İçtihat, Müçtehit ve İçtihada Dair Meseleler (2)





Author: Selman ZECCAC - min read. - Post Date: 12/11/2021
Clap

Naslar lafız itibarıyla sınırlı, hâdiseler ise sonsuzdur. Bu sonsuz hâdiselerin naslardan çıkarılması ancak içtihatla mümkün olacaktır. Şüphesiz nasların sınırlılığı, hükme delâletinde sarahat noktasındadır.

 

İçtihat Kapısı Kapandı mı?

İçtihat kapısının kapandığını seslendirenler bununla Hicri dördüncü asır sonrasını kastederler. Canbulat’ın tespitlerine göre aslında tarihte içtihat kapısının kapandığını söyleyen tek bir müçtehit yoktur. İçtihat kapısının kapandığını söyleyen İbn Hazm ve İbn Kayyım, Bekir b. Alâ’nın dışında içtihat kapısı kapandı diyen birinin ismini verememektedirler. Daha sonra yine içtihat edecek kimsenin kalmaması sebebiyle bu kapının kendiliğinden kapandığı veya içtihat kapısının kapandığı fetvasından bahsedenler de ne fetvayı gösterebilmekte ne de isim verebilmektedirler. Öyle anlaşılıyor ki müçtehidin vasıfları üzerine başlayan tartışma, gelip içinde bulunulan asırda müçtehit olup olmadığına dayanmakta ve kısır tartışmaları beraberinde getirmektedir.1

Said Ramazan el-Bûtî de fıkıh tarihi yazanların çoğunun seslendirdiği “içtihat tevakkuf etti”, “fikrî hayat donuklaştı”, “içtihat geriledi” gibi sözlerin tarihi yanlış okumaktan kaynaklandığını ve 5. asırdan sonra Osmanlı Hilafetinin son yılları hariç günümüze kadar fıkhın en zengin yıllarını yaşadığını ifade eder. Bûtî İmam Gazzali, İbn Teymiye, İz b. Abdüsselâm, İmam Karâfî gibi zatların hem müçtehit hem de kendi devirlerinin en parlak simaları olduğunu ve fıkhî kaidelerin bu dönemde tedvin edildiğini söyler. Dolayısıyla o, bu zaman dilimi fukahasına büyük haksızlık edildiğini, bu zatların müçtehit olduğunu, ancak onların elinde olmayan sebeplerden dolayı mutlak içtihada gitmediklerini ifade etmiştir.2

İslâm tarihinde içtihat faaliyetleri dönemlere göre farklılıklar göstermiştir. Büyük musibetler sonrası dönemlerde içtihada yönelişin arttığı görülmektedir. Öncelikle müçtehit imamların şeriatın bütününde içtihat ettikleri ve fıkhın tedvin edildiği Asr-ı Saadet’e en yakın, hadisin ifadesiyle “hayırlı asırlar” arasında bulunan tâbiîn döneminin İslâm hukuk tarihindeki kilit dönemini iyi anlamak gerekmektedir. Onlar, kurucu müçtehitler dönemini temsil etmektedirler. O dönem müçtehitleri, içinde bulundukları zamanın farkında idiler. Asr-ı Saadet’e yakın olmanın bütün avantajlarını kullanan bu müçtehitler her türlü fikrî, amelî ve siyasî kargaşanın da yoğun yaşandığı bu dönemde kendilerine intikal eden fıkıh birikimini tedvin etmenin ve sistemleştirmenin gerekliliğini görmüşlerdi.

Meselenin bir diğer yönü de asrın müçtehitsiz (hulüvvü’l-asri ani’l-müctehid) kalıp kalmayacağı meselesidir. Tartışmanın lafzî olduğunu düşünüyoruz. Çünkü asrın müçtehitsiz kalabileceğini savunanlar bununla mutlak müçtehidi, müçtehitsiz asrın olamayacağını savunanlar da bununla mutlak müntesip müçtehidi kasdettiklerini söylemektedirler. Dolayısıyla her iki taraf da mutlak olmasa da devrin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir müçtehidin varlığını gerekli görüyorlar. Kaffal ve Gazzali gibi âlimlerin asrın müçtehitsiz olduğunu ifade etmeleri, kendi devirlerindeki ehliyetsiz kadıların devrin yöneticilerinin tesirinde hukukun ruhunu incitmelerinden ve hukuki istikrarın kaybolması endişesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.3 Bunu dikkate almak gerekmektedir.4 

Osmanlı’nın son dönemlerinde içtihat kapısının kapalı olup olmamasıyla alâkalı tartışmalara baktığımızda, Devlet-i Aliye’nin tarihî ömrünü tamamlama döneminde bir kurtuluş ümidiyle başvurulan, ancak ehliyetsiz insanların içtihada teşebbüs arzuları, mezheplerden kurtulma düşüncesi ve dinin kat’i naslarla belirlenmiş temel meselelerine yönelik içtihat arzularının gölgesinde gündeme gelir. Dolayısıyla her zaman açık olan içtihat kapısı, ehliyetsizler ve konusu dışındaki içtihat arzuları yüzünden kendiliğinden ehliyetsizlerin yüzüne kapanır.5 

Bediüzzaman Said Nursi yaşadığı dönemde içtihat adı altında dinin temellerini tahrip etmek isteyen birini ikaz sadedinde önce Arapça olarak, daha sonra da Sözler adlı eserinde Türkçe olarak neşrettiği İçtihat Risalesi’ndeki tespitleri, hem içtihat kapısının kapalı olup olmadığı tartışmasını hem de içtihada bakışını özetlemesi bakımından orijinaldir. O, ilgili risalesine ilk olarak içtihat kapısının açık olduğunu söyleyerek başlar. Ancak bu kapıdan içeri girmeye altı mani (engel) vardır. 

İlk mani: Yaşadığı çağın, materyalizmin tesirinde sosyal çalkantılara maruz bir fırtına ve zelzele zamanı olmasından, o zamanda değil içtihat kapısını açmak, belki pencereleri bile kapatmak maslahattır. Ona göre laubaliler ruhsatlarla okşanılmaz, azimetlerle ve şiddetle ikaz edilir. Münkeratın çokluğu, yabancı kültürlerin istilası, bidatların fazlalığı ve dalâletin tahribatı zamanında asıl mesele, yıkılan iman temellerinin ayağa kaldırılmasıdır, içtihat değil. 

İkinci mani: Dinin zaruriyatı ki onlarda içtihat söz konusu değildir. Çünkü kat’i ve muayyendirler. Onlar temel gıda hükmündedirler, şu zamanda terk ediliyorlar ve ciddi sarsıntıya maruz kalmışlardır. Bütün gayreti, bu inanç esaslarının ayağa kaldırılmasına sarf etmek lâzım gelirken, selefin bütün zamanlara yetecek safiyana içtihatlarını bir kenara bırakıp hevesle içtihada yönelmek hem bidattir hem de İslâm’a ihanettir.

Üçüncü mani: Nasıl ki değişen mevsime göre pazarda farklı mallar revaç görür, toplumların hayatında da zamana göre revaç bulan yönelişler vardır. Şu zamanda da siyaset, rahat yaşama ve yolunu şaşırmış felsefe revaçtadır. Selef-i salihin ve hususiyle müçtehit imamlar zamanında ise herkesin arzusu Allah’ın rızası ve O’nun kullarından isteklerini Kur’ân’dan istinbat etmek ve nübüvvet ve Kur’ân nuru ile sonsuz ahiret âlemindeki cenneti kazanmaktır. Dolayısıyla bütün konuşmalar Kur’ân ve Sünneti en iyi şekilde anlama etrafında dönüyor ve onların kalb ve fıtratları hayatın normal akışı içinde her şeyden ders alıyordu. Dolayısıyla bu temiz zihinler çok kısa zamanda içtihat ehliyetini kazanabiliyorlardı. Ama şu zamanda Avrupa medeniyetinin tahakkümü, materyalist felsefenin baskısı ve hayat şartlarının ağırlaşmasıyla fikir ve kalbler dağılmış, himmet ve inayet parça parça olmuş ve zihinler maneviyata yabancılaşmıştır. 

Nursi bu hususu Süfyan İbn-i Uyeyne (rh) (v. 198/814) üzerinden örneklendirir. Dört yaşında hafız olan Süfyan’ın gerek zihin berraklığı, gerek çevrede konuşulan meselelerden hareketle on senede elde ettiği ilim, bugün bu zihin dağınıklığında yüz senede ancak elde edilebilir.

Dördüncü maniyi Nursi, fizik kanunlarından örnek vererek anlatır. Gelişim kanunu eğer vücut içinde ise bu normal bir büyümedir. Ama dışa doğru ise kabını çatlatır ve zararlıdır. Öyle de İslâm’a selef-i salihin gibi takva kapısıyla ve dinin zaruri hükümlerini imtisal ederek girenlerin elinde içtihat bir kemal ve tekemmüldür. Yoksa dinin zaruri emirlerini terk eden, dünya hayatını ahiret hayatına tercih eden ve materyalist felsefe ile kafası karışıkların içtihat talepleri, İslâm’ı tahriptir ve boynundaki şer’î zinciri çıkarma isteğidir.

Beşinci mani: Şeriat semavi olduğu gibi şer’î usulüne göre yapılan içtihatlar da şeriatın naslarının içindeki gizli ahkâmı ortaya çıkardığından onlar da semavidirler. Üç nokta-i nazar şu zamanın içtihatlarını semavi olmaktan çıkarıp dünyevileştirir. 

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebeptir, îcaba, îcada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki rek'at kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihâdât, arziyedir, semavî değildir.

İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Hâlbuki Şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede -âhirete vesile olmak dolayısıyla- dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u Şeriattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihat edemez.

Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani "Zaruret, haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam sû-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ulema-i Şeriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vâki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat sû-i ihtiyarıyla olmazsa, talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki müptelası zaruret derecesinde müptela olsa da, diyemez ki: "Zarurettir, bana helâldir."

İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptela eden bir beliyye-i âmme suretine giren çok umûrlar vardır ki; sû-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Hâlbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihatları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir, semavî olamaz, şer'î değil. Hâlbuki semavat ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale, o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa; o tasarruf, o müdahale merduddur.

Bediüzzaman’a göre bu zamanda içtihadın önündeki altıncı mani büyük müçtehitlerin hakikat ve nur asrı olan sahabe asrına yakın olmalarıdır. Onlar yakın oldukları o asırdan safi bir nur alıp hâlis bir içtihat yapabiliyorlardı. Şu zamanın müçtehitleri ise o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafeden hakikat kitabına bakar ve tabii ki en açık bir harfini de zor görürler.

Nursi İçtihat Risalesi’ni bitirirken asırlara göre şeriatlerin değiştiğinden, belki bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatların olup peygamberler geldiğinden, Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm)'dan sonra ise O’nun şeriat-ı kübrâsının her asra ve her topluluğa kâfi geldiğinden farklı şeriatlara ihtiyaç kalmadığını, fakat teferruatta bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyacın devam ettiğini söyler. Bunu da kâinat kanunlarıyla uyumlu bir şekilde izah eder. Nasıl ki mevsimlere göre insanlar farklı kıyafetler giyerler, mizaçlara göre farklı ilaçlar kullanırlar, öyle de asırlara göre şeriatlar değişir ve milletlerin kabiliyetlerine göre hükümler farklılık gösterir. Çünkü şer’î hükümlerin teferruat kısmı ahvâl-i beşeriyeye göre gelir. Geçmiş peygamberler zamanında insan toplulukları birbirinden uzak ve karakterleri hem bir derece kaba hem şiddetli ve fikrî yapıları tam inkişaf etmediğinden ve tam medeni olmadıklarından, o zamanki şeriatlar onların durumuna uygun şekilde ve ayrı ayrı gelmiştir. Hatta bir kıtada bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve ayrı ayrı şeriatlar bulunuyor. Ahirzaman peygamberinin gelmesiyle insanlar bir mânâda ilkokul seviyesinden ortaokul derecesine yükseldiklerinden ve pek çok sosyal hareketler insan topluluklarını, bir tek muallimi dinleyecek ve bir tek şeriatla amel edecek seviyeye çıkardığından farklı şeriatlara ve farklı muallimlere ihtiyaç kalmadı. Fakat tamamen bir seviyeye de gelmediğinden ve tek bir içtimai hayat tarzı olmadığından farklı mezheplere ihtiyaç olmuştur. Nursi’ye göre “Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse o vakit mezhepler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem, o hâle müsaade etmediği gibi, mezahip de bir olmaz.”

Son olarak Nursi içtihatta isabet ve hata konusuna ışık tutacak mahiyette mezheplerin farklı içtihatlarının tutarlılığını açıklar. Hak bir olduğu halde farklı mezhepler aynı konuda nasıl olur da farklı hükümler ortaya koyabilirler? Nursi bunu bir suyu kullanmanın farklı durumlarda değişen hükmüyle açıklar. Tıbben su içmesi gereken bir hastaya su vaciptir. Hastalığı için zehir hükmünde olana su içmek tıbben haramdır. Az zarar verene mekruh, zarar vermeyene ise mubahtır. Tıpkı bu misalde olduğu gibi mezhepler de farklı coğrafyalara ve farklı fıtratlara hitap ettiklerinden onların farklı hükümleri o mezheple amel eden insanların fıtrat ve mizaçlarına uygundur. Nursi bunu Hanefi ve Şafii mezheplerinin hükümleri üzerinden misallendirir.6

Nursi, Hazreti Ali (radıyallahu anh) zamanında Müslümanlar arasında cereyan eden savaşları da içtihat doktrini ile açıklar. Nursi’ye göre Hazreti Ali hâdiseleri çözmek hususunda adalet-i mahza ile, muarızları ise ehvenü’ş-şerri tercih ederek nisbî adaletle içtihat ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için, muharebeyi intaç etmiştir. Mâdem sırf lillah için ve İslâmiyet’in menafii için içtihat edilmiş ve içtihattan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem kâtil, hem maktul ikisi de ehl-i Cennet'tir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali'nin içtihadı musîp ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak değiller. Çünkü içtihat eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihat sevabı olarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur.7 

Nursi eski Said olarak isimlendirdiği dönemde kaleme aldığı Sünuhat adlı eserinde cumhûru, burhandan ziyade mehazdeki kudsiyetin imtisale sevk ettiğini, müçtehitlerin kitaplarının vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermesi gerektiğini; yoksa vekil, gölge olmaması gerektiğini yazar.8

Nursi’ye göre Şeriatın yüzde doksanı –zaruriyât ve müsellemât-ı diniye– birer elmas sütundur. İçtihat farklılıklarından kaynaklanan ihtilaflı meseleler yüzde ondur. Öyleyse doksan elmas sütun, on altının himâyesine verilmemeli, kitaplar ve içtihatlar Kur’ân’a dürbün olmalı, ayna olmalı.. gölge ve vekil olmamalıdır.9

Muasır âlimlerden Muhterem Fethullah Gülen de geçmişe göre günümüzde içtihadın birtakım zorluklarını anlattığı yazısında içtihat asrı ile günümüz arasında karşılaştırmalarda bulunur. Gülen, Nursi’nin yukarıdaki fikirlerine ilave olarak medreselerin uzun süre kapatıldığını, dini eğitimin kesintiye uğradığını, İmam Hatip Liselerinin ve İlâhiyat Fakültelerinin siyasi mülâhazalarla açıldığı için uygulanan programlardan gerçek bir din tahsiline muvaffak olunamadığını ve günümüzde eskilerin yaşamadığı bir kaht-i rical yaşandığından bahseder. Ehliyetli içtihatlar konusunda istenen zeminin oluşması için de uzun bir süre gerekmektedir.10 

Ali Fuat Başgil çok partili siyasi hayata geçişle birlikte siyasi bir pakta girme talebi karşısında demokratikleşme baskısıyla 1949’da kurulan İlâhiyat Fakültelerinden Ebû Hanife kalitesinde ve zihniyetinde müçtehitler beklememektedir. Ona göre oradan çıksa çıksa teolog çıkar. Bugün müçtehit imamlar seviyesinde âlim olmayınca ve tek bir âlim de bütün meseleleri çözecek kapasitede olamayacağına göre yapılacak şey Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde bir Diyanet Şûrâsının kurulmasıdır. Bu arada Başgil, Diyanet’in de özerk bir kurum olmasını savunur.11

 

Değerlendirme 

İçtihat, aklı nakle bağlayan bir bağdır. Fakih, sınırlı nasların içine yerleştirilmiş sonsuz olan hâdiselerin hükümlerini, ciddi bir performans sergileyerek içtihat yoluyla bulup çıkaracaktır. Tabii buradaki aklın, devamlı değişen ideolojilerin tesirinde kalmış dünyevi akıl değil, ilmi her şeyi kuşatan Allah’ın ilminden gelen Kur’ân ve vahiyle desteklenmiş, Sünnetle nurlanmış selim aklın olması önem arz etmektedir. Bediüzzaman “şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı şer’iye dahi onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semaviyedir” der. Bu zamanın aklı maslahat ve hikmeti illet yerine ikame ettiğinden içtihatları da semaviye değil arziye oluyor.

Re’y ve kıyası da içine alan içtihat, insanın kerim yaratılışına12 ima ederek zannî de olsa insanın, hakkında açık nas bulunmayan hususlarda aklıyla şer’î hükme ulaşmasının adıdır. Şari, şartlarını tutmak kaydıyla müçtehide bu yetkiyi vermiştir.13

İnsan zaten hayatında devamlı yeni hâdiseler karşısında -en geniş anlamıyla- kıyas ve içtihatlarda bulunmaktadır. Bu içtihatlarda insanı yönlendiren nefis, şeytan, çevre, taklit vb. olmasının yanında, meydana gelen olayların şer’i kıstaslar gözetilerek ilâhî naslardan Allah’ın rızası aranarak bulunmaya çalışılması şer’i anlamdaki içtihat olmaktadır. İşte bu ona, hata yapsa bile sevap kazandırmaktadır. Çünkü o hayatını Allah’ın rızasına uygun yaşamak istemektedir.

Naslar lafız itibarıyla sınırlı, hâdiseler ise sonsuzdur.14 Bu sonsuz hâdiselerin naslardan çıkarılması ancak içtihatla mümkün olacaktır. Şüphesiz nasların sınırlılığı, hükme delâletinde sarahat noktasındadır. Dolayısıyla içtihadın zorunluluğu hakkında herhangi bir itiraz ne makul ne de gerçekçi olacaktır. Zaten ona itiraz edenler de farklı isimlendirmelerle yine bu ihtiyacı gidermektedirler.

Nasla hayat arasındaki dinamik bağ içtihat üzerinden kurulmaktadır. Sahabe ve tâbiin döneminde aktif olan içtihat, Ebû Hanife mektebinde bilimsel bir hüviyete kovuşmuş ve sistemleştirilmiş ve bir ilim hâline gelmiş ve ahirzamana kadar devam edecek bir disiplin oluşmuştur. Daha sonra mezheplerin teşekkülü ve fıkhın tedvini dönemi başlamıştır. Kendi içtihat usullerini kendilerinin oluşturması ve şeriatın tamamında içtihat etmeleri sebebiyle mutlak müçtehit konumunda olan mezhep imamları, Asr-ı Saadet’le kendisinden sonraki dönemler arasında en kilit halkayı temsil etmektedirler. Bu dönemde Asr-ı Saadet’teki içtihadın usulü tespit edilmiş ve günümüze kadar genel çerçevesi değişmemiştir.15 Bu devre hakkıyla anlaşılmadan ve tüketilmeden yapılan içtihat tartışmaları ne ilmidir ne de samimi.

 

1 Mehmet Canbulat, İslâm Hukukunda İçtihad Kapısının Kapanmışlığı Meselesi, Doktora Tezi, Konya 2001, s. 147, 211-212.

2 Ebhâsu Nedveti İctihadi’l-Cemâî fi’l-âlemi’l-İslâmî, Birleşik Arap Emirlikleri 1417/1996, I, 245-246.

3 Canbulat, İslâm Hukukunda İçtihad Kapısının Kapanmışlığı Meselesi, s. 212-213.

4 Taha Cabir Alvânî Hicri IV. yüzyılda idarecilerin dini değerleri sarsacak müdahalelerinin gerçek ulemayı içtihat konusunda temkinli olmaya yönlendirdiğini söyler. Bu siyasi müdahaleler mutlak içtihat kapısının kapanmasına sebebiyet verir. Alvânî’ye göre devrin uleması sağlam bir duruş ve iyi bir performans sergileyebilseydi bunlar yaşanmazdı. Netice çok ağırdı. Zira Müslüman ulemanın Kur’ân ve Sünnet’e direk muhatap olmalarının önü kesilmişti. Artık haşiyeler dönemi başlamıştı. Bediüzzaman’ın da dikkat çektiği gibi şeriat kitapları Kur’ân’a tefsir olmak lâzım gelirken mukallitlerin hatası yüzünden zamanla başlı başına tasnifat hükmüne geçmişti. (Nursi, Sünuhat, s. 31) Kâmil hilâfeti temsil eden Hulefâ-i Râşidîn hem idarî hem de teşriî açıdan tam donanımlı olduklarından onların döneminde fakihler fetva işlerini idarecilere bırakıp halka nasihatle birlikte ahirete müteveccih bir hayat yaşadılar. Daha sonra halifeler yerini meliklere bırakınca ilim eksikliği onları fakihlere yönlendirdi. İdareciler hem kendi meşruiyetleri hem de kendi gayri meşru işlerine fetva almak maksadıyla âlimlerin idareci olmaları için baskılar yaptılar. Bu, dengelerin bozulmasını beraberinde getirdi. İslâm’ı çok iyi bilen ve yaşayan tâbiin nesli, hukuku siyasetin tasallutundan kurtarmak için idarecilerle aralarına mesafe koydular. Bu, onların saygınlığını da artırdı ve tabii ki idarecilerin de dikkatini çekti. İlk dönem bu ulemanın kredisini, sonraki dönem ulemasının muhafaza edememesi fıkhın araçsallaşmasını netice vermişti. Artık sahnede hem âlim hem de ilmiyle amel eden gerçek müçtehitler yoktur. Kadıların cevapsız bıraktığı adaletsiz işler ve idarecilere yakınlıkları, hukuka olan inancı sarstı ve bu kaos ortamı dört mezhep imamına sığınmayı lüzumlu kıldı. Halk temel meselelerde müçtehit imamlarının içtihatlarına, cevabını bulamadıkları meselelerde onların usulü üzere hüküm istinbatına muktedir zevata müracaatı, Allah’tan korkmayan kadılara tercih ettiler. Hatta Cüveynî kendi devrinde sahabeden birini taklit etmenin caiz olmadığı noktasında devrindeki ulemanın icmaından bahseder. Bunun üzerine İbn Salâh dört mezhepten birine uymanın, fıkhı sistemleştirdikleri, açıkladıkları ve korudukları için vacib olduğunu söyler. Yaşanılan devre gidildiğinde yapılabilecek en doğru şey de bu idi. (Bkz.: Taha Cabir Alvânî, Fıkıhta Kriz ve İctihad Metodolojisi, Terc: Yrd. Doç. Dr. Menderes Gürkan, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 7, Nisan 2006, s. 123-128.)

5 Ali Bayram, M. Sadi Çöğenli, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza ve İctihad, Bedir Yayınevi, İstanbul 2008, s. 168-199.

6 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 27. Söz, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2013, s. 522-529.

7 Nursi, Mektubat, s. 54.

8 Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, (Risale-i Nur Külliyatı, I-II), Nesil Yayınları, İstanbul, 1996, II, 2046.

9 Nursi, Mektubat, (Hakikat Çekirdekleri), s. 529.

10 M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-1, İzmir, 1995, s. 285-286.

11 Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1962.

12 Bkz.: İsrâ sûresi, 17/70.

13 Mehmed Seyyid, Medhal, s. 146-147; Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 432.

14 Nasların sınırlığı ve içtihadın zorunluluğu ile ilgili bkz.: Ali Pekcan, Mevrid-i Nass’ta İçtihada Mesağ Yok (mu?)dur, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı:2, 2003, s.70-74.

15 Apaydın, “İçtihad”, DİA, XXI, 443.

Author: Selman ZECCAC - min read. - Post Date: 12/11/2021