HALVET VE UZLET, (Çağlayan-Mayıs 2021)
Mürşid ve rehber, mürîd ve mürîd namzedini halvete sokacakları zaman onu alır, odasına kadar götürür; orada duâ eder ve ayrılırlar. Mürid, yapayalnız kaldığı o hücrede âdeta bir îtikâf hayatı yaşar!
Halvetin manası
Yalnızlık ve tek başına yaşama mânâlarına gelen halvet ve uzlet[1], bir anlamda, herhangi bir rehber ve mürşidin nezâretinde inzivâya çekilip vaktini ibâdetle geçirmekten ibarettir.[2]
Halvete farklı bir yorum
Diğer bir tefsire göre ise o, kalbi bâtıl itikadlardan, karanlık duygulardan, çirkin tasavvurlardan ve Hak’tan uzaklaştıran tahayyüllerden arındırarak, bütün mâsivâya (Hak’tan gayri her şey) karşı kapanıp letâifin dili ile Hak’la sohbetin değişik bir unvanıdır. [3]
Uzlet ve Halvet arasındaki münasebet ve Erbaîn
Uzlet halvetin bir buudu, riyâzât da diğer buududur. Halvetin ilk basamağı kırk günlük bir fasılla tamamlandığı için buna “Erbaîn çıkarma” da denmiştir.[4]
Halvetin dış keyfiyeti
Mürşid ve rehber, mürîd ve mürîd namzedini halvete sokacakları zaman onu alır, odasına kadar götürür; orada duâ eder ve ayrılırlar. Mürid, yapayalnız kaldığı o hücrede âdeta bir îtikâf hayatı yaşar! Ölçülü yer, ölçülü içer.. ve gücü yettiğince, Allah’a kurbet kapısı sayılan bu halvethânede bedenî ihtiyaçlarını en aza indirir; hatta cismânî arzularını büyük ölçüde unutmaya çalışır.. ve gece-gündüz durup dinlenmeden sürekli zikr u fikirle meşgul olur...
Halvetin menşei ve tarihi
Halvet; halktan uzlet ve riyâzât buuduyla menşei çok eskilere dayanır ve hemen hemen tasavvuf yollarının hepsinde de mevcuttur. Hatta bu hususu daha da ileriye götürüp enbiyâ-i izâm ile irtibatlandırmak da mümkündür.
Halvetin ilk temsilcileri ve kişilere göre şekillenmesi
Evet; başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere birçok nebî ve velînin uzlet ve halvetlerinden söz edilebilir. Ne var ki, sistem aynıyla alınmadığı, alınamadığı gibi, alındığı kadarıyla da orijini tam korunamadığından, değişik kalıplara ifrağ edilerek, az dahi olsa başkalaştırılmıştır. Hz. İbrahim’in “uzlet”[5]; Hz. Musâ’nın “erbaîn”leri[6], Hz. Mesih’in “riyâzât”ı[7], Sultan-ı Enbiyâ’nın “halvet”leri[8] ve daha niceleri.. değişik şartlarda, değişik ortamlarda ve değişik karakterler üzerinde farklı tatbikatlarla farklılaşmış, mâhiyetleri kısmen değişmiş ve başkalaşmıştır. Zaten başka türlü de olamazdı; zirâ halvet, şahısların ruh yapıları, mizaçları, mezakları, karakterleri ve ruhanîliğe istidatlarıyla çok alâkalıdır. Bu itibarla, kime nasıl ve ne kadar halvet teklif edileceğini ancak kâmil mürşidler bilir.[9]
Halvetten sonra Celvet
İlk dönemlerinde Hz. Mevlânâ bir hayli “erbaîn” çıkarır. Mürşidini bulunca, halveti terk ve celveti[10] ihtiyar eder ki; ondan evvel ve ondan sonra da pek çok kimse aynı yolu takip etmişlerdir.[11]
Halvetin Riyâzat buudu
Halvetin riyâzât buudu; nefsi, bedenî arzulara karşı gemlemek ve meâlîye müştak olan rûhu, kemâlât-ı insâniye semâlarına doğru şahlandırmaktır. Evet, ancak, riyâzât ile nefse gem vurulabilir; riyâzât ile o, kötü duygu ve tutkulardan vazgeçirilebilir; riyâzât ile teslimiyet ve inkıyâda zorlanabilir ve riyâzât ile mahviyet ve tevâzua alıştırılarak ayaklar altındaki topraklar hâline getirilebilir ki; güllere saksılık yapmanın yolu ve erkânı da budur:
خَاكْ شَوْ خَاكْ بِرُويَدْ بَا تُو گُلْ كِه بَجُزْ خَاكْنِيسْت كَسْ مَظْهَرِ گُلْ
“Toprak ol toprak ki, gül bitsin; zirâ topraktan başkası güle mazhar olamaz.”[12]
Riyâzatın kazandırdıkları
Riyâzat yoluyla, hemen herkes belli lütuflara mazhar olabilir; kimileri ilim ile ahlâkı, ihlâs ile ameli tehzîb ederek hem Hak’la hem de halkla muamelelerinde edep şuuruna ulaşır.. kimileri, sürekli kendilerini Rabbileriyle olan muamelelerinin gel-gitlerinde bulur ve bir lâhza ara vermeden O’na daha da yakınlaşma yollarını araştırır.. kimileri de, sert kabuğundan sıyrılan yusufçuk gibi hayatlarını, yeni ulaştıkları semâvî âlemlerin kelebekleri sayılan ruhâniler arasında sürdürür...
Halvetin iç keyfiyeti
Halvette asıl olan, gönül gözünün asla ağyâra kaymaması ve gece-gündüz demeden Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne hazır olup beklemesidir. Bu bekleyiş aynı zamanda pasif bir bekleyiş de değildir. Bu bekleyiş kalbe akacak vâridâtı kaçırmama heyecanı içinde, gönül gözleri açık ve Hak’la halvet âdâbıyla geçirilen temkinli bir bekleyiştir. Bu mânâyı soluklayan Lâmekânî Hüseyin Efendi’nin şu sözleri ne hoştur:
Pâk eyle gönül çeşmesini tâ durulunca,
Dek tut gözünü gönlüne gönlün göz olunca.
İnkârı ko, dil destisini ol çeşmeye tuttur;
Ol âb-ı safâbahş ile bu desti dolunca.
Sen çık aradan hânesini sâhibine ver;
Bî-şek gelir Allah evine sen savulunca..
Evvel koma ki, sonra çıkarmak güç olur güç
Şeytan çerisi hâne-i kalbe koyulunca.!
Halvette kalb yamaçları
Vâkıa Allah zamandan, mekândan münezzehtir ama, O’nun insanlarla alış-verişi de yine hep kalb yamaçlarında cereyan eder. Bu itibarla da kalbin zümrüt tepeleri, O’ndan gelecek tecellî dalgalarına her zaman açık ve hazır olmalıdır ki; Hazreti Hakkı’nın ifadesiyle:
“Kasrına nüzûl eyleye Sultan gecelerde...”
Cenâb-ı Hak bir yerde Hazreti Dâvud’a (a.s.) şöyle buyurur: “O evi Benim için boşalt ki, Ben orada olayım.” Bazıları boşaltmayı, kalbin ağyâr düşüncesinden, yabancı mülâhazalardan ve O’nu nazara almadan, âlemle gereksiz münasebetlerden arındırma ve uzaklaştırma şeklinde anlamışlardır. Hazreti Mevlânâ’nın bir hoş sözü de burada düşünce ufkumuza bir ziyâ gibi düşer:
قَعرْ چِـه بَگُزِيد هَركِه عَاقِلَسْـت زَانكِه دَر خَلْوَتْ صَفَاهَاي دِلَسـت
ظُلْمَت چِه بِهْ كِه زِ ظُلْمتهَايِ خَلق سَر نَبَردْ آن كَس كِه گِيرَد پَاي خَلْق
خَلْوَت اَزْ اَغْيار بَـايَد نَـه زِيَـار پُوسْـتِين بَهرِ دَيْ آمـد نَـه بَهَار
“Akıllı olan, kuyu dibini seçmiştir; zirâ halvette gönül safâsı vardır. Kuyu dibinin zifiri karanlığı, halkın zulmetinden iyidir. Halkın ayağını tutan kimse baş alıp getirememiştir; yâni nihâyete erip sırra muttali olamamıştır. Halvet ağyâra karşı lâzımdır, yâr’a karşı değil; kürk kış için gereklidir, bahar için değil...”[13]
Hakiki halvet ehli ve aldanmışlar
Halvetten murâd, kalb hânesini ağyârdan temizleyip yâr ile hemdem bulunmak olduğuna göre, halk içinde Hak’la beraber bulunan ruhlar ve kesretin en uç noktalarında dahi sürekli tevhidi kollayan gönüller hep halvette sayılırlar. Buna mukabil, bütün ömrünü halvette geçirdiği halde, kalbini ağyârdan temizleyememiş ve içinden mâsivâyı söküp atamamış kimsenin halveti de bir aldanmışlıktır ve beyhûdedir.[14]
Enbiya kuşağındaki gerçek Halvet
Aslında mâverâî bir halvette, halktan tecerrüd ve uzlet yoktur. Böyle bir halvette insan, Mevlânâ’nın ifadesiyle, bir pergel gibi, ayağının biri lâhût ufkunda, diğeri de nâsût kutbunda, her an ayrı bir nüzûl ve urûcu bir arada yaşar ki, enbiyâ ve asfiyâ kuşağında bilinen halvet de işte bu halvettir.[15] Cenâb-ı Hak, Dâvud’a (a.s.): “Yâ Dâvud nen var, böyle halktan ayrılıp yalnızlığı ihtiyâr ediyorsun?” buyurur. Hazreti Dâvud: “Yâ Rabbi halkı Senin için terk ediyorum” der. Cenâb-ı Hak O’na: “Ey Dâvud, her zaman uyanık ol ve ihvânından ayrılmamaya bak ama, dostlukları sana yaraşmayan insanlardan uzak kalmayı da ihmâl etme!” ferman eder.[16] Yâni, mâdem ki hedefin Biziz ve mâdem ki, azmin köyümüzedir, sakın gönlünü Bizden gayrisine açma.!
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْ سَرِيرَتَنَا خَيْرًا مِنْ عَلَانِيَتِنَا وَأَحْسِنْ عَلَانِيَتَنَا
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى أَصْحَابِه ذَوِي الصِّدْقِ وَالْإِحْسَانِ.
EK-1
HALVET VE CELVET (Şubat, 2000)
Tenha bir yere çekilme, inzivada bulunma ve yalnızlığı intihab etme mânâlarına gelen halvet, sofîlere göre, halktan uzletle bütün bütün Hakk’a yönelip, duyuş, seziş, zevk ve hâl çerçevesinde her zaman O’nunla bulunmak, O’nu duymak, O’nu bilmek, O’na tahsis-i nazar etmek, gönülden O’nunla halleşmek ve zâhir-bâtın duygularla O’na bağlanmak; muztar kaldığında içini O’na dökmek ve hâlini sadece O’na açmak... gibi hususların bütününe hamledilegelmiştir.
Halvette esas olan, ruhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve vicdan sisteminin bütünüyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek, O’nun maiyyetine ermesidir. Böyle bir teveccüh ve maiyyete erme neticesinde hak yolcusunun bir kısım vâridlerle desteklenmesi, ilham esintilerine mazhariyeti, hatta “bî kem u keyf” Hak’la söyleşmesi –ki, erbabı ona “necvâ” der– gibi hususlar, tamamen onun cehdine ve samimiyetine lütfedilen birer mevhibe-i ilâhiyedir; gaye değildirler, istenilmeleri de suiedebdir. Dahası, amelin onlara bina edilmesi, apaçık hedeften sapma ve kazanma kuşağında kaybetme demektir. Kâmil ruhlar bu kabîl şeylerin talepsiz gelenlerinden bile ürkmüş, istidraç olabileceği endişesiyle sarsılmış ve bu tür mazhariyetleri ahiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yiyip bitirme sayarak:
“Allahım, Sen o vâridâtı arzu edenlere ver;
Bana sadece dîdârına giden yolları göster.”
demiş ve sürekli O’na tahsis-i nazar etme üzerinde durmuşlardır.
Erbabınca hep böyle değerlendirilegelen halvet, bazı mutasavvifînce, çerçevesi biraz daha daraltılıp surî inzivalara bağlanarak, çilehanelerde “kıllet-i kelâm”, “kıllet-i taâm”, “kıllet-i menâm” ve “uzlet ani’l-enâm” şeklinde yorumlanmıştır ki; biz bunu, “Çile” ya da “Erbaîn” başlıklarıyla sunmaya çalıştığımız konulara bağlayabiliriz. Meseleye bu zaviyeden yaklaşan mutasavvifîn; teferruatta bir kısım farklılıklar arz etse de, hemen her dinde ve her ruhanî sistemde halvetin var olduğundan bahisler açmış ve onun evrenselliğini vurgulamışlardır. Onlar, Hz. Musa’nın (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) Eyke’deki on senelik ikametini,(Kasas sûresi, 28/27-29) Tur’daki kırk günlük mîkâtını, İsrailoğulları’nın Tih’deki kırk senelik maceralarını, Hz. Meryem’in وَاٰوَيْنَاهُمَۤا إِلٰى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَع۪ينٍ “Onları, suyu çağlayan ve ikamete elverişli bir tepeye yerleştirip barındırdık.” (Mü’minûn sûresi, 23/50) âyetiyle anlatılan uzletini, nihayet Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) “tehannüs” unvanıyla Hira’daki ibadete bağlı yalnızlığını (Bknz. Buhârî, bed’ü’l-vahy 3; Müslim, îmân 252) hep halvet şeklinde yorumlamış ve onun ruh tasfiyesi ve nefis tezkiyesi adına mutlak bir esas olduğu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bu hâdiselerin açıkça halvete me’haz teşkil etmediği söylense de, halvette, bir “beyt-i Hudâ” olan kalbin ağyâr düşüncesinden arındırılması ve onun hususî bir kısım temrinlerle lebrîz edilerek, ilâhî tecellîleri intizara müsait hâle getirilmesi de bir gerçektir.
Evet halvet, halvet olarak değil, hâne-i dilde yâr sohbetine vesile olması açısından önemlidir. Bu yönüyle de ona, seyr-i ruhanînin bir buudu, Hakk’a vuslat ve maiyyete ermenin de bir yolu nazarıyla bakabiliriz.
Aslında, sâlikin “erbaîn”lerle gerçekleştirmeye çalıştığı halvet, onu kalbî, ruhî, hissî ve şuurî tezkiye ve tasfiyeye ulaştırması açısından tamamen “celvet” adına ve hak yolcusunu irşada hazırlama hesabınadır.
Evet, halvet, sâlikin cismanî ve nefsânî mahiyetinden sıyrılarak, kendini insanî derinlikleriyle duyması ve yaratılışındaki nihâî gayeyi müşâhede edebilmesi; aczi, fakrı ve ihtiyaçları adesesiyle, mazhar olduğu mevhibelerin çehresinde “sırr-ı ehadiyet”i temâşâ etmesi sayesinde bütün letâifiyle tevhide yönelebilmesi için bir yol ve asıldır.
O, müfrit bir halvetînin:
رَاحَـتي في خَلْوَتي يَا إِخْوَتي
لِأَنّي كُلَّـمَا صَحِـبْتُ قَوْمًا
أَظْـهَرُوا عـَيْبي وَأَبْدَوْا ذِلَّتي
مَا وَجَدْتُ في حَـيَاتي صَادِقًا
بَلْ وَجَـدْتُ رَاحَتي في خَلْوَتي
“Kardeşlerim, benim rahatım halvettedir; zira, kimle arkadaşlık kurdu isem, ayıplarımla uğraştı ve sürçmelerimi fâşettiler. Doğrusu hayatımda hiç sadık birine rastlamadım. Bu itibarla da ben, rahatı yalnızlıkta buldum.” sözleriyle ifade ettiği gibi bir ferrâr işi değil, muvakkaten geriye çekilip donanımını tamamladıktan sonra yeniden vazifeye koşan bir kerrâr hareketi ve zâhiren bir inziva ve halvet, niyette ve hakikatte ise celvete yürüme azmidir.
Halvetî, yolun başında itikâf yapıyor gibi “uzlet ani’l-enâm” der bir köşeye çekilir.. az yer, az içer, az uyur, az konuşur; oturur-kalkar Hakk’ı zikreder.. sürekli tefekkür ve murâkabeye bağlı yaşar.. derken istidadının nihâî ufkuna, tabir-i diğerle, kemalâtının arşına ulaştığı hissedilince de, celvete yönelir ve insanlardan bir insan olma mülâhazasına bağlılık içinde halka hizmet vermeye çalışır. Halvetî, halvetle nefsi ve enaniyeti açısından yokluğa erer; Hakk’ın varlığının ziyasıyla da solmayan, renk atmayan bir vücud-u câvidânî kazanır. Artık böyle bir hakikat erinin tasavvurlarında, düşüncelerinde, konuşmalarında kendi yoktur; hak vardır, hakikat vardır. Bu itibarla da o: “Ben bende değilim...” diyebilir. Mevlâna, Divan-ı Kebir’inde, مارا سفرى فتات بيما matlaıyla başlayan bir gazelinde bu mukayyet yokluğu:
“Bize Hak yolunda bir sır, bir yolculuk nasip oldu. Biz, bizsiz olarak neşelenir ve sevinç duyarız. Öyle ise gelin, hep bizsiz olalım, bizsiz kalalım. Önceleri kapılar yüzümüze kapalıydı; biz bizden kurtulunca, bütün kapılar da açılıverdi. Biz bu yolda bizsiz olduğumuz için gönüllerimiz huzurla doldu. Bizden gizlenen o Güzeller Güzeli Sevgili bizsiz olarak yüzümüzü okşadı. Biz O’nun uğrunda can verdik; O da bizi bizden kurtardı.” sözleriyle anlatır.
Celvet; sâlikin kendine ait şeylerden sıyrılıp, ilâhî sıfatların bir mazhar-ı tâmmı ve esmâ-i Sübhâniye’nin de bir mir’ât-ı mücellâsı olarak bütün müktesebât ve mevhibeleriyle kendisini hizmete adayıp, hayatını başkalarının ebedî mutluluğuna bağlamanın bir başka unvanıdır. Diğer bir yaklaşımla celvet, sâlikin halvet veya ona alternatif başka bir yolla, kendine ait itibarî değerlerden sıyrıldıktan sonra aklını, mantığını, muhakemesini ve dilini mişkât-ı nübüvvetin ziyası altında insanlığın hizmetine bağlama hamlesidir.
Bir celvetî, celvetîlerin bazı hususiyetlerini şöyle resmeder:
“Celvetîler verirler rûha cilâ,
Onlardır her zaman halka muktedâ;
Vardır onlarda dahî üç îtibâr:
Tezkiye u tasfiye u tecliye
Bunlar âyinedirler bilkülliye”
İster halvetî ister celvetî, hüner Hakk’a kul olmak, kulluğun hakkını vermek ve O’nu gönlünün sesiyle herkese duyurmak ve herkese sevdirmektedir, gerisi bir sürü güft u gû...
اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ.
وَصَلَّى اللهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِه وَصَحْبِه أَجْمَعينَ.
KONUYLA İLGİLİ AYETLER
يَٓا اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُۙ ﴿١﴾ قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلاًۙ ﴿٢﴾ نِصْفَهُٓ اَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَل۪يلاًۙ ﴿٣﴾ اَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْاٰنَ تَرْت۪يلاًۜ ﴿٤﴾
“Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin -birazı dışında- namaza kalk! Gecenin yarısında bu vakti biraz öne veya biraz ileri de alabilirsin. Kur’ân’ı tane tane, hakkını vererek oku.” (Müzzemmil sûresi, 1-4)
وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْت۪يلاًۜ
"Rabbinin adını an, bütün varlığınla ona yönel." (Müzzemmil sûresi, 8)
يَٓا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُۙ ﴿١﴾ قُمْ فَاَنْذِرْۙ ﴿٢﴾ وَرَبَّكَ فَـكَبِّرْۙ ﴿٣﴾ وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْۙ ﴿٤﴾
“Ey örtüye bürünen! (İnziva arzu eden!) Ayağa kalk ve insanları uyar! Rabbinin büyüklüğünü an! Elbiseni tertemiz tut, maddî manevî kirlerden arın.” (Müddessir sûresi, 1-4)
وَاِذْ وٰعَدْنَا مُوسٰٓى اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةً
“Hani, Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik.” (Bakara sûresi, 2/51)
فَلَمَّا اعْتَزَلَهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۙ وَهَبْنَا لَـهُٓ اِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَۜ وَكُلاًّ جَعَلْنَا نَبِياًّ
"Nihayet İbrâhim onlardan ve Allah’ın dışında taptıklarından uzaklaşınca, biz ona İshak ve Ya‘kūb’u bahşettik, her birini peygamber yaptık." (Meryem sûresi, 49)
وَاِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ اِلَّا اللّٰهَ فَأْوُٓ۫ا اِلَى الْكَهْفِ يَنْشُرْ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ رَحْمَتِه۪ وَيُهَيِّئْ لَكُمْ مِنْ اَمْرِكُمْ مِرْفَقاً
"Mademki siz onlardan ve Allah’ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, rabbiniz size rahmetini yaysın; işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın." (Kehf sûresi, 16)
KONUYLA İLGİLİ HADİSLER
1-
وَعَنِ ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ :
الْمُسْلِمُ الَّذِي يُخَالِطُ النَّاسَ وَيَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ أَفْضَلُ مِنَ الَّذِي لَا يُخَالِطُهُمْ وَلَا يَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ.
"İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefasına katlanan mü'min, insanların arasına girmeyen ve onların baskılarına katlanmayan mü'minden daha fazîletlidir" (Bkz.:Tirmizî, kıyâmet 56; İbn Mâce, fiten 23)
2-
عَنْ أَب۪ي هُرَيْرَةَ عَنْ رَسُولِ اللهِ صَلَّ اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنَّهُ قَالَ: «مِنْ خَيْرِ مَعَاشِ النَّاسِ لَهُمْ رَجُلٌ مُمْسِكٌ عِنَانَ فَرَسِهِ في۪ سَبِيلِ اللهِ يَطِيرُ عَلٰى مَتْنِهِ كُلَّمَا سَمِعَ هَيْعَةً أَوْ فَزْعَةً طَارَ عَلَيْهِ يَبْتَغِى الْقَتْلَ وَالْمَوْتَ مَظَانَّهُ أَوْ رَجُلٌ في۪ غُنَيْمَةٍ في۪ رَأْسِ شَعَفَةٍ مِنْ هٰذِهِ الشَّعَفِ أَوْ بَطْنِ وَادٍ مِنْ هٰذِهِ الْأَوْدِيَةِ يُق۪يمُ الصَّلَاةَ وَيُؤْتِى الزَّكَاةَ وَيَعْبُدُ رَبَّهُ حَتّٰى يَأْتِيَهُ الْيَق۪ينُ لَيْسَ مِنَ النَّاسِ إِلَّا في۪ خَيْرٍ.»
Ebû Hureyre’den (radıyallâhu anh) rivayet edildiğine göre,
“İnsanların en hayırlı yaşayanlarından biri, Allah yolunda atının dizginini tutup onun sırtında uçan, düşman sesi veya düşmana hücum feryadı işittikçe o at üzerinde uçan, öldürmeyi ve ölümü, ümit edilen yerlerinde arayan adamdır. Hayırlılardan diğeri de şu tepelerden bir tepenin üstünde veya şu vadilerden bir vadinin içinde küçük bir koyun sürüsü içinde bulunup namazını kılan, zekâtını veren ve eceli gelinceye kadar Rabbine ibadet eden, insanlara iyilikten başka bir şey yapmayan kimsedir.” (Müslim, İmaret 33; İbn Mace, Fiten 13)
[1] HALVET VE UZLET KELİMELERİ ARASINDAKİ FARK VE MÜNASEBET:
Soru: Yalnızca ibadet, zikir, riyâzet ve tefekkürle meşgul olmak ve bu yolla mâsivadan bütün bütün sıyrılmak için bir köşeye çekilip toplumdan uzak ve yalnız başına yaşamayı tavsiye eder misiniz? Uzlet ve halvet konusunda mefkûre kahramanlarının takip etmesi gereken çizgi nasıl olmalıdır?
Cevap: Uzlet; insanlarla beraber olmaktan kaçınmak, bir kenara çekilip tek başına yaşamak ve hep yalnızlığı ihtiyar etmek manalarına gelmektedir. Aslında, uzlet, halvetin bir buudunu teşkil etmektedir; dolayısıyla, aralarında çok küçük bir fark bulunan bu iki kelime bazen birbirinin yerine de kullanılabilmektedir. Bir tasavvuf ıstılahı olarak halvet; çevre ile her türlü alâkayı kesme, gönlü bütün dünyevî arzulardan temizleyip benlikten sıyrılma ve böylece Hakk’a erişme amacıyla tek başına bir hücreye kapanıp sadece zikir, murâkabe, ibadet ve riyâzet ile meşgul olma demektir. Bir başka ifadeyle, halvet, bir rehberin nezaretinde inzivâya çekilip kendini ibadete vermek suretiyle, kalbi bâtıl itikadlardan, süflî duygulardan, kötü düşüncelerden, çirkin tasavvurlardan ve fenâ tahayyüllerden arındırarak, Hak’tan gayri her şeye karşı kapanıp latifelerin diliyle Hak ile sohbet etmenin unvanıdır. (Ölümsüzlük İksiri)
HALVETİN VEFA BUUDU:
Evet, Hak’la halvet çok önemlidir. Halvet-i sahîha bir vuslat ve bir şeb-i arûstur. İşte böyle bir duyguyla meşbû bulunma Cenâb-ı Hakk’a karşı bir vefa ifadesidir; sadece O’nu duyma, O’nu bilme, O’nun tecellîleri ile mest u mahmur yaşama ve başka şeyleri duymama veya O’ndan ötürü görme vefası... Sa’di; “Ağyâra gözünü kapamadıktan sonra O’na mahrem olamazsın.” der ki, ne kadar yerindedir. Gerçek vefalı olma ancak, harem odasına girme, O’ndan “bî hurûf u lafz u savt” ses alma, O’nu dinleme, âlemin duyamayacağı hususî bir buudda O’nunla konuşma ve bunu devam ettirme, devam ettirme yollarını araştırmayla mümkün olur. (Yol Mülahazaları)
MARİFET EHLİ VE HALVET:
Mârifet ehlinin kendine göre emareleri de vardır; ârif, Mâruf’tan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez.. O’ndan gayrisiyle halvet olmaz.. göz kapakları ve kalb kapılarını O’ndan başkasına açmaz. Gerçek ârifin, başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayalin girmesi, onun için en büyük azaptır. Bu ölçüde mârifete eremeyen, yârı-ağyârı tefrik edemez; Yâr’la hemdem olmayan da hicrandaki azabı bilemez... İsterseniz bu faslı şu sözle noktalayalım:
Ârif’in can gözlerinde nûr-u irfân var olur
Ârif’le avn-i Hudâ, sırr-ı maârif yâr olur.
Lütfî
(Marifet, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
[2] Celvet karşıtı olarak ele alınacak halvete daha başka bir kısım mânâlar da yüklenmektedir ki, burası onları tahlilin yeri değildir.
[3] HALVET VE İSTİĞRAK:
Dalma, içine gömülme, boğulma mânâlarına gelen “gark” kelimesinden türetilmiş istiğrak; kendinden geçme, dünyayı unutma, kalbini dünyevî endişelerden temizleyip bütünüyle Hakk’a yönelme.. ve binnetice vecde gelerek bir mânâda kendini bilemeyecek şekilde dalgınlaşıp hayrete dalmak demektir ki, Hak dostluğuna erip “halvet-i hâssa” ile şereflenenlerin muhabbetten müşâhedeye, müşâhededen muhabbete gidip gelmek suretiyle, ya bütün bütün mâsivâyı (Allah’tan gayrı her şey) gönlünden çıkarıp atma veya Hakk’a im’ân-ı nazar ettiklerinden ötürü O’ndan başkasını “net” olarak tam müşâhede edememe hâlidir. Bu, O’nu “net” olarak müşâhede etmeleri mânâsına da gelmez. Buradaki müşâhede bir “sezi” ve duyuştur. (İstiğrak, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
[4] HALVET, UZLET VE ERBAİN:
Arapça “kırk” demek olan “erbaîn” ya da onun Farsçası “çile” tasavvuf ıstılahına girmiş kelimelerdir. Her iki kelime de, zevk u sefadan el çekerek, beden ve cismaniyeti aşma istikametinde, asgarî kırk gün olmak üzere, çetin bir perhiz ve disiplin içinde yaşama manâsına gelmektedir. Sofîler, Hazreti Mûsâ’nın, Cenâb-ı Hak’la mülâkat hazırlığı adına kırk günlük tasfiye faslını, İsrailoğulları’nın kırk yıllık “Tîh” hayatlarını ve hatta tam kırk gün olmasa bile, Peygamber Efendimiz’in Hira mağarasında geçirdiği günlerini “çile” ya da “erbaîn” dediğimiz bu uzlet ve halvet dönemine me’haz ve mesned kabul ederler. Nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesi için disiplinli bir hayatı ihtiyar eden insan, bir mürşidin rehberliğinde tam bir inziva hayatı tecrübe etmek üzere bir çilehâne veya halvethâneye girer, orada az yer, az uyur, az konuşur… Zamanını tamamen ibadetle geçirir… Sürekli zikirle kalbine hayat üfler, gönlüne ötelerden bir pencere açılmasını ümit eder ve bütün benliğinde Rabbini duymaya çalışır. Bu halini kırk gün boyunca sürdürür. Şayet, bir erbaînde istediğini ve aradığını bulamazsa, ikinci bir erbaîn çıkarır; onda da olmazsa, ümidini üçüncü bir kırk güne bağlar. Çırağını böyle bir terbiyeye tabî tutan bir mürşit, ne yaptığını çok iyi bilir; talebesinin iç dünyasını iyi okur. Onun tavırlarına bakar; bazen firasetle, bazen fetanetle ve bazen de kerametle onu okur. Aslında okunmayacak gibi de değildir; zira, insan öyle bir kitaptır ki, hal, tavır ve davranışları okumasını bilenler karşısında kendini mutlaka ele verir. Bu açıdan da, mürşit, talebesinin bir ya da birkaç erbaîne daha ihtiyacı olduğunu söyleyebilir. Şu kadar var ki, bir insan bir eşikte kırk gün boyunca beklemiş, kapının açılması için gözünü o yana dikmiş ve vefa göstermişse, o vefası asla cevapsız kalmaz; mutlaka vefasına karşılık vefa bulur. O kapı ilk çalmada açılmamışsa bile ikinci ya da üçüncü defa çalındığında mutlaka aralanır. İşte, söz konusu hadis-i şerifte özellikle “kırk sabah” denmesi de bu manâları ihtiva etmektedir. (İkindi Yağmurları)
وَاَعْتَزِلُكُمْ وَمَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَاَدْعُوا رَبّ۪يۘ عَسٰٓى اَلَّٓا اَكُونَ بِدُعَٓاءِ رَبّ۪ي شَقِياًّ
"Sizden de Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve rabbime niyaz ediyorum. Umudum odur ki rabbime niyazımdan eli boş dönmeyeceğim." (Meryem sûresi, 19/48)
وَاِذْ وٰعَدْنَا مُوسٰٓى اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِه۪ وَاَنْتُمْ ظَالِمُونَ
"Mûsâ’ya kırk gece için söz vermiştik. Mûsâ gittikten sonra siz, haksızlık ederek buzağıyı (tanrı) edindiniz." (Bakara sûresi, 2/51)
قَالَ فَاِنَّهَا مُحَرَّمَةٌ عَلَيْهِمْ اَرْبَع۪ينَ سَنَةًۚ يَت۪يهُونَ فِي الْاَرْضِ فَلَا تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ۟
"Allah buyurdu ki: "Öyleyse onlar yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere oradan (kutsal topraklar) kırk yıl mahrum bırakılmışlardır. Artık sen yoldan çıkmış toplum için üzülme!" (Mâide sûresi, 5/26)
وَوٰعَدْنَا مُوسٰى ثَلٰث۪ينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ م۪يقَاتُ رَبِّه۪ٓ اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةًۚ وَقَالَ مُوسٰى لِاَخ۪يهِ هٰرُونَ اخْلُفْن۪ي ف۪ي قَوْم۪ي وَاَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِـعْ سَب۪يلَ الْمُفْسِد۪ينَ
"Mûsâ ile otuz gece (için) sözleştik ve buna on gece daha ekledik; böylece rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. Mûsâ kardeşi Hârûn’a dedi ki: "Kavmimin içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yolunu izleme." (A’râf sûresi, 7/142)
عَنْ مَالِكٍ أَنَّهُ بَلَغَهُ أَنَّ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ كَانَ يَقُولُ: يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَيْكُمْ بِالْمَاءِ الْقَرَاحِ وَالْبَقْلِ الْبَرِّيِّ وَخُبْزِ الشَّعِيرِ وَإِيَّاكُمْ وَخُبْزَ الْبُرِّ فَإِنَّكُمْ لَنْ تَقُومُوا بِشُكْرِهِ.
İmam Malik’ten rivayet edildiğine göre, kendisine şöyle bir rivayet ulaşmıştır:
Meryem'in oğlu İsa (as) şöyle derdi: Ey İsrailoğulları! Sade su için, karada biten yeşil sebzeleri ve arpa ekmeğini yiyin. Buğday ekmeğinden sakının. Çünkü siz onun şükrünü yerine getiremezsiniz. (Muvatta, Sıfatün-Nebi 27)
Hz. İsa (as) ile alakalı ayrıca şu kaynaklara bakılabilir: İbn Mâce, eşribe 25; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/340, 7/244; Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/372.
[8] Hz. Aişe (r.anha) anlatıyor: “Allah Resûlü’ne (as) vahiy, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla başladı. Hiçbir rüya görmezdi ki, ertesi gün aynıyla vâki olmasın. Yalnızlıktan, halvetten hoşlanmaya başladı. Hira Dağı’na gider, orada günlerce tefekkür ve ibâdetle meşgul olur, yemek ihtiyacını orada geçiştirirdi. Bilâhare Hatice’nin yanına döner, tekrar gıda ihtiyacını karşılardı. Hirâ mağarasında bulunduğu sırada Hak, O’na melek gönderip hitâb-ı ilâhisini ulaştırdı.” (Buhârî, bed’ü’l-vahy 3; Müslim, iman 252)
[9] EFENDİMİZ’İN (as) NÜBÜVVET ÖNCESİ HALVETİ:
Soru: Müzzemmil sûresinde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlara Kur’ân mesajını sunarken, önce mutlaka ve mutlaka gece ibadet yapması ve Kur’ân-ı Kerim tilavet etmesi emrediliyor. Buna göre tebliğ ve gece ibadetinin birbiriyle irtibat ve münasebetinin bir tahlilini lütfeder misiniz? Günümüzde tebliği iş edinenlerin bundan alması gereken dersler nelerdir?
İlk nazil olan sûreler arasında yer alan Müzzemmil ve Müddessir sûrelerine, tebliğ ve irşad erlerinin geceleri kalkıp Rabbileri karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde olmaları gerektiği gerçeği etrafında örgülenmiş vahiy nakışları da denebilir. Gece ibadeti bir ölçüde, inziva, halvet, teveccüh ve tebettül mânâlarını da ihtiva eder. Aslında, bu tabirlerin bazıları Kur’ân’a aittir. Nitekim Kur’ân O’na, وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْتي۪لاً der, yani “Allah’tan başka her şeyle bir mânâda alâkanı keserek kendini tamamen O’na ver! Ve sadece O’nun mârifeti, O’nun muhabbeti, O’nunla alâkalı zevk-i ruhanîler ve O’nun tecellîleri ile otur-kalk.” tarzındaki bir üslûpla bu önemli hususa işaret etmektedir. Bu ise, ancak, insanın kendini o işe hazırlaması, iradî olarak uykusunu, sıcak döşeğini terk etmesi ile gerçekleşebilir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), zaten peygamberlik öncesi belli ölçüler içinde inzivada bulunarak, her zaman Rabbisine yakınlaşma yollarını araştırıyor.. iç âlemini, zaten temiz olan duygularını ve sürekli Hakk’a açık gönlünü, tıpkı günebakan çiçekler gibi, mukabele arayışlarına bağlı götürüyor ve rasat ufuklarında gezdiriyordu. Yine o, rüyalarla berzahî derinliklere açılmanın, ledünnî düşüncelerle baş başa kalmanın yanında, ukbâ hayatının kapılarını aralayarak, Rabbisine kurbetini hızlandıracak ve akdes-mukaddes feyizlerin sağanak sağanak üzerine yağmasına vesile olabilecek her şeyi değerlendiriyor ve farklı bir düşünce haritası çiziyordu.
Ayrıca bu sûrede açık iki önemli husus daha var: Birincisi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, bir sevk-i ilâhî ile inzivaya yönelmesi. İkincisi de, ileride dava-yı nübüvvet adına önemli bir misyonu ifa edebilmesi için böyle bir ruhî ihzâriyede bulunması. Bunları biraz daha açacak olursak; Allah (celle celâluhu), başta Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, hemen her büyük insanı, hep sevk-i rabbânîsiyle yönlendirmiştir. Bu durum bütün enbiyâ ve mürselîn için söz konusu olduğu gibi, bütün asfiyâ için de söz konusudur: Meselâ İmam Gazzâlî, belli bir dönemde kendini ulûm-u âliye-i İslâmiyeye vermiş, ömrünü hem tekye hem de medreselerde geçirmiş.. ve derken “İhya” gibi feyyaz bir kaynakla hayatının gayesini noktalamış.. keza İmam Rabbânî, senelerce, Hindistan’ın değişik kesimlerinde gezmiş-dolaşmış, okumuş-düşünmüş riyazet yapmış, ötelere açılmış, Müslümanların itikatlarını sağlam zemine oturtma istikametinde ciddî faaliyetlerde bulunmuş ve yepyeni bir düşünce sistemi kurmuş.. Bediüzzaman, –kendisinin de Lahikalar’da “tahdis-i nimet” nev’inden anlattığı gibi– ömrünün ilk yıllarını tekye ve medreselerde geçirmiş; o üstün dimağ ve zekâsı ile medreselerde okutulan metinler arasında dolaşmış, dinî ilimler ve fennî bilgilerle haşr ü neşr olmuş, tekyenin ruhunu yudumlaya yudumlaya yetişmiş ve bir gün gelmiş kendini, beyan-bürhan-irfan çizgisinde imana hizmet zemininde bulmuş. Yani o, kendi döneminde, birbirinden kopuk gibi gözüken malumatı yoğurarak, tefekkürle besleyerek onu mahz-ı mârifet hâline getirmiş. Bu arada, şartların gereği ülke müdafaasına koşmuş, cephelerde mücadele etmiş ve aynı anda talebeleriyle ders okumuş, derken hapishane, mahkeme ve zindanlarda ömür tüketerek hep bir yüksek iradenin sevkine bağlı yaşamıştır.
İşte, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, bu ihzâriye döneminde sürekli, lâhut âleminin dilini öğrenmeye çalışmış, berzah âlemiyle diyaloğa geçmiş, iç murâkabe, iç müşâhede ve bir nevi riyazetle, eşyanın perde arkasına nüfuz edebilme menfezlerini araştırmış ve bu uzun hazırlığın arkasından da peygamberlik vazifesiyle serfiraz kılınmıştır. (Yol Mülahazaları)
HALVET, UZLET VE TEBLİĞ MÜNASEBETİ:
Kurtarma Yolunda Bulun ki Kurtuluşa Eresin
Ne var ki ömrünü hep bir münzevî olarak geçiren kişinin, umumiyet itibarıyla insanlara hak ve hakikati duyuramadığı, ferdî kurtuluşa mazhar olsa bile, bir başkasının kurtuluşuna vesile olamadığı da ayrı bir vakıadır. Hâlbuki mü’min sadece kendi kurtuluşu hesabına değil başkalarının kurtuluşu için de çalışıp çabalayan, didinip duran insan demektir. Ve böyle bir vazife inanan insan için bir mükellefiyet ve bir vecibedir. Hatta bizim felsefemize göre kurtulmanın yolu, kurtarma niyet ve azminden geçer. Birilerini kurtarmaya kendini adamışsan Allah da seni kurtarır. Evet, kurtar ki, sen de kurtuluşa eresin; kurtarma yolunda bulun ki, kurtuluşa mazhar olasın. Bu ise halkın içinde Hak’la beraber olmak, tasavvuf diliyle ifade edecek olursak Celvetîliği Halvetîliğe tercih etmekle ulaşılabilecek bir ufuktur.
Bu mevzuda üzerinde durulması gereken diğer önemli bir nokta da, insandaki inziva temayülünün kimi zaman sorumluluktan kaçma, ferdî olarak rahata erme istek ve eğiliminden kaynaklanabileceği hususudur. Edirne’de vazife yaparken, Halvetî anlayışına mensup bir zatın camiin penceresine birkaç mısra nakşettiğine şahit olmuştum. O mısralar dikkat çekmeye çalıştığım bu hususa güzel bir misal teşkil eder. Şöyle deniyordu o duvara nakşedilmiş mısralarda:
رَاحَتِي فِي خَلْوَتِي يَا إخْوَتِي
لأَنِّي كُلَّمَا صَحِبْتُ قَوْمًا
أَظْهَرُوا عَيْبِي وَأَبْدَوْا ذِلَّتِي
مَا وَجَدْتُ في حَيَاتِي صَادِقًا
بَلْ وَجَدْتُ رَاحَتِي في خَلْوَتِي
“Kardeşlerim, benim rahatım halvettedir; zira, kimle arkadaşlık kurdu isem, ayıplarımla uğraştı ve sürçmelerimi fâşettiler. Doğrusu hayatımda hiç sâdık birine rastlamadım. Bu itibarla da ben; rahatı, kalb ve kafa selâmetini yalnızlıkta buldum.”
Bence bu yaklaşım, bir kaçıştır. Çünkü mü’min, sadece kendini düşünen, kendi için yaşayan, rahatperver bir insan mülâhazasıyla hareket eden bir fert olamaz. O hem kendi terakkisini, hem de başka insanların selâmet-i imaniye ve selâmet-i kalbiyelerini düşünür, böyle kudsî bir vazife ekseninde hayatını tanzim eder. Bu sebeple diyebiliriz ki, hak ve hakikate tercüman olma niyet ve gayesiyle halk içinde olma, aynı zamanda peygamberân-ı izâm efendilerimizin ve hususiyle Efendiler Efendisi’nin yolu ve yöntemidir. Evet, murad-ı ilâhî o istikamette olsaydı Resûl-i Ekrem hayatını hep Hira’da geçirir, orada halvet hayatı yaşardı. Hiç kimse de O’na karışmaz, bir şey demezdi. Ama o zaman irşad ve tebliğ vazifesi nasıl olurdu? Hâlbuki henüz vahyin başlangıcında Cenâb-ı Hak O’na şöyle hitap edecekti: يَۤا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُقُمْ فَأَنْذِرْوَرَبَّكَ فَكَبِّرْ “Ey örtüye bürünen! Ayağa kalk ve insanları uyar! Rabbinin büyüklüğünü an!” (Müddessir sûresi, 74/1-3) Bu âyetlerle Allahu Teâlâ, irşad ve tebliğ için kıyam edip insanların içine girmeyi, ellerinden tutup onların gönüllerine hak ve hakikati duyurmayı peygamberlik vazifesi olarak bildiriyor ve Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sen bunu yapmakla mükellefsin!” diyordu. Hatırlayacağınız üzere başka bir âyet-i kerimede ise; يَۤا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ “Ey Şanı Yüce Resûl! Rabbinden sana indirilenleri tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yerine getirmemiş olursun.” (Mâide sûresi, 5/67) buyrulmaktadır. Aslında bu âyet-i kerimede zımnî olarak “Eğer vazifeni yapmazsan konumundan kovulursun!” mânâ ve mefhumu vardır. Bu açıdan insan bir kenara çekilirse Allah (celle celâluhu) o şahsa ihsan ettiği lütufları elinden alabilir. Bu sebeple diyoruz ki, inziva arzusunu mağaraya göndermeli; gönderip bu arzuyu oraya gömmeli, Hakk’ın hatırı için halkın içinde bulunma şevk ve iştiyakını ise şahlandırmalı, arkadaşlarla el ele vererek iman ve insanlığa hizmet yolunda koşturup durmalı. Sözün burasında yine Âkif’e sığınarak şöyle diyelim: “Allah’a dayanıp, sa’ye sarılıp, hikmete râm olmalı. Yol varsa budur. Bilmiyoruz başka çıkar bir yol.” (Kalb İbresi)
[10] Celvet: Halvetin karşıtı, halkla beraber olma
[11] UZLET ANİ’L-ENÂM:
HALVET CELVETE BİR HAZIRLIKTIR:
Evet, tasavvuf büyüklerinin kıllet-i kelâm, kıllet-i taâm ve kıllet-i menâm şeklinde formüle ettikleri hususlar halvetin riyâzet yanını oluştururken, onun diğer yanını da “uzlet ani’l-enâm” teşkil etmektedir. Hak yolcusu, ölçülü yeme-içme, zaruret miktarı uyuma ve çok az konuşma kasdıyla insanlardan uzak, tenha bir mekana kapanır. Allah’a kurbet kapısı sayılan bu halvethânede bedenî ihtiyaçlarını en aza indirir; hatta cismânî arzularını büyük ölçüde unutmaya çalışır.. ve gece-gündüz durup dinlenmeden sürekli zikr u fikirle meşgul olur. Halvetin temeli zikrullahtır; halvethâneye kapanan kul kendisini her türlü geçici heveslerden ve dünya nimetlerinden kurtararak Hakk’a yönelmeli ve sürekli zikirle nefes alıp vermelidir.
Aslında, uzlete çekilmekten maksat, günahtan ve günaha götürebilecek kötülüklerden sakınmaktır. Kimileri kırk günlük fasıllarla böyle bir yolu denerlerken bazıları da uzleti bir hayat tarzı olarak benimser ve hep halktan ayrı yaşamayı tercih ederler. Ehlullaha göre, insan ister kısa bir süre isterse de daha uzun bir dönem için uzlet yolunu seçsin, hak yolcusunun gönlünde yer etmesi gereken düşünce, insanların şerlerinden kurtulmak için onlardan uzak kalmak değil, kendi şerrinden insanların selamette olmalarını sağlamak için tenhada durmak olmalıdır.
Selimiye Camii’nin penceresine yazılmış şöyle bir söz okumuştum: “Rahatî fî halvetî ya ihvetî / Liennî küllemâ sahibtü kavmen / Ezherû aybî ve ebdev zilletî / Mâ vecettü fî hayatî sâdikân / Bel vecettü râhatî fî halvetî - Kardeşlerim, benim rahatım halvettedir; zira, kiminle arkadaşlık kurdu isem, ayıplarımla uğraştı ve sürçmelerimi fâşetti. Doğrusu hayatımda hiç sâdık birine rastlamadım. Bu itibarla da ben, rahatı yalnızlıkta buldum.” Kanaatimce, hakiki uzlet ve makbul halvet, müfrit bir halvetîye ait olan bu sözde işaret edilen bir halktan kaçış değildir; asıl uzlet, muvakkaten yalnız kalıp donanımını tamamladıktan sonra yeniden vazifeye koşmak için bir geriye çekilme hareketidir. Evet, uzlet, zâhiren bir inziva ve halvettir; fakat, niyette ve hakikatte o, insanlar arasına dönüp onların maddî manevî ihtiyaçlarını gidermek için çalışma adına bir hazırlanma azmi ve cehdidir. Zaten ehlullahın çoğunun tavsiye ettiği uzlet, insanlardan temelli uzak kalmak değil, nefsi terbiye edip tekrar onların arasına dönmek üzere gerçekleştirilen halvettir.
Haddizatında, İslâm’da asıl olan insanlardan uzaklaşmak değil, onlarla kaynaşmaktır; halktan kaçmak değil, cemaatin bir ferdi olarak yaşamaktır. Nitekim, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletlidir.”
Yine rivayete göre; Cenâb-ı Hak, Dâvud Aleyhisselam’a, “Ey Dâvud neyin var ki böyle halktan ayrılıp yalnızlığı ihtiyâr ediyorsun?” buyurur. Hazreti Dâvud, “Rabbim, halkı Senin için terk ediyorum” der. Cenâb-ı Hak ona, “Ey Dâvud, her zaman uyanık ol ve din kardeşlerinden ayrılmamaya bak; ama, dostlukları sana yaraşmayan insanlardan uzak kalmayı da ihmâl etme!” ferman eder.
Bu açıdan, samimi bir kulun “erbaîn”lerle gerçekleştirmeye çalıştığı halvet ve uzlet, onun kalbî, rûhî, hissî ve şuurî tezkiye ve tasfiyeye ulaşması açısından tamamen irşada hazırlanma gayreti sayılır. Evet, o yolun başında “uzlet ani’l-enâm” der bir köşeye çekilir.. az yer, az içer, az uyur, az konuşur; oturur-kalkar Hakk’ı zikreder.. sürekli tefekkür ve murakabede bulunur.. derken belli bir kıvama gelince celvete (halkın arasında bulunmaya) yönelir ve insanlardan bir insan olma mülâhazasına bağlılık içinde halka hizmet etmeye çalışır. (Ölümsüzlük İksiri)
KENDİNİ BULMADA HALVET YOLU:
Mağara, aslında bir dolma, şarj olma yeri ve kendini, özünü keşfetme mekânıdır. Neden mi? Zira küfürle yaka paça olma ve hele kuvvet dengesinin olmadığı bir zamanda onu tutup sarsma, ırgalama ve nihayet mağlup etme, ancak peygamberane bir güç ve azimle olur. Şimdi Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına bakın! O da peygamberlik ufkuna ulaşmak için, bi’setten önce altı ay mağara dönemi geçirmemiş midir? Daha sonra Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında, ama mutlaka O’nun çizgisinde mücadele edenlerin hayatında hep birer mağara dönemi olmuştur. Evet, İmam Gazzâlî’nin, İmam Rabbânî’nin, Mevlâna Halid’in ve Üstad Bediüzzaman’ın hayatlarında da hep bu şarj olma, özünü ve kendini bulma, ilhatla mücadele için gerekli olan enerjiyi toplama adına inzivaları olmuştur. Süresine gelince, bu, Efendimiz için altı aydır da, diğer evliyâ, asfiyâ ve mukarrabînden ise beş sene, on sene hatta altmış sene bile halvet yaşayanlar olmuştur. (Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar)
[12] HALVETTE RİYÂZAT:
Çile hep aynı olsa da, dervişler onu, biraz istidatları biraz da mukavemetlerine göre farklı farklı çıkarırlar. Kimileri, dünyevîlikten tamamen sıyrılarak, gece-gündüz demeden, yemez-içmez-uyumaz; bunlara ciddî ihtiyaç hissedince de, “def-i belâ” kabîlinden hepsini geçiştirir ve sürekli zikir, fikir ve ibadetle dopdolu yaşar.. kimileri, bedenî ve cismanî ihtiyaçlarını ölmeme çizgisinde götürür ve ötesini israf sayar.. kimileri, hayatın her saniye, salise ve âşiresini duyma gayreti gösterir ve zamanın en küçük bir parçasının bile kurbet yolunun dışında geçip gitmesine fırsat vermez. Saatler gelip geçer, haftalar birbirini takip eder, elemler ve ızdıraplar içinde mahrumiyetler uzar gider de, çileyi artık bir yaşam biçimi olarak duymaya başlamış derviş, “erbaîn”lerin bitmesini kat’iyen istemez. Gerçi sofiye usûlüne göre, kırk gün tamam olunca rüya ya da daha başka müşâhedelere binaen dervişin halvet durumu gözden geçirilir; iç dünyasının atlasına kalbî, ruhî hayat seviyesini aksettiren birinin, belli merasimlerle “erbaîn”leri sona erdirilir ve çileye bir nokta konur ama, tezkiye ve arınmanın tamamlanmamış olması mülâhazasıyla da, yeni erbaîn fasılları her zaman söz konusu olabilir.
[13] HALVET VE LATİFE-İ RABBANİYE:
Bunların latîfe-i rabbâniyeleri iradî ve gayr-ı iradî hep Sâhib-i Beyt’e müteveccihtir. Bu itibarla da onun her zaman pak ve pırıl pırıl tutulması için evbe kurnalarında arınmadan arınmaya koşar; gönül diriliği ve duruluğu için ölesiye bir gayret içinde bulunurlar. Herkesin gaflet ânı sayılan geceler onların cıvıl cıvıl en canlı oldukları ve tecellî için pusuya yattıkları nurlu zamanlardır. Onlara göre gündüzler, menfezleri değişik şerarelere açık, kâr-zarar at başı, bulanık zaman dilimleri; geceler ise Dost’a küşâde halvet koylarıdır. İbrahim Hakkı hazretleri bu hususu seslendirme sadedinde,
Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde,
Kevkeblerin et seyrini seyran gecelerde;
Çün gündüz olursun nice ağyar ile gâfil,
Ko gafleti, dildârdan utan gecelerde;
…
Dil beyt-i Hudâ’dır, ânı pak eyle sivâdan,
Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde…
der ki, konu tamamen bir tecellî ve meclâ meselesidir; yoksa hâşâ O, tebeddülden, tagayyürden, elvân u eşkâlden, hayyizden, mekândan münezzeh ve müberrâdır. (Kendi Derinliğiyle Latîfe-i Rabbâniye Çağlayan, Kasım-2017)
[14] HALVETTEKİ TEHLİKELERDEN SAKINMA:
Halvet der encümen: Zâhirde halk ile, bâtında Hak ile bulunma yerinde kullanılan bu tabir, Nakşîlerde halvete karşı bir tavır da ifade eder gibidir. Onlara göre, halvette gizli bir şöhret hissi söz konusudur. Halk içinde bulunmak ise, hem böyle gizli bir şöhrete kapalı bulunma hem de insanlara yararlı olma açısından her zaman tercih edilegelen bir tavırdır. (Sefer, Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
[15] MEFKURE KAHRAMANLARI VE UZLET:
Diğer taraftan, özellikle nübüvvet mesleğinin varisleri için halktan tecerrüd ve uzlet asla söz konusu değildir. Onlara göre makbul halvet, kesrette vahdeti yakalama, halk içinde Hak’la beraber olma; Mevlânâ’nın ifadesiyle, bir pergel gibi, ayağının birini lâhût ufkuna perçinleyip diğeriyle insanlık âleminde seyahat etme, her an ayrı bir nüzûl ve urûcu bir arada yaşayarak Hak’tan aldıklarını halka aktarma ve bir ayağı merkezde dinî esaslara bağlayıp diğeriyle yetmiş iki milletin arasında dolaşma şeklinde cereyan eden celvet edalı bir halvettir.
İşte, Kur’ân hizmeti böyle bir celvetîliği gerektirmektedir. Dine ve millete adanmış ruhların halkın içinde olmaları lazımdır. İ’la-yı kelimetullah davası, irşad, tebliğ ve temsil vazifesi her şeye rağmen insanlar arasında bulunmayı zaruri kılmaktadır. Dolayısıyla, mefkure kahramanlarının sadece kendilerini düşünmeleri ve muvakkaten de olsa “uzlet ani’l-enâm” deyip kendi hücrelerine çekilmeleri kat’iyen doğru değildir. Çünkü, onlar kurtuluşlarını başkalarını kurtarmaya bağlamış ve yaşatmak için yaşamayı esas almış bahtiyarlardır. Zaten, böyle insanlara yakışan da hayatlarını mefkurelerine adamaları ve sadece ferdî ibadet ü taat adına, şahsi kemâlât hesabına bu dünyada durmaya değmeyeceğine inanmalarıdır.
Her haliyle hüsn-ü misal olan Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz, bu mevzuda da bize yol göstermiştir. İbni Mesud (radıyallâhu anh) hazretlerinin rivayetine göre, cin taifesi de gelip kendisine biat edince Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Rabbim bana ins ve cinnin iman edeceğini vaad etmişti. Şimdi bu vaad gerçekleşti. Öyleyse, vazifem bitti ve yolculuk vaktim yaklaştı.” buyurmuştur. Demek ki, bir mü’min, vazifesi devam ettiği sürece dünyada kalmaya razı olmalıdır; vazifesinin bittiğine inandığı zaman da, bir an önce ten cenderesinden kurtulup Refik-i A’la’ya ulaşmayı arzulamalıdır. Evet, Kuran’a adanmış bir ruh için hizmetinin sona erdiği bir dünyada yaşamanın bir anlamı yoktur; hatta ona göre, şahsî ibadetlerine devam etse bile i’la-yı kelimetullah vazifesini yerine getirmediği bir hayat abesle iştigaldir.
Bu itibarla, şayet kendimizi i’la-yı kelimetullaha adadığımıza inanıyorsak, bize düşen halvet ve uzlet değil celvet ve ülfettir. Biz, kendimize ait itibarî değerlerden sıyrılıp bütün müktesebâtımızla hizmete koyulmalı; elimizi, dilimizi, aklımızı, mantığımızı, muhâkememizi insanlığın saadetine bağlamalı ve ancak başkalarını ebedî mutluluğa yönlendirmek suretiyle kurtulacağımıza inanarak hep insanlarıın içinde bulunmalıyız. Miraç Şehsuvarı (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in veraların verasına seyahat ettikten sonra beşeri de o ufka taşımak için tekrar insanların arasına dönmesini bir ölçü kabul ederek, biz de Allah’ın iman, Kur’ân ve dava düşüncesi televvünlü lütuflarını başkalarını O’na ulaştırma yolunda değerlendirmeye bakmalıyız.
Sözün özü, halvet ve uzletten murad, kalb hanesini ağyârdan temizleyip yâr ile hemdem olmaktır. Bu açıdan, halk içinde Hak’la beraber bulunan ve kesretin en uç noktalarında dahi sürekli tevhidi kollayan gönüller hep halvette sayılırlar. Buna mukabil, kalbini mâsivâdan temizleyememiş ve içinden ağyar mülahazasını söküp atamamış kimseler, bütün ömürlerini uzlette geçirseler dahi yine de hakiki halvetin semerelerini hiçbir zaman bulamazlar. Halktan uzaklaşarak yalnız yaşamak ya da kalabalıklar arasında bulunup herkesle içli dışlı olmak marifet değildir; asıl hüner, kulluğun hakkını verebilmek, Mevlâ-yı Müteâl’e sâdık bir bende olarak kalabilmek ve gönülden gelen samimi bir sesle O’nu her yana duyurmaya ve herkese sevdirmeye gayret etmektir. (Ölümsüzlük İksiri)
HALVETİ VE CELVETİ OLMANIN TOPLUMA BAKAN SORUMLULUĞU:
Şüphesiz, Allah Teâlâ, ehl-i küfrün mü’minler üzerinde sultasına razı değildir. Bu itibarla, hayatın herhangi bir sahasında başkalarının eline teslim olmak ve onların tahakkümü altına girmek Allah’ın rızasından uzaklaşma manasına gelmektedir. Öyleyse, inanan insanlar, ne yapıp edip kendi ekonomilerini ayakta tutmalı, iktisadî zenginliği sağlamalı, siyasî istikrara ulaşmalı, kendilerine yönelen kem gözleri, hain bakışları kesecek, kötü niyetlilerin içlerine korku salacak kuvveti elde etmeli ve böylece dünya muvazenesinde söz sahibi olmalıdırlar. Yoksa, başkaları geniş imkanlarıyla bazılarını satın alır, size musallat ederler; ekonominizin altını üstüne getirir, asayiş ve huzurunuzu bozar ve sizi belinizi doğrultamayacağınız bir hale sürüklerler. Bu açıdan, teşriî emir ve nehiyleri gözetip dinin “yap” veya “yapma” dediği hususlarda emre imtisal etmenin yanı sıra, tekvinî emirlere riayet etmek, yani, Allah’ın kainatta câri sünnetine (kanunlarına) uygun davranmak takvânın önemli bir buudu sayılmıştır.
Maalesef, biz, takvânın çok önemli bir yanı olan “tekvinî emirleri gözetme” esasına gereken değeri vermediğimizden zenginliklerimizi bir bir kaybetmiş ve ezilmişiz. Daha sonra, onlarca sene devam eden bu hatamızı telafi etmeye çalışırken daha büyük bir yanlışlığa düşmüşüz: Batı’nın muvaffakiyetini dünyayı çok iyi okumalarında ve onun üzerine yoğunlaşmalarında görmüş, “Biz de kevnî kanunları değerlendirerek onlara yetişeceğiz” demişiz; ama ne yazık ki, mukaddes değerlerimizi bir kenara atmakla işe başlamışız. Takvâyı bu iki kanadıyla beraber ele alıp değerlendiremediğimiz için Kur’ân’dan tam istifade edemediğimiz gibi, çağımızı da iyi okuyamamış ve bazı sahalarda Batılı toplumlara avuç açmaya mahkum olmuşuz.
Bu itibarla, zühd ve takvâyı ele alırken meselenin millete ve topluma bakan yanları da gözden kaçırılmamalıdır. Aksi halde, insan halvet ve inzivada geçireceği zâhidane bir hayatla belki kendi nefsini kurtarabilir ama mü’minlerin ekseriyetinin bu şekilde düşünüp ona göre bir gidişat tutturduğu bir toplumda umumi manada milletin ve İslam’ın ihmal edilmesi de söz konusu olur. Böyle bir ihmalin vebali de o mü’minlerin bütününün defterlerine kaydolur.
Aslında, ne zenginlik ne de diğer dünyevî imkânlar zühde mani değildir. Elverir ki, insan dünyanın mahkumu olmasın ve dünyevîliklere karşı hâkimiyetini korusun. Zaten, zühdün özü ve usaresi, -Nur Müellifi’nin ifadesiyle- dünyayı kesben değil, kalben terk etmek ve dünya umurundan kaybettiğine üzülmemek, kazandığına da sevinmemektir. Bu açıdan çok varlıklı ama aynı zamanda zâhid bir kul olmak her zaman mümkündür. (Ölümsüzlük İksiri)
Her birimizin sosyal hayat içinde yerine getirmesi gereken bir kısım vazifeleri bulunmaktadır. Zaten inanan bir gönül, eğer topluma faydalı olmak, muhataplarını belli bir ufka yönlendirmek ve kendi değerlerini onların ruhlarına duyurmak istiyorsa, insanların içinde olmaya mecburdur. Evet, hakkıyla Allah’a ve ahiret gününe inanan bir insanın, toplum içinde bulunarak bir kıblenümâ gibi çevresindekilere hep hak ve hakikat kıblesini göstermesi gerekmektedir. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), toplumun içinde durup insanlardan gelen eziyetlere katlanmanın, tecerrüt ve halvetten daha hayırlı olduğunu beyan buyurmaktadır. (Bkz.:Tirmizî, kıyâmet 56; İbn Mâce, fiten 23) Bu sebepledir ki, bize göre daimî halvet ve uzlet, toplumdan ve toplum içinde eda edilecek vazifelerden kaçma demektir. Bu itibarla, şahsî kemalât ve şahsî füyuzat hisleri adına dahi olsa bu vazifelerden kaçan bir insan zannediyorum günaha girmiş olur. Zira İslâm’da aslolan halk içinde Hak’la beraber olma ve insanlığın hizmetine koşmaktır. (Mefkure Yolculuğu)
[16] el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 2/160