TEVEKKÜL, TESLİM, TEFVİZ ve SİKA (Çağlayan Dergisi-Nisan 2021)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 04/05/2021
Clap

Tevekkül; kalbin Allah’a tam itimad ve güveni, hattâ başka güç kaynakları mülâhazasından rahatsızlık duyması manâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve itimad olmazsa, tevekkülden söz edilemez.

Tevekkül, Teslim, Tefviz ve Sika için bir beraat-ı istihlal

Allah’a güven ve itimad ile başlayıp, kalben beşerî güç ve kuvvetten teberri kuşağında sürdürülen ve neticede her şeyi Kudreti Sonsuz’a havale edip vicdânen itimad-ı tâmmeye ulaşma ile sona eren âlem-i emre[1] ait ahvâl veya rûhanî seyrin mebdeine “tevekkül”, iki adım ötesine “teslim”, bir tur ilerisine “tefviz” ve müntehasına da “sika” denir.[2]

Tevekkülün manası ve tam tevekkül

Tevekkül; kalbin Allah’a tam itimad ve güveni, hattâ başka güç kaynakları mülâhazasından rahatsızlık duyması manâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve itimad olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalb kapıları ağyara açık kaldığı sürece de hakiki tevekküle ulaşılamaz.

 

 

Tevekkülün ve teslimiyetin keyfiyeti

TEVEKKÜL; sebepler dairesinde arızasız esbaba riayet edip,[3] sonra da Kudreti Sonsuz’un üzerimizdeki tasarrufunu intizardır ki,

iki adım ötesi, çok Hak dostu tarafından

“gassalin elindeki meyyit” sözüyle ifadelendirilen teslim mertebesidir.[4]

Teslimin meyvesi Tefviz ve manası

Birkaç kadem ötede de

Her şeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine her şeyi O’ndan bekleme makamı sayılan tefviz gelir.

Tevekkül, Teslim Tefviz arasındaki münasebet ve aralarındaki farklar

Tevekkül, bir başlangıç, teslim onun neticesi, tefviz de semeresidir. Bu itibarla da, tefviz hem daha geniş hem de müntehilerin[5] haline daha uygundur. Zira onda, insanın, kendi havl ve kuvvetinden teberri etmenin, -ki teslim mertebesidir- ötesinde "La havle vela kuvvete illa billah" ufkuna ulaşıp, o kenz-i mahfiyi her an içinde duyması ve kendi güç, kuvvet ve servetine bedel, olan cennet hazinelerinden[6] istimdadı ve onlara istinadı söz konusudur. Diğer bir manâ da bu, vicdanın kendi özündeki nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın ihtarıyla, aczini, fakrını duyup, hissettikten sonra “Tut beni elimden tut ki, edemem sensiz!” diyerek o biricik güç, irade ve meşiet kaynağına yönelmesidir.[7]

Tevekkül ve Tefviz’in mahiyet açısından farklılıkları

TEVEKKÜL; dünyevî olsun, uhrevî olsun, ferdin kendi maslahatlarına Rabbini vekil kabul etmesi ise;

Tefviz, bu vekaletin arkasındaki asaleti vicdânî bir şuurla itirafın adıdır.

Tevekkül; Cenâb-ı Hak ve O’nun nezdindekilere bel bağlayıp itimad etme ve Ondan başkasına kalbin kapılarını bütün bütün kapamak demektir ki; buna, bedenin ubûdiyete, kalbin de rubûbiyete kilitlenmesi de diyebiliriz.[8]

Bu mülâhazayı Merhum Şihab:

“-Her işinde sadece ve sadece Allah’a tevekkül ol -ki O’na tevekkül eden asla kaybetmez- Allah’a güven ve O’na itimad içinde bulun ve senin hakkındaki hüküm ve kazasına da sabret; zira O’ndan beklediğin şeyleri, ancak, yine O’nun ihsanı olarak elde edebilirsin” sözleriyle ifade eder.

Zannediyorum, Hz. Ömer Efendimiz de, Ebu Musa el-Eş’arî’ye yazdıkları bir mektuplarında: “Eğer kazaya rıza gösterebilirsen, o bütünüyle hayırdır. Buna gücün yetmezse, dişini sık, sabret” söyleriyle bu hususu hatırlatmak istemişlerdi...[9]

Başka bir açıdan Tevekkül, Teslim, Tevfiz

Bir başka zaviyeden tevekkül;

  • hemen herkes için Hakk’a itimad ve güvenmenin adı;[10]
  • teslim, kalbî ve ruhî hayata uyanmışların hali;[11]
  • tefviz ise, esbab ve tedbire takılmamanın ünvanı ki, haslar üstü haslara mahsus bir hal veya makamdır.

Tefviz insanı ve sebeplerle münasebeti

Tefviz semasında seyahat eden Hak yolcusu, zâhiren tedbir ve sebeplerle meşgul olsa da, bu iştigal sırf esbab dairesinde bulunmanın gereği ve onun memuriyetinden dolayıdır. Öyle yapmayıp da onları doğrudan doğruya nazara alsa semaların üveyki iken arzın sürüm sürüm sürünen haşereleri haline gelir. Menkıbe kitaplarında bu mülâhazayla alâkalı şu hadiseyi zikrederler: Bir Hak dostu, sebepler ağında tedbir kıskacında yol aldığı esnada hâtiften şu sesi duyar:

“-Vazgeç tedbir kuruntularından; zira tedbirde helâk vardır. İşleri bize havale eyle, çünkü biz sana senden daha evlayız.” Sebepler dağdağasından sıyrılıp, vasıtalara gönlünde yer vermeme manâsına gelen “tedbiri terk eylemek” halkın içinde Hak’la münasebetlerini sımsıkı tutabilen koçyiğitlere mahsus bir derinliktir.

Sebeplere riayet ve onlara tesir-i hakiki vermeme arasındaki çizgi

Sebeplere tevessül ile beraber onlara te’sir-i hakiki vermeme, derecesine göre hem bir tevekkül -herkes için- hem bir teslimiyet -eşyanın perde arkasına uyananlar için-, hem de bir tefviz ve sikadır -huzur erleri için-..

Seviyelere göre Tevekkül, Teslim, Tefviz ve Sika

Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem irade ve cehd u gayreti, tefviz u tevekkül ile iç içe ne hoş ifade buyururlar:

- Eğer Cenâb-ı Hakk’a layıkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizi, sabah yuvasından aç ayrılıp, akşam tok olarak dönen kuşların beslendiği gibi rızıklandırırdı.” Bu peygamberâne sözden herkes seviyesine göre bir şeyler anlar:

1- Avam, bundan Hz. Mevlana’nın hadis iktibaslı:

“-Evet, tevekkül her ne kadar rehber ise de, sebeplere riayet de Peygamber sünnetidir. Hz. Peygamber (huzuruna girip de: “Devemi bağlayayım mı, yoksa tevekkül mü edeyim?” diyen bedeviye) yüksek sesle, “Devenin dizine ipini vur, öyle tevekkül eyle!” beyanı çizgisinde herkese açık Allah’a itimad manâsına anlar ki: “-Tevekkül edecekler başkasına değil, sadece ve sadece Allah’a güvenip dayansınlar” (İbrahim, 14/12) ayeti buna işaret eder.

2- Hayatını kalb ve ruhun yamaçlarında sürdürenler ise bundan, kendi havl ve kuvvetlerinden teberri ile Allah’ın havl ve kuvvetine teslim olup, gassalin elinde meyyit haline gelmeyi anlarlar ki: “Gerçek mü’minler iseniz Allah’a itimad-ı tâmme içinde bulunun!” (Mâide, 5/23) fermanı bunu ihtar eder.

3- Fenâfillah ve bekâbillah zirvelerinde dolaşanlara gelince, bunlar Hz. İbrahim gibi ateşe atılırken bile deyip, “Cenâb-ı Hakk’ın benim halimi bilmesi, benim bir şey istememe ihtiyaç bırakmamıştır.” (Zümer, 39/38) tefvizi veya İnsanlığın İftihar Tablosu gibi, düşman gölgelerinin mağaranın içine düştüğü ve herkese ürperti veren tehditlerinin Sevr’in duvarlarına çarpıp yankılandığı esnada bile, fevkalâde bir güven ve emniyet içinde: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir!” (Tevbe, 9/40) sözleriyle ifade edilen sikayı anlarlar ki: “Kim Allah’a tefviz-i umûr ederse O, ona kâfidir” (Talâk, 65/3) beyanı da bu gerçeği hatırlatır.[12]

Tefviz ve Sika arasındaki seviye

Tefviz en yüksek mertebe, sika en âlî makamdır.

Bu mertebeyi tutan ve bu makamın hakkını veren,

sadece aklıyla, mantığıyla, inançlarıyla değil,

bütün zâhir ve bâtın duygularıyla Hakk’ın emir ve iş’arlarında erir

ve O’na bir mir’ât-ı mücella olur.

Sika’nın mertebeleri

Mertebeler üstü bu mertebenin kendine göre bir kısım emareleri de vardır:

1- Tedbiri takdir içinde görüp sükûnet bulmak,
2- İradesini gerçek iradenin gölgesi bilip asla yönelmek,
3- Kahrı, lütfu aynı görüp bütün benliğiyle kazaya rıza göstermek bunlardan bazılarıdır.[13]
Bu ma’nâda tefvizi, Minhac sahibi şöyle resmeder:

“-Ben her işimi Sevgiliye bıraktım; artık o ister beni ihya eder, isterse itlaf.” Bir güzel söz de Enderûnî Vâsıf’tan:

“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader
Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.”

Tefvizle alâkalı sözlerin en güzellerinden birini de:

Hak şerleri hayreyler,
Sanma ki gayreyler,
Arif anı seyreyler
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler

Sen Hakk’a tevekkül kıl,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve razı ol
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”

matlaıyla başlayan tefviznamesinde  İbrahim Hakkı söyler.

﴿رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ﴾

وَصَلَّى اللهُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ.


 

KONU İLE İLGİLİ AYETLER

وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ إِنَّ اللهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا

Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenip dayanırsa Allah ona yeter. Allah buyruğunu mutlaka gerçekleştirir. Allah, her şey için belli bir ölçü koymuştur. (Talak sûresi, 3)

وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ الَّذِي يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Sen o aziz-u rahîme (o mutlak galip ve geniş rahmet sahibine) güvenip dayan. Sen yolunda kaim olurken de, namaza dururken de, O seni elbette görüyor. Secde edenler, ibadet edenler arasında dolaşmalarını da görüyor. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilen O’dur. (Şuarâ sûresi, 217-220)

وَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ وَكَفَى بِاللهِ وَكِيلاً

Yalnız Allah’a güvenip dayan. Çünkü, güvenip dayanılacak ve işlerin kendine havale edileceği makâm olarak Allah yeter! (Ahzab sûresi, 3)

 

اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Mü’minler de ancak Allah’a dayanıp güvensinler! (Teğâbün sûresi, 13)

 

KONU İLE İLGİLİ HADİSLER

عنْ عمرَ رضي الله عنه قال: سمعْتُ رسولَ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يقُولُ: « لَوْ أنَّكم تتوكَّلونَ على الله حقَّ تَوكُّلِهِ لرزَقكُم كَما يرزُقُ الطَّيْرَ ، تَغْدُو خِماصاً وترُوحُ بِطَاناً» رواه الترمذي، وقال: حديثٌ حسنٌ.

Ömer İbnü’l-Hattâb radıyalluha anh’den rivayet edildiğine göre “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim” demiştir:

Eğer siz Allah’a gereği gibi güvenseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde akşam dolu kursaklarla dönerler.” (Tirmizî, Zühd 33)

عنْ أنسٍ رضيَ الله عنه قال: قال: رسولُ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: « مَنْ قَالَ يعنِي إذا خَرَج مِنْ بيْتِهِ: بِسْم الله توكَّلْتُ عَلَى الله ، ولا حوْلَ ولا قُوةَ إلاَّ بِالله ، يقالُ لهُ هُديتَ وَكُفِيت ووُقِيتَ ، وتنحَّى عنه الشَّيْطَانُ » رواه أبو داودَ والترمذيُّ ، والنِّسائِيُّ وغيرُهمِ: وقال الترمذيُّ: حديثٌ حسنٌ ، زاد أبو داود: «فيقول: يعْنِي الشَّيْطَانَ لِشَيْطانٍ آخر: كيْفَ لك بِرجُلٍ قَدْ هُدِيَ وَكُفي وَوُقِى»؟

Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kim, evinden çıkarken:

Allah’ın adıyla çıkıyor, Allah’a güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek ve taate kuvvet bulmak, ancak Allah’ın tevfik ve yardımıyladır” derse kendisine:

“Doğruya iletildin, ihtiyaçların karşılandı, düşmanlarından korundun, diye cevap verilir. Şeytan da kendisinden uzaklaşır.’

Ebû Dâvûd’un rivayetinde şu ilâve vardır:

Şeytan, diğer şeytana: Hidâyet edilmiş, ihtiyaçları karşılanmış ve korunmuş kişiye sen ne yapabilirsin ki? der. (Ebû Dâvûd, Edeb 103; Tirmizî, Daavât 34)

حَدَّثَنَا الْمُغِيرَةُ بْنُ أَبِى قُرَّةَ السَّدُوسِىُّ قَالَ سَمِعْتُ أَنَسَ بْنَ مَالِكٍ يَقُولُ قَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَعْقِلُهَا وَأَتَوَكَّلُ أَوْ أُطْلِقُهَا وَأَتَوَكَّلُ قَالَ اعْقِلْهَا وَتَوَكَّلْ.

Enes b. Mâlik (ra) anlatıyor: “Bir adam, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yoksa salıp da mı tevekkül edeyim?’ diye sordu. Resûlullah (sav) da, ‘Önce onu bağla, sonra (Allah’a) tevekkül et!’ buyurdu.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme 60)

حَدَّثَنِى عِمْرَانُ قَالَ: قَالَ نَبِىُّ اللهِ صلى الله عليه وسلم: يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مِنْ أُمَّتِى سَبْعُونَ أَلْفًا بِغَيْرِ حِسَابٍ قَالُوا وَمَنْ هُمْ يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ هُمُ الَّذِينَ لاَ يَكْتَوُونَ وَلاَ يَسْتَرْقُونَ وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ …

İmrân b. Husayn’dan (ra) nakledildiğine göre Peygamber Efendimiz (as) şöyle buyurdu: “Ümmetimden yetmiş bin kişi hesaba çekilmeden cennete girecek.” (Orada bulunanlar), “Onlar kim? Ey Allah’ın Resûlü!” dediler. Hz. Peygamber, “Onlar, (vücutlarını kızgın demirle) dağlamayanlar, üfürükçülük yapmayanlar ve Rablerine tevekkül edenlerdir.” diye buyurdu. (Müslim, Îmân 371)

عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ أَنَّ النَّبِىَّ صلى الله عليه وسلم قَالَ إِذَا خَرَجَ الرَّجُلُ مِنْ بَيْتِهِ فَقَالَ: بِسْمِ اللهِ تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ قَالَ:  يُقَالُ حِينَئِذٍ هُدِيتَ وَكُفِيتَ وَوُقِيتَ…

Enes b. Mâlik’in (ra) naklettiğine göre Nebî (sav) şöyle buyurmuştur: “Kişi evinden çıkacağı zaman, ‘Bismillâh, tevekkeltü alellâh, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ (Allah’ın adıyla. Allah’a tevekkül ettim. Güç ve kuvvet sadece Allah’tandır.) dediğinde o zaman (o kişiye) şöyle denilir: ‘(İşte şimdi) Sana rehberlik edilir, ihtiyaçların karşılanır ve korunursun.’” (Ebû Dâvûd, Edeb 102-103)

عَنْ أُسَامَةَ بْنِ زَيْدٍ رضي الله عَنْهُ عنِ النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَالَ: « إذَا سمِعْتُمْ الطَّاعُونَ بِأَرْضٍ ، فَلاَ تَدْخُلُوهَا ، وَإذَا وقَعَ بِأَرْضٍ ، وَأَنْتُمْ فِيهَا ، فَلاَ تَخْرُجُوا مِنْهَا »

Üsâme radıyallâhu anh'den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Bir yerde tâun/veba (bulaşıcı hastalık) ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa, oradan da çıkmayınız." (Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 100)

عنِ ابنِ عبَّاسٍ رَضِيَ الله عَنْهُمَا، أَنَّ رَسُولَ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم كَانَ يَقُولُ: «اللهمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وعلَيْكَ تَوَكَّلْتُ، وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ وَبِكَ خَاصَمْتُ، وإِلَيْكَ حَاكَمْتُ. فاغْفِرْ لي ما قَدَّمْتُ، وما أَخَّرْتُ، وَمَا أَسْررْتُ ومَا أَعلَنْتُ، أَنْتَ المُقَدِّمُ، وَأَنْتَ المُؤَخِّرُ، لا إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ».

İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hep şöyle dua ederdi:

“Allâhümme leke eslemtü ve bike âmentü ve ‘aleyke tevekkeltü ve ileyke enebtü ve bike hâsamtü ve ileyke hâkemtü, fağfir-lî mâ kaddemtü vemâ ahhartü vemâ esrartü vemâ a‘lentü, ente’l-mukaddimü ve ente’l-muahhir, lâ ilâhe illâ ente: Allahım! Sana teslim oldum, sana inandım, sana güvendim. Yüzümü, gönlümü sana çevirdim, senin yardımınla düşmanlara karşı mücâdele ettim. Kitabın ile hükmettim. Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım, gizlediğim, açığa vurduğum ve senin benden daha iyi bildiğin günahlarımı affeyle! Öne geçiren de sen, geride bırakan da sensin. Senden başka ilâh yoktur.” (Buhârî, Teheccüd 1, Daavât 10, Tevhîd 8, 24; Müslim, Müsâfirîn 199, 201, Zikir 67)

 

[1] ALEM-İ EMİR:

İlim nazariyesi (epistemoloji) açısından Allah’tan gayrı zâhir-bâtın, latîf-kesif, meşhud-gayrimeşhud, canlı-cansız, dünyevî-uhrevî her şeye âlem denir. Yukarıdaki çerçeve içinde bütün varlık ve onun perde arkası, Hazreti Zât’ın varlığının delili, icraatının belgeleri, kemalinin aynaları, kaderî plan ve programının kitap ve defteri, belli bir tafsil adına her şeyin mahall-i taayyünü, aynı zamanda sıfat ve isimlerinin tecellî alanı olması itibarıyla görünen-görünmeyen hemen her şey O’na ait derin izler, emareler, nişanlar taşıdığından, hatta O’nu haykırdığından O’nun şahitleri mânâsına âlem unvanıyla yâd edilmiş, hepsine birden “avâlim” veya “âlemîn” denmiş; akıl, ruh, nefis, şuur, his ve idrak gibi O’nun “Ol!” deyivermesiyle meydana gelen emir kaynaklı şeyler âlem-i emre bağlanmış; maddî, cismanî, terkip ve tahlil hususiyetlerini haiz, müddete vâbeste arzî ve semavî bütün nesneler de âlem-i halk çerçevesinde mütalâa edilmişlerdir. Bu taksime bağlı ve bir mânâda onun içinde, “âlem-i şehadet”, “âlem-i gayb” diye bütün avâlime esas teşkil eden iki ana âlem daha vardır ki, zikredeceğimiz bütün âlemler onların birer şubesi mesabesindedir. (Ulvi Alemler, Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)

[2] TEVEKKÜL, TESLİM, TEFVİZ VE KAST-AZİM MÜNASEBETİ:

Azim, kastın ötesinde irâdenin daha derince bir buududur. Ve aynı zamanda, tevekkül ve teslimiyet semâsına yükselme yolunun da ilk basamağıdır. Kur’ân-ı Kerim, bu başlangıç ve sonu o kendine mahsus büyüleyici ifâdeleriyle sadece dört-beş kelime içinde şöyle noktalar: “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül ol..!” (Âl-i İmrân, 3/159) Bu ilk basamak tevekkülle aşılır ve teslimiyetle tesbit edilirse, tepeler dümdüz, düz yollar da bütün bütün pürüzsüzleşir ve insan havada uçuyor gibi gider maksûduna ulaşır.

Evet, kast u azmin kanatlarıyla yoldakiler için vuslat, fenâ içinde bir bekâdır. Yolları aşmış ve muratlaşmış ruhlar içinse, vuslat bekâ içinde bekâdır ve hayırların hayır doğurduğu bu doğurgan dâire içinde elemin izine bile rastlanmaz. Elemin izine rastlamak şöyle dursun, orada elemler lezzet ufkunda doğar-batar, kahırlar da lütûflarla iç içe yaşar. Başı bu noktaya ulaşmış bahtiyar bir ruh her zaman “kahrın da hoş lütfun da hoş” der.. ve elinde rıza kâsesi, Hakk’tan gelen herşeyi cennet kevserleri gibi yudumlar gezer. (Kast ve Azim, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)

[3] TEVEKKÜL VE SEBEPLERE RİAYET ARASINDAKİ DENGE:

a- “..Efendimiz (s.a.v.), tevekkül adına insanların en mütevekkili idi. Buna rağmen bütün icraatında fıtrî kanunlara uygun hareketten asla ayrılmıyordu. Hicretini gece yapıyor; “Ve cealnâ min beyni eydîhim sedden” (Yasin, 36/9) iklimi içine giriyor, kâfirlerin gözlerine bir avuç toprak saçıyor ve ardından üç gün bir mağarada, yılanlar çiyanlar arasında kalmayı, onlara görünmeme adına göze alıyor ve hicretini bu şartlar altında tamamlıyordu. Hicret bütünüyle esbab dairesi içinde cereyan etmiş ve Allah (c.c.) inâyetini esbab dairesi içinde göstermiştir. Bu inâyet örümcek ağı ve güvercin şeklinde tezahür etse de, âdet perdesi bütünüyle yırtılmamıştır..

Cenâb-ı Hakk (c.c.), O’nu koruyacak ve O’na bir vazife gördürecekti. Bunun için de belli bir süre, insanların arasında kalmasında zaruret vardı. Bu itibarla Cenâb-ı Hak (c.c.) , O’nu korumayı bizzat üzerine almış ve O’na “Allah (c.c.) seni insanlardan koruyacaktır” (Maide, 5/67) demişti. Bütün bunlara rağmen Uhud’a giderken sadık dostu Cibrîl yetişti ve “Ya Rasulallah” dedi, “bir zırh daha giy ve harbe öyle iştirak et.”

“Büyüklerimiz, tevekkülle sebeplere riayeti mezcedip birleştiren çok güzel bir söz söylemişlerdir: “Esbaba tevessül, mani-i tevekkül değildir.” Yani sebeplere tevessül etmek, tevekküle mani bir durum değildir. Hatta, sebep dairesi içinde yaşayan, sadece tevekküle bakarsa cebrî olur. Sebep dairesi içinde bulunduğumuz sürece, hem cebrî hem de itizalî olmamak için, sebeplere riayet etmek, neticeyi de Allah (cc)’tan beklemek bir esastır. (Asrın Getirdiği Tereddütler, 4/210)

Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir. (23. Söz. 3. Nokta) yoksa bu alemde sebeblere riayet etmemek tembellik olacağını belirtir: “Dördüncüsü, ibadetle istianenin ayrı ve müstakil maksatlar olduklarına işarettir. Bu iki fiili birbiriyle bağlayan münasebet, ücretle hizmet arasındaki münasebettir. Zira ibadet, abdin Allah’a karşı bir hizmetidir. İane de, o hizmete karşı bir ücret gibidir. Veya mukaddeme ile maksud arasındaki alâkadır. Çünkü iane ve tevfik, ibadete mukaddemedir. (İyyake) kelimesinin takdiminden doğan hasr, abdin, Cenab-ı Hakka karşı yaptığı ibadet ve hizmetle, vesait ve esbaba olan tezellülden kurtuluşuna işarettir. Lâkin, esbabı tamamen ihmal ve terk etmek iyi değildir. Çünkü, o zaman Cenab-ı Hakkın hikmet ve meşietiyle kâinatta vaz edilen nizama karşı bir temerrüd çıkar. Evet, daire-i esbabda iken tevekkül etmek, bir nevi tembellik ve atalettir. Yine üstadın bir yaklaşımıyla insan sebepleri kucağına alıp yapışmamalı: Arkadaş! Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur. Meselâ, kelp, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı haseneyle muttasıftır ve o sıfatlarla iştihar etmiştir. Hattâ, sadakat ve vefâdarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmaya lâyık iken, maalesef, insanlar arasında mübarekiyet değil, necisü’l-ayn addedilmiştir. Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler.

Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimamla yapışır ki, Mün’im-i Hakikîden bütün bütün gafletine sebep olur. Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikîden yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tâhir olsun. Çünkü hükümler, hadler, günahları affeder. Ve beynennâs tahkir darbesini, gaflete kefaret olarak yemiştir.

Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarru eder-senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muârefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün’im-i Hakikîye şükran hisleri vardır. Çünkü, fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar-şuur olsun, olmasın. Evet, kedinin mırmırları “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm”dir.” (“Katre”, Mesnevi, s.61)

[4] Bu yaklaşım Sehl b.  Abdullah et-Tusterî’ye nispet edilmektedir. Bkz. Kuşeyri Risalesi, s. 346

[5] MÜNTEHİ KİMDİR?

Herkesin intiha noktası farklıdır: “İnsanın kendi mahiyetine konan esmânın hususiyetlerini, renklerini aşması mümkün değildir. İnsan, ister esmâya sığınsın, ister varlık içindeki tecellilerini değerlendirsin, o ancak bir yere kadar ulaşabilir.. evet herkesin bir arş-ı kemâlâtı, bir münteha noktası vardır. O, kabiliyetlerini kullanarak o noktaya ulaşınca, “artık benim ilerleyecek hiçbir şeyim yok, ben de müntehaya ulaştım” der.. der ve müntehaya ermiş olmanın haz, neşe ve zevklerini duyar. Kendi müntehasından başka müntehaların olup olmadığını da bilemediğinden, kendi zirvesinin zevklerini müntehiyâne bir hisle duyar. İnsanın cennetteki hali de böyledir. Orada herkes halinden memnundur ve hiç kimse şikayette bulunmaz. (Prizma, 3)

[6] Hazım ibn Harmele anlatıyor: “Resulüllah’a uğramıştım. Bana: ‘Ey Hazım! La havle vela kuvvete illa billah’ı çok söyle. Çünkü bu cümle cennet hazinelerinden biridir.’ buyurdu.” Aynı hadis Ebu Hüreyre tarafından da rivayet edilmektedir. Mekhûl der ki: “Kim bu cümleyi söyler ve sonra da (La Menca mine’llahi illa ileyh) yani ‘Allah’ın gazabından ancak onun rahmetine  iltica etmekle kurtuluşa erilebilir’ derse Allah ondan yetmiş çeşit zararı kaldırır ki bunların en hafifi fakirliktir.” (Tirmizî, Deavat 141)

[7] NOKTA-İ İSTİNAD VE NOKTA-İ İSTİMDAD:

a- BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir âyinedir.

Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za’f u acziyle, fakr u hacatıyla, naks u kusuruyla, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hâkeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za’fında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hacatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm’in dergâhına dayanır, dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in bârigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir. (Otuz üçüncü Söz)

Acz ve Fakr

Üstad Hazretleri’nin beyan ettiği, her insanın vicdanında bulunan nokta-i istinad ve nokta-i istimdadı harekete geçirecek iki önemli faktör vardır. Bunlar acz ve fakrdır.[7][58] Bence insan, tıpkı bir dedektör gibi acz ve fakr malzemelerini kullanmalı, bunlarla vicdanında meknuz bulunan nokta-i istinad ve istimdadı kullanarak Allah ile vicdanî münasebet yollarını mutlaka araştırmalıdır.

Bu seviyeye ulaşabilen bir insan, hadisin ifadesiyle Allah’ın eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, diliyle konuşur.[7][59] Yani, bir ölçüde sanki rıza makamına ulaşmış bu insanın, ne elinden ne dilinden ne gözünden ne de ayağından Cenâb-ı Hakk’ın vize vermeyeceği, razı olmayacağı bir amelin zuhuru söz konusu değildir.

Keza, bu seviyeye ulaşabilmiş bir insan, okumuş olduğu Kur’ân âyetleri karşısında kendinden geçer, başkalarının göremediği, sezemediği hakikatlere ulaşır ve “Yahu bu insanlar kör mü, sağır mı, hissiz mi? Niye benim gördüğümü görmüyorlar?” demeye başlar.

İşte bu seviyeye gelebilmek için acz ve fakr vesileleri çok önemlidir. Acz u fakr sayesinde, her şeyde ve her yerde insan O’nu arayabilir, maiyyetini duyabilir ve hayatını derince yaşayabilir. (Fasıldan Fasıla-3)

b- İnsan binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zahirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelal’e intisab edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hacatına medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensub olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir padişaha iman ile intisab etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin i’dam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnetdar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz. (Asa-yı Musa)

c- NOKTA-İ İSTİNAD’A BİR MİSAL:

Meselâ “Allahü Ekber”in bir vech-i manası: Cenab-ı Hakk’ın kudreti ve ilmi herşeyin fevkinde büyüktür, hiçbir şey daire-i ilminden çıkamaz, tasarruf-u kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuğumuz en büyük şeylerden daha büyüktür. Demek haşri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i ebediyeyi vermekten daha büyüktür. Her acib ve tavr-ı aklın haricindeki her şeyden daha büyüktür ki, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sarahat-ı kat’îsiyle beşerin haşri ve neşri, birtek nefsin icadı kadar o kudrete kolay gelir. Bu mana itibariyledir ki, darb-ı mesel hükmünde büyük musibetlere ve büyük maksadlara karşı, herkes “Allah büyüktür, Allah büyüktür” der.. kendine teselli ve kuvvet ve nokta-i istinad yapar. (Asa-yı Musa 52)

d- BİRİNCİ KELİME: لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ da şöyle bir müjde var ki: Hadsiz hacata mübtela, nihayetsiz a’danın hücumuna hedef olan ruh-u insanî şu kelimede öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, bütün hacatını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar ve öyle bir nokta-i istinad bulur ki, bütün a’dasının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın sahibi olan kendi Mabudunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, Mâliki kim olduğunu irae eder. Ve o irae ile, kalbi vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarıp, ebedî bir ferahı, daimî bir süruru temin eder. (Asa-yı Musa)

e-AHİRET İMAN VE NOKTA-İ İSTİNAD

Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr u aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı; kalblerinde iman-ı billah ve iman-ı bil-âhiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir vâlidenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o bîçare masumları manen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nev’inden, vahşiyane bir gadirdir, bir zulümdür. (Yirmi Dokuzuncu Mektup)

f- Ve çocukların nazik kalblerinde hadsiz mesaib ve muzır eşyaya karşı gayet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına medar bir nokta-i istimdad Kur’an-ı Hakîm’in madeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kısmını en ziyade ezen ve müteessir eden hayatın ağır tekâlifi, Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesiyle hafifleştirildi. (Yirmi Dokuzuncu Mektup)

[8] TEVEKKÜL, TEVHİD VE İBADET İLİŞKİSİ:

Ehl-i şuhud dediğimiz ehl-i hibre, enbiya ve evliyadır. Çünkü, hakikî velî, zevk-i şuhudî sahibidir. Âmînin itikad ettiği gaybî şeyleri bazan velî, aynı şeyi gözüyle veyahut kalble görüyor. Silâh ve zâd ise, iman-ı billâhtan neş’et eden tevekkül ve itimattır ki, bütün mehalik ve hâcâta karşı bir nokta-i istinad ve bir nokta-i istimdattır.

Evet, bir Kadîr-i Hafîz-i Alîme ve bir Ganiyy-i Kerîm-i Rahîme tevekkül etmekte öyle bir nokta-i istinad ve bir nokta-i istimdat bulunuyor ki, o noktalar, kelime-i tevhidin zımnında münderiç, o da namazda mündemiç, o da ubudiyetin içinde, o da teklifin zımnındadır.

Demek, ubudiyeti iltizam eden derecesine göre tenezzül ve tezellülden kurtulur. Herşeye tezellül, herşeye dilenci olmaktan necat bulur. Çünkü, Lâ ilâhe illallâh kelime-i kudsiyesi ifade eder ki, nef’ ve zarar verici ancak Allah’tır. Ve hem zarar ve nef’ de Onun izniyledir. (Mesnevi-i Muriye)

 

[9] HADİSATIN TAZYİKATI VE İMAN, TEVEKKÜL KUVVETİ:

“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve, imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü alâllah” der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.” (Sözler)

[10] TEVEKKÜL VE HAKK’A İTİMAD:

Tevekkülsüzlük bir itimadsızlık veya güvensizliktir. Bediüzzaman güzel bir örnekle bunu şöyle ifade etmektedir:

“Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.” Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tard edecek; ya “Haindir, gemimizi itham ediyor, bizimle istihzâ ediyor. Hapsedilsin” diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla kendini halka müdhike yaptın. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum” dedi.

İşte, ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.

[11] TESLİMİYET VE KALBİ GÜÇ KUVVET, HUZUR:

Bediüzzaman, kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim dediği yerde üçüncü kelâmda teslimiyetle cennetnumun bir hayatın elde edileceğini şöyle ifade etmektedir:

(Rabbim Birdir) Evet, herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-i Rahîme olan teslimiyete bağlıdır. Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur. Çünkü insan, câmiiyeti itibarıyla bütün eşyaya ihtiyacı ve alâkası vardır. Ve her şeye karşı, hissederek veya etmeyerek, teessürü, elemleri vardır. Bu ise tam cehennem gibi bir hâlettir. Fakat erbab tevehhüm edilen esbab yed-i kudretine bir perde olan Rabb-i Vâhide teslimiyet, firdevsî bir vaziyettir. (Mesnevi-i Nuriye)

[12] TEVEKKÜL VE SABIR:

Erbab-ı Hakikatçe sabra bir diğer yaklaşım ise; iyi-kötü her şeyin Cenab-ı Hak’tan bilinip, aklın zahirî nazarında iyi olanlara şükürle, nahoş görünen şeylere karşı da rıza ile mukabelede bulunma şeklindedir. Ancak insanın, altından kalkamayacağı musibetler, zor eda edeceği mükellefiyetler ve çoklarının yuvarlanıp içine düştüğü günahlara girme endişesiyle halini Allah’a arzetmesi, o çok ağır sorumlulukları için O’ndan yardım istemesi ve günahlardan korkup O’nun sıyanetine sığınması da kat’iyen şikayet değildir. Şikayet olması şöyle dursun, böyle bir tavır çok defa şahsın niyet ve düşüncesine göre tazarru, niyaz, tevekkül ve teslimiyet bile sayılabilir.

Hz. Eyyub’un: “-Rabbim gerçekten bana zarar dokundu; Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin” (Enbiyâ, 21/83) şeklindeki sızlanışı.. ve Hz. Yakub’un: “ - Ben bu dağınıklık ve tasamı sadece Allah’a açıyorum” (Yusuf, 16/86) mahiyetindeki iniltisi isti’taf buudlu böyle bir tazarru ve niyazdır. Zaten Cenâb-ı Hakk da Hz. Eyyub için: “ -Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, O ne güzel kuldur! Zira O hep evvab ve yüzü Allah kapısındadır” (Sâd, 38/44) diyerek onun tevekkül ve teslimiyet derinlikli sözlerini sabır içinde aynı şükür kabul etmiyor mu? (Sabır, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)

[13] TEVEKKÜL, TESLİM VE RIZA:

Daha önce de ifade edildiği gibi, rıza, hakikati itibariyle ilâhî bir armağan, sebepleri itibariyle de insan iradesiyle alâkalı bir mazhariyettir. İnsan ancak, îmânının derinliği, amelinin ciddiyeti ve ihsan şuurunun enginliğiyle, tevekkül, teslim, tefvîz fasıllarından geçerek rıza ufkuna ulaşabilir. Rıza, böylesine tahsili güç ve insan iradesiyle elde edilmesi zor olduğundan Cenâb-ı Hakk onu doğrudan doğruya emretmemiş; sadece tavsiyede bulunmuş ve o mertebeye erenleri de tebcillerle, takdirlerle pâyelendirmiştir. (Rıza, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 04/05/2021