Hukuk mu Önceliklidir, İbadet mi?





Author: Prof.Dr. Ayhan TEKİNEŞ - min read. - Post Date: 11/20/2021
Clap

Temel hak ve özgürlükler doğuştan gelen haklardır ve hiçbir sebeple ihlal edilemez. Kanunlar, temel hak ve özgürlükler esas alınarak düzenlenir; yargı kararları anayasanın da temeli olan temel hak ve özgürlükler çerçevesinde yorumlanır.

Dindarlık duygusu, adalet ilkesinin önüne geçmemelidir. Dini hakları ikame etme düşüncesi ayrımcılık ve zulüm için gerekçe yapılamaz. Hukukun ikamesi ibadetlerden önceliklidir. Siyasi ya da dini faydayı nihai hedef haline getirenler, âdil ve hakkaniyetli karar alamazlar.

Hukuk, her şeyden önce insanlar arasında adaletin tesis edilmesi ve korunması düşüncesine dayanır. Her insanın, yalnızca insan olduğundan dolayı, doğuştan sahip olduğu hakların korunması, evrensel hukukun temelidir. Her hukuk sisteminde uygulamada farklılıklar olsa da hukuk düşüncesinin temeli adalettir, adalet de insanlar arasındaki eşitlik ilkesine dayanır. Ayrımcılık hukukun tabiatına zıttır. Dini, ideolojik ya da politik gerekçelerle hukuk uygulamalarında ayrımcılık yapmak, hak ve adaleti ortadan kaldırır.

İnsanın temel hak ve özgürlükleri doğuştan sahip olunan haklardır ve hiçbir sebeple ihlal edilemez. Kanunlar, temel hak ve özgürlükler esas alınarak düzenlenir; yargı kararları anayasanın da temeli olan temel hak ve özgürlükler çerçevesinde yorumlanır.

Hukuk anlayışının tam olarak yerleşmediği ya da zamanla ortadan kalktığı toplumlarda bölgecilik, aşiretçilik, grupçuluk toplumun bütününü eşit bireyler gören bir hukuk anlayışının gelişmesine engel olmuştur. Hukuk, rakip grupları ya da kişileri imha etmek için kullanılabilecek bir araç olarak görülmüştür.

Hukuk düşüncesini ortadan kaldıran sebeplerden birisi de siyasi erkin zorba idareciler tarafından ele geçirilmesidir. Despot idareciler, hukuku silah olarak kullanmak ister. Kendileri, akrabaları ve taraftarları için farklı hukuk, diğer insanlar için farklı hukuk uygulanması gerektiğini düşünür bütün muktedirler.

İdeolojilerin mutlak iktidarı da hukukun siyasi amaçlar için araca dönüştürülme sebeplerindendir. Yakın tarihte Nazilerin ve Marksistlerin hukuku ideolojik baskı aracına dönüştürmesinin sonucunda birçok insan hakkı ihlali ve insani trajediler yaşanmıştır.

İslamcı iktidarların İran, Sudan ve şu an Türkiye’de insan hakları ve özgürlükleri konusundaki baskıcı ve totaliter uygulamaları ve hukuku hiçe saymaları ideolojik bağnazlık yanında İslamcıların din ve hukuk yorumu ile alakalı bazı sebeplere de dayanmaktadır.

Düşman hukukunun geçerli olduğu “savaş yurdu” (Dâru’l-harb) tanımlaması ile İslamcılar, aynı ülkede yaşayan ama kendileri gibi inanmayan bütün vatandaşları teorik olarak düşmanlaştırdılar. İktidarı ele geçirince de bu teoriyi uygulamışlardır. Ganimet olarak algıladıkları kamu mallarına ve itaat etmedikleri için isyancı (bağy) addedilen muhaliflerin servetlerine çökmekte kendi hukuk anlayışları açısından bir sakınca görmemişlerdir.

İslamcılar, iktidarda olmadıkları dönemlerde devlet ve yürürlükteki hukuku meşru kabul etmediklerinden dolayı nikahtan mirasa kadar birçok meselede paralel bir hukuk geliştirmişlerdir. Din adamları, fıkıhçılar ve müftüler verdikleri fetvalar ile hayatın her alanı ile alakalı alternatif bir hukuk ürettiler. Meşruiyetin yalnızca bu paralel hukuka ait olduğunu düşünenler, zamanla diğer insanların haklarına karşı duyarsızlaştı. Hatta psikolojik olarak kendilerini ayrıştırdıklarından dolayı hak ve hukuk kavramlarını yalnızca kendileri gibi düşünenlerle sınırlandırmaya başladılar.

Dini değerlerin yükselmesine paralel olarak fetvanın toplumsal açıdan itibar kazanması ile birlikte her İslamcı grup kendi müftülerini ortaya çıkardı. Fetva veren kişinin kimliği ile grup kimliklerinin örtüşmesi sonucunda fetvalarda grupçuluk duygusu baskın olmaya başladı. Fetva veren fakihler kendilerinden beklenen şekilde fetva üreterek, hitap ettikleri topluluklarda otorite alanlarını genişletmeye çalıştılar. Bazı hukukçu ve ilahiyatçı kimliği taşıyan medya vaizleri, abdestsiz yere basmadıklarını doğruluk ve güvenilirliklerine delil olarak zikretmekte; rakip gördükleri alimleri ise sapkınlıkla suçlayıp, rahatça iftira atabilmektedir. Fetva verme konumunda olanların kendi reklamlarını yapması, saf dışı edebilmek için rakiplerini karalamaktan çekinmemesi fetvaların propaganda ve ayrımcılık aracı haline dönüştüğünün en önemli göstergesidir.

Kendilerinden başka herkesi sapkın ve din dışı gören İslamcılar, bir kısım tarikatlar ve diğer bazı dini grupların ayrımcılık algılarıyla beslenen paralel hukuk anlayışı, toplumun geri kalan tüm fertlerini her türlü haktan mahrum gören bağnaz, yağmacı ve cahil bir kitlenin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış; onlara yağma ve talanda referans olmuştur.

Adalet ilkesi temel hak ve özgürlüklerin korunmasında eşitliğin korunmasıyla gerçekleşir. Muhatapların durumuna göre değişen adalet, adalet değildir. Hukukun amacı insanların mutluluğunu ve huzurunu korumaktır. Mutlak adaleti gerçekleştirebilecek yargılama ve değerlendirme gücüne sahip olduğunu düşünen, insan unsurunu dikkate almayan, adaleti önceden tespit edilmiş ve mutlaklaştırılmış idealler çerçevesinde belirlemeye çalışan bir zihniyetin elinde hukukun baskı ve zulüm aracına dönüşmesi kaçınılmazdır.

Ünlü sûfi Haris el-Muhasibi (ö. 857) adaleti, insanlar arasındaki adalet ve insan ile Allah arasındaki adalet olarak iki kısma ayırır ve insanlar arasında âdil olmanın ve doğruluğun öncelikli ve zorunlu olduğunu söyler. İnsanlar arasında âdil olmaya çabalamaktan dolayı Allah’a karşı vazifelerini ihmal eden kişilerin mazur kabul edilebileceğini ancak Allah’a karşı haklarımı yerine getiriyorum bahanesi ile insanlar arasında adaleti uygulamaktan vazgeçmenin hiçbir mazereti olamayacağını belirtir. Ona göre erdemlerin en önemli ve faydalısı insanın kendisini diğer insanlardan büyük görmemesi, kendisini övmemesi ve kendi haklarından önce diğer insanların haklarını yerine getirme konusunda duyarlı olmasıdır. Hakkını affetmek, intikam almamak ve her zaman insanların haklarını yerine getirme konusunda duyarlı olmasıdır. Hakkını affetmek, intikam almamak ve her zaman insanların hukukunu yerine getirmeye öncelik vermek ‘’tathîr’’ yani temizlenmedir ve temizlenme hayır hasenat ve ibadet gibi amellerden çok daha öncelikli ve önemli bir erdemdir. (Âdâbu’n-Nufûs)

Şahsi çıkarlarını düşünmek ve dindarlık duygusu, adalet ilkesinin önüne geçmemelidir. Grup çıkarı ya da dini hakları ikame ediyorum düşüncesi hiçbir şekilde insanlar arasında ayrımcılık ve zulüm için gerekçe yapılamaz. Hukukun ikamesi, şahsi faziletlerden ve ibadetlerden önceliklidir. Siyasal konjonktüre göre konum belirleyen, siyasi ya da dini faydayı nihai hedef haline getirenler, âdil ve hakkaniyetli karar alamazlar.

Hukuk adalet ilkesine adalet ise eşitliğe dayanır. Lakin demokratik olmayan ülkelerde hukuk temelde ayrımcılık üzerine kurulmuştur. Devlet için tehlike arz ettiği var sayılan farklı etnik ve sosyal gruplara karşı yürütülen sözde mücadelede eşitliğe aykırı uygulamalar, hukuk düşüncesini tamamen ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Toplumda zorbalık, rüşvet ve yağma yaygınlaşmıştır. Hukuksuzluğun yaygınlaşması ile birlikte de toplumsal fakirleşme, ihtilaf ve iç savaşların yaşanması kaçınılmazdır.

Sosyo-kültürel veya dini referanslara dayalı siyasi ve ideolojik farklılıklar hak, hukuk ve adalet mefhumlarını tamamen tekil perspektiflerden algılamaya zorlamaktadır. Adalet ve hukuk algısının evrensel niteliğinin kaybolması sonucunda ortaya çıkan bağnazlıklar da tabii olarak daha derin çatışma alanları üretmektedir.

Hukukun eşit uygulanması için uygulayıcıların zihninde insanların eşit olduğu düşüncesi ve inancı olması gerekir. Yalnızca düşüncede değil inanç olarak da yani duygusal kabul açısından da hukukçuların, hukuk üzerinde etkili olan politikacıların ve temsil ettikleri sosyal grupların bütün insanların doğuştan eşit haklara sahip olduğu düşüncesi ve inancına sahip olması gerekir. Maalesef Türkiye gibi tarihsel ve kültürel çatışma sebeplerini ortadan kaldıramamış, farklı kimlikleri bir arada tutacak eşitlik ve adalet prensiplerini yerleştirememiş toplumlarda hukuk, zorbalığın ve zulmün payandası olarak kullanılmaktadır.

İdeolojik bağnazlığa dayalı grupçuluk hak ve adalet düşüncesinin önündeki en büyük engeldir. Hukuk, yalnızca adalet ilkesinin ikamesine hizmet etmelidir. Başka hiçbir şey için araç haline dönüştürülmemelidir. Sosyal gruplar, kültürel ve siyasi etkinlik mücadelelerini hukuk dışındaki alanlarda yapmayı öğrenmelidir. Aksi takdirde fakirlik, anarşi, terör, göç ve sürgünlerden kurtulmak mümkün olmayacaktır.

Author: Prof.Dr. Ayhan TEKİNEŞ - min read. - Post Date: 11/20/2021