsun.” demişti. Bu mülâhaza, adalet timsali Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) kendi kendine herhangi bir Müslümana bir haksızlık yapabileceği, onun da buna canı sıkılarak kendisini hançerleyebileceği endişesinden kaynaklanıyordu. Zira böyle bir durumda Hz. Ömer haksızlık yaptığından ve onu yaralayan da bir Müslümanın kanına girdiğinden dolayı kendince mesul olacaktı. Bu onun Allah karşısında konumunun, mesuliyet ve vazifesini müdrik bulunmanın, muhasebe hissi ve olabildiğine içe doğru bir derinliğin ifadesiydi ve bu büyük dimağ, bu duygu, bu düşüncelerle, canına kıyanın bir Müslüman olmadığı için Rabb’ine hamd ediyordu.
Hz. Ömer’e ait şöyle bir inceliğe daha şahit oluruz: Yaralandıktan sonra oğlu Abdullah’ı Hz. Âişe Validemize, hücre-i saadette İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Hz. Ebû Bekir’den (radıyallâhu anh) geriye kalan bir kişilik yere, –evet, dünyada iken hiç ayrılmadığı dostlarının yanına– defnedilebilmek üzere izin istemesi için gönderir. Bu esnada Hz. Ömer’in başı da, hiçbir zaman yanından ayırmadığı, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetin âlimi olarak tavsif ettiği, amcasının oğlu olan genç âlim İbn Abbas’ın dizindedir. Adım adım ölüme yaklaştığı bu esnada koca Ömer heyecan, merak ve menfi bir cevap alacağı endişesiyle, Hz. Âişe’den gelecek cevabı beklemektedir... Neden sonra Hz. Abdullah koşa koşa gelir ve Hz. Âişe Validemiz’in (radıyallâhu anhâ) büyük bir fedakârlık göstererek, “Esasen ben orayı kendime ayırmıştım, ama Ömer’i nefsime tercih ederim.” dediği müjdesini verir. Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallâhu anh), “Allah’a şükür. En büyük arzum bu idi; o da oldu. Ama yine de ben öldükten sonra beni oraya götürün ve tekrar izin isteyin. Eğer izin verirse oraya gömün, vermezse Müslümanların mezarlığına gömün.” der.
Bu hâdisenin mevzuumuzla alâkalı olan yönü şudur: Hz. Ömer (radıyallâhu anh), oğlu Abdullah’ın (radıyallâhu anh) Hz. Âişe’den getireceği haberi endişe içinde beklerken ağlar ve kendinden geçer. İbn Abbas ise onu şu mealdeki sözlerle teselli etmeye çalışır:
“Ey Allah’ın peygamberinin halifesi! Seni Cennet’le müjdeleyebilirim; zira sen, Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) idrak edip Müslüman oldun. Resûlullah, bir keresinde sağ ve soluna seninle Ebû Bekir’i (radıyallâhu anh) alıp ellerinizden tutarak, “Biz kıyamet günü bu şekilde diriltileceğiz.”; başka bir keresinde ise, “Her nebinin sema ve arz ehlinden ikişer veziri vardır. Benim de gökte iki, yerde de iki vezirim var. Gökteki vezirlerim Cebrail ve Mikâil; yerdeki vezirlerim de Ebû Bekir ve Ömer’dir.” buyurmuşlardı ve Resûl-i Ekrem’in size teveccühleri bu istikamette idi.
Ayrıca Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanı sıra ilk halife Ebû Bekir de senden memnundu ve kendisinden sonra hilâfete sizi tavsiye etmişti. Ona: “Ömer gibi sert ve şiddetli bir adamı tavsiye ediyorsun. Allah’ın huzuruna gittiğin zaman Allah sana sorarsa ne diyeceksin?” diyenlere de O, “Siz beni Allah ile mi korkutmak istiyorsunuz! Rabbime kavuştuğumda bana soracak olursa, ben de ‘Yâ Rabbi! O ümmet içinde onların en hayırlısını seçip halife bıraktım.’ diyeceğim.” şeklinde cevap vermişti.
Allah sana birçok şehirler kurdurdu. Seni vesile kılarak nifakı ortadan kaldırdı. Yine senin vasıtanla Müslümanlara çok şey lütfetti. Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) uzun zaman arkadaşlık ettin. Halife oldun, taviz vermedin, vazifeni de hakkıyla yaptın.. ve şimdi de yaralandın, O’na şehit olarak gidiyorsun. Sen, Ebû Bekir gibi olmasa bile kendi kametince “sıddîk”dın, Sen, “Fâruk” olmayı tam mânâsıyla yaşadın ve yeryüzünde adaleti ikame ettin “Adalet mülkün temelidir.” diyerek onu âdeta sinelere perçinledin.. cihan, adaleti senden öğrendi... Senin için sadece bir şehitlik kalmıştı; Allah’ın huzuruna giderken kazanmadığın hiçbir şey kalmasın diye sen sineni şehitliğe de açtın.”
İbn Abbas (radıyallâhu anh) bu mealdeki sözlerini bitirdiğinde Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) birden gözleri parıldadı ve İbn Abbas’a yanına oturmasını söyleyerek ondan biraz önce sarf ettiği sözleri tekrar etmesini istedi. İbn Abbas sözlerini tekrar edince de, Koca Halife (radıyallâhu anh) ona:
“Mahşerde Allah huzurunda da böyle şehadet eder misin?” diye sordu. İbn Abbas “Evet” deyince de artık dünyalar onun olmuş gibi seviniyordu. Hz. Ömer’deki muhasebe duygusunun derinliğine ve kendini kontroldeki inceliğe bakın ki, daha dünyada iken Cennet’le müjdelenmiş olmasına rağmen, yaptığı şeylere değil; Peygamber’in amcasının oğlunun şehadetine değer vermektedir.
Hz. Misver’in naklettiği bir başka rivayette, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) yaralandığı zaman: “Vallahi yeryüzü dolusu altınım olsa idi, ötede Allah’ın azabından kurtulmak için hepsini fidye olarak verirdim.” der.
Evet, bu devâsâ kametler, müthiş bir muhasebe ve murâkabe duygusu içinde ve olabildiğine mütevazi bir hayat yaşamış, cihanın kapıları da ardına kadar kendilerine açılmış olmasına rağmen tavırlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır. İhtimal, bir kere daha cihanın kapılarını zorlamak için onlar gibi yaşamak gerekecek. Zira her zaman aynı ağırlık, aynı güç ile kaldırılabilmiştir. Kanaat-i âcizanemce Ömerlerin, Ebû Bekirlerin yeniden tulû edeceği o mübarek, mübeccel ve mukaddes neslin müjdesiyle tüllenen şafak emareleri belirmeye başlamış sayılır. Ne var ki, ilkler gibi bugünkülerin de, kendilerini iman ve Kur’ân’a adayıp hak sevdalısı olmaları gerekmektedir. İşte o zaman ağlamalarımız dinecektir. –Gerçi ben, otuz-kırk senedir hem ümmet-i Muhammed hem de tali’siz neslimiz için hep ağladım ama, yine de hakkıyla ağladığımı söyleyemem.–
Ah keşke o ağlanacak hâlimize, kervanı kaçırışımıza, üzerlerine düşen misyonu bihakkın eda edip giden seleflerimizin izini kaybedişimize, Hak’tan kopup yapayalnız kalışımıza, topyekün bir ümmet olarak Kur’ân’dan uzaklaşışımıza, devletler arası muvazenede ağırlığımızı yitirişimize ve onca çabalamalara rağmen bir zamanlar kaybettiğimiz durumumuzu bir türlü elde edemeyişimize ağlayamadık.. yitirdiğimiz değerlerin ızdırabını ruhumuzda duymadık; âdeta hissizlik ve vurdumduymazlık örneği gibi yaşadık; hiçbir şey olmamış gibi, pek çoğumuz itibarıyla hâlâ da öyle yaşıyoruz.
Evet, ruh dünyamız itibarıyla yeniden ruh gücümüzü kazanabilmek, iradelerimizi güçlendirip önümüzü kesen zulmetler karşısında dayanabilmek ve asırlık problemleri -Allah’ın inayetiyle- halledebilmek için, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) düşüncesiyle “Hesaba çekilmeden evvel kendimizi hesaba çekebilsek!” önümüzde çözüm bekleyen problemler bir bir çözülecek ve yürüme fırsatı doğacak güvenli yarınlara.
d- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
Engin muhasebe şuuruna sahip kutlulardan biri de, hiç şüphesiz kadınlık âleminin baş tacı Hz. Âişe Validemiz’dir (radıyallâhu anhâ). Bu büyük kadın, bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında birdenbire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da, “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: (Yâ Âişe!) “Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz:
1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar.
2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman ki, acaba defter sağdan mı soldan mı, yoksa arkadan mı geleceğini göreceği ana kadar.
3) Cehennem’in iki yakası ortasına kurulan sıratı geçme esnasında ve geçinceye kadar.”
Bu sözüyle Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), saydığı bu üç yerde, ehli dahil hiç kimseyi hatırlayamayacağını bildirmekte ve Hz. Âişe’ye âdeta başının çaresine bakmasını söylemektedir.
Hz. Âişe Validemiz, bir peygamber hanımı, Hz. Ebû Bekir’in pâkize kızı ve mü’minlerin anası olmasına rağmen ahiretteki hesap endişesiyle ağlamaktadır. O, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahirete irtihal buyurduklarında daha yirmi küsur yaşlarındaydı: 8-9 yaşlarında iken kadınlık âlemine bir mürşide ve bir muallime olarak İnsanlığın İftihar Tablosu’nun saadet hanesine girmiş ve vahyin sağanak sağanak boşaldığı bir hanede kendini bulmuş, duymuş ve yoğrulmuştu; dahası ümmet-i Muhammed’in terbiyecisi olmuş, kıyamete kadar gelecek kadınlık âleminin ihtiyaç duyacağı disiplin ve prensiplerin hiç olmazsa büyük bir kısmının nâkilesi hizmetini görmüştü. Şimdi eğer Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onu bile hatırlayamayacağını ve başının çaresine bakmasını söylüyorsa, bu, Hz. Âişe’nin endişe duyduğu kadar konunun ciddiyeti yanında, kimsenin kimseye faydasının olmadığı kıyamet gününde, başını yere koyup “ümmetî, ümmetî” diyen rahmet ve şefkat Peygamberi’nin de meselenin ehemmiyetini vurgulaması bakımından fevkalâde önemlidir.
Evet burada Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberler dahil herkesin “Sellim, sellim, sellim Bize selâmet ver Allah’ım, Sen selâmet vermezsen selâmete eremeyiz.” dediği yerleri hatırlatmakta ve peygamberlerin dahi böyle dediği bu üç yerde kimsenin kimseyi hatırlayamayacağını bilhassa tasrih etmektedir.
Buhârî şârihi Kastalanî’nin üzerinde durduğu 17 sahabi vardır ki, bunlar kulluk adına hiçbir zaman kendilerini yeterli görmemiş ve derin bir muhasebe şuuruyla hayatları boyunca hep nifak endişesiyle yaşamışlardır. Hz. Ömer ve Hz. Âişe Validemiz de işte bu kimseler arasındadır. –Gerçi kendimi o büyük kametlerin ne avukatlık ne de savcılığını yapacak makamda göremem, ama– hâşâ ki o pâk dâmenlere nifak yaklaşmış ve bulaşmış olsun!.. Ne var ki, onlar, böyle düşünerek hesaba çekilmeden evvel nefislerimizi sîğaya çekmemiz, kusurlarımızı gözden geçirmemiz için bizlere bir şeyler fısıldamaktadırlar.
Yediden yetmişe herkesin hemen her adımını Allah’a hesap verme inancına bağlatmasının sağlanabilmesi, onun ruh dünyasının, muhasebe duygu ve düşüncesiyle mamur hâle getirilmesiyle mümkün olacaktır. Asr-ı Saadet’te yaşanan şu hâdise bu hakikate ne güzel misaldir!..
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir gün camiye giderken bir çocuğun hızlı adımlarla yanından geçip camiye koştuğunu görür. Adımlarını açar hızlanır ve çocuğa yaklaşarak, “Yavrucuk! Sana namaz farz değil; neden böyle heyecan içinde ve koşa koşa camiye gidiyorsun?” diye sorar. Çocuk ise halife Hz. Ömer’in bu sorusuna sadece şu cevabı verir: “Ey Mü’minlerin emiri! Daha dün mahallemizde bir çocuk öldü!..”
“Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanları artan ve yalnız Rabbilerine dayanıp güvenen kimselerdir.”[29] âyetinde de ifade buyrulduğu gibi, hakikî mü’minler onlardır ki, Allah anıldığı zaman kalblerinde ürperti hâsıl olur. Ve onlar haşyetle sarsılırlar. Evet, Allah’ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman imanları artar, kat kat olur; o âyetlerin ifade ettikleri mânâlarla ürperir, imanın yümnü ve emanıyla kanatlanıp uçuyor gibi bir hâl alırlar. İmanın diriltici iklimiyle tanışan mü’minler, “İman teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.” fehvâsınca, inandıklarından dolayı Allah’a tevekkül eder; tevekkül ettiklerinden dolayı da, dünya ve ahiret saadetine mazhar olurlar.
Sahabeden başlayarak hakikî mü’minler hep böyle davrandılar; onlar, Allah’ın âyetleri anıldığı zaman ürperdiler ve kendilerinden geçtiler. Onların hayatlarından nakledeceğimiz şu hâdiseler bu hakikate güzel birer misal teşkil etmektedir:
e- Habeşli Bir Sahabi
Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bunu yapamazsanız, –ki elbette yapamayacaksınız– yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan ateşten korkun!”[30] âyetini okudu ve şöyle buyurdu:
“Cehennem kızarıncaya kadar bin sene, sonra beyazlayıncaya kadar bin sene, sonra da simsiyah oluncaya kadar bin sene yakıldı ve yandı. Derken ateşi asla sönmeyen simsiyah bir hâl aldı.” Bunun üzerine, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde bulunan bir zenci yüksek sesle ağladı. Cebrail (aleyhisselâm) inerek: “Önündeki bu ağlayan kimdir?” diye sordu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Habeşli bir adamdır.” dedi ve onu övdü. Cebrail de, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirdi: “İzzetim, Celâlim ve Arşımın üstündeki makamın hakkı için, dünyada Benim korkumdan dolayı ağlayan kulumu, Cennet’te sevindirir ve güldürürüm.”
f- Ensardan Meçhul Bir Muhasebe Kahramanı
Hz. Huzeyfe’nin (radıyallâhu anh) naklettiği hâdisede şunlar anlatılır: Kalbine Allah korkusu düşen ensardan bir genç evine kapanmış ve gece-gündüz ağlıyordu. O kadar ki, zayıflamış ve tamamen güçten, takatten kesilmişti. Bu durum Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) haber verildi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gencin yanına gelince, genç son bir kere daha gücünü kullanarak dizlerini zorladı ve Nebiler Serveri’nin teşrifini istikbal için ayağa kalkıp kendisini O’nun kollarına attı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ona sımsıkı sarıldı. Biraz sonra Allah Resûlü kollarını gevşettiğinde, genç ayaklarının dibine yığılıverdi. Bunun üzerine sevgi, şefkat ve merhamet peygamberi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gözleri çok derinlere dalmış şöyle buyuruyordu: “Kardeşinizi defnedin. Korku onun ciğerlerini parçalamış. Kuvvet ve iradesi ile yaşadığım Allah’a yemin ederim ki, Allah onu Cehennem’den korumuştur. Kişi umduğunu ister, korktuğundan da kaçar.”
Muhasebe Cemaati
Asr-ı Saadet’te Peygamberinden onun halifelerine, halifelerinden halkına, halk içinde erkeğinden kadınına, kadınından küçük çocuğuna kadar hemen her kesimiyle iliklerine kadar muhasebe duygusu işlemiş farklı bir toplum yetişmişti.
Bu öyle bir toplumdu ki, onu teşkil eden fertlerden hangisinin sinesine bakılabilseydi, orada Allah korkusu, Allah saygısı ve muhasebe duygusunun buhur buhur tütüp durduğu görülecekti... Sahabenin ifadesiyle Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaz kılarken sinesinden değirmen taşlarının çıkardığı seslere benzer sesler duyulduğu gibi; en büyük sahabiden en küçüğüne kadar hemen herkeste de aynı saygı, aynı haşyet ve aynı duyarlılık söz konusuydu…
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can vermeye bakın.”[31] âyeti nazil olunca Hakk’a açık bu insanların âdeta iflahı kesildi. Onlar bir müddet dişlerini sıkıp dayandılar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de hep onların alın ve dizlerinde nasırlar görüyordu. Çünkü Allah (celle celâluhu) onlara, âdeta
“Güç ve takatinize göre değil, Allah’tan nasıl korkulması lâzım geliyorsa öyle korkun. O’na nasıl ibadet edilmesi lâzım geliyorsa öyle ibadet edin. Ona karşı nasıl saygılı olunması ve sevilmesi gerekiyorsa öyle saygılı olun ve sevin.” buyurmuştu. Onlar da, bu ufku yakalayabilmek için gece-gündüz sürekli ibadet ediyorlardı. Öyle ki, namaz kıla kıla alınları, dizleri nasır tutmuş ve –tabir caizse– âdeta iflahları kesilmişti.
Böyle bir tehâlükün şöyle bir husustan kaynaklandığı da anlatılmaktadır: “Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah’ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.”[32] âyeti nazil olduktan sonra bir müddet geçip geçmemişti ki âyetin ağırlığıyla belleri iki büklüm olan sahabe bir gün melûl, mahzun ve münkesir bir hâlde teker teker mescitten içeriye girdi.. ciddî bir temkin ve tedbirle Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaklaştı ve içlerinden birisi söz alarak, fevkalâde bir hicap içinde şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü! Namaz, oruç, cihad, zekât.. gibi takatimiz yetecek amellerle mükellef olduk. Bütün bunlara, eyvallah. Şimdi ise, şöyle bir âyet nazil oldu.” dedi ve yukarıdaki âyeti okudular. “Hâlbuki bizim buna gücümüz yetmeyecek. Her birimiz gönlünden öyle şeyler geçiriyor ki, dünyaları verseler bunların kalbimizde bulunmasını arzu etmeyiz.”
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onların bu sözüne çok üzüldü ve onları itap sadedinde “Sizden evvelkiler gibi, ‘İşittik isyan ettik’ mi demek istiyorsunuz!..” buyurdu, sonra da onlara şöyle demelerini emretti: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş Sanadır.”
Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözünden birkaç dakika sonra ise hemen şu âyetler nazil olmuştu:
“Peygamber, Rabb’i tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Onlar, biz) ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır’ dediler. Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) da kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”[33]
... Ve Bir Yakarış
Şimdi gelin biz de, bu âyetlerden mülhem, mevzuu bir dua sadedinde şu cümlelerle bitirelim:
Ey Rabbimiz! 14 asır evvel bize tebliğ buyurduğun emr-i sübhânîni biz de işittik ve itaat ettik. İlkleri mağfiret buyurduğun gibi bizi de mağfiret buyur. Ey dönüş kendisine olan Sultanımız! Ey Sultan-ı Zîşân! Ve ey Ezel ve Ebed Sultanı! Bizi yaşamış olduğumuz şu helâketler ve felâketler asrında başıboş bırakıp cehalet ve küfür karanlıklarına ezdirme.
Rabbimiz! Bizi unuttuğumuz ve hata ettiğimiz şeylerden ötürü muaheze etme. Biz ve atalarımız dinin kadir ve kıymetini bilemedik. Ona gerektiği gibi sahip çıkamadık. Derken şu birkaç asırlık ihmallerimizle devletler muvazenesindeki yerimizi kaybettik. Aziz ve şerefli bir kavim iken zelil ve perişan olduk. Bizden evvelkilerin sırtına yüklediğin ağır yükü bizim sırtımıza da yükleme. Bizi, takatimizi aşan şeylerle imtihan etme. Bizi affeyle. Bize mağfiret buyur. Bize merhametle muamelede bulun. Sen bizim Mevlâmızsın. Çünkü, Kur’ân’da “Bu, Allah’ın, inananların Mevlâ (yardımcı)sı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların Mevlâ (ve yardımcı)ları yoktur.”[34] buyuruyorsun. Sen bizim Mevlâmız; biz ise Senin boynu tasmalı, ayağı prangalı kullarınızız.
Evet, biz, sinesi inançla coşan mü’minler olarak böyle bir kulluğa dilbesteyiz. Zaten, her gün kulluk borcumuz olan namazlarımızı eda ederken, Fatiha’da en az kırk defa bu kulluğumuzu itiraf ediyor ve “(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umarız.”[35] diyerek ahd ü peymânımızı yeniliyoruz. Başkaları kulluktan kaçar; biz ise, Rabbimiz’e kul olduğumuz zaman memnun oluruz. Şimdi bir kere daha O’na kulluğumuzu ilân ediyor, bu kulluğu arızasız yapmak için de yine yalnız O’ndan yardım istiyoruz. Acz ü fakrımızı itiraf ederek yine O’na sığınıyor ve bunca nusret ve nimetleri karşısında şevkle geriliyor, şükranla kanatlanarak üveyikler gibi hakikate doğru uçmaya çalışıyor ve bizleri muvaffak kıldığı şeyleri gördükçe de şükürle iki büklüm olup inliyoruz.
Yâ Rabbi! Bizleri de yukarıda zikredilen muhasebe kahramanları gibi muhasebe duygu ve düşüncesiyle meşbu kıl. Bir lütuf olarak omuzlarımıza yüklediğin vazifeleri bihakkın edaya muvaffak eyle. (Âmin)
[1] Hasenat Allah’tan Seyyiat Nefisten
مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ
“Ey insan! Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisa, 4/79)
وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلاَ أَنْ هَدَانَا اللهُ
“Hamdolsun bizi bu cennete eriştiren Allah’a! Eğer Allah bizi muvaffak kılmasaydı, biz kendiliğimizden yol bulamazdık. (A’raf, 7/43)
[2] Dua ve Tevekkül, İstiğfar ve Tevbe
Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-ü ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin. Demek, dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar. (26. Söz, İkinci Mebhas)
[3] Günahın Kısa Ömürlü Olması
Bir yerde sürçüp günah işlediğiniz ve günah atmosferine kaydığınızda, hiç vakit kaybetmeden kalkıp tevbe ve istiğfar ile arınmalısınız. Arınmalı ve kesinlikle bunu tehir etmemelisiniz. Çünkü bir saat sonra sırtınızdaki bu Kafdağı’ndan daha ağır yükle, Rabbinizin huzuruna gitmeyeceğinize dair elinizde bir senet yoktur. Nezih ruhlar, işledikleri günahlardan temizlenmedikten sonra, rahat edemez ve onların gözlerine uyku girmez...
Günaha bir saniye bile ömür bağışlamak şahsın kendi aleyhindedir. Ve bundan daha önemlisi de, Allah’a karşı yapılan bir saygısızlığa karşı, saygılı olmak demektir. Hiçbir günahın bir saniye bile yaşamaya hakkı yoktur. Zira o, tevbe ile çabucak silinmezse, kalbi ısıran zehirli bir yılan haline gelir. Ve bir defa lekelenince de kalp artık yeni lekelere açılır. Böylece insan fasid bir daire içine düşer. Her günah yeni bir günahı doğurur ve nihayet “Bel râne alâ kulûbihim - Hayır hayır, onların kalbi pas bağladı.” (Mutaffifin, 83/14) sırrı zuhur eder.
Bundan dolayıdır ki, insanlardaki duygu ve düşünceyi daima bu zemine çekip, onlara bu hakikatleri anlatmak ve onları günahlar karşısında hüşyar ve uyanık hale getirmeye çalışmak çok önemlidir. Hatta gücünüz yeterse veya bir kuvve-i kudsiye-i velâyetiniz varsa, günahın çirkin yüzünü onlara göstermelisiniz, göstermeli ve onları o günahlardan vazgeçirmelisiniz.
Evet, kalbi hüşyar ve uyanık, ruhu duyarlı insanlar âdeta her günahın, beraberinde getirmiş olduğu bir iğrenç kokuyu duyar gibi olurlar. (Prizma-1)
[4] Muhasebeye Farklı Bir Yaklaşım:
Diğer tasavvuf kitaplarında daha çok “Muhasebe”, “amellerin sorgulanması” olarak anlaşılmıştır. Halbuki muhterem müellif burada muhasebeyi, “insanın kendini kamil manada keşfi” olarak takdim etmektedir…
[5] Hal Nedir?
Hâl; insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintilerle yaşaması ve kalb ufkunda cereyân eden gece-gündüz, sabah-akşam farklılığının duyulup hissedilmesidir. ("Hâl, Makâm", Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
[6] Nefsin Yapısı:
… nefis, mahiyet ve cibilliyeti itibarıyla fevkalâde kendine tutkundur. O her şeyden önce kendini sever; başkaları ile olan irtibatını da yine kendine bağlar: Öyle ki o bazen, inanmış bir gönlün, Mabud-u Mutlak ve Maksûd-u Bilistihkak’a teveccüh etmesi ölçüsünde kendine yönelir, kendine perestiş eder; dolayısıyla da hiçbir kusuru, hiçbir kabahati kabule yanaşmaz; yanaşmaz ve kendini hep müzekkâ görür. Onun bu olumsuz tavırlarına karşı “cihad-ı ekber” çerçevesinde, kararlı bir mücâhede ile nefsin sürekli sorgulanması, murakabe ve muhâsebe izâbehânelerinde eritilip yumuşatılması, yoğrulup şekillendirilmesi ve ne pahasına olursa olsun kat’iyen onun aklanmasına gidilmemesi; aklanmasına gidilmemesi bir yana, tezkiye edilmeme azim ve kararlılığının bir aklanma kurnası kabul edilmesi gerekir ki, özündeki insanî derinlikler inkişaf ettirilebilsin.. evet eğer biz, sürekli tezkiye-i nefs etmemek suretiyle bir temizlenme arayışına bağlı kalabilirsek, melekler de, ruhânîler de nezafet ve nezahetimize gıptalar yağdıracak ve bir hadisin işaretiyle, dört bir yandan bu yolun yolcularıyla musafahaya koşacaklardır; (Müslim, Tevbe 12-13) aksine, onu hep paka çıkarma ve müzekkâ görme gafletine düşersek, cinleri de, şeytanları da ürkütecek menfur bir mahiyetin mümessilleri hâline gelmemiz kaçınılmaz olacaktır. Evet –Mevlânâ’nın da dediği gibi– bazen insan, şeytânî duyguların tesirinde âdeta bir iblis olur; bazen de, kalbî ve ruhî hayatın zirvelerinde meleklerle atbaşı hâle gelir.. ("Seyr u Sülûkte Bir Başka Çizgi", Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
[7] Nûr sûresi, 24/31.
[8] Zümer sûresi, 39/54.
[9] Haşir sûresi, 59/18.
[10] İbnü’l-Vakt:
a- İbnü’l-vakt olma, sâlikin, yaşadığı ânın gereklerini çok iyi düşünerek, faaliyetlerini Allah nezdinde en evlâ ve en faydalı sayılan işlerden başlamak suretiyle, en küçük bir zaman parçasına pek çok iş sıkıştırarak, Hakk’ın bahşettiği imkânları, ilâhî mevhibeler adına yedi veren, yetmiş veren, yediyüz veren.. tohumlar gibi değerlendirmeye çalışmasıdır ki; bu bir manâda ilâhî vâridat ve işaretlerin geldiği kaynağa yönelme ve istikametle aktif beklemeye geçerek Hakk’a tahsis-i nazar edip, iradesini Hazreti Murad’ın iradesine bağlamak suretiyle vaktin ve hâlin bulunmadığı noktaları kollama demektir. ("Vakt", Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
b- Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan, kat'iyen bil ki, hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-yı dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tetkik, "bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir" demişler. İşte, şu sırdandır ki, bazı ehl-i velâyet, dünyanın, dünya cihetiyle ademine hükmetmişler.
Madem böyledir. Hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak; kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mazi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuttur.
Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim; gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
Hiç ender hiçim; fakat bu mevcudatı birden isterim. (26. Söz, Hatime)
[11] A’râf sûresi, 7/201.
[12] … Allah’ın değer verip öne aldığı şeyleri, en içli, en derin arzularımız dâhil, her kıymetin üstünde tutma; O’nun büyük gördüklerini büyük görüp başlarda gezdirme, değer vermediği şeyleri de hatırdan, gönülden çıkarıp atma, bu mevzuda ilk adım sayılır. Hak rahmetinin enginliğinin düşünülmesi, insanda Allah sevgisini ve ibâdet aşkını coşturur; O’nun mehâfet ve mehâbetinin mülâhazası ise, mâsiyet iştihasını kaçırır ve insanı dikkatli yaşamaya zorlar. Murâkabeye gelince, ibâdet ü tâatı, bir kısım cisimlerin tülbentten geçirilmesi gibi öyle bir eler ki, adeta onların içinde Hak mülâhazasından başka hiçbir şey kalmaz; zîrâ murâkabe aynı zamanda ferdin yapayalnız anlarında dahî, her an görülüp gözetildiği şuuruyla duygu ve düşüncelerini bulandırmama gayretidir. ("Murâkabe", Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
Kalb Hayatı, Muhasebe Münasebeti:
İman kalbin canı, ibadet onun damarlarında akıp duran kanı, tefekkür, murâkabe, muhâsebe ise onun bekâsının esaslarıdır. İmansız birinde kalb ölü ve ötelere karşı bütün bütün kapalı, ibadetsiz birinde o ölüm ağında ve onulmaz hastalıklarla sürüm sürüm, tefekkürsüz, muhâsebesiz ve murâkabesiz bir bünyede ise her türlü tehlikeye açık ve emniyetsizdir.
[13] Muhasebe Rahmet Yörüngeli Olmalı
Muhasebede Denge
İnsan her meselede olduğu gibi, muhasebede de ölçülü ve dengeli davranmalıdır. Bir kere muhasebe, kat’iyen yeis ağırlıklı olmamalıdır. Evet, her insanın muhasebesi kendi seviyesine göredir. Öyle meseleler vardır ki, ebrar onunla sevap kazanırken, mukarrabîn için onlar günah sayılmaktadır. Bu itibarla da ebrar kendi muhasebe derinliği içinde, mukarrabîn de kendi muhasebe enginliği içinde daima ölçülü olmalıdır. Diyelim ki, bir insan gece namazına kalktı ve sabaha kadar gözyaşları içinde namaz kıldı. Bu, mutlaka takdir edilecek bir ameldir. Fakat bu amel mukarrabînden birisine aitse, o kendine göre bu amelinin muhasebesini yapacak ve belki de şöyle diyecektir: “Ben bu geceki namazımda mânevî füyûzatla dolup taştım. Ama acaba, amelimdeki gaye ve hedef bu mânevî füyûzatı yakalamak mıydı? Eğer öyleyse yandım, mahvoldum.” Evet, bu da bir muhasebedir; fakat has dairede ve bazı insanlara mahsustur. Henüz gece namazına kalkmayı bile düşünmeyenler için böyle bir muhasebe teklifi, ifrattır ve altından kalkılamayacak bir yüktür...İşte Muhasibî’nin riya ve ihlâs konusunu işlerken ifade ettiği hususlara böyle bir pencereden bakmak lazımdır. İmam Gazzâlî’nin de bu konuları işleyişi aynen Muhasibî gibidir ve onda da hassasiyet had safhadadır. Bu konuda hadislerin bize öğrettiği ölçü ise, hem objektif hem de ekseriyete hitap etmektedir. O ölçü de şudur: “Din kolaylıktır. Onu zorlaştıran sonunda yenik düşmeye mahkûmdur…” Öyleyse her fert, muhasebede tecessüsünü, yenik düşmeme sınırında tutmalıdır. Bu da şahsın mânevî yapısına göre çeşitlilik arz eder. Bu arada, hadisteki ölçüyü herkes kendi seviye ve durumuna göre tatbik edebilir. Bir de meseleye şöyle bakmak gerekir: Az veya çok, her insanın bir kudve ve rehber olma durumu vardır ve onların davranışları, arkalarında bulunanlara aynen yansımaktadır. Öyleyse her türlü davranışımız ölçülü ve umumun kabul edebileceği durumda olmalıdır ki, bilerek‑bilmeyerek başkalarını zora koşmayalım. Muhasebe şeklimiz ve muhasebe keyfiyetimiz için şu prensip her zaman geçerlidir: Hiç kimse, ona aşıladığımız muhasebe şekil ve keyfiyetiyle amele yenik düşmemelidir. (Fasıldan Fasıla-2)
[14] Buhârî, küsûf 2; Müslim, küsûf 1; Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19.
[15] Bir önceki hadisi naklettikten sonra Hz. Ebû Zerr’in (r.a.) söylediği bu söz için bkz. Tirmizî, zühd 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/173.
[16] Tevbe sûresi, 9/118.
[17] Bakara sûresi, 2/284.
[18] Hz. Ömer, Ebû Meysere Amr b. Şurahbîl gibi bazı İslam büyüklerine isnat edilen bu söz için bkz. İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ 3/360; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/98, 152; Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/486.
[19] Yapmadıkları ile Övülmek:
لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا أَتَواْ وَيُحِبُّونَ أَن يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلاَ تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
“Yaptıklarından ötürü sevinen, öbür taraftan yapmadıkları işlerden dolayı övülmek isteyen kimselerin sakın azaptan yakayı kurtaracaklarını sanma! Çünkü onlara o can yakıcı azap vardır.” (Al-i İmran, 3/188)
***
Nefs-i emmâreme bir sille-i tedip
Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemtâ, sersem nefsim!
Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.
Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrinle tenkis ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp ediyorsun.
Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir.
… …
Hem deme ki, "Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var." Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi. (On Sekizinci Söz, Birinci Nokta)
يُنَبَّأُ الْإِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ بِمَا قَدَّمَ وَأَخَّرَ
“O gün insana yaptığı her türlü iyilik ve fenalık ile; yapmadığı her türlü iyilik ve fenalık tek tek bildirilir. Ona göre karşılığını alır.” (Kıyamet, 75/13)
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِن سُوَءٍ تَوَدُّ لَوْ أَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ أَمَدًا بَعِيدًا
“Gün gelecek, her kişi gerek hayır olarak, gerek kötülük olarak ne işlemişse, hepsini önünde bulacak. Yaptığı kötülükten bucak bucak kaçmak isteyecek.” (Al-i İmran, 3/30)
وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا فِيهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هَذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً إِلَّا أَحْصَاهَا
“İşte herkesin hesap defteri önüne konuldu. Mücrimlerin defterdeki kayıtlardan korktuklarını ve şöyle dediklerini görürsün: Eyvah bize! Bu deftere de ne oluyor? Ne küçük komuş, ne büyük, yazılmadık şey bırakmamış!” (Kehf, 18/49)
[21] Kıyâmet sûresi, 75/2.
[22] Nisâ sûresi, 4/123.
[23] Nisâ sûresi, 4/123.
[24] Bkz.: En’am sûresi, 6/164; İsrâ sûresi, 17/15; Fâtır sûresi, 35/18; Zümer sûresi, 39/7; Necm sûresi, 53/38.
[25] Necm sûresi, 53/39.
[26] Müddessir sûresi, 74/38.
[27] Tîn sûresi, 95/4.
[28] Yusuf sûresi, 12/86.
[29] Enfal sûresi, 8/2.
[30] Bakara sûresi, 2/24.
[31] Âl-i İmrân sûresi, 3/102.
[32] Bakara sûresi, 2/284.
[33] Bakara sûresi, 2/285-286.
[34] Muhammed sûresi, 47/11.
[35] Fatiha sûresi, 1/5.