VERA’ (Çağlayan-Mart 2021)
Sofîlerden bazıları vera’ı; yakînin sıhhati, davranışların istikameti ve Cenâb-ı Hak’la münasebetlerde de âlî himmet ve temkinli olma şeklinde yorumlamışlardır.
Vera’nın kelime ve ıstılahî manası
Lügat ve kâmuslarda; “uygunsuz, yakışıksız ve gereksiz şeylerden sakınmak, haram ve yasaklara karşı da, titiz davranmak, tetikte olma.. veya memnû’ şeylere girme endişesiyle, bütün şüpheli hususlara karşı kapanma” mânâsına hamledilmiştir.
Vera’nın sünnetteki yeri ve önemi
Bu, دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لاَ يَرِيبُكَ “Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olana geç.”[1] İslâmî prensibine ve; اَلْحَلَالُ بَيِّنٌ وَالْحَرَامُ بَيِّنٌ hadisinde[2] anlatılan gerçeğe belli mutâbakat noktalarında bir misliyet görünümü arz eder.[3]
Vera’ya farklı yaklaşımlar, farklı mülahazalar
Sofîlerden bazıları vera’ı; yakînin sıhhati,[4] davranışların istikameti ve Cenâb-ı Hak’la münasebetlerde de âlî himmet ve temkinli olma şeklinde yorumlamışlardır.
Bir ehl-i dil onu, “göz açıp-kapayıncaya kadar olsun Hak’tan gâfil olmamak..” bir diğeri, “hayatın her lâhzasında, O’ndan başka her şeye kapalı kalmak..” daha bir başkası ise, “hâliyle veya diliyle hak yolcusunun dünya ve ehl-i dünyaya tezellül ve tenezzülde bulunmayıp, bütün varlığı ve kendini aşması” şeklinde tarif etmişlerdir ki:
تَوَرَّعْ عَنْ سُـؤَالِ الْخَلْقِ طُرًّا وَسَلْ رَبًّا كَرِيمًا ذَا هِبَاتٍ
وَدَعْ زَهَرَاتِ الدُّنْيَا كَاللَّوَاتِي تَرَاهَـا لاَ مَحَالَةَ ذَاهِبَاتٍ
“Zinhâr halka dilencilik etmekten sakın! Ve istediğini sadece keremi çok engin Rabbinden iste! Bir gün mutlaka geldiği gibi gidecek olan dünyanın ziynet ve debdebesini bırak!” sözleri bu mülâhazayı çok güzel ifade eder.[5]
Vera’ için cami bir yorum
Vera’ı hayat ve davranışlarını gerekli, lüzumlu ve ötelere uzanan şeylere kilitleyip, lüzumsuz, fânî ve zâil şeylerin gerçek konumlarını kavrama şuuruyla hareket etme şeklinde de yorumlayabiliriz ki;
مِنْ حُسْنِ إِسْلاَمِ الْمَرْءِ تَرْكُهُ مَا لاَ يَعْنِيهِ yâni “Kıvamında ve kendi iç güzellikleriyle yaşanan Müslümanlık, mâlâyâniyâta karşı kapalı olan Müslümanlıktır.”[6] ölçüsü de bunu hatırlatıyor olsa gerek...[7]
Pend-i Attar sâhibi attarca üslubuyla bu düşünceye hoş ve enfes bir ses katar:
تَـرسْـكَارِي اَزْ وَرَعْ پَـيْدَا شَـوَدْ هَرْ كِه بَاشَدْ بِي وَرَعْ رُسْوَا شَوَدْ
بَا وَرَعْ هَرْكَسْ كِه خُودْ رَا كَردْ رَاستْ جُنْبُشُ و آرَامَشْ اَزْ بَهرِ خُدَاستْ
آنْ كِه اَزْ حَقْ دُرُسْــتِي دَارَدْ طَمَعْ دَرْ مَحَبّتْ كَاذِبَشْ دَانْ بِي وَرَعْ
“Vera’ duygusundan Allah korkusu peydâ olur, vera’sız kimse ise kıyamette rüsvây olur. Kim ki vera’ çizgisinde istikametini buldu, onun duruşu da, kalkışı da, hareketi de, sükûtu da Allah için oldu. Bir kimse ki, hak dostluğunu umar, eğer vera’ yoksa, o kimse muhabbet iddiasında yalancıdır.”[8]
Vera’ ve vera’ yolcusunun keyfiyeti
Vera’, zâhir ve bâtın buudlarıyla yerine getirilmesi kulluk borcu umûmî bir ameldir. Vera’ yolcusu, takvâ ile ulaşılan zirvelerde dolaşırken, bir taraftan zâhiriyle, emr u nehiylerin âzâd kabul etmez kölesi olarak hayatını onlarla örgüler.. ve “Allah için işler, Allah için başlar”[9], Allah için oturur, Allah için kalkar. Allah için yer, Allah için içer, “lillâh, livechillâh dairesinde hareket eder”[10], diğer taraftan da bâtınını “Hazîratü’l-Kuds”ün izdüşümü hâline getirerek,[11] kalbindeki “kenz-i mahfî” ile halvet olur ve bütün bütün ağyâra kapanır. Yani, O’na götürmeyen düşüncelerden uzaklaşır.. O’nu hatırlatmayan görüntülere sırtını döner, O’nu söylemeyen beyânlara -onlara beyân denecekse- kulaklarını tıkar ve O’nun kıymetler listesine girmeyen şeylerden de elini-eteğini çeker.[12]
Vera’nın Hakk’a ulaştırmadaki rolü
İşte bu mânâdaki vera’, insanı Allah’a amûdî (dikey) olarak yükseltir. Bundandır ki, Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’ya: “Bana yaklaşmak isteyenler vera’ ve zühd gibisini bulamamışlardır.”[13] ferman eder.
Vera’ kahramanlarından numuneler
Asr-ı Saadetle insanlığın tanıdığı vera’, Tâbiûn ve Tebe-i Tâbiîn döneminde âdetâ semavîleşti ve her mü’minin gâye-i hayâli hâline geldi. Bu dönemde idi ki, Bişr-i Hâfî’nin kızkardeşi, Ahmed b. Hanbel’e gelerek: “Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum.. bazen de devlet memurları ellerinde meşaleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum.. bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca İmam hıçkıra hıçkıra ağlar ve “Bişr-i Hâfî’nin hânesine, şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli.” fetvasını verir.[14]
Ve yine bu dönemde idi ki, gözü bir kere harama ilişen biri, bütün bir ömür boyu “günahım!” deyip feryât ediyordu. Evet bu dönemde idi ki, bilmeyerek haram bir lokmanın girdiği mide, istifrâa zorlanıyor ve bunun için günlerce gözyaşı dökülüyordu.[15]
Yanlışlıkla cebine koyduğu başkasına âit bir kalemi, sâhibine ulaştırmak için Merv’den Mekke’ye yolculuk yapıldığını, bunlardan birinin kahramanı olan büyük muhaddis, üstün fakih ve derin zâhid İbnü’l-Mübârek anlatıyor.[16] Üzerinde başkasına ait bir hak varolduğu mülâhazasıyla, alacaklıya, ömrünün sonuna kadar hizmetkâr olmaya azmetmiş insan sayısı hiç de az değildi. Meşhur zâhid Fuzayl b. İyâz bu vâdinin kahramanlarından sadece biridir. Ve bu aydınlık dünyada daha niceleri..! Evliyâ, tabakat ve menkıbe kitapları bu altın insanların ruhânileri aşan hayatlarıyla lebâleb.. bu sâhifeler, onlara sâdece hatırlatma ölçüsünde açılıyor. Şâyet hatırlatabiliyorlarsa.?
اَللّٰهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَأَصْحَابِهِ الْمَهْدِيِّينَ.
VERA’ İLE İLGİLİ AYETLER
وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى فَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَى
“Ama kim Rabbinin huzurunda hesap vermekten korkarsa ve nefsini heva ve hevese uymaktan dizginlerse.. Onun varacağı yer de elbette cennettir!” (Nâziat sûresi, 40-41)
إِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِأَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِأَفْوَاهِكُم مَّا لَيْسَ لَكُم بِهِ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّنًا وَهُوَ عِندَ الله عَظِيمٌ
“O sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Halbuki o, Allah’ın nazarında pek büyük bir vebaldi!” (Nûr sûresi, 15)
إِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِ
“Çünkü Rabbin hep gözetlemededir..” (Fecr sûresi, 14)
VERA’ İLE İLGİLİ HADİSLER
عن النَّوَّاسِ بنِ سَمعانَ رضي الله عنه عن النبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال:
البرُّ حُسنُ الخُلُقِ وَالإِثمُ ما حاكَ في نفْسِكَ، وكَرِهْتَ أَنْ يَطَّلَعَ عَلَيْهِ النَّاسُ..
Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,
Peygamber Efendimiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur:
“İyilik güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise kalbini tırmalayıp durduğu halde insanların ona muttali olup bilmesini istemediğin şeydir.” (Müslim, Birr 14, 15)
عن الحَسَنِ بن عَليٍّ رضّيَ الله عنهما، قال: حَفِظْتُ مِنْ رَسُول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم:
دَعْ ما يَرِيبُكَ إِلى مَا لا يرِيبُك
Hasan İbni Ali radıyallâhu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu kendisinden bizzat duyup ezberledim:
“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak!” (Tirmizî, Kıyâmet 60)
عن عطِيَّةَ بنِ عُرْوةَ السَّعْدِيِّ الصَّحَابِيِّ رضيَ الله عنهُ قالَ . قال رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم:
لا يبلغ العبدُ أَنْ يكون من المتقين حتى يَدَعَ مالا بَأْس بِهِ حَذراً مما بِهِ بَأْسٌ.
Atıyye İbni Urve es-Sa’dî radıyallâhu anh’den rivayet edildiğine göre,
Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kul günaha girerim korkusuyla, yapılması sakıncalı olmayan bazı şeylerden bile uzak durmadıkça, müttakîler derecesine çıkamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 19)
Hz. Ebu Bekr’in vera’ı
عن عائشةَ رضيَ الله عنها، قالت: كانَ لأبي بَكْرٍ الصَّدِّيقِ، رضيَ الله عنهُ غُلامٌ يُخْرِجُ لَهُ الخَراجَ وكانَ أَبو بَكْرٍ يَأْكُلُ مِنْ خَرَاجِهِ، فَجَاءَ يَوماً بِشَيءٍ، فَأَكَلَ مِنْهُ أَبُو بَكْرٍ، فَقَالَ لَهُ الغُلامُ: تَدْرِي مَا هَذا؟ فَقَالَ أَبُو بَكْرٍ: ومَا هُوَ؟ قَالَ: كُنْتُ تَكَهَّنْتُ لإِنْسَانٍ في الجاهِلِيَّةِ ومَا أُحْسِن الكَهَانَةَ إِلاَّ أَنِّي خَدَعْتُهُ، فَلَقِيني، فَأَعْطَاني بِذلكَ هَذَا الذي أَكَلْتَ مِنْهُ، فَأَدْخَلَ أَبُو بَكْرٍ يَدَه فَقَاءَ كُلَّ شَيءٍ في بَطْنِهِ.
Hz. Âişe radıyallâhu anhümâ babası Hz. Ebu Bekir radıyallâhu anh ile alakalı bir durumu şöyle anlatır:
Ebû Bekir es-Sıddîk radıyallâhu anh’ın bir kölesi vardı. Bu köle kazancının belli bir kısmını Ebû Bekir’e verir, o da bundan yerdi.
Yine bir gün köle kazandığı bir şeyi getirdi, Ebû Bekir de onu yemeğe başladı. Köle Ebû Bekir’e:
- Yediğin şeyin ne olduğunu biliyor musun? diye sordu. Ebû Bekir de:
- Söyle bakalım, neymiş? diye açıklamasını istedi. Köle şunları söyledi:
- Falcılıktan anlamadığım halde, Câhiliye devrinde birine falcılık yaparak adamı aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe karşılık, işte bu yediğin şeyi çıkarıp verdi.
Bunun üzerine Ebû Bekir parmağını ağzına sokarak yediklerinin hepsini çıkarıp kustu. (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 26)
BİR DUA: VERA’ SAHİBİ OLMA TALEBİ
Bunun için de onların dudaklarında hep;
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْعُلَمَاءِ وَالْعُرَفَاءِ وَالْحُلَمَاءِ وَالتَوَّابِينَ وَالْمُنِيبِينَ وَالْأَوَّابِينَ وَالْأَوَّاهِينَ وَالْمُتَوَاضِعِينَ وَالْخَاشِعِينَ، وَالْمُتَخَلِّقِينَ بِأَخْلَاقِ الْقُرْأٰنِ، وَالْوَقُورِينَ وَالْجِدِّيِّينَ وَالْمَهِيبِينَ وَالْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبيِنَ وَالرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ وَالْمُحِبِّينَ الْمَحْبُوبِينَ، وَالدَّاعِينَ إِلٰى جَنَابِكَ.
“Allahım! Bizleri âlim, ârif, halîm, çok çok tevbede bulunup dergâhına teveccüh eden, âh u enînlerle kapının tokmağına sürekli dokunan, mütevazi, huzurunda hep el pençe haşyet içinde duran, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanan, vakur, ciddi, mehabetli, muhlis (ihlâsı kazanmış), muhlas (ihlâsa erdirilmiş), hep takva hatta onun da ötesinde vera’ duygusuyla hareket eden, zühdü bir hayat tarzı olarak benimsemiş, yüce nezdinde kurbete mazhar olmuş, Senin bütün icraat-ı sübhaniyenden razı ve Senin rızana ermiş, Seni her şeyden daha çok seven ve nezdinde müstesna sevgine mazhar olmuş ve daima kalbi niyazla atan, dudakları münacatlarla kıpırdayan salih kullarından eyle!” gibi dua ve yakarışları olmalıdır.
ورع عمر بن الخطاب رضي الله عن
عن عاصم بن عمر (عن عمر قال: إنه لا أجده يحل لي أن آكل من مالكم هذا، إلا كما كنت آكل من صلب مالي: الخبز والزيت، والخبز والسمن قال: فكان ربما يُؤتى بالجفنة قد صُنعت بالزيت، ومما يليه منها سمن، فيعتذر إلى القوم ويقول: إني رجل عربي، ولست أستمرئ الزيت).
وعن نافع (أنَّ عمرَ بن الخطاب رضي الله عنه، كان فرض للمهاجرين الأولين أربعة آلاف في أربعة، وفرض لابن عمر ثلاثة آلاف وخمس مائة، فقيل له هو من المهاجرين، فلِمَ نقصته من أربعة آلاف؟ فقال: إنما هاجر به أبواه، يقول: ليس هو كمن هاجر بنفسه)
قال ابن عثيمين: (وهذا يدلُّ دلالة عظيمة على شدة ورع أمير المؤمنين عمر بن الخطاب رضي الله عنه. وهكذا يجب على من تولَّى شيئًا من أمور المسلمين ألا يحابي قريبًا لقربه، ولا غنيًّا لغناه، ولا فقيرًا لفقره، بل ينزل كلَّ أحد منزلته، فهذا من الورع والعدل، ولم يقل عبد الله بن عمر: يا أبت، أنا مهاجر، ولو شئت لبقيت في مكة؛ بل وافق على ما فرضه له أبوه
ورع عبد الله بن عمر رضي الله عنهما:
عن قزعة، قال: (رأيت على ابن عمر ثيابًا خشنة أو جشبة، فقلت له: إني قد أتيتك بثوب لين مما يصنع بخراسان، وتقرُّ عيناي أن أراه عليك. قال: أرنيه. فلمسه، وقال: أحرير هذا؟ قلت: لا، إنَّه من قطن. قال: إني أخاف أن ألبسه، أخاف أكون مختالًا فخورًا، والله لا يحبُّ كلَّ مختال فخور)
وعن طاووس قال: (ما رأيت أورع من ابن عمر، ولا أعلم من ابن عباس)
ورع عمر بن عبد العزيز:
عن ابن السماك قال: (كان عمر بن عبد العزيز يقسم تفاحًا بين الناس، فجاء ابن له وأخذ تفاحة من ذلك التفاح، فوثب إليه ففك يده؛ فأخذ تلك التفاحة؛ فطرحها في التفاح، فذهب إلى أمه مستغيثًا فقالت له: ما لك أي بني؟ فأخبرها؛ فأرسلت بدرهمين فاشترت تفاحًا، فأكلت وأطعمته، ورفعت لعمر، فلما فرغ مما بين يديه دخل إليها، فأخرجت له طبقًا من تفاح، فقال: من أين هذا يا فاطمة؟ فأخبرته فقال: رحمك الله، والله إن كنت لأشتهيه)
وعن فاطمة بنت عبد الملك قالت: (اشتهى عمر بن عبد العزيز يوما عسلًا فلم يكن عندنا، فوجهنا رجلًا على دابة من دواب البريد إلى بعلبك، فأتى بعسل، فقلنا يومًا: إنك ذكرت عسلًا وعندنا عسل، فهل لك فيه؟ قال: نعم. فأتيناه به فشرب، ثم قال: من أين لكم هذا العسل؟ قالت: قلت: وجهنا رجلًا على دابة من دواب البريد بدينارين إلى بعلبك فاشترى لنا عسلًا. قالت: فأرسل إلى الرجل فجاء، فقال: انطلق بهذا العسل إلى السوق، فبعه، فاردد إلينا رأس مالنا، وانظر الفضل، فاجعله في علف دواب البريد، ولو كان ينفع المسلمين قيءٌ لتقيأت)
ورع محمد بن سيرين:
عن العلاء بن زياد أنَّه كان يقول: (لو كنت متمنيًا لتمنيت فقه الحسن، وورع ابن سيرين، وصواب مطرِّف، وصلاة مسلم بن يسار)
وعن عاصم قال: (سمعت مورقًا العجلي يقول: ما رأيت أحدًا أفقه في ورعه، ولا أورع في فقهه من محمد بن سيرين. وقال عاصم: وذُكِرَ محمد عند أبي قلابة، فقال: اصرفوه كيف شئتم، فلتجدنه أشدكم ورعًا، وأملككم لنفسه)
وقال بكر بن عبد الله المزني: (من أراد أن ينظر إلى أورع من أدركنا، فلينظر إلى محمد بن سيرين. وقال هشام بن حسان: كان محمد يتجر، فإذا ارتاب في شيءٍ تركه)
عن هشام بن حسان: (أنَّ ابن سيرين اشترى بيعًا من منونيا، فأشرف فيه على ربح ثمانين ألفا، فعرض في قلبه شيء، فتركه. قال هشام: ما هو والله بربا(
وقال: محمد بن سعد: (سألت الأنصاري عن سبب الدَّين الذي ركب محمد بن سيرين حتى حبس؟ قال: اشترى طعامًا بأربعين ألفًا، فأُخبر عن أصل الطعام بشيء، فكرهه، فتركه، أو تصدق به، فحبس على المال، حبسته امرأة، وكان الذي حبسه مالك بن المنذر. وقال هشام: ترك محمد أربعين ألفًا في شيء ما يرون به اليوم بأسًا)
[1] Tirmizî, sıfâtü’l-kıyâme 60; Nesâî, eşribe 50; Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/153.
[2] “Helal(ler) de haram(lar) da açıktır, bellidir.” (Buhârî, iman 39; Müslim, müsâkat 107, 108)
[3] Takva ve Vera’
a- Bu umumî değerlendirmeden sonra şimdi isterseniz sorunuzda bilhassa dikkat çektiğiniz âlimin vera’ sahibi olma mevzuuna geçelim. Haram ve yasaklara karşı titiz ve tetikte olma, memnû şeylere girme endişesiyle bütün şüpheli şeylerden kaçınıp uzak durma şeklinde izah edilen vera’, takvanın ötesinde bir zirve olarak görülmüş yüce ve yüksek bir sıfat-ı âliyedir. Bu mânâda ona âzamî takva da denilebilir. Bugüne kadar hakkında yapılan farklı tarifler çerçevesinde ele alacağımız takva ise; haramlardan kat’i olarak içtinap etme, farzları arızasız-kusursuz yerine getirme, vacipleri kemal-i hassasiyetle ifa etme, şüpheli şeylerden tevakkide bulunma ve şüpheli olduğu mülâhazasıyla bazı mübahlara karşı bile tavır belirleme demektir. Hatta Şârânî’nin Mizan’ı esas alınacak olursa insanın kendisini azimetlerle amel etme mevzuunda mükellef görmesi de takvanın bir yönünü teşkil eder. Ancak bilinmesi gerekir ki, bir insan âzamî takvayı yaşama adına azimetlerle amel etmeyi kendine bir yol olarak tercih etmiş bulunsa da, bu yolu herkese teklif etmesi doğru değildir.
Hazreti Pîr’in takva ile alâkalı ortaya koyduğu çerçeveye bakınca, onun, telyin edici bir üslûpla, meseleyi daha yaşanılır ve herkesi kapsayacak bir şekilde ele aldığı görülür. Meselâ bir yerde o, “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” diyerek bize takva adına bir çerçeve sunar. Hazreti Pîr’in ilhama, vâridâta veya bir hutura binaen ortaya koyduğu bu takva tarifini, şartların ve konjonktürün hakikî mânâda takvayı yaşamaya müsait olmadığı ve bir kısım kırılma, arıza ve zaruretlerden dolayı âzamî takvanın yaşanamadığı dönemlerde, hiç olmazsa, haramlardan içtinap edip farzları arızasız kusursuz yerine getirmek suretiyle muhataplarını takva serasına ve onun vaad ettiği güzelliklerden istifadeye çağrısı şeklinde anlayabiliriz. Fakat bu noktada şu hususun gözden kaçırılmaması gerekir: Hazreti Pîr bir taraftan bazı yerlerde, meseleyi özellikle mübtediler için yaşanır kılma adına bu şekilde arz etmiş olsa da, diğer taraftan başka yerlerde âzamî takvaya işarette bulunmuş ve ona talip olunması gerektiğini söylemiştir. Yani iman ve Kur’ân dairesi içine henüz adımını atmış mübtedileri kaçırmamak ve meseleleri takdimde üslûp hatasına düşmemek için daha objektif bir çerçeve sunulmuş; fakat diğer yandan insanların önüne kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselip âzamî takvaya ulaşması adına bir ufuk ve hedef konulmuştur.
Takvanın diğer bir yönünü ise tekvinî emirlere riayet teşkil eder. Günümüzde bizim ilim ve teknoloji gibi bazı sahalarda geri kalmamız, değişik zulüm ve baskılar altında ezilmemiz ve bunun neticesinde de kendi din ve diyanetimizden şüphe eder hâle düşmemizin altında yatan en önemli sebeplerden biri de âyât-ı tekviniyeyi doğru okuyup doğru yorumlayamayışımızdır. Demek ki kâinat kitabını doğru okuyup doğru yorumlama da takvanın önemli diğer bir budunu oluşturmaktadır. (Cemre Beklentisi)
b- AZAMİ TAKVA VE VERA’ MÜNASEBETİ:
Azamî takvâya gelince, o, “Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olanı seç.” ve “Bir kul, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz.” hadis-i şeriflerinin işaret ettiği gibi şüpheli şeylerden kaçınmakla elde edilebilir. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), helâlin de, haramın da belli olduğunu, Cenâb-ı Hakk’ın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyan ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lazım geldiğini; ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimali olduğunu ifade buyurmuşlardır. Dolayısıyla, hakiki takvâ, farzları yapıp günahları terk etmekle beraber şüpheli şeylerden de kaçınarak, şöyle-böyle kuşku hasıl eden her şeyi bırakıp, tamamen kuşkudan uzak bir hayat yaşamak demektir. Azamî takvâya, “vera” da denilebilir. Vera, haram ve yasaklara karşı çok titiz davranmanın yanısıra, memnû şeylere girme endişesiyle, bütün şüpheli hususlara karşı kapanma ve “Kıvamında ve kendi iç güzellikleriyle yaşanan Müslümanlık, mâlâyâniyâta karşı kapalı olan Müslümanlık” ölçüsüyle yaşama demektir.
Herkes için olmasa bile, sahabe mesleğinde yürüyenler için böyle bir azamî takvâ gereklidir. Nitekim, Bişr-i Hâfî’nin kızkardeşi, Ahmed b. Hanbel’e gelerek, “Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum. Bazen devlet memurları ellerinde meş’aleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum. Bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca İmam hıçkıra hıçkıra ağlamış ve “Bişr-i Hâfî’nin hanesine şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli.” fetvasını vermiştir.
[4] YAKİN:
Yakîn; şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi ruha mâl etmek demektir. Yerinde îkân, istîkân ve teyakkun da diyeceğimiz yakîn, mârifet yolcusunun ruhanî seyahatinde yükselip yaşadığı mânevî bir makamdır… Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u âzamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, imanda delil ve burhanları aşarak, “latîfe-i rabbâniye” yoluyla gaybleri müşâhede, eşyanın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de tarif etmişlerdir. (“Yakin”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
[5] Hazreti Enes bin Mâlik (radıyallâhu anh)’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendiler Efendisi (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurmuştur:
Cenab-ı Hakk’a karşı saygı hisleriyle dopdolu olarak her zaman ümit televvünlü bir korku içinde bulunmak demek olan haşyet, faydalı ilim ve salih amel beraberliği diyebileceğimiz hikmetin temelidir. Haram ve yasaklara karşı sürekli tetikte olmak, hatta memnû’ şeylere girme endişesiy¬le, şüpheli hususlara karşı dahi bütün bütün kapanmak şeklinde tarif edebileceğimiz verâ da amellerin piridir. Yalnız kaldığı anlarda kendisini masiyetlerden alıkoyacak böyle bir vera’ya sahip olmayan kimsenin amellerine Allah hiç ehemmiyet vermez. (Müsned-i Şihab, 1/303; el-Vera’, 1/43; Zemmü’l-Hevâ, 1/596)
[6] Tirmizî, zühd 11; İbn Mâce, fiten 12.
[7] Töhmet Yerleri ve Vera’ Ehli
Vera’ ise, bütün bunların daha da ötesini ifade eden bir mefhumdur. Vera’, bir yönüyle şüpheli şeylerden tevakki etmek, diğer yandan da hadis diye de rivayet edilen اِتَّقُوا مَوَاضِعَ التُّهَمِ “Töhmet yerlerinden sakının!” sözü mûcebince bazı meşru tavır ve davranışları bile bir kısım yanlış yorumlamalara sebebiyet verebilir mülâhazasıyla terk etmektir. Buna göre vera’ sahibi bir mü’min, laubalilik ve gayr-i ciddiliklerin nümayan olduğu bir yerde bulunmaktan tevakki etmelidir. Meselâ bir kına gecesi, bir düğün merasimi dahi olsa, eğer orada Allah’ı ve peygamberi unutturacak laubalilikler ufku kirletiyorsa, vera’ sahibi bir insan o mekânda kendi konumuna halel getirmemeli, durum ve kredisini kırdırmamalı, itibarını zedelememeli ve asla gayr-i ciddiliklere, laubaliliklere girmemelidir. Evet, haramlardan sakınma, kemal-i hassasiyetle farzları yerine getirme, vacipleri ifa ve sünnetleri kılı kırk yararcasına eda etme hassasiyetinin yanında, yanlış yorumlara sebebiyet verecek yerlerde dolaşmama, yanlış yorumlanabilecek tavır ve davranışlar içine girmeme de vera’ sahibi olma adına önem arz eder.
Bu durumu bir misalle biraz daha açmaya çalışalım. Diyelim ki siz bir tarafında bir meyhane veya haramların irtikâp edildiği başka bir mekânın bulunduğu bir caddeden geçiyorsunuz. Eğer siz, halkın teveccüh ettiği, rehber olarak gördüğü, önlerinde numune-i imtisal kabul ettiği birisi iseniz, lehviyat mekânlarının bulunduğu böyle bir caddeden geçerken, “Acaba oraya mı girdi, orada o atmosferi paylaştığı dost ve arkadaşları mı var?” türünden değişik mülâhazalara sebebiyet verecek ve sizde itibar ve kredi kırılmasına yol açacak her türlü tavır ve davranıştan uzak durmanız gerekir. Evet, eğer siz milletin gözünün içine baktığı bir insan konumunda iseniz, size itimat eden o insanları şüpheye düşürmemek, teşeddüd-ü ârâya sevk etmemek ve güvenilirliğinize toz kondurmamak için mecbur kalmadıkça o tür lehviyat ve levsiyatın işlendiği yerlerin yakınından bile geçmemelisiniz. (Cemre Beklentisi)
[8] PEND-İ ATTÂR: Pend-i Attâr yahut Pend-nâme, Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed b. Ebi Bekr ibrâhîm-i Nişâbûrî (ö.618/1221) tarafından yazılmış bir eserdir. Bir nasihat kitabı olan eserin dili Farsça’dır.
Attar’ın bu eserini Edirneli Nazmi genişleterek tercüme etmiş hatta tercümeden ziyade telif bir eser haline getirmiştir. Edirneli Nazmî’nin bu eseri Dîvân’ı ve Mecma‘u’n-Nezâ’ir’i kadar meşhur olmamasına rağmen yine de onlar kadar önemli bir eserdir. Nazmi’nin Pendnamesi’nin elimize ulaşan tek bir nüshası vardır. Tek bir nüsha halinde elimize ulaşmış olması çok fazla okunmadığını da göstermektedir. Belki de yazma nüshalarının az olması yüzünden eser hakkında yapılan çalışmalar da kısıtlıdır.
[9] Bedîüzzaman, Sözler, 1. Söz..
[10] Bedîüzzaman, Lem’alar, 3. Lem’a, 3. Nükte. (Bu ifadelere ilham kaynağı olan, “(Verdiği zaman) Allah için veren, (vermediği zaman da) Allah için bundan geri duran, (sevdiklerini) Allah için seven, (kızdıklarına da) Allah için kızan, imanını kemale erdirmiş demektir.” hadisi için bkz. Tirmizî, sıfâtü’l-kıyâme 60; Ebû Dâvûd, sünnet 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/438, 440)
[11] Hazîratü’l-Kuds: Sınırsız, her şeyi kuşatan ama kuşatılmayan, maddî ve fizikî kurallarla ifade edilemediği gibi, mânevî ve metafizikî mülâhazalarla da anlatılamayan, bütün ulvî âlemlerin kendisine müteveccih bulunduğu, tabiat, mâverâ-yı tabiat ve bunların önüne sonuna, zâhir u bâtınına, varoluşlarına, fenâ bulup âlem-i gayba rücû edişlerine nâzır, muhît; aslî ve fer’î tecellîleriyle, zâtî ve vasfî hususiyetleriyle her şeyin ötesinde mukaddes lâmekânî ve lâzamânî bir hakikatin unvanı ve rahmetin insan sırrına armağanıdır.
Ama velilerin kerâmeti, öteden beri olmuştur. Neye kadar? Zât-ı Ulûhiyet ile “üns billah” ufkuna ermeye kadar.. “Hazîratü’l-Kuds”a ulaşmaya kadar.. -Aklımız ermez bu türlü şeylere.- İlâhî tecelliler ile postnişin olmaya kadar.. Meseleyi biraz Kur’ânî makuliyet çerçevesinde ele alarak böyle dedim. İlâhî tecelliler ile doğrudan doğruya postnişin olmaya kadar… Artık her şeyi, nasıl esiyorsa öyle görme, öyle duyma. Ne “Ef’âl-i İlâhiye”, ne “Esmâ-i İlâhiye”, ne “Sıfât-ı Sübhâniye” ne de “Zât-ı Baht” mevzuunda herhangi bir tereddüde meydan bırakmayacak şekilde yakîne ulaşma. Tasavvuftaki ifadesi ile, her şeyi “Hakka’l-yakîn” ufkundan rasat etme… İmam Rabbânî hazretleri, “O, ancak Ahirette olacak!” diyor bir mektubunda; bir başka mektubunda ise, “Dünyada da bazı kimseler için bu (hakka’l-yakîn) müyesser olabilir!” diyor. (http://www.herkul.org/bamteli/bamteli-kardesligin-kerameti/)
Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez.
Değişik vesilelerle, Kıtmîr’in ifade ettiği gibi, iç dürtülerle ubudiyette bulunma… Değişik vazife ve sorumlulukları edâ etme adına emirler var: أَقِيمُوا الصَّلاَةَ “Namaz kılın!..” شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ “…Oruç tutsun!” Emir, bu… وَأَقِيمُوا الصَّلاَةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ “Namazı ikâme edin; zekatı verin!” Emir, bu… Ve diğer emirler de bunlar gibi birer emir. Bu emirleri nazar-ı itibara almadan… Bunlar tabiatın öyle bir derinliği haline gelmiş ki, yemeğe, içmeye ve sâir beşerî mukteziyata ihtiyaç duyuyor gibi, onlara ihtiyaç duyma; mevsimi/miadı gelince, hiç o emirleri düşünmeden hemen o meseleye koşma demektir iştiyak. Tabiatının bir derinliği haline getirme, emirlerin dürtüsünü nazar-ı itibara almadan veya sevkini nazar-ı itibara almadan, yönlendirmesini nazar-ı itibara almadan, emirler pusulası ile mihrabını belirlemeyi nazar-ı itibara almadan, doğrudan doğruya tabiatın derinliklerine oturmuş, tahtını kurmuş o şevk ve o iştiyak ile hareket etme… O şevk ve iştiyak, seni yönlendirecek sürekli o mevzuda yapman gerekli olan şeylere… Böyle olunca, o meselenin içine -esasen- riya da girmez. Tabiî bir şeyi yaparken, içine nasıl riya girecek ki?! Tabiî bir şey yapıyorsun!.. Asıl mesele, onu tabiî hale getirme; “Benim için tabiî bir ihtiyaç bu!” diyecek hale getirme. İştiyak…
Sonra, Üns… Onun da üstünde bir şey oluyor ki, ona “Üns billah” deniyor; yazılarda ifade edildiği gibi; Cenâb-ı Hakk’ın enîsi oluyor. Biraz evvelki mülahazalar içinde meseleye bakacak olursanız, “Hazîratü’l-Kuds” postnişini olma… Zât-ı Ulûhiyete ait, bî-kemm u keyf, önemli bir mahall-i tecellî, nüzûl veya tezâhür olan Hazîratü’l-Kuds… Hazîratü’l-Kuds ile postnişin olma, maiyyet-i İlâhiyeye erme… Bunu “ihsan” mülahazası ile değerlendirecek olursanız; “görülüyor olma” mülahazasını bir dürbün gibi, bir projektör gibi, bir rasathane gibi kullanarak, hep “O’nu görme” sevdası ile oturup-kalkmak…
[13] İbn Ebi’d-dünyâ, el-Vera’ s.47; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.197.
[14] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 8/353; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.196; İbnül-Cevzî, Sıfâtü’s-safve 2/525-526.
[15] Ahmed b. Hanbel, el-Vera’ s.84-85; İbn Ebî Âsım, Kitabü’z-zühd s.109, 111; Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/56.
[16] İbnü’l-Mübârek’le ilgili olarak anlatılan benzer kıssa için bkz. el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.198.