Fıkıh-Ahlâk Birlikteliği
Evrensel insani değerlerin, ahlâki kaidelerin hukuki hükümlere etkisini tıpkı Kur’ân’da ve Efendimiz’in hükümlerinde olduğu gibi yansıtmak mecburiyetindeyiz. Başka bir ifadeyle fıkıh-ahlâk birlikteliğini yeniden inşa etmeliyiz.
2017 yılının ortalarıydı. Yaşadığım yere yakın bir başka ülkeye gitmiş ve orada devletten maddi yardım alan bazı mültecilerin ekstra çalışarak elde ettikleri kazançları yetkililere bildirmeleri gerektiği halde bildirmediklerini söylemişlerdi. Gerekçesini sorduğumda aldığım cevap, bildirdikleri takdirde devletten mülteci olarak aldıkları maddi yardımların söz konusu ekstra kazançları nispetinde oransal olarak kesileceği olmuştu. Ve tabii tahmin edeceğiniz gibi bunun bana intikali bir soru münasebetiyleydi ve soru “Caiz mi, helal mi?” şeklindeydi.
Aradan yaklaşık 5 yıl geçti. Bu defa Avrupa’nın bir başka ülkesinden, bir ilave hariç hemen hemen aynı soru ile karşılaştım. Yine devlet yardımı, yine ekstra kazanç ve yine bildirdiğinde aldığı maddi yardım kesilir diye devletin yetkili organlarına söylememe. İlâvesi de resmi kazanç bildirildiğinde bunun belli bir miktarının vergi olarak verilecek olmasıymış. Ve ardından “Caiz mi?” sorusu.
Hem kayıtlara girmesi ve tarihe mal olması hem de benzer pozisyonda olan insanlara da cevap teşkil eder düşüncesiyle cevabımı köşeme taşımaya karar verdim. Maddeler halinde ifade edeceğim:
Bir: Hiç kimseye ahlâk dersi vermeye yetkim yok. Argo tabirle “ayar” verme düşüncesinde hiçbir zaman olmadım, şimdi de olmam. Üstad’ın dediği gibi muhatabım gafil nefsimdir. Dersim, onadır. Yaptığım şey sadece düşüncelerimi paylaşmaktan ibarettir. İsteyen alır, isteyen reddeder.
İki: Düşünen bir akla, muhakeme yapabilen bir mantığa ve duyarlı bir vicdana sahip olan herkesin anında cevap verebileceği bir sorudur bu. Bu soruya cevap vermek için fıkıhçı olmaya gerek yok.
Üç: Lütfen şöyle düşünün, vatanım dediğiniz ülkede size yaşam hakkı verilmemiş. Mensup olduğunuz, destek verdiğiniz, sempati duyduğunuz bir dini cemaat ya da sivil toplum kuruluşuna iltisakınızdan dolayı “keyfokrasi sisteminin düşman hukuku, intikam hukuku, majestelerinin hukuku, hukuksuzluk hukuku” sizi pençenizden tutmuş yere yatırmış. Yatırmakla kalmamış elinizde bulunan en değerli varlığınız olan özgürlüğünüz olmak üzere her şeyinizi elinizden almış, mallarınızı müsadere etmiş, işinizden kovmuş, “Su bile yok, ağaç kabuğu yesinler.” demiş. Siz de daha düne kadar “gâvur diyarı” dediğiniz bir ülkede özgürlüğünüze ve insanca yaşama hakkına kavuşmuşsunuz. Şarkı güftelerinde yerini aldığı gibi ellerin diyarı size yurt olmuş, vatan olmuş.
Bu yeni yurdunuz size hem devlet hem sivil toplum kuruluşları hem de halk olarak bağrını açmış. Dil öğretiminden maddi yardıma iş bulmanızdan barınacağınız evin kirasına kadar yardımda bulunmuş. Yakın bir zamanda size vatandaşım da diyecek ve elinize pasaport verecek. Bütün bunlar karşılığında sizden ilk isteği iltica ederken kabullenip altına imza attığınız ülkenin hukukuna, yürürlükte olan kanunlarına ve kurallarına uymanız. Sözü uzatıp devam edeyim mi yoksa “Arife işaret kâfidir.” deyip “Eee?” deyip geçeyim mi?
Devam et diyorsanız, bir-iki cümle ilâve edeyim. Önce bir soru: İltica ettiğiniz ilk gün ile bugün arasında ne değişti? Uyacağım dediğiniz kanun maddeleri ve altındaki imzanız hala orada duruyor. İkincisi, bir insan, bir Müslüman olarak nerede kaldı minnet ve şükran duygularınız ve nerede kaldı vefa, sadakat söylemleriniz? Nerede kendi değerlerimi koruyarak yaşadığım topluma entegre olacak, sorunun değil çözümün bir parçası olacağım düşleriniz, hayalleriniz, hedefleriniz ve taahhütleriniz?
Dört: Diyelim ki insandır hata yapar. Anlık hislerle, menfaat düşüncesiyle dünü ve dün vermiş olduğu sözü unutabilir. Bu kişinin etrafında onu uyaracak, “Yaptığın yanlıştır.” diyecek bir yâr-ı sâdık hiç mi kalmamıştır? Eşi, dostu, akrabası, arkadaşı, kardeşi? Üstad’ın “Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım geli.” beyanı şimdi hayata geçirilmeyecek de ne zaman geçirilecek? Hani iyiliği emretme, kötülükten sakındırma? Nerede Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) münker gördüğünde eliyle ve diliyle def etme, güç yetmediğinde de kalbi ile buğz etme emri ya da tavsiyesi? (Hadis için bkz.: Müslim,iman 78; Tirmizî, fiten 11)
Şöyle düşünüyorum: Bu yanlışları yapan kişilere nasihat etmeden devletin yetkili organlarına mevcut durumu bildirmeye kadar uzanan ihtimaller içinde hiç kimse hiçbir şey yapmıyorsa, oradaki problem sadece bunları yapan kişi veya kişilerle sınırlı değildir. İhtimal bu yanlışlar karşısında kılını kıpırdatmayanlar da aynı veya benzer şekilde düşünüyordur ya da “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.” diyordur veya “Bana ne!” nemelâzımcılığı içindedir. Farkındalardır değillerdir bilmiyorum ama geminin alt katında su içmek için gemiyi delen insanlara güverteden bakmaktadırlar bu kişinin yakın çevresinde yerini alanlar. Halbuki kendileri de o batan geminin bir ferdidir ve bu duyarsızlıkla o da onlarla birlikte batacaktır. Dolayısıyla problem görüldüğünün aksine çok daha köklü ve çok daha çaplıdır.
Beş: Fıkhi hüküm deniyor ve ben bunu çok iyi anlıyorum. Çünkü bizim fıkıh anlayışımızda ahlâk ve ahlâki umdelerin fıkhi hükümlere yansıması asırlardır ihmal edilmiştir. Fıkıh-ahlâk bütünlüğü bozulmuş ve parçalanmıştır. Ahlâki kaideler “uyulsa da olur uyulmasa da olur” diyebileceğim bir yere bırakılmış, fıkhi hükümler de sadece şekle irca edilmiştir. Dolayısıyla şekil şartlarına uyulduğunda kişi vicdani bir rahatlığa ermiş ve yaptığı şeyin ahlâksızlık, vicdansızlık olduğunu bile bile yapmıştır. Yapmıştır zira ona göre din kendisine cevaz vermiştir. Örnek olsun diye sadece kavramları zikrederek bir hatırlatmada bulunayım isterseniz: Para vakıfları, faiz, bey bi’l-vefa, bey bi’l-istiğlal, i’ne, muamele-i şer’iyye.
Hasılı, devraldığımız fıkhi mirasın bugüne taşınmasının imkânsız olduğunu gördüğümüz içtihadi hükümlerini, metotlarını taklit etmenin, ısrarla onlara müracaat etmenin bir anlamı yoktur. Evrensel insani değerlerin, ahlâki kaidelerin hukuki hükümlere etkisini tıpkı Kur’ân’da ve Efendimiz’in hükümlerinde olduğu gibi yansıtmak mecburiyetindeyiz. Başka bir ifadeyle fıkıh-ahlâk birlikteliğini yeniden inşa etmeliyiz. “Şekil şartları itibariyle hukuken caiz ama ahlâken ayıptır, yanlıştır, doğru değildir.” deme insanımızın ahlâktan da dinden de uzaklaşmasına ve arasına mesafe koymasına vesile oluyor. Bu gerçeği görmemek için kör olmak lâzım. İslâm’a bütüncül bakış bunu gerektirir. Kazuistik yaklaşımlarla bir meseleye çözüm üretebilirsiniz ama bununla bütünlüğü bozduğumuzun artık farkına varmalıyız. Bindiğimiz dalı kesiyoruz diyeceğim de o dal çoktan kesildi. Dal da biz de yerlerde sürünüyoruz. Bu soru da onun delili.