En Yaygın İnsan Hakları İhlâlleri Neden İslâmcı Rejimlerde?
Bazı modern fıkıhçılar için makasıd/maslahat teorisi, gelenekten kopmak için bir fırsat sunar. Birçok konuda maslahat ve makasıd konusuna sıkıca sarılırlar. Halbuki bu ilkeler hukukun evrensel boyutunu belirleyen temel ilkelerdir.
Temel insan hakları konsepti yeni bir kavram değil. Bin yıl önce Müslüman ilim adamları da hukukun dayandığı temel nitelikleri ve tekil normların genel amaçlarını “Makasıdu’ş-şeri’a’’ (İslâm hukukunun gayeleri) başlığı altında toplamışlardır. Bu gayelerin külli yani evrensel olduğunu belirten İslâm hukukçuları diğer dinlerin hukuk sistemlerinde de bu temel ilkelerin bulunduğunun farkındadır.
Hukukun evrensel ilkeleri, inanç ve ideolojilerden bağımsız olarak, insanlar arası davranış normlarını düzenler. Siyaset, hukuk ve ahlâk alanlarını kapsar. Teoriyi değil daha ziyade pratiği belirler. İşte bu ilkeler, bugün karşımıza evrensel insan hakları beyannamesi olarak çıkan ilkelerle yaklaşık benzerdir. Buna göre hem dini hukukun hem de seküler hukukun ittifak ettiği, temel hak ve özgürlükler, ayrımsız ve ayrıcalıksız bütün insanların doğuştan sahip olduğu haklardır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler’in kurulması ile birlikte gündeme gelen barışı koruma düşüncesiyle şekillenmiş evrensel insan hakları bildirgesi 10-Aralık-1948 tarihinde yayımlanmıştır. Büyük barış ve uzlaşılar büyük savaşlardan sonra gerçekleşir. Toplumlar, savaş, kıtlık, salgın gibi her kesimi derinden sarsan yıkıcı felâketlerden çok şey öğrenir, barışın ve hayatın değerini fark eder. İnsan onurunu korumanın gerekliliğini, çocukların ve ailenin önemini adeta yeniden keşfeder. Yeni yıkımlar yaşamamak için de birtakım tedbirler alır; ayrıştırıcı, düşmanlığı körükleyen, kavga ve çatışmadan uzak durur.
İslâm dünyasında Emeviler dönemi büyük iç savaşlarla toplumsal ayrışmanın zirvede olduğu bir dönemdir. Emeviler’in yıkılışı da aynı derecede kanlı ve acı dolu olmuştur. İşte bu dönemde İmam Azam Ebû Hanife, bir daha bu tür savaşlar yaşanmasın diye İslâm dininin temel esaslarını öğrencilerine dikte ettirdiğini kitaplarında açıklamıştır. Onun Usûlü’d-din (dinin temelleri) ile alâkalı bu metinlerinde Allah’a İman konusu yanında üzerinde durduğu en önemli esaslardan birisi de insanların doğuştan mümin ya da kâfir olmadığı, her bir çocuğun kendi şahsiyeti ile insan olarak doğduğu ve asla ben Müslüman’ım diyen bir kişinin davranışlarından dolayı kâfir olduğunun iddia edilmemesi gerektiğidir. Ebû Hanife böylece, siyasi, hukukî ve ahlâki görüş farklılıklarından dolayı insanların tekfir edilmesini önlemek istemiştir. Zira geçmişte insanlar, devlet başkanına isyan etti, siyasi muhalifleri destekledi ya da onları seviyor diye tekfir edilmiştir. Tekfirin sonucu olarak da canlarına kastedilmiş, malları gasp edilmiş ve her türlü hukuki haktan mahrum edilmişlerdir.
İnsanların hukukunu korumak için teori ile pratiğin yani itikat alanı ile amel alanını ayrılması gerektiğini öngören Ebû Hanife’nin görüşleri istikametinde hukuk ilmi tamamen uygulama eksenli şekillenmiştir. Şafiî usulcüsü Cüveynî (ö. 478/1085), hukuk içinde de temel gayelerin bulunduğuna vurgu yaparak, bu gayeleri beş başlık altında toplamıştır. Ona göre hukukun temel evrensel gayeleri, dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunmasıdır. Şatıbî, bu esasların tümevarım yoluyla belirlendiğini, yani bütün dini hükümlerin taranıp incelenmesi neticesinde, hukuki normların bu temel esaslar çerçevesinde şekillendiğinin anlaşıldığını öne sürer. Böylece o, hukukun temel ilkelerinin, teorik ve nazari olmadığını hukukun içinden çıkarılan ilkeler ya da hukukun temel yapıları olduğunu vurgular.
Dünya savaşı sonrasında İslâm dünyasında da evrensel hukuk ilkeleri arayışı ortaya çıkmıştır. Tunus Müftüsü Muhammed Tahir b. Âşur (ö. 1973), evrensel hukuk ilkelerini Makâsıdu’ş-Şerî’ati’l-İslâmiyye adlı kitabında yeniden yorumlar. Onun eseriyle birlikte hem Şatıbî hem de makasıd konusu yeniden önem kazanır.
Bazı modern fıkıhçılar için makasıd/maslahat teorisi, gelenekten kopmak için bir fırsat sunar. Birçok konuda geleneksel hukuk anlayışından bağımsız fetva üretmeye imkân veren maslahat ve makasıd konusuna sıkıca sarılırlar. Halbuki bu ilkeler hukukun evrensel boyutunu belirleyen temel ilkelerdir. Hukuk düşüncesine ahlâki derinlik kazandırmak ve bireylerin haklarını korumak için vaz’ edilmiştir.
Devletler, hukukun şekli uygulamaları ile bireylerin haklarını kolayca çiğneyebilirler. Hukuk despot yöneticilerin elinde bir baskı aracına dönüştürülebilir. İşte bu noktada hukuku şekilcilikten kurtarmak ve baskı aracı olarak kullanılmasına izin vermemek için temel insan haklarına vurgu yapılması gerekmektedir. Makasıdu’ş-şeri’a bu noktada insanların, dini ve düşünsel haklarını güvenceye alan, insan onurunun korunmasına vurgu yapan, can ve mal güvenliğinin garantisi olacak ilkeler getirmektedir. Onu yalnızca cüz’i olayların çözümünde esneklik sağlayan genel kurallar olarak okumak asli fonksiyonunun dışına çıkarmak anlamına gelir.
İslâm dünyasında bugün yaşanan insan hakları ihlâlleri göz önüne alındığında İslâm hukuku içinde geliştirilmiş evrensel insan hakları konseptinin ne kadar önemli olduğu anlaşılır. İnsan haklarının en yaygın ve acı verici ihlâllerinin, güya şeriatın uygulandığı ülkelerde ve her vesile ile şer’î hukuk istediklerini dile getiren İslâmcı politikacıların yönetimlerinde görülmesi de ayrıca mânidardır. Bu durum Müslüman politikacıların adalet ve insan hakları talebiyle İslâm hukukuna vurgu yapmadığını, aksine şer’î hukuk talebinin politik hedeflere ulaşmak için propaganda enstrümanı olarak kullanıldığını gösterir. Bundan dolayı hukukun temel amacı olan, insan haklarının korunmasına değil, halkı ikna edecek hatta yöneticilerin zulüm ve baskılarını perdeleyecek şekilci ve abartılı İslâm hukuku uygulamalarına yönelmektedirler.
Makasıd konusundaki modern çalışmalarda isimleri sıkça anılan Hayrettin Karaman ve Yusuf Kardavî gibi İslâmcı yazarların, insan hakları ihlâllerinde tamamen duyarsız hatta tam aksi istikamette fetvalar üreterek, devletlerin baskı ve zulümlerini meşrulaştırıcı ve teşvik edici rol oynaması da dikkat çekicidir. İnsan bu karmaşık durumu nasıl açıklayacağını bilemiyor. Saltanatın cazibesi mi yoksa her şeyi araçsallaştıran İslâmcılığın zehirli etkisi mi, karar vermek zor. Belki de hukuka ahlâki boyut kazandırmak için hukuk metodolojisinin içine alınan makasıd konusu ahlâktan bağımsız ele aldığından dolayı, beklenen fonksiyonunu yerine getirememektedir. Belki de her şeyin başı insana bakışımızda düğümlenmektedir. Nihai bir yorum yapmak oldukça zordur ancak şurası açık ki ahlâktan ve sevgiden mahrum bencil ruhların insanlığa bir şey sunması asla mümkün değildir.