“İslâm’da Esas, Sürekli Savaş Halidir” Denilebilir mi?
Allah Resûlü, bir devlet başkanı olarak ister savaş meydanında isterse normal zamanlarda barış isteyen, tarafsızlık ve saldırmazlık pozisyonunda bulunmayı arzu eden hiçbir kavmi geri çevirmemiştir. Eman isteyen herkesin bu isteğini kabullenmiştir. Anlaşmalarına sonuna kadar riayet edenlere hiç düşmanlık yapmamıştır.
“İslâm’da uluslararası ilişkide esas olan savaştır” görüşünün temellendirildiği 5 ayetleri inceliyorduk ve sıra 5. safhadaki ayetlere gelmiştik. Geçen haftaki yazımızın son cümlesi şuydu: “Bakara suresi 190 ila 195 arasındaki ayet kümesini birlikte ele almak gerekir; bu kümeden bir ayeti, ayetin içinden yarım cümleyi veya birkaç kelimeyi ya da farklı manalara gelen ve tarihi süreçte kavramsal olarak çok farklı anlam çerçevelerine sahip olmuş `fitne` gibi bir kelimeyi/kavramı öne çıkartarak yorum yapmaya kalkma defalarca ifade ettiğimiz gibi bizi doğru sonuca ulaştırmaz.” Kaldığım yerden devam ediyorum.
Öncelikle Bakara 190-195 arası 6 ayetlik bu kümenin nüzul sebebini kısaca ifade edelim. Hudeybiye anlaşması gereği anlaşmadan tam bir yıl sonra müşrikler Müslümanların üç gün içinde umre yapmasına izin verecek ve bu süre zarfında onlar Mekke’yi terk edeceklerdi. Kaza umresi de denilen bu umrenin vakti yaklaştığında bazı Müslümanlar bir önceki sene haram aylardaki savaşmama geleneğini tanımayan Mekkeli müşriklerin bu sene de aynı şekilde davranacağı ihtimalini düşünerek endişelendiler. İşte 6 ayetlik bu küme bu nedenle indi. Özellikle 195. ayette haram aylara saygı göstermenin karşılıklı olacağı, saldırmama kuralını müşrikler çiğnerse Müslümanların saldırıya ayniyle karşılık verebileceğini açıkça belirtti. Şimdi sırasıyla bu ayetleri ele alalım.
Kümenin ilk ayetinin meali şu: “(Ey müminler) Sizinle savaşanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın. Fakat maksadınızı aşıp haksız yere saldırmayın. (Çoluk-çocuk, kadın, yaşlıları öldürmeyin.) Muhakkak ki Allah, haksız yere saldırıda bulunup haddi aşanları sevmez.” (2/190) Ayet nüzul sebebi ile birlikte düşünüldüğünde gerçekleşme ihtimali çok yüksek olan farazi bir durumdan bahsetmekte ve bu farazi durum fiilen hayata geçerse Müslümanların takınması gerekli olan tavrını hiçbir ihtimale açık kapı bırakmayacak, şüphe ve tereddüde sebebiyet vermeyecek kesinlikte ve netlikte konuşmaktadır.
Kur’ân Ayetlerindeki Teolojik Dil
Ayette dikkati çekmesi gereken ikinci husus; “Sizinle savaşan, çarpışan, savaş meydanında mukatele eden” cümlesidir. Buradan anlaşılan barış için diplomatik çözüm yollarının işe yaramadığı ve fiili savaşın başladığı bir zemindir. Elbette başlamış bir savaşta Müslümanlar kendilerini savunmak zorundadır. Makasıd-ı hamse dediğimiz ve genelde bütün dinler ve hukuk sistemlerinde din, akıl, mal, can ve nesli korumak için savaşma meşrudur. Ayet de bunu söylüyor. Ama ardından; “Fakat maksadınızı aşıp haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah, haksız yere saldırıda bulunup haddi aşanları sevmez.” diyerek düşmanlığın ya da düşmanca davranışın temelini oluşturan öfke, kin, nefret gibi hislere gem vuruyor, Müslümanlardan hak ve adaleti gözetmelerini istiyor, savaş hukuku kapsamında yer alan kaidelere uyulmasını emrediyor.
Bir başka önemli ayrıntı; “Allah yolunda savaşın.” cümlesidir. Kur’ân’ın birçok ayetinde görebileceğimiz teolojik bir dil bu. Son tahlilde pratik hayatta cereyan eden vâkıalardan hareketle özel veya genel hükümler, prensipler, kaideler vaz’ eden bir dinden ve onun kıyamete kadar geçerli olacak kitabından bahsediyoruz. Elbette burada kullanılacak dil, siyaset teorisi, iktisat doktrini veya hukuki nizamnamelerde kullanılan bir dilden farklı olacaktır. Nitekim “Allah yolunda” denildiği an hemen her Müslümanın zihninde çağrışım yapan şey yüce ve ulvi gayelerdir. Aynı şeyi Efendimiz’in hadislerinde de görebilirsiniz. Konumuzla alakalı olarak mesela Hazreti Peygamber’e savaşta çeşitli yararlılıklar gösteren kişilerin hangisinin Allah yolunda olduğu sorusu sorulmuş, o da “Kim Allah’ın kelimesinin en yüce ve en yüksek olmasını istiyorsa odur.” şeklinde cevap vermiştir. İlginçtir buradan hareketle tarih boyunca birçok alim toprak işgali, ganimet tutkusu, üstünlük sağlama hissi, siyasi nüfuz elde etme düşüncesi gibi sebeplerle Müslümanların savaş ilan edemeyeceğini belirtmişlerdir. Geride kalan 5 ayette bu mana daha net bir şekilde ortaya çıkacak zaten. İlginçtir dememin sebebi ise maalesef bu ideal-politiğin hayata taşınamadığı gerçeğidir. Hazreti Peygamber’in vefatı sonrası halife seçimi ile başlayan süreçte Sıffin, Cemel, Kerbela, Mihne olayları gibi hâdiseler bunun başlangıç noktasını teşkil eder.
Bağlam, Nüzul Sebebi, Metinler Arası Münasebetler
İkinci ayet Bakara 191. Cümle cümle ele alacağım ama önce toplu manasını vereyim: “Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne adam öldürmekten beterdir. Yalnız, onlar, Mescid-i Haram’ın yanında sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın. Fakat onlar size savaş açarlarsa siz de onlarla savaşın. İşte kâfirlerin cezası böyledir.” (2/191)
Bağlamı, nüzul sebebi, sıralaması, metin içi ve metinler arası münasebet de diyebileceğimiz gerek önceki ve sonraki ayetler gerekse aynı ayetin içinde cümleler arasındaki siyak-sibak münasebetini nazara almadan bu ayeti yorumlayacak ve uluslararası ilişkide politika belirleyecek olursanız, “Müşriklerle sürekli/kesintisiz savaş hali esastır ve onlar nerede yakalanırsa öldürülmek zorundadır.” sonucuna ulaşabilirsiniz ki savaşı merkeze koyanlar zaten bunu açıkça ifade ediyor. Delil “Onları nerede yakalarsanız öldürün.”
Halbuki bu 6 ayetlik küme haram aylarında müşriklerin Hudeybiye Anlaşması’na uymayıp savaş açma ihtimalinden bahsediyordu. Nüzul sebebi buydu. Bir yıl önce sadece Kâbe’yi tavaf etmek için yola çıkmışsınız, müşrikler sizi Mekke’ye koymamış görünüşte Müslümanların aleyhinde olan bir anlaşmaya imza atmışsınız ve bir yıl sonra bu anlaşma gereği tamamıyla Allah’a ibadet kastıyla tekrar yola çıkıyorsunuz ve müşrikler haram ayların kutsiyetini ve anlaşma şartlarını tanımayarak savaş açıyor. İşte ayet bu son ihtimalin gerçekleşme durumunda yapılması gerekli olanı söylüyor. Savaşın ve savaşırken öldürmek için öldürmek değil, ölmemek için öldürün diyor. O zaman Kur’ân’ın ilk muhataplarının fiili durum gereği zaten bildiği bu manayı mealde mutlaka vermek lazım. Aksi halde konseptten kopuk okumalar Allah’ın söylemediği şeyi O’na söyletmek manası taşır. Meal teklifim şu: “Ey müminler! Savaş meydanında karşılaştığınız zaman onları öldürün.”
“Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın.” Bu cümle zaten başlı başına muhatapların kimliğini açıkça söylüyor. Kimdi Müslümanları yerlerinden yuvalarından göç etmeye zorlayan? Mekke müşrikleri. 500 km’lik yolu kat’ edip Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlarda Medine önlerine ve içine kadar gelenler kimlerdi? Yine Mekke müşrikleri. Demek ki düşmanın kimliği de açık-seçik ve net olarak belli. Nüzul döneminde ayetin ilk muhatapları olan insanlar da bunu biliyor.
“Fitne Adam Öldürmekten Beterdir”
Meallere baktığımız zaman fitne kelimesine verilen manalar şu şekilde: “Dinden döndürmek için işkence yapmak, zulüm ve baskı yapmak, şirk düzeni oluşturmak, temel hak ve hürriyetlere tecavüzde bulunmak, küfür ve şirk hakimiyetinin sağladığı imkanlarla, zulüm, baskı, kaos ve savaş ortamı oluşturmak; inanca yönelik baskı ve zulümde bulunmak, kargaşa çıkarmak; bozgunculuk yapmak, şirk ve küfür.” Türkçe meallerden özetlediğimiz bu manaların son ikisi hariç hangisini alırsanız alın bizim Türkçemizde yaygın olarak kullandığımız manayı vermemekte. Malum, fitne günümüzde “toplumsal hayatta huzuru bozacak, birlik ve beraberliği parçalayacak şekilde davranma, dedikodu yapma, münafıkça eylemlerde bulunma” gibi manalarda kullanılmaktadır. Halbuki ‘fitne’ kelimesi Kur’ân’da “fitne” ve “el-fitne” formunda 34, türevleri ise 26 yerde kullanılmıştır. Kullanılan yerler itibariyle imtihan, baskı, eziyet ve işkence, bela/musibet, saptırma, delilik, azap, günah, savaşma ve kargaşa manalarına gelmektedir. Dikkat edilirse bu manalar arasında şirk ve küfür yoktur ve Kur’ân’ın hiçbir ayetinde ‘fitne’ şirk ve küfür manasında kullanılmamıştır. Bununla beraber şirki ve dinsizliği yaymak, dinden döndürmek, Allah’ın haramlarını çiğnemek, asayişi bozmak, vatanlarından insanları sürgüne zorlamanın birer fitne olduğunda şüphe yoktur. Nitekim meallerin neredeyse tamamında Türkçedeki kullanım farklılığına rağmen bu nüansa dikkat edildiği ve doğru mananın verildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla beraber halkımız arasında bu ayet gerek savaş kontekstinde gerekse sosyal hayatta “Fitne, katilden beterdir.” denilerek yukarıda belirttiğimiz anlam alanının dışında kullanılmaktadır. Kavramsal düzlemde meydana gelen bu değişiklik yaygın bir kullanım alanına da sahip olunca, tabii olarak İlahi maksadın dışında bir yorumlamayı ve uygulamayı netice vermektedir.
Gerek fitne kelimesi üzerinde yaptığımız bu kısa açıklamalar gerekse ayetin nüzul sebebini birlikte mütalaa ederek ayetin “fitne, adam öldürmekten beterdir” kısmına şu manayı vermenin İlahi maksadı daha doğru bir şekilde yansıttığını düşünüyorum: “İmanınızdan dolayı size karşı yapmış oldukları baskı, zulüm, işkence savaşta insan öldürmekten daha kötüdür.” Nitekim bazı müfessirler fitneyi “Müslümanları dinlerinden döndürme tehlikesini ve düşman tarafından gelebilecek toplu saldırı riskini ortadan kaldırmak, herkes için geçerli bir din ve inanma özgürlüğü ortamını sağlamak” şeklinde yorumlamışlardır.
Ayetin son cümleleri “Yalnız, onlar, Mescid-i Haram’ın yanında sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın. Fakat onlar size savaş açarlarsa siz de onlarla savaşın. İşte kâfirlerin cezası böyledir.” (2/191)
İslâm öncesi Arap toplumunda Muharrem, Recep, Zilkade ve Zilhicce aylarına müşrikler kutsiyet izafe ediyor ve bu süreç zarfında katiyen birbirleri ile savaşmıyorlardı. Hatta bir insan babasının katili ile bile karşılaşsa ona dokunmuyordu. Kökeni Hazreti İbrahim zamanına dayanan bu uygulamaya İslâm öncesi Arap toplumu riayet ediyordu. Kur’ân “el-Eşhuru’l-hurum” ve “eş-Şehru’l-harâm” diyerek var olagelen bu yasağa uymalarını Müslümanlardan istemiştir. Tabii ki baştan bu yana ifade ettiğimiz gibi müşriklerin bu yasağı çiğnemeleri durumu hariç.
Bağlamdan Koparan Yorumlar
Üçüncü ayet Bakara 192. Arkası arkasına iki meal vereceğim burada ve siz ikisi arasında ne kadar büyük bir anlam farklılığı olduğunu göreceksiniz. İlki ayeti yukarıdan beri defalarca söylediğimiz gibi bağlamından, nüzul sebebinden kopuk olarak ele almakta, ikincisi ise buna dikkat etmektedir. “Onlar savaşa/saldırılarına son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah bağışlayan ve esirgeyendir.”
İkinci meal ise şu: “Eğer onlar (Mekke müşrikleri) size saldırmaktan vazgeçerlerse siz de saldırmayın. Şüphesiz ki Allah çok affedici ve çok merhametlidir.”
Hangisi doğru? Elbette ki ikincisi. Zira baştan bu yana defalarca tekrar ettiğimiz gibi bu 6 ayetlik küme başlı başına kaza umresi sırasında Mekke müşriklerinin Müslümanlara saldırması ihtimali üzerine Müslümanların duyduğu endişe üzerine nazil olmuş. Ama siz bunu bağlamından koparır, müstakil olarak ele alırsanız elbette “uluslararası ilişkide savaş esastır” sonucunu çıkartır ve bu yorumunuzu Allah’a söyletebilirsiniz.
Kaldı ki müstakil olarak ele alsak ve ilk manayı versek bile kesintisiz, mutlak bir savaş halinden söz edilmiyor. Saldırılardan vazgeçmenin ve onları terk etmenin manası düşmanlığı bir anlaşma temelinde kalıcı veya geçici olarak sonlandırmak, baskı, zulüm ve saldırıları bir kenara bırakmak, sözü edilen anlaşma şartlarının oluşturduğu zeminde karşılıklı güven içinde birlikte yaşamak demektir. Nitekim Hazreti Peygamber’in hayatına baktığımızda bunların hepsini görmemiz mümkündür. O, bir devlet başkanı olarak ister savaş meydanında isterse normal zamanlarda barış isteyen, tarafsızlık ve saldırmazlık pozisyonunda bulunmayı arzu eden hiçbir kavmi geri çevirmemiştir. Eman isteyen herkesin bu isteğini kabullenmiştir. Anlaşmalarına sonuna kadar riayet edenlere hiç düşmanlık yapmamıştır. Bununla beraber meşru savaş nedenleri diyebileceğimiz saldırılara karşılık verme, anlaşmalara muhalefet edenleri yine anlaşma şartları içinde cezalandırma, haince tutumları karşılıksız bırakmama, Müslümanlar aleyhinde komplo kuranlarla din, akıl, mal, can ve nesil güvenliğini sağlamak için savaşmaya da hayır dememiştir. Garip olan şu ki İslâm’da savaş esastır diyen görüş, şimdi ele alacağımız ayeti bayraklaştırarak mutlak savaş doktrini geliştirirken aynı küme içinde yer alan ve barışı emreden bu ayeti hiç değerlendirmeye almamışlardır. Hatta Seyyid Kutup bu ayete “onlar savaşmaya ve kâfirliğe son verirlerse” diye mana vererek savaşma sebebinin küfür/şirk yani iman etmeme yorumlarına kapı aralamıştır ki tarihi süreçte aynı yaklaşımı birçok rivayet tefsirinde görmemiz mümkündür.
Dördüncü ayet; Bakara 193. “Bu fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’a mahsus oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” Fitne, sözlük anlamı itibariyle saf altının yabancı unsurlardan ayıklanıp elde edilmesi için ateşe verilmesidir. Istılahî manasını ise iki önceki ayette “fitne adam öldürmekten beterdir” kaydını açıklarken yazmıştık. Onları tekrar edecek değilim. Ama bir cümle ile özetleyecek olursak fitne; din özgürlüğüne mâni baskı, işkence, zulüm yapmak, temel insani hak ve hürriyetlere tecavüzde bulunmak, kargaşa çıkarmak; bozgunculuk yapmak” demektir. İnsanların kendi özgür iradeleriyle istedikleri dini seçebilmelerine ve inançları istikametinde yaşamalarına engel olma demektir. “Dinin Allah’a ait olması, din Allah’a mahsus oluncaya kadar” da bu anlama gelir. Ayetin devam eden cümlesinde bu açıkça ifade edilmektedir ki bir önceki ayet ile aynı muhtevayı yansıtmaktadır: “Müşrikler bu baskılardan vazgeçerlerse siz de saldırı teşebbüsünde bulunmayın.”
O zaman bağlam, nüzul sebebi ve siyak-sibak münasebeti (konteks) bütünlüğü içinde sözü uzatmak bahasına açıklamalı olarak şöyle mana verilmelidir ki İlahi maksat daha iyi anlaşılsın: “İnanca yönelik Mekkeli müşriklerin yapmış olduğu bu baskılar, zulümler ortadan kalkıp din tam anlamıyla Allah’a ait oluncaya yani insanların dini tercihlerinden dolayı baskı, eziyet, çile, sürgün ve zulme maruz kalmadığı ana kadar bunu sağlamak için zalimlerle, o zulmü reva gören müşriklerle savaşın. Ama onlar saldırganlıklarından vaz geçer, toplumun bütün fertleri din ve inanç özgürlüğüne kavuşursa o zaman siz de saldırı teşebbüsünde bulunmayın.” Gördüğünüz gibi dinin Allah’a ait olması demek, bazılarının naifçe yorumladığı gibi yeryüzündeki bütün gayri müslimlerin Müslüman olması demek değildir.
Ayetin fezlekesi oldukça önemli. Diyor ki Allah orada: “Şunu bilin ki düşmanlık ancak ve ancak saldırgan zalimlere karşı yapılır.” “Ayetteki “zalimîn/zalimler” kaydı çok önemli. Bunun yerine “müşrikîn, kâfirîn; müşrikler/kâfirler” de diyebilirdi Kur’ân ve o zaman savaşmanın sebebi küfür ve şirktir diyenler literal/ lafzi yorumlarında haklı olabilirlerdi. Halbuki sözünü ettiğimiz baskı ve işkenceleri yapanlar müşrikler ve kâfirler olmalarına rağmen onların bu kimliklerini değil, zalim kimliklerini ortaya koyuyor Bu da inancın veya inançsızlığın başka bir tabirle dini kimliklerinin mutlak savaş sebebi olmadığını en net biçimde açıklayan bir delildir. Bununla beraber o lafzi yaklaşımlarla küfür savaş sebebidir diyenlerin haklı olduğu bir yer vardır; o da Müslümanlara o zulmü reva gören zalimlerin neredeyse hepsinin kâfir ve müşrik oluşu ve Müslümanlarla topyekûn savaşın içinde bulunmuş olmalarıdır.
Beşinci ayet Bakara 194: “Haram aylara hürmet ve bu aylarda saldırmazlık karşılıklı olmalıdır. Eğer onlar bu yasağı çiğner ve size saldırırlarsa siz de onlara ayniyle karşılık verin; siz de saldırın. Ama Allah’ın savaşta aşırı gitmeme emirlerine itaat edin. Unutmayın ki Allah emirlerine itaatsizlikten sakınanlarla beraberdir.”
Okumakta olduğunuz bu yazının başından beri gerek nüzul sebebi gerekse bağlam bilgisi itibariyle birkaç defa tekrar edildiği için tekrara girmeyeceğim ve ayet hakkında bir açıklama yapmadan verdiğim bu meal ile yetineceğim.
Altıncı ayet Bakara 196: “Varlığını devam ettirmek için yapmak zorunda kaldığınız mücadeleler, mücahedeler, mukateleler masrafsız olmaz. Öyleyse sahip olduğunuz şeylerden bu uğurda yani Allah yolunda infakta bulunun. Bu infakı yapmamak suretiyle kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Her ne yaparsanız Allah’ın neyi nasıl yaptığınızı gördüğünün şuuru içinde ve mümkün olan en güzel şekilde yapın. Şüphesiz Allah, yaptıklarını Allah’ın gördüğünün şuuru içinde ve mümkün olan en güzel şekilde yapanları sever.”
Bana göre konteksti nazara alarak açıklamalı olarak verilen en net meal bu. Zira ayet mutlak manada bir infaktan değil, meşru gerekçeleri olan ve adil bir şekilde gerçekleşmesi gereken savaşın finansmanının nasıl sağlanabileceğine dair Müslümanlara yol gösteriyor. Müslümanları yapacakları maddi fedakarlıkla bunu temin etmeleri gerektiğini açıkça söylüyor. Hatta bu konuda yapılacak olan cimriliğin din, akıl, mal, can ve nesli koruma bağlamında çok büyük sıkıntılara sebebiyet vereceğini, bunun da insanların kendi elleri ile kendilerini, yaşam haklarını, mal ve canlarının güvence içinde bulunmalarını, gelecek nesilleri bile etkileyebilecek bir sürece girilebileceğini ve son tahlilde dine inanma ve yaşama konusunda eski zulüm, baskı, eziyet ve işkence dönemlerine geriye dönülebileceğine işaret ediyor. Zira mali desteğin yoksun olduğu, savaş öncesi ve esnasında mali harcamalar gerektiren maddi hazırlıkların olmaması, savaş meydanında elbette mağlubiyeti netice verecektir. “Allah yolunda” kelimesini ifade ederken anlattığımız teolojik dili Kur’ân burada da “Allah yolunda infak edin, cömertlikte bulunun.” cümlesi ile kullanıyor.
Kilit Kelime; İhsan
İstanbul’un fethi esnasında bir sahabinin hiçbir güvenlik önlemi almaksızın düşmana saldıran birisine, onu bu davranışından vazgeçirmek için “kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın” ayetini okur. Askerî açıdan baktığında doğru bir uyarı ve bu uyarıyı Kur’ân ayeti ile temellendiriyor diyebilirsiniz. Ama her zaman dediğimiz gibi bağlamından, nüzul sebebinden kopuktur bu ayete verilen mana. Nitekim Ebû Eyyub el-Ensari Hazretleri bu yanlışlığı düzeltir ve der ki: “Medine’de İslâm ve Müslümanlar güçlenince biz, Hazreti Peygamber’e artık mallarımızın başına geçsek dedik. Bunun üzerine indi bu ayet” diyerek büyük bir yanlış anlamanın ve anlam kaymasının önüne geçmiştir.
Ayetin ikinci cümlesindeki kilit kelime ihsandır. İhsan malum olduğu üzere gerek Allah-insan ilişkileri, gerekse insan-insan ve insan-varlık ilişkilerinde şuurluca olma, Allah’a ahirette hesap vereceğinin idraki içinde bulunma, başkalarına iyilik etmek, güzel, adil ve istikametli bir şekilde davranmak, affetmek, cömertlik yapma, cesaretli olma gibi manalara gelir. İsim, fiil ve masdar Kur’ân’da 70’i aşkın ayette geçen ihsan hem Allah’a hem de insan davranışlarına nispet edilen manaları muhtevidir. İhsanın bu anlam zenginliği açısından bakıldığında ayet, hem Allah’a hesap verileceğinin şuurunda bulunma hem de savaşta ve barışta dengeli, adil bir şekilde davranmayı emretmektedir. Nitekim meal her iki manayı ihtiva edecek şekilde verilmiştir.
Hasılı
Son iki yazıda uluslararası ilişkide barış esastır diyenlerin savaşı esas alanların delil olarak ileri sürdüğü cihad ayetlerine nasıl cevaplar verdiğini gördük. Onlara göre 5. safhada ele aldığı Bakara 190-195 arası ayet kümesini bağlamından, nüzul sebebinden ve siyak-sibak bütünlüğünden kopuk olarak ele alıp, “bu ayetler daha önce nazil olan barış temalı bütün ayetleri nesh etmiştir; ‘onları nerede yakalarsanız öldürün; fitne ortadan kalkıp din Allah için oluncaya kadar onlarla savaş edin’ cümlelerini öne çıkartarak ‘İslâm’da uluslararası ilişkide esas olan kâfir ve müşriklere karşı kesintisiz ve sürekli savaş halidir; küfür ve şirk savaş sebebidir” denilemez. Böylesi bir siyaset teorisi ya da savaş doktrini bu ayetler üzerine bina edilemez veya ayetler bu görüşü temellendirmek için kullanılamaz. Ben bu çizgide barışı esas alanların delillerinin daha güçlü olduğuna inanıyorum ve bu sebeple görüşlerini aktarırken kendi yorumlarımı da ilave ettim.
Bununla beraber “İslâm barış dinidir, uluslararası ilişkide esas olan barıştır, savaşmayı emreden ayetler o günkü siyasi hâdiselerin akışı içinde sorunlara yönelik çözüm sunan ayetlerdir, bunlar nesh edilmiştir denilemese de savaşmak ancak ve ancak müdafaa ile sınırlıdır?” denebilir mi?