FİRAR ve İ’TİSÂM
.. sonsuz ruhânî zevkleri “ilelebed” duymak isteyenler, her zaman fevkalâde bir titizlikle, Allah’ın istemediklerinden istediklerine, yasaklarından emrettiklerine, sevmediklerinden sevip razı olduklarına hicretler gerçekleştirir, firarlar yaşar ve her şeyi O’na bağlamada karar kılarlar ki, hakikî i’tisâm da işte budur.
Firar’ın kelime ve ıstılahî manası
Herhangi bir şeyden kaçma ve uzaklaşma mânâlarına gelen firar; erbâbınca, halktan Hakk’a seyerân etmenin, gölgeden asla ilticâda bulunmanın, damlayı bırakıp deryaya yönelmenin, zerreden vazgeçip güneşe teveccühün ve benlikten sıyrılıp vücudu Hak[1] şuaları içinde eritmenin unvanı olmuştur ki; bunu insanın “seyr-i kalbî”[2] ve “seyr-i rûhânî”sine[3] işaret eden: فَفِرُّوا إِلَى اللهِ “Kaçıp Allah’a sığınınız.” (Zâriyat sûresi, 51/50) meâlindeki âyetle irtibatlandırmak mümkündür.[4]
'Firar’la elde edilen paye
İnsan, imanı hesabına, beden ve cismâniyetin öldürücü atmosferinden uzaklaştığı ölçüde Allah’a yaklaşmış ve kendine karşı da saygılı ve anlayışlı davranmış sayılır. Böyle bir firârî ve Hak mültecîsinin nasıl pâyelendirildiğini, o kapının sâdık bir bendesi olan Hz. Mûsa (alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’den dinleyelim:
فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْمًا وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ
“Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtığım için, Rabbim bana hâkimiyet lütfetti ve beni mürselînden kıldı.” (Şuarâ sûresi, 26/21) Bu beyânıyla Hakk’ın nebîsi, zevk[5] ve vuslata,[6] hilafet[7] ve kurbete[8] varan yolun firardan geçtiğine dikkati çekiyor ve peygamberâne irâdelere öncülük ediyor.[9]
Avamın firarı
Avamın firarı;[10] varlığın dağdağasından, ma’siyetin çirkinliğinden Allah’ın üns[11] ve gufrânına sığınma şeklinde olur. Bunlar gözlerini her açıp kapayışlarında:
خَيْرُ الرَّاحِمِينَ وَأَنْتَ رَبّ اغْفِرْ وَارْحَمْ “Yarlığa Rabbim ve merhamet buyur; buyur ki, Sen merhameti en hayırlı olansın.” (Mü’minun sûresi, 23/118) âyetini okur.. ve oturur-kalkar:
أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ “Rabbim işleyegeldiğim şeylerin şerrinden Sana sığınırım.” (Buhârî, deavât 2; Tirmizî, deavât 15) der inlerler.
Havassın firarı
Havâssın firarı; sıfâtlardan sıfâtlara, sırdan şuhûda, rüsûmdan[12] usûle ve nefsânî duygulardan rûhânî ihsaslaradır ki:
اَللَّهُمَّ إِنّي أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ “Allah’ım Senin gazabından rızâna, ukûbetinden afvına sığınırım.” (Müslim, salât 222; Tirmizî, deavât 76, 113; Ebû Dâvûd, salât 340. Lafız Ebû Dâvûd’dan alınmıştır) sözleri onların her zamanki vird-i zebânlarıdır.[13]
Haslar üstü hasların firarı
Haslar üstü hasların firarı ise, sıfâttan Zât’a ve Hak’tan yine Hakk’adır ki, her zaman:
أَعُوذُ بِكَ مِنْكَ “Sen’den yine Sana sığınırım.” (Müslim, salât 222; Tirmizî, deavât 76) der, heybet ve mehâbet soluklarlar.[14]
Firarların nihai noktası: İ’tisam
Bu firarların hemen hepsi de gidip bir ilticâ, bir himâye ve bir i’tisâmla noktalanır. Firar, firar edenin ruh derinliği ile mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) olduğu gibi, netice itibarıyla varılan nokta da farklı farklıdır.
Seviyesine göre firar ve firarîler
Birinciler, otağlarını mârifet yamaçlarına kurar, zerreden güneşlere kadar her şeyle O’nu hatırlar, O’nu anarlar.. ölçüleri aşan isteklere girer ve olmayacak şeyler düşlemeye başlarlar.. ve derken, vicdanlarında:
مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ “Seni hakkıyla bilemedik.” (Bkz. el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr 2/410; Mer’î b. Yûsuf; Ekavîlü’s-sikat s.45) gerçeğini duyar ve dillerinde:
اِعْتِصَامُ الْوَرَى بِمَعْرِفَتِكَ عَجَزَ الْوَاصِفُونَ عَنْ وَصْفِكَ
تُبْ عَلَيْنَـا فَإِنَّنَا بَشَـرٌ مَـا عَرَفْنَـاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ
“Varlık senin mârifetinin peşinde, erbâb-ı lisân seni vasfetmekten âcizdir. Gel tevbemizi kabul buyur; buyur ki, biz birer beşeriz, seni hakkıyla bilemedik.” sözleriyle kendilerinden geçerler.
İkinciler, her an ayrı bir mârifet deryasına yelken açarlar ve hep ayrı ayrı vâridâtın televvünâtıyla ömür sürdürürler. Sürdürürler ama, bir türlü berzahlardan[15] kurtulup tam hayret ufkuna da ulaşamazlar. Gözleri sürekli suûd merdivenlerinde, arşiyeden arşiyeye uçar ve sukût tasavvurundan tir tir titrerler...
Üçüncüler hâlin gel-gitlerinden kurtulmuş, başları her an hayretin ayrı bir derinliğinde ve gözleri “Şerâb-ı aynemâ”[16] ile mahmur öyle mestlerdir ki, içinde bulundukları durumdan, -ihtimal- İsrafil’in sûruyla bile kendilerine gelemezler. Duygu, düşünce ve tahayyüllerinin derinliğini, ancak yine kendileri gibi mest olan biri ifade edebilir:
آن خِيَالاتي كه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكسِ مَهْ رُويَانِ بُستَانِ خُدَاسْت
“Evliyâullaha tuzak olan o hayâller ise, Hudâ bahçesinin ay yüzlülerinin cemâllerinin yansımasından ibarettir."
“بستان خدا”dan maksat, mertebe-i vâhidiyet; “مه رويان”dan murad da, Allah’ın esmâ ve sıfâtıdır ki, ehadiyyet mertebesinde temâyüz ederler.[17] Bu itibarla, meseleyi şöyle vaz’ edebiliriz: Evliyâullah’ın ayaklarına tuzak olan başka değil, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyenin tecellîyâtıdır. Ve o tecelliyât, hakikate karşı kapalı olan gözsüzler nazarında hayâletten ibarettir. Sarı Abdullah Efendi’nin ifadesiyle: “Enbiyâ ve evliyânın merâyâ-yı kalbleri, mezâhir-i esmâ ve sıfât-ı külliye-i ilâhiye olmakla, sıfât-ı rabbâniye onların ay yüzlerinin bostanı olup onlara her an ayrı bir sihir sunmaktadır.”
Mâsiva’dan firarın kazandırdıkları
Hâsılı; bunlar, firar edecekleri her şeyden firar edip فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لاَ انْفِصَامَ لَهَا “(Artık kim tağutu reddedip Allaha iman ederse, işte o) kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır.” (Bakara sûresi, 2/256) fehvâsınca, öyle sağlam bir tutamağa sımsıkı sarılmışlardır ki -Allah’ın izniyle- artık onlar için kopup gitmek söz konusu değildir. Zira teveccühte bulunulup kendisine bel bağlanılan Zât, ezelden ebede kadar varlığı devam eden ve her şeyi her zaman görüp gözeten, gerçek varlık ve büyüklük sahibi bir Zâttır ve bunlar O’nu bulmuş, O’nun kopmaz, kırılmaz ipine sarılmış, dolayısıyla da düşüp helâk olmaktan, ayrı kalıp yalnızlığa düşmekten ve yol şaşkınlığı yaşamaktan kurtulmuş olurlar ki, اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ “Allah (c.c.), bu ölçüde iman edenlerin dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” (Bakara sûresi, 2/257) mazmununca, onları dört bir yandan kuşatan bütün karanlıklar kalkar. Gözler doğruyu görmeye, kulaklar doğruyu işitmeye başlar; gökler, yıldız yıldız tebessümler yağdırır.. aylar, güneşler bir uhrevî derinliğe bürünür.. zerreden sistemlere kadar her şey okunan bir kitap, temâşâ edilen bir manzara hâlini alır.. baharlar neşeyle kahkaha atar.. yazlar duygularımıza kemâl endamlı melodiler dinletir.. acılar, elemler silinir gider.. köpük köpük her yanı ruhânî zevkler bürür.. ve insanca var olmanın, yaşamanın bütün hazları birden duyulur.
Hakiki İ’tisam
Bu sonsuz ruhânî zevkleri “ilelebed” duymak isteyenler, her zaman fevkalâde bir titizlikle, Allah’ın istemediklerinden istediklerine, yasaklarından emrettiklerine, sevmediklerinden sevip razı olduklarına hicretler gerçekleştirir, firarlar yaşar ve her şeyi O’na bağlamada karar kılarlar ki, hakikî i’tisâm da işte budur.[18]
اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ بِهِ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَكَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
İLGİLİ AYETLER
فَفِرُّٓوا اِلَى اللهِۜ اِنّ۪ي لَكُمْ مِنْهُ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۚ
"O halde Allah'a koşun. Şüphesiz ben, size O'nun katından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım." (Zâriyât sûresi, 50)
وَجَاهِدُوا فِي اللهِ حَقَّ جِهَادِه۪ۜ هُوَ اجْتَبٰيكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدّ۪ينِ مِنْ حَرَجٍۜ مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ هُوَ سَمّٰيكُمُ الْمُسْلِم۪ينَ مِنْ قَبْلُ وَف۪ي هٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَه۪يداً عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِۚ فَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللهِۜ هُوَ مَوْلٰيكُمْۚ فَنِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ
"Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim'in dinine uyun. Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur'an'da müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de insanlara şahit (ve örnek) olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip, ne güzel yardımcıdır!" (Hac sûresi, 78)
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَاعْتَصَمُوا بِه۪ فَسَيُدْخِلُهُمْ ف۪ي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍۙ وَيَهْد۪يهِمْ اِلَيْهِ صِرَاطاً مُسْتَق۪يماًۜ
"Allah'a iman edip ona sımsıkı sarılanları ise (Allah), kendisinden bir rahmet ve lütfa kavuşturacak ve onları kendisine varan doğru bir yola iletecektir." (Nisâ sûresi, 175)
اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا وَاعْتَصَمُوا بِاللّٰهِ وَاَخْلَصُوا د۪ينَهُمْ لِلّٰهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الْمُؤْمِن۪ينَۜ وَسَوْفَ يُؤْتِ اللّٰهُ الْمُؤْمِن۪ينَ اَجْراً عَظ۪يماً
"Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'ın kitabına sarılanlar ve dinlerini Allah'a has kılanlar müstesnadır. Bunlar mü'minlerle beraberdirler. Allah mü'minlere büyük bir mükafat verecektir." (Nisâ sûresi, 146)
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناًۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
"Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de o sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz." (Âl-i İmrân sûresi, 103)
İLGİLİ HADİSLER
Zeyd b. Erkam’dan rivayete göre Hz. Peygamber (sas) buyurdular ki:
“Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah’ın Kitabı’dır ve semadan arza uzatılmış bir ip hükmündedir. Diğeri de kendi neslim, Ehl-i Beytim’dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bu ikisi hakkında, arkamdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün.” (Tirmizî, Menakıb 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/14)
İrbaz b. Sâriye anlatıyor:
“Bir gün Resülullah (sas) bize sabah namazını kıldırdıktan sonra, bizlere döndü ve belagati yüksek bir vaazda bulundu. Öyle ki dinleyenlerin gözleri yaşla, kalpleri de heyecanla doldu. Cemaatten bazıları:
“Ey Allah’ın Resulü, sanki bu bir veda konuşmasıdır, bize ne tavsiye ediyorsunuz?” dediler. Şöyle buyurdular:
“Size, Allah’a karşı takvalı olmanızı, başınızda Habeşli bir köle olsa bile emirlerini dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira sizden hayatta kalanlar benden sonra nice ihtilaflar görecek. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Çünkü sonradan ortaya çıkarılacaklar dalalettir. Bu dönemlerle karşılaşacak olanlara sünnetimi ve hidayet üzere olan Hulefa-i Raşidin’in yolunu hatırlatırım. Bunlara uyun ve dört elle sarılın. Zira (dine zıt olarak) ortaya atılan her yeni şey bid’attır, her bid’at de sapıklıktır.” (Tirmizî, İlim 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/126; Ebu Davud, Sünnet 6)
Bu hadîs-i şerifin Müslim’de Zeyd b. Erkam’dan gelen rivayet şekli ise şöyledir:
“Resülullah (sas) Mekke ve Medine arasındaki Humma vadisinde bizlere bir hutbe irat etti. Allah'a hamd ve senadan sonra nasihat ederek bazı hususları hatırlattı ve şöyle buyurdu:
“Ey insanlar, bilesiniz ki: Ben bir beşerim. Rabbim’in elçisinin (Azrail aleyhisselam) gelmesi ve davetine icabet etmem zamanı yakındır. Ben size iki kıymetli şey bırakıyorum: Birincisi Kitabullah’tır. O, Allah'ın ipidir. Ona tabi olan doğru yoldadır. Onu terk eden ise sapkınlığa düşmüştür. Onun içi ışık ve hidayet doludur. Allah'ın Kitabı’nı alın ve ona dört elle sarılın.” (Resülullah (sas) Kur’an’ı Kerim’e birçok teşviklerde bulunduktan sonra devamla) “Ehl-i Beyt’im hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum. Ehl-i Beyt’im hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum. Ehl-i Beyt’im hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum.” (Müslim, Fedâilu’s-Sahabe 4)
Dârimî’nin Abdullah’tan yaptığı rivayette de Efendimiz (sas) Kur’ân-ı Kerîm’i “hablullâh” (Allah'ın ipi) olarak nitelemektedir. (Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân, 1)
Süfyan İbnu Abdillah şöyle anlatıyor:
“Ey Allah’ın Resulü, bana tutunacağım (i’tisam edeceğim) bir amel tavsiye etseniz!” Şu cevabı verdi:
“Rabbim Allah’tır de, sonra dosdoğru ol!”
“Ey Allah’ın Resulü, benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?” Eliyle kendi dilini tutup:
“İşte şu!” buyurdular. (Tirmizî, Zühd 61)
[1] Bulunma, var olma mânâlarına gelen vücud, istiğfar eden günahkârlar için لَوَجَدُوا اللهَ تَوَّابًا رَحيمًا “Onlar Allah’ı tevbelerini kabul eden bir Rahîm olarak bulurlar.” veya herhangi bir inhiraf sonucunda istiğfar edenlerle alâkalı يَجِدِ اللهَ غَفُورًا رَحيمًا “Allah’ı Gafûr ve Rahîm olarak bulurlar.” ya da münkirlerin inkâr ve suiakıbetini ifade sadedinde وَوَجَدَ اللهَ عِنْدَهُ فَوَفّٰيهُ حِسَابَهُ “O, neticede Allah’ı bulur ve O’na mülâki olur, Allah da tastamam onun hesabını görür.” âyetleriyle anlatılan Hazreti Zât’ın isim ve sıfatlarının bir taallukuna mazhariyet değil; اِبْنَ اٰدَمَ اُطْلُبْن۪ي تَجِدْن۪ي “Âdemoğlu, Beni ara ki Beni bulasın.” eseri ve daha bir kısım müteşabih hadislerle bahis mevzuu edilen “bî kem u keyf” O’nu hakikati itibarıyla bulmadır ki; neticede böyle bir bulmada hak yolcusu zevkî, hissî ve hâlî sübühât-ı vechin şuaâtı karşısında bütün bütün eriyerek, geriye sadece temyiz edemeyeceği bir “zevk” ve bir de “hâl” kalır. İmanla harekete geçip mârifet ve muhabbete yürüyen böyle bir yolcuya “sâlik”, âfâkî-enfüsî emarelerin dillerini anlayarak ve onların şehadetlerini duyarak yolculuğu sürdürene “kâsıd”, hedefe ulaşıp vicdanının istiabı ölçüsünde kalblerde kenzen bilinen hakikate –zaman, mekân ve hayyiz üstü– ulaşana da “vâcid” denir. İşin başlangıcında, imanla tam bir metafizik gerilim, devamı itibarıyla emarelerin ufkunda sevk ve insiyak, her müstaidin kendi yolunun sonunu duyması açısından da “Hazîratü’l-Kuds”ün şuaâtı karşısında eriyip bütün bütün yok olma söz konusudur ki, bu ne hulûl ne ittihad ne tecessüm ne inkılâp ne de başlangıç itibarıyla O’ndan ibaret bulunmadır; bu, sadece ve sadece derya karşısında, deryada hissedilen damlayı, güneş karşısında ondan gelen zerreyi duyma keyfiyet ve zevkidir. Ebû’l-Hasan en-Nurî, böyle bir zevki seslendirme sadedinde; “Ben yirmi senedir hep bulma ve yitirme arasında gelip gidiyorum; ‘keyfiyeti meçhul’ Rabbimle vuslat yaşadığımda kalbimi kaybediyorum, kalbî varlığımı duyunca da O’nun gaybûbetine maruz kalıyorum.” der ki, hâl ehlinin tahavvülünü ifade etme bakımından gayet enfestir.
Bundan başka, öteden beri vücud-u Hak, farklı iki mertebede mütalâa edilegelmiştir. Bu mertebelerin birinde, hâl ve müşâhede itibarıyla sıfatlar mülâhazaya alınmaz; dolayısıyla, sıfatların mütekabiliyeti ya da birbirine muhalefeti söz konusu değildir. Yani bu mertebede sadece ve sadece zât mülâhazası hâkimdir ki; “zât-ı baht” veya “zât-ı hâlis” de diyebileceğimiz bu makama erbabı: “ehadiyet”, “âlem-i lâhut”, “âlem-i lâ taayyün” ve “gayb‑ı hüviyyet” demişlerdir. “Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi” herkes vicdanının enginliği ve inkişafı ölçüsünde böyle bir hâli farklı şekilde zevkeder ve yaşar. Diğer mertebede ise, Hazreti Zât, bütün sıfatlarıyla mülâhazaya alınır ve aynı zamanda burada sıfatların mütekabiliyeti ve birbirinden farklılığı da söz konusudur ki, işte bu mertebeye, “Hazreti Vahidiyet”, “âlem-i ceberût”, “taayyün-ü evvel” veya “hakikat-i Muhammediye” denir. (Vücud, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
[2] SEYR-İ KALBÎ:
Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü'min ve tam bir müslüman olmak; yani yalnız surî değil, belki hakikat-ı imanı ve hakikat-ı İslâmı kazanmak; yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelal'ine abd olmak ve muhatab olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdem'in melaikeye rüchaniyetini isbat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir. (Mektubat)
BU BADİRE AŞILABİLİR Mİ?
Bu çetin bir badiredir ve insan bu badireyi tek bir şartla aşabilir. Bu şart da; ciddî bir ruh terbiyesi diyebileceğimiz seyr-i sülûk-i ruhanî, cezb ü incizab ve Allah karşısındaki acz ü fakrını kavrayıp ona yönelmektir. Aksi halde o insan, Allah’a hep uzak kalır. Biraz önce ifade ettiğim gibi, Allah insana şah damarından daha yakındır, ama böylesi bir insan Allah’tan fersah fersah uzaktır; uzaktır çünkü şeytan ona Kur’ân’ın tabiriyle “karîn” (yakın bir dost) olmuştur. “Kim Rahman’ın (hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği) Kur’ân’ı göz ardı ederse (veya o Rahman’ı zikretmekten uzaklaşırsa), biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur” (Zuhruf, 43/36) Bu açıdan insanın kendisini Rabb’inden uzaklaştıran ya da yakınlaştıran şeyleri çok iyi bilmesi lâzım.
Aslında insan, kalbine ait hususiyetleriyle; lâtife-i Rabbaniyesiyle, fuadıyla, sırrıyla, hafâsıyla; genişliğin temsilcisidir, timsalidir. İnsana bu yönüyle bakanlar, onu meleklerden daha üstün görürler. Mülkle beraber melekûta da açık bir varlık çünkü o. Kâinat kitabının bir parçası; hatta enmuzeci, fihristi. Dolayısıyla onu okuyan, koca kâinatı hallaç etmiş olur. Tabir-i diğerle, kâinat kitabını okumak isteyen onun fihristi olan insana bakınca, o koskoca kitabın muhtevasını birdenbire gözden geçirmiş olur. İşte insan, bu mahiyete sahip bir varlık. Fakat aynı zamanda kâinatla da sınırlı değil insan, onu da aşıyor. “Mahiyeti meleklerden de ulvî, avalim (âlemler) kendisinde pinhan (gizli), cihanlar onda matvî (dercedilmiş)” hatta ilavesiyle onu da aşan bir varlık. Âdeta gökler ve yer, mânâ, muhteva ve bütün derinlikleriyle dürülmüş, bir kitap haline getirilmiş ve sonra da bir nüsha-i kübra halinde insan olarak görünmüş. (KIRIK TESTİ)
[3] SEYR-İ SÜLÛK-İ RUHANÎ:
Sülûk; vuslata istidat kazanmak, vuslat temadisinin önemli bir vesilesi sayılan sürekli yolculuk mülâhazasıyla yaşamak, fenâ huylara karşı her zaman ciddî bir tavır içinde bulunmak, yaşaya yaşaya ahlâk-ı haseneyi tabiatının bir derinliği hâline getirmek, Hakk’ın kenzen bilindiği kalb evini, O’nun teveccühlerini konuk etmek için ağyâr duygu ve endişelerinden temizlemek ve iç âleminde her an, azizlerden aziz bir misafiri ağırlamaya hazır bulunmak demektir ki, İbrahim Hakkı bu mülâhazaları şöyle seslendirir:
“Dil beyt-i Hudâ’dır ânı pâk eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.”
Başta da işaret edildiği gibi “sülûk” tabiri, böyle tek başına kullanıldığı gibi, “seyr u sülûk” şeklinde de kullanılagelmiştir. Bazen buna bir de “ruhanî” kelimesi ilave edilerek “seyr u sülûk-i ruhanî” denmiştir ki, bunların hemen hepsiyle anlatılmak istenen şey, Hakk’a vâsıl olmak için, O’ndan gayrı her şeyden –tabiî bu şeylerden kendi nefislerine ve bizim heveslerimize bakan yönleri itibarıyla– yüz çevirerek sadece ve sadece O’na yönelmek; O’na tahsis-i nazar etmek; yolunu sarpa uğratmayacak Kur’ân ve Sünnet mümessili zâhidlerin vesâyetinde bulunmak; vesvese, şüphe, tereddüt ve hayret hâllerinde onların irşadlarına başvurmak; acz, fakr ve ihtiyaçlarının şuurunda olarak her hâlinde O’na muhtaç olduğunun idrakiyle yaşamak; gönlünü, aşk u şevkle; hissini, ilâhî tecellîlerin müşâhedesiyle; irade ve bütün latîfelerini istiğfarla –yani şer meyelanlarının köklerini kurutmak ve dua ile hayır temayüllerinin sürgünlerini güçlendirmekle– şahlandırmak, beslemek ve takviye etmek... gibi hususlardır.
Acz u Fakr, Şevk u Şükür
Sofiler de Müslüman şahsiyetinin oluşması ve insanın yeni bir fıtrat kazanması adına seyr u sülûk-i ruhaniyi tavsiye etmişlerdir. Fakat bunun da kendine göre değişik yol ve yöntemleri vardır. Büyük zatlar, biraz da kendi yaşadıkları dönemde Müslümanları baskı altına alan faktörleri göz önünde bulundurmuş ve bunlara karşı mücadele etmeye müsait sistemler kurmuşlardır. Kimisi sistemini nüfus-u seb’a (yedi nefis) mertebesine bağlarken kimisi de sistemini letâif-i aşere (on latîfe) üzerine tesis etmiştir.
Hazreti Pîr ise vaz’ ettiği sistemi, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak olmak üzere dört esasa bağlamış ve bir de bunların mütemmimi olabilecek iki esastan bahsetmiştir ki, bunlar da şefkat ve tefekkürdür.[3][4] Bu sistem, potansiyel insanın hakiki insan olabilmesi ve kemale erebilmesi için takip edilmesi gereken bir yoldur. Fakat bir insanın bu esasları kabullenmesi ve içine sindirmesi ciddi bir cehd ü gayrete vâbestedir. (Kırık Testi)
[4] FİRAR, HAVF HAŞYET MÜNASEBETİ:
Bundan başka, bir kısım sofîler havfı; biri heybet, biri haşyet olmak üzere kendi içinde de ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklanmasına rağmen, bunlardan heybet daha ziyade “firar” yörüngeli, haşyet ise “iltica” mahreklidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar düşüncesi yaşar; O’nunla oturur-kalkar, O’nu düşler ve O’nu tasarlar; haşyet sahibi ise, her lahza ayrı bir mülâhaza ile O’na iltica etme vesileleri araştırır ve O’na sığınma fırsatları kollar. (Havf ve Haşyet, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
İLTİCA BUUDLU HAŞYET
Soru: Efendim, bir yazınızda “iltica buudlu haşyet” ifadesini kullanıyorsunuz. Bunu bir misalle açıklayabilir misiniz?
Cevap: Müsaade ederseniz, önce “haşyet”in ne olduğu mevzuuyla başlayalım. Sıkça kullandığımız kelimelerden birisi “havf”tır ki, “korkma, ürperme, irkilme” mânâlarına gelir. Tasavvuf erbabınca, haram olmasa bile dinimizde kerih görülen bir şeyi işlemekten sakınmak olarak tarif edilen havf, “recâ” duygusuna karşı bir denge unsurudur.
Bazıları havfı, “heybet” ve “haşyet” olarak kendi içinde ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklansa da, heybet daha ziyade “firar”, haşyet ise “ilticâ” yörüngelidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar (kaçma) düşüncesi içindedir; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile Allah’a (celle celâluhû) ilticâ etme (sığınma) vesileleri araştırır ve ona sığınma fırsatları kollar.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bir bilebilseniz, gök öyle bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!... Zaten öyle olması gerekirdi; zira, göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız.” İşte bu hadis-i şerif “ilticâ buudlu haşyet”e misal olarak verilebilir. Çünkü bu hadis de göstermektedir ki, Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), bilinebilecek her şeyi bildiği halde firarı tercih etmemiş, bulunduğu konumdan kaçmayı ve bir hal değişikliğini istememiş, bilakis yine Cenâb Hakk’a sığınmayı seçmiştir.Ebû Zerr Hazretlerinin “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip biçilen bir ağaç olsaydım!” ifadesi de, kendi hesabına “firar buudlu heybet”e güzel bir misaldir.
[5] ZEVK:
Bir şeyden hoşlanma, haz duyma, cümbüş ve eğlence mânâlarına gelen “zevk”, sofiye ıstılahında, ilâhî tecellîlerin ilk esintileri ve şuhûd ufkunun yer yer zuhur eden vâridlerindendir ki, “bevârik-i mütevâliye” de diyebileceğimiz ilâhî ışık tayflarının Hakk’ın kenzen bilindiği kalbi sarmasıdır.. ve doğruyu eğriden tefrik etmenin de birinci konağıdır. Meâlîye iştiyak ve davranış safveti bu konakta konaklamanın pasaportu ve vizesi sayılabilir.
[6] VUSLAT:
Hulâsa, sülûkun mebdei, hakikat-i İslâmiyet’in duyulması; nihayeti ise en âlî mertebesiyle makam-ı ihsanın tecellîsidir. İz’an bir iman ufku; islâm Hakk’a teslimiyet remzi; ihsan, O’nu görüyor gibi kullukta bulunma ve O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla Hakk’a teveccühün unvanıdır. Vuslat ise, bütün bunları aşkın, lâzamanî ve lâmekânî bir duyuş ve hissedişin adıdır.
[7] HİLAFET: İnsanın Konumu
İnsan, Allah’la münasebetlerinin yanında, Hakk’ın “emanet” dediği mükellefiyetin de biricik emanetçisi konumundadır. Keza, hilâfet pâyesi zımnında, mahlukat üzerinde tasarruf ve hükümranlık hakkı da yine niyâbeten ona tevdi edilmiştir. Bu itibarla da, bütün mazhariyet ve mükellefiyetlerinin yanında ona emin, sadık ve ismet gayreti içinde olma gibi sorumluluklar da yüklenmiştir. O, Allah’a karşı emin, doğru; insanlara karşı güvenli, mutemet; kendisine karşı sorumlu ve afîf; elinin altındaki her şeye ve herkese karşı da merhametli ve güvenilir olmalıdır ki, aslında hilâfet ruhu da işte bu esaslar üzerinde dönüp durmaktadır; dahası, insanoğlunun diğer canlılardan farklılığı da büyük ölçüde yine bu hususlara dayanmaktadır. İşte bunlarla o, varlık üzerindeki gerçek fâikiyetini ortaya koymuş olur. Bunlar sayesinde, hayatını gönlünün çizgisinde sürdürür. Bunlarla, ötelere ait istek ve beklentileriyle tavırları arasındaki farklılığı aşar.. ve bunlarla kendisine olumsuz bakanlara en ikna edici cevaplar vermiş olur. (Kırık Testi)
[8] KURBET:
Bir insan için en önemli mesele kurbettir; yani, Allah’a yakın olmaktır. Allah’a yakınlık, cismin cisme yakınlığı değildir; o mânevî bir yakınlıktır. Bizim müteşâbihâta girmeme adına kullandığımız üslûb içinde, kurbet, kendi uzaklığımızı aşma demektir. Evet, O bize her şeyden, herkesten daha yakındır; gözsüz göremese, sağırlar duyamasa, hisleri, ihsasları işlemeyen mahrumlar anlayamasalar da O’ndan daha ayân, daha yakın kimse yoktur. O herkese herkesten daha yakındır; bir uzaklık sözkonusu ise, o insanlara aittir. Uzaklık, cismaniyetle, bedenle, nefis mekanizmasıyla alakalı bir husustur. Şehvet, gazap, öfke, kin, nefret, hırs ve inat... gibi kuvveler uzaklaştırıcı faktörlerdir. Bu açıdan, yakınlık, bu kuvvelerin ifrat ve tefritlerini aşmak, istikamet üzere olmak, güzel ahlakı yakalamak, Cenâb-ı Allah’ın yarattığı üzere fıtrat-ı asliyeyi korumak, o kaybedilmiş ise ciddi bir gayretle tekrar öze dönmek demektir. (Kırık Testi)
[9] HZ. MUSA'NIN (a.s.) FİRARI
Firar ve İ’tisam yazısında, Hz. Musa’nın korku ve firarına bu noktada çok güzel bir yorum getiriliyordu. “Sizden korktuğum zaman, firar ettim” manâsında gibi görünen âyet (Şuarâ/26:21), “Sizinle bulunmaktan korktum” şeklinde çevrilip, firarının da zevk ve vuslata, hilâfet ve kurbete varan bir firar olduğu yorumlanıyordu.
Zaten, başka türlü anlayamazsınız. Bir Peygamber, hattâ Peygamber namzedi can korkusu duyup kaçmaz. Bir misyon insanı olarak, elbette ele geçirilmeyi ve öldürülmeyi arzu etmez; bu noktada hayatı açısından endişe duyabilir. Bu bakımdan, korkunun şümulü geniştir. Hz. Mûsa (a.s.) can korkusuyla firar etmiş olsaydı, böyle bir firar mükâfatla ile neticelenmezdi. Halbuki, firarının sonunda ona hüküm, hakimiyet verildiğini ve kendisinin peygamber kılındığını, bizzat zikri geçen âyet naklediyor. (Amerika'da Bir Ay)
[10] AVAM-HAVAS:
Soru: “Avam” denince akla kimler gelir?
Avam, dinî hayatta talimi, terbiyesi, görgüsü az olan ve derecesine göre, nisbî olarak İslâmî ilimlerde bilgisi olmayan insan demektir. Başka bir ifadeyle, eline kitap alamayan, ahkâma vâkıf olamayan, taklit içinde hareket eden ve hayatını tanzim mevzuunda dinin ruhuna nüfuz edemeyen kimseye de avam denir. Bunun karşısında bir de havas vardır ki, onlar da dinî hayatın tanziminde kitaba/kitaplara müracaat eden, kurallı yaşayan, dinî kanunlar ve kıstaslara vâkıf olan, bu kıstaslarla kendi hayatlarını tenvir eden ve başkalarının hayatlarına da ışık tutan kimse demektir.
Diğer bir zaviyeden havas, derecesine göre, müçtehitler, fakihler, mücedditler ve ilmiyle amel eden kimselere denilirken, avam da daha ziyade dininde, diyanetinde doğrudan doğruya hükümlere vâkıf olmayan/olamayan ve başkalarını taklit eden insanlara denilir. (Kendi Ruhumuzu Ararken)
[11] ÜNS:
Ünsiyet, alışkanlık, içten beraberlik demek olan “üns”; ehl-i hakikat arasında, kalb ve ruh zaviyesinden Hazreti Cemâl-i Zât-ı Bâri’i müşahedeye iştiyak arzu ve emeliyle, “Kenz-i Mahfî”nin, mücellâ aynası (beyt-i Hudâ) sayılan vicdanın rükünlerince bîkem u keyf duyulup hissedilmesi şeklinde yorumlanmıştır. Onu, iki yanıyla ihsan şuurunun, vicdan mekanizmasında, vuzuh üstü vuzuh ve inkişafı şeklinde ifade etmek de mümkündür. (Çağlayan Dergisi, Ağustos-2017)
[12] RÜSUM: Meseleleri, zahiri, nazari, şekil ve dış görünüş açısıyla ele alma
[13] SIR:
Bazı hak dostlarına göre ruh, Cenâb-ı Hak’la bir alâka ve muhabbet unsuru, kalb, bir mârifet mahzeni, sır O’nun inayetiyle bir müşâhede sistemi, hafî ise esrar-ı ulûhiyet atlası, ahfâ da “kenz-i mahfî”nin esrarlı bir anahtarı kabul edilmiştir. Ne var ki, ilâhî inayet olmayınca bunların hakikatine muttali olmak da mümkün değildir. Bir zatın ifade ettiği gibi, “Her mü’min potansiyel olarak sırrı, hafîsi ve ahfâsıyla sıfât, Zât, esrar-ı ulûhiyet ve kenz-i mahfîye açıktır ama, Hak tecellî etmeyince beşerî iradenin bu güçleri harekete geçirmesi de imkânsızdır.” İnsanlar, O’nun gördürmesiyle görseler, duyurmasıyla duysalar, hissettirmesiyle hissetseler de, kendi kendilerine bu hususlardan hiçbirini elde etmeleri söz konusu değildir; dolayısıyla da onlar ne sıfât ne şuûn ne de Zât hakkında ciddî hiçbir şey söyleyemezler. Cenâb-ı Hak ise, onları da, onların ruhlarını da, kalblerini de, sırlarını da, hafîlerini de, ahfâlarını da, cüziyyât ve külliyât adına her şeyi bildiği gibi bilir.
[14] HEYBET, MEHABET VE FİRAR:
... “Allah size, Kendisine karşı ürperti içinde bulunmanızı emreder.” (Âl-i İmrân sûresi 3/28, 30) beyan-ı sübhânîsi de bunu hatırlatır.
Bundan başka, bir kısım sofîler havfı; biri heybet, biri haşyet olmak üzere kendi içinde de ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklanmasına rağmen, bunlardan heybet daha ziyade “firar” yörüngeli, haşyet ise “iltica” mahreklidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar düşüncesi yaşar; O’nunla oturur-kalkar, O’nu düşler ve O’nu tasarlar; haşyet sahibi ise, her lahza ayrı bir mülâhaza ile O’na iltica etme vesileleri araştırır ve O’na sığınma fırsatları kollar.
Bu itibarla da çok defa, rehbet yolunu seçenler, firarı da devam ettirirler. Firarı devam ettirdikleri için de kolayı zorlaştırır ve ruhbanların maruz kaldığı sıkıntılara maruz kalır, dolayısıyla da firarın hâsıl ettiği bu’diyet ölçüsünde, O’ndan uzak kalmanın ızdırabını yaşarlar. Hayatlarının her lahzasında “hevâ”yı “hüdâ”ya çevirebilmiş haşyet sâlikleri ise, her an ayrı bir iltica yol ayrımında ayrı bir “kurb” kevseri içer ve “Daha yok mu?” diyerek coşarlar.
Haşyet, kâmil mânâda bir enbiyâ hususiyetidir; nebiler; sürekli içinde âdeta İsrafil’in sûrunun duyulduğu bu atmosferde ve Hakk’ın azamet ü celâlinin savleti karşısında bir can ile ölür, birkaç can televvünü ile dirilirler. Onların his, şuur ve idrak ufuklarında her zaman: فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًا “Cenâb-ı Hak azametle dağa tecellî edince, dağ şak şak oldu, parçalandı ve Musa kendinden geçip bayıldı.” gerçeğinin tulû ve gurûbları yaşanır. Akrabü’l-Mukarrabîn ve Seyyidü’l-Hâşiyîn de: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; âh bir bilseniz, gök bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!. zaten öyle olması gerekirdi; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız.” buyurur. Bu hadiste hem Peygamber’in iltica buudlu haşyeti –ki, kendi, bilinebilecek her şeyi bildiği hâlde firarı değil O’na sığınmayı seçmiştir– hem de diğer insanların firar buudlu heybetlerini anlatmıştır... Ebû Zerr (radıyallâhu anh) hadise: “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım.” ilavesiyle kendi hesabına bu düşünceye beliğ bir tercüman olmuştur. (Havf ve Haşyet, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
[15] BERZAH:
Sofîler, âlem-i misâl alanını biraz daha açarak şu mütalâada bulunurlar: Âlem-i misâl, dünya-ahiret arası mutavassıt bir mekân, taayyün-ü sânî (ayrı bir yazı konusu), nüfûs-u nâtıka, ervâh-ı kudsiye-i mücerrede (ruhların cisimlerle münasebete geçmeden önceki latîf hâl ve keyfiyetleri) madde-mânâ arası berzah âlemi vs.. bu mütalâalara göre misâl âlemi, mânâ ve mahiyetlerin belli bir taayyünle yeni bir hüviyet ve yeni bir keyfiyete ulaşmak için geçtikleri berzahî bir köprü, fizik ve metafizik dünya arasında sırlı bir koridor, birbirinden farklı iki buud ortasında bulunan hâil ve perde, mücerred hakikatlerle müşahhas varlıkların iltisak noktası, duyulup hissedilmeyenlerle duyulup hissedilenleri birbirinden ayıran ufuk.. ayrıca berzahı, meânî ve mücerred hakikatlerin urba giyme hazîresi görenler de olmuştur. Mücerred mahiyetler, haricî vücud atlasıyla berzahta tanışır ve daha sonraki âlemlere de bu rıhtım ve bu rampadaki donanımlarla yürürler. Zaten ona berzah denmesi de böyle bir ara âlem olması itibarıyladır.
Sözlüklerin berzaha yükledikleri; iki şey arasındaki hâil, iki denizi birbirinden ayıran dil, hâciz ve engel gibi mânâların yanında ona, dünya ile ahireti birbirine bağlayan özel koridor: Ölümle başlayıp kabir hayatıyla devam eden ve gidip haşr u neşre dayanan uhrevî vetire; âlem-i ervâh ve meânî-i mücerrede ile cismaniyet âleminin iltisak noktası; kalb ve ruh ufkuyla nefsanî hayat ortasındaki geçit diyenler de olmuştur.
Evet, varlıklar, “taayyün-ü evvel”le başlayıp zâhirî kılıf ve haricî vücud yolunda ilerlerken, âdeta metamorfoz geçiriyor gibi farklı bir mahiyet ve farklı bir hüviyete sıçradıkları/sıçrayacakları her rampaya berzah dendiği gibi her şey ve her nesnenin –donanımına göre– ebediyete yürüme yolundaki o uzun menzile ve insanlar için kabirle başlayan hayata da berzah denmektedir. Birinci mülâhaza itibarıyla o, ruh ve ceset arasında, mücerred ve müşahhas ortasında bir köprü; ikinci mülâhaza açısından da dünya ve ahiretin birleşik noktasında, gayb ve şehadet âlemi karışımı, ötelere açık rıhtımların başında bir intizar salonu gibidir. Herkes o köprüden gelip geçecek ve Hakk’ın diledikleri de gidip o intizar salonuna uğrayacak; sonra da donanım ve kazançlarına göre öbür âleme yürüyecektir ve yürümektedir. (Âyân-ı Sâbite ve Âlem-i Misal, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
[16] Allah’la kalbî muamele, vefa çizgisinde cereyan ettiği sürece, “şürb” kelimesiyle de ifade edebileceğimiz zevk-i ruhanî, sâkîsiz, kâsesiz kalbin enginliklerinde duyulmaya başlar ve hak yolcusu, dünyevî kıstaslarımız açısından derecesine göre mest ü mahmur hâle gelir. Sürekli “zevk” sürekli “şürb”e, sürekli şürb de susama mânâsına gelen sürekli “ataş”a sâik olur; olur da sâlik ruhunda hep yanmaları kanmalarla beraber duyar ve
“Ey sâkî aşkın oduna
Yandıkça yandım bir su ver.”
(Gedâî)
der, dolaşır. Öyle ki, hak yolcusu, O’na karşı her an artan arzu ve iştiyakla, zevki hasretle, doymayı da açlıkla beraber hisseder ve aralanan kapının ardına kadar açılması sevdasıyla yanar tutuşur. Tabiî, böyle bir yolcu için artık, mazhar olduğu bu tecellîlerin inkıtâı bir imsak, yeniden zuhuru da bir iftar hâlini alır; alır da o, sık sık
“Sâkiyâ doldur şarabı vakt-i iftardır bu dem,
Mâmur eyle bu harâbı lütf-i izhardır bu dem.”
(Muhammed Lütfî)
der ve hep beklentilerini mırıldanır.(Zevk Ataş, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
[17] EHADİYET VAHİDİYET:
Ehadiyet; birlik, teklik mânâsına gelen “ehad” kelimesinden türetilmiştir. “Bir” demek olan, ferd ve vâhid mânâlarını da ihtiva eden ehad, mâadâyı nefyetmede emsali kelimelerden daha mübalâğalı ve ikincisi olmayan bir rakamdır. Bu itibarla da vâhid kelimesinin isbatta kullanılmasına karşılık ehad lafzı hep nefiyde kullanılagelmiştir. Ehad, hiçbir şeyin ona, onun da hiçbir şeye nisbeti söz konusu olmayan bir kelimedir ve Zât‑ı Ehad u Samed’in has sıfatıdır. Ehadiyet âlemi ise böyle bir sıfatın tecellî ve inkişaf ufkudur. Vahidiyet sıfâtta iştiraki nefyetmesine mukabil, ehadiyet tam tenzihe bakması itibarıyla Zât-ı Mutlaka ve Sırfe’ye –esmâ ve sıfât mânâları meknî– nâzırdır.
Hulâsa ehadiyet, bütün kesretlerin kendisinde fenâ bulup gittiği, bütün lâhutî hakâikin onda meknuz bulunduğu, umum varlığı kâmilen tutan, ezeliyet ve ebediyeti birden ifade eden bir hakikat-i mukaddesenin unvanıdır.
Bazılarının zannettiği gibi, ehadiyet mülâhazası ile esmâ ve sıfât-ı sübhaniyenin yok farz edilmesi veya –فَتَعَالَى اللهُ عَمَّا يَـظُــنُّونَ – bunların mütelâşi olup gitmesi söz konusu değildir. Söz konusu olan, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniyenin müessiriyet, tecellî ve inkişafları mahfuz, bir zât‑ı mutlaka-i sırfe mülâhazasıdır. Buna, ulûhiyet dairesi muvacehesinde, her şeyin kendine bakan yönüyle fâni ve mâdum sayılmasına, rubûbiyet âlemi itibarıyla bütün varlığın O’nun vücuduna bir ayna olmasına, vahidiyet mertebesinde de esmâ ve sıfât-ı ilâhiyenin bir güneş gibi her şeyi gölgede bırakmasına mukabil, ehadiyet ufkunda Zât-ı Mutlaka’dan başka hiçbir şeyin mülâhazaya alınmaması da diyebiliriz. (Ehadiyet Vahidiyet, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
[18] "(Gerçek/iyi) müslüman, dilinden ve elinden diğer müslümanların emniyet ve selamette olduğu kimsedir. (Asıl) muhâcir de Allah'ın yasakladıklarından uzaklaşıp Allah'ın hoşnut olduğu şeylere hicret edendir." (Buhârî, Îmân 4, 5, Rikak 26; Müslim, Îmân 64-65)