SIDK, (Çağlayan Dergisi, Haziran)
Sıdk, amelin rûhu ve özü, düşünce istikametinin de en yanıltmaz mihengidir. Sıdkla mü’min münafıktan, ehl-i cennet de ashâb-ı nârdan ayrılır. Sıdk, peygamber olmayanlarda bir peygamberlik sıfâtıdır ve bu sıfât sayesinde halâyık ve kapı kulları, sultanlarla aynı nimetleri paylaşacak hâle gelirler.
Sıdk’ın kelime ve istılahi manası
Doğru düşünce, doğru söz, doğru davranış mânâlarına gelen sıdk;[1] hak yolcusunun hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre plânlaması, sadâkatin emin bir temsilcisi olması.. diğer bir tabirle, duygu, düşünce, söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası hâline getirip, şahsî hayatından insanlarla olan muamelesine, hakkı ilân adına şehâdetinden mizahlarına kadar; hatta وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ “Her zaman doğrularla beraber olun!”[2] fehvâsınca, dost ve arkadaş çevresi itibarıyla dahi hep doğruluk aramasıdır ki; hadisin ifadesiyle böyleleri yüce divanda “sıddîk”; aksine, tasavvur ve düşüncelerinden davranış ve muamelelerine kadar yalanla içli-dışlı yaşayan ve hayatını hilâf-ı vâkiler çizgisinde sürdürenler de o ulu divanda “kezzâb” olarak yâd edilecektir.[3]
Sıdkın kazandırdıkları
Sıdk, Hakk’a ulaştıran yolların en sağlamı, sâdıklar da bu vuslatın talihli namzetleridirler. Sıdk, amelin rûhu ve özü, düşünce istikametinin de en yanıltmaz mihengidir. Sıdkla mü’min münafıktan, ehl-i cennet de ashâb-ı nârdan ayrılır. Sıdk, peygamber olmayanlarda bir peygamberlik sıfâtıdır ve bu sıfât sayesinde halâyık ve kapı kulları, sultanlarla aynı nimetleri paylaşacak hâle gelirler. Allah bu din-i mübînin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu ilâhî mesaja ilk defa “evet” deyip koşanı sıdkıyla tavsif ederek وَٱلَّذِى جَآءَ بِٱلصِّدْقِ وَصَدَّقَ بِهِ “Sıdk mesajıyla gelen ve O’nu gönülden tasdik eden...”[4] diyerek tebcil buyurmuştur.
Sıdkın korunması
Sıdk; ferdin, amel ve davranış bütünlüğünü koruyup, tehlike anında ve yalanla kurtulması söz konusu olduğu yerlerde bile[5], gizli-açık iç ve dış ayrılığına düşmemesi; ez-kazâ düşerse, yeniden Hak’la mutâbakatı yakalayabilmek için hâlden hâle girmesi ve kıvrım kıvrım kıvranmasıdır ki; Hz. Cüneyd: “Sâdık kimse günde kırk defa hâlden hâle döner durur; aksine bu bir mürâî ise, kırk sene ızdırapsız olarak kaldığı yerde kalır.”[6] der.
Sıdkın mertebeleri
Sıdkın en aşağı mertebesi, şahsın iç-dış, gizli-açık her hâlinin aynı çizgide cereyan etmesidir. Bundan sonra duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde sâdık olma derecesi gelir. Bu itibarla sâdıklar,[7] söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan kahramanlar; sıddîklar da,[8] hayâl, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar her hâl ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş hak erleri babayiğitlerdir.
Sıdkın derinliği, kâmil sadakat
Sözde, davranışta, azimde, vefâda, amelde ve muamelede bütün meleke ve kabiliyetlerini doğruluğa yönlendirme kâmil bir sadâkat[9] ve aynı zamanda bir peygamberlik vasfıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm:
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَبِيًّا
“O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki O sıddîk bir nebiydi.”[10] diyerek, mutlak zikrin masruf olduğu işte bu zirveyi ihtar etmiştir.
Sıdk; hakk’a davet edenlerin en önemli özelliği
Sıdk, enbiyâ-i izâmın en önde gelen vasfı, her devirde imana ve Kur’ân’a hizmet mesleğinin en güçlü dinamiği olduğu gibi[11], öteki âlem itibarıyla da her mü’min için en sağlam bir kredi kartı ve en geçerli bir itibar senedidir. Allah:
هَذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِقِينَ صِدْقُهُمْ “Doğru olanlara doğruluklarının fayda verdiği gün bugündür.”[12] buyurarak bu önemli hakikate dikkatlerimizi çeker.
Sıdk; maddi-manevi terakki vesilesi
Enbiyâ, asfiyâ ve mukarrabîni zirveler zirvesine ulaştıran ve onlara mânevî terakkilerinde berk ve burak olan sıdk, şeytan ve onun avenesini aşağıların aşağısına sürükleyen de yalandır. Düşünceler ancak sıdkın kanatlarıyla pervâz eder ve değerler ufkuna ulaşabilir.. davranışlar ancak sadâkat zemininde neşv ü nemâ bulur.. yalvarış ve yakarışlar ancak sıdkla edâ edildiği ölçüde “İsm-i A’zam”a iktirân etmiş gibi, rahmet arşına ulaşır ve hüsn-ü kabûl görür.. evet sıdk, âdetâ İsm-i A’zam iksiri gibi tesir eder. Bâyezid-i Bistâmî, kendisinden İsm-i A’zam’ı soranlara: “Siz, Allah’ın isimleri içinde İsm-i Asgar (küçük isim) gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim” der ve ilâve eder: “Bence İsm-i A’zam tesiri yapacak bir şey varsa, şüphesiz o da sıdktır; sadâkatle hangi isim okunsa, o İsm-i A’zam olur.”[13]
Sıdk; sıkıntılardan kurtulmanın sırlı anahtarı
Evet, Hz. Âdem’in alnında tevbe nurunu parlatan sıdktır.. dünyanın tûfana gömüldüğü bir dönemde, Tûfan Peygamberi’ne sefîne-i necât olan sıdktır.. alev alev ateşler içinde Hz. Halil’i “berd ü selâm”a ulaştıran sıdktır.. evet o, âdiyât içinde emekleyip duran kimseleri hârikulâdeliklere yükselten bir peyk ve varlığın perde arkası kapılarını açan sırlı bir anahtardır. O peykle seyahat eden takılıp yollarda kalmaz, o anahtarı kullananın da yüzüne kapılar kapanmaz. Bu engin mülâhaza, âşıklar sultanı Hz. Mevlânâ tarafından ne hoş terennüm edilir..
صِدْقِ عَاشِقْ بَرْ جَمَادِي مِي تَنَدْ چِه عَجَبْ بَـر دِلِ إِنْسَـانِي زَنَدْ
صِدْقِ مُوسَى بَر عَصَا وُكُوهْ زَدْ بَلكِه بَر دَرْيـايِ پُراُشْـكُوه زَدْ
صِدْقِ أَحْمَدْ بَر جَمَالِ مَـاه زَد بَلكِه بَر خُورْشِيدِ رَخْشَانْ رَاهْ زَد
“Âşığın sıdkı cansızlara da tesir eder; insanın kalbine müessir olması neden tuhaf sayılsın? Hz. Mûsâ’nın sıdkı; dağa, asâya, hatta o muhteşem deryâya bile tesir etmişti. (Hz. Mûsâ’nın, Tûr dağındaki tecellî esnasında asâsının yılan olduğu,[14] Benî İsrâil’i Nil’den geçirirken onu deryâya çalınca, on iki yolun açıldığına işaret ediyor[15] ki, bunların hepsi Kur’ân âyetleriyle sabittir). Hz. Ahmed’in sıdkı ise Ay’ın cemâline, hatta o parlak Güneş’e tesir etmişti.”[16]
Sıdk’ın gerçek iman,gerçek mümin için önemi
Kur’ân, değişik âyetleriyle, gerçek mü’min olmayı, insanın söz ve davranışlarından iç âlemine kadar her hâl ve tavrını sıdka göre dizayn etmesine ve sadâkat etrafında örgülemesine bağlamıştır.
Sıdk, dünyevi ve uhrevi saadetin vesilesi
Ayrıca böyle bir tanzim ve düzenlemeyi de dünyevî mutluluk ve uhrevî saadetin esası saymıştır. İşte Beyân-ı Sıdk’tan birkaç pırlanta:
1 – وَقُلْ رَب أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ “De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..”[17]
2 – وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي اْلآخِرِينَ “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lutfeyle!”[18]
3 – وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا أَنَّ لَهُمْ قَدَمَ صِدْقٍ عِنْدَ رَبِّهِمْ “İman edenleri Rabbileri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsn-ü istikbâl) ile müjdele!”[19]
4 – إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَنَهَرٍ فِي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَلِيكٍ مُقْتَدِرٍ “Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü her şeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağında)dırlar..”[20]
Evet, müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk,[21] lisân-ı sıdk[22], kadem-i sıdk,[23] mak’ad-ı sıdk[24] unvanıyla dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, hem uzun bir yola, hem yol azığına hem de neticeye işaret buyrulmuştur.
Dünya, muhteşem bir sistem ve bir fabrika gibi bütünüyle ahiret hesabına işlediği için, onlar bir işe teşebbüs ederken, bir beldeye girerken, bir yere hicret ederken, bir yerde ikamete karar verirken; otururken, kalkarken hep sıdkı, sadâkati gözetler, bir müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk ve mak’ad-ı sıdk mülâhazasıyla davranır.. öbür âlem hedefli yaşar ve sürekli bahtlarına tebessümler yağdırırlar.
Sıdkın derece ve basamakları
Niyet ve kasıtta sâdık olmak başta gelir.. evet, doğru düşünce, doğru karar ve doğru davranışa niyet, sıdkın ilk basamağıdır. Ayrıca sıdka azmeden insanın, karar ve niyetinden dönmemesi, düşünce ve azmini sarsacak ortam ve sâiklerden de uzak kalması şarttır.
İkinci basamak; dünyada kalmayı ve yaşamayı, sırf hakkı tutup kaldırmak ve Allah’ın rızâsına mazhar olmak için arzu etmektir ki; bunun da bir kısım emâreleri vardır: Her zaman nefsinin eksik ve kusurlarını görmek, dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında ‘pes’ etmemek, dünyevî endişelerle yol ve yön değiştirmemek bunlardan sadece birkaçı..
Üçüncü basamak; sıdkın tamamen bir vicdan mârifeti hâline getirilmesi ve insan tabiatının, her hâl ve her tavrında sadâkate düğümlenmesidir ki, o da, en büyük mertebe sayılan rızâ makamının ifadesi olan şu mübarek sözle ifade edilir:
رَضِيَ بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَسُولاً [25]
Evet, en büyük sadâkat, Rabbin rubûbiyetine rızâda, İslâm’ın ilâhî sistem olarak kabullenilmesinde ve Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın rehberliğine teslimiyettedir. Gerçek insan olmanın yolu da bu çok ağır, çok zor sorumluluğu yüklenmekten geçer. Sözlerimizi bir güzel manzumeyle noktalayalım:
İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh;
Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah!
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الْمُسْتَقِيمِينَ.
İLGİLİ AYETLER
مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللهَ عَلَيْهِۚ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضٰى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُۘ وَمَا بَدَّلُوا تَبْد۪يلاًۙ
"Mü'minlerden’dir o erler ki Allah’a verdikleri ahde sadakat ettiler: kimi adağını o dedi kimi de gözetiyor ve hiç bir suretle değiştirmediler." (Ahzâb sûresi, 23)
İLGİLİ HADİSLER
عَن ابْنِ مَسْعُودٍ رضي اللَّه عنه عن النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: « إِنَّ الصَّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الجَنَّةِ ، وَإِنَّ الرَّجُلَ ليصْدُقُ حَتَّى يُكتَبَ عِنْدَ اللَّهِ صِدِّيقاً ، وإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الفجُورِ وَإِنَّ الفجُورَ يَهْدِي إِلَى النَّارِ ، وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَكْذِبُ حَتَّى يُكتَبَ عِنْدَ اللَّهِ كَذَّاباً » متفقٌ عليه .
Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki sözde ve işde doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” (Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105)
عَنْ أبي مُحَمَّدٍ الْحَسنِ بْنِ عَلِيِّ بْنِ أبي طَالِبٍ ، رَضيَ اللَّهُ عَنْهما ، قَالَ حفِظْتُ مِنْ رسولِ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « دَعْ ما يَرِيبُكَ إِلَى مَا لا يَريبُكَ ، فَإِنَّ الصِّدْقَ طُمأنينَةٌ، وَالْكَذِبَ رِيبةٌ »رواه التِرْمذي وقال : حديثٌ صحيحٌ .
Ebû Muhammed Hasan İbni Ali İbni Ebû Tâlib radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den:
“Şüpheliyi bırak, şüphe vermeyene bak. Zira gönül, (sözde ve işde) doğrudan huzur, yalandan kuşku duyar” buyurduğunu belledim. (Tirmizî, Kıyâmet 60)
عنْ أبي سُفْيانَ صَخْرِ بْنِ حَربٍ رضيَ اللَّه عنه في حديثِه الطَّويلِ في قِصَّةِ هِرقْلُ، قَالَ هِرقْلُ: فَماذَا يَأْمُرُكُمْ يعْني النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَالَ أَبُو سُفْيَانَ: قُلْتُ : يقول « اعْبُدُوا اللهَ وَحْدَهُ لا تُشرِكُوا بِهِ شَيْئاً ، واتْرُكُوا ما يَقُولُ آباؤُكُمْ ، ويَأْمُرنَا بالصَّلاةِ والصِّدقِ ، والْعفَافِ ، والصِّلَةِ » . متفقٌ عليه.
Ebû Süfyân Sahr İbni Harb radıyallahu anh, Bizans Kralı Herakliyus ile aralarında geçen uzun konuşmayı naklederken şöyle dedi:
Herakliyus:
- O (peygamber olduğunu söyleyen) adam size neleri emrediyor? diye sordu. Ben de:
- Sadece Allah’a kulluk ediniz, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayınız. Atalarınızın iman ettiklerini söyledikleri şeyleri terkediniz, diyor ve bize namaz kılmayı, sözde ve işde doğruluğu, iffetli yaşamayı ve akraba ile ilgilenmeyi emrediyor, dedim. (Buhârî, Bed’u’l-vahy 6, Salât 1, Sadakât 28; Müslim, Cihâd 74)
اضْمَنُوا لِي سِتًّا مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَضْمَنْ لَكُمُ الْجَنَّةَ: اُصْدُقُوا إِذَا حَدَّثْتُمْ، وَأَوْفُوا إِذَا وَعَدْتُمْ، وَأَدُّوا إِذَا اُؤْتُمِنْتُمْ، وَاحْفَظُوا فُرُوجَكُمْ، وَغُضُّوا أَبْصَارَكُمْ، وَكُفُّوا أَيْدِيَكُمْ
1- “Bana şu altı şey hakkında tekeffülde bulunun (söz verin) ben de size Cennet’i tekeffül edeyim:
– Konuştuğunuz zaman doğru konuşun!
– Vaadettiğiniz zaman yerine getirin!
– Emanette ‘emin’ olun!
– Apışaranızı koruyun!
– Gözlerinizi harama yumun!
– Ellerinizi haramdan uzak tutun.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/323; Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 8/262; el-Mu’cemu’l-evsat, 3/77; Beyhakî, es-Sünen, 6/288)
دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لاَ يَرِيبُكَ، فَإِنَّ الصِّدْقَ طُمَأْنِينَةٌ، وَإِنَّ الْكَذِبَ رِيبَةٌ
2- “İçinde kuşku uyaran şeyleri bırak terket (kuşkusuz bir iklimde yaşa). Doğruluk insanın içinde itminan ve oturaklaşma hâsıl eder. Yalana gelince, burkuntudur, bulantıdır.” (Tirmizî, kıyâmet 60; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/200)
تَحَرَّوا الصِّدْقَ وَإِنْ رَأَيْتُمْ أَنَّ فِيهِ الْهَلَكَةَ فَإِنَّ فِيهِ النَّجَاةَ
3- “Daima doğruluğu araştırın! Doğrulukta helâkinizi görseniz bile, muhakkak onda sizin kurtuluşunuz vardır.” (İbn Ebi’d-Dünya, es-Samt, s. 227; Mekârimü’l-ahlâk, s. 51; Hennâd, ez-Zühd, 2/635)
[1] SIDK’IN FARKLI TARİFLERİ:
- a) صَادِقِينَ: صَدَقَ - يَصْدُقُ fiilinin, ism-i fâilinin çoğuludur, “doğrular, doğru sözlü kimseler” demektir ve “yalancılar” mânâsına gelen كَاذِبِينَ’in zıddıdır. Kökü olan sıdk (doğru), vâkıa mutabık olan şeye; kezib (yalan) ise vâkıa mutabık olmayana denir. Sıdk-kezib meselesine diğer bir yaklaşım da, konunun muhatabın kanaatine göre değerlendirilmesi hususudur. (Bir İ’caz Hecelemesi, Bakara 23-24. âyetler)
- b) Sıdk dendiğinde daha çok doğru söz ve hakikate muvafık beyan akla gelmektedir. Fakat aslında sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırdan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir. (“..”, Ölümsüzlük İksiri)
- c) – Bediüzzaman, neredeyse her mektubuna “aziz, sıddık kardeşlerim” gibi bir ifade ile başlaması sıdka ne kadar değer verdiğini gösterir.
- d) Münazarat’tan
S- Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C- Doğruluk.
S- Daha?
C- Yalan söylememek.
S- Sonra?
C- Sıdk, ihlas, sadakat, sebat, tesanüd.
S- Yalnız?
C- Evet!
S- Neden?
C- Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki; hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır. (Bediüzzaman, Münazarat)
[2] Tevbe sûresi, 9/119.
[3]
عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ، عن النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَ: «إنَّ الصِّدقَ يَهْدِي إِلَى البرِّ، وَإِنَّ البر يَهدِي إِلَى الجَنَّةِ، وإنَّ الرَّجُلَ لَيَصدُقُ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللهِ صِدِّيقًا، وَإِنَّ الكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الفُجُورِ، وَإِنَّ الفُجُورَ يَهدِي إِلَى النَّارِ، وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَكْذِبُ حَتَّى يُكتَبَ عِنْدَ اللهِ كَذَّابًا». متفق عليه
“Hiç şüphe yok ki doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye ALLAH katında sıddîk (doğru sözlü) diye yazılır. Yalancılık kötüye götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye ALLAH katında kezzâb çok yalancı diye yazılır.’’ (Buhârî, edeb 69; Müslim, birr 103-105; Ebû Dâvûd, edeb 80)
[4] Zümer sûresi, 39/33
SIDKLA GELEN SIDDIK:
Sıdk ve sadâkatte zirveyi tutan; hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş olan hak erleri ise “sıddîk” ünvanıyla anılmaktadır. Özü sözü bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve olabildiğine sâdık insanlardır. Resûl-ü Ekrem Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun getirdiği her şeyi tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal vermeyecek şekilde- iman eden ve i’lâ-yı kelimetullahı hayatının gâyesi bilen sıddîkların pîri Hazret-i Ebu Bekir (radiyallahu anh)’tır. Aslında Ashâb-ı Kirâm’ın hepsi birer sıddîktır; ne var ki, onların en önünde yer alan ve sadâkat sancağını taşıyan zat Ebu Bekir efendimizdir. Nitekim, Allah Teâlâ, “Sıdk mesajıyla gelen, hak ve gerçeği getiren ve O’nu gönülden tasdik eden var ya, işte her türlü fenalıktan korunanlar, takva üzere olanlar onlardır.” (Zümer, 39/33) mealindeki ayet-i kerimeyle daha Din-i mübînin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu ilâhî mesaja ilk defa “evet” deyip ona koşanı sıdk u sadâkatle tavsif ve tebcil buyurmuştur. (Vuslat Muştusu)
[5] YALANIN CAİZ OLDUĞU YERLER:
Bu arada; “Bir maslahata binâen yalan söylemenin câiz olacağı yerler de var mıdır?” şeklinde bir soru akla gelebilir.
Böyle bir sual Hazreti Üstad’a tevcih edilince, o “Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’î vardır. Amma zaman onu neshetmiş.” diyerek meseleyi kesip atmıştır.
Aslında, bazı âlimler haddi aşmamak ve zaruret sınırında durmak şartıyla, dargınları barıştırmak, hanımla beyinin arasını bulmak ve savaşta düşmanı şaşırtmak maksadıyla söylenen hilâf-ı vâki beyanların mübah olduğunu ve yalan sayılmayacağını söylemişlerdir. Fakat, Bediüzzaman hazretleri, bazı âlimlerin maslahat ve zaruret için verdikleri o fetvanın muvakkat olduğunu ve geçerliliğini yitirdiğini ifade etmiştir. Evet, günümüzde yalan çok revaçtadır ve insanlar hiç olmayacak meselelerde bile yalana başvurmaktadırlar. Bir sürü kezzâbın, müthiş yalanlarıyla yeryüzündeki asayişi ve umumi emniyeti mahvettiği zamanımızda, bu kötü ahvâlden mü’minler de etkilenmişlerdir ve maalesef çokları hemen her şeye bir bahane uydurur hale gelmişlerdir. Böyle bir dönemde öyle net bir ifadeyle ve kesin bir hükümle radikal tedbirler alınmazsa, o muvakkat fetvanın sû-i istimalini engellemek mümkün olmayacaktır.
Hâsılı, şayet biz dava-yı nübüvvetin kapı kulları sayılan birer hak eri olmayı arzuluyorsak, tıpkı Nebiler Serveri gibi, sıdk ve sadâkat hususlarına çok dikkat etmek zorundayız. Yalanın revaç bulduğu ve herkesin yalan söylemede rahat olduğu günümüzde doğruluğu bir âbide gibi başımızda taşımaya ve onu namusumuz gibi korumaya mecburuz. Özellikle de başka toplumlar içinde yaşıyorsak ve kendi öz değerlerimizi onlara da anlatmayı düşünüyorsak her halimizle doğru olmaya daha da özen göstermeliyiz. Büyük-küçük hiçbir meselede en ufak bir hilâf-ı vâki beyana tenezzül etmemeli ve asla “Müslümanlar da yalan söyleyebiliyor” dedirtmemeliyiz. Yalanı çağrıştıran tek bir sözümüzün ya da halimizin, bütün inananlar hakkında “bunlar da yalan söylüyor” kanaati oluşturabileceğini ve ondan sonra –farz-ı muhal– gökten kitap indirip o insanların önüne koysak yine de onlara müessir olamayacağımızı unutmamalıyız. Evet, bizim için yol ikidir, ya doğru söylemek ya da sükût etmek. Ne kadar doğru varsa hepsini bir anda söyleme gibi bir mükellefiyetimiz yok; fakat, illa konuşacaksak, doğru sözlü olmadan başka yolumuz da yok. (“Kezzablar...”, Ölümsüzlük İksiri)
[6] Risâletü’l-Kuşeyriyye s.336.
[7] SADIK: Söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, insanlarla olan muamelelerinde hep dürüst davranan; günlük konuşmalarından mizahlarına, dost meclislerindeki muhaverelerinden tebliğ adına yaptığı konuşmalarına kadar bütün söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan ve dostluğun gerektirdiği vefayı hep muhafaza eden, sözünün eri ve güven timsali insanlara “sâdık” denir. (Ölümsüzlük İksiri)
[8] SIDDIK: Sıdk ve sadâkatte zirveyi tutan; hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş olan hak erleri ise “sıddîk” ünvanıyla anılmaktadır. Özü sözü bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve olabildiğine sâdık insanlardır. Resûl-ü Ekrem Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun getirdiği her şeyi tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal vermeyecek şekilde- iman eden ve i’lâ-yı kelimetullahı hayatının gâyesi bilen sıddîkların pîri Hazret-i Ebu Bekir (radiyallahu anh)’tır. Aslında Ashâb-ı Kirâm’ın hepsi birer sıddîktır; ne var ki, onların en önünde yer alan ve sadâkat sancağını taşıyan zat Ebu Bekir efendimizdir. Nitekim, Allah Teâlâ, “Sıdk mesajıyla gelen, hak ve gerçeği getiren ve O’nu gönülden tasdik eden var ya, işte her türlü fenalıktan korunanlar, takva üzere olanlar onlardır.” (Zümer, 39/33) mealindeki ayet-i kerimeyle daha Din-i mübînin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu ilâhî mesaja ilk defa “evet” deyip ona koşanı sıdk u sadâkatle tavsif ve tebcil buyurmuştur. (Vuslat Muştusu)
[9] SADAKAT: Sadâkat ise; söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep vefa hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu, maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak hâlis bir niyetle Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir kelimedir. (Ölümsüzlük İksiri)
Sadakat, doğru düşünmek, doğru konuşmak, doğru davranış sergilemek ve aynı zamanda doğruluğu kalbde korumak demektir. Bu mânâdaki sadakat, izafî bir tabir olup belli bir ölçüsü de yoktur. (Prizma 4)
[10] Meryem sûresi, 19/41.
[11] HİZMET MESLEĞİNDE SIDK:
İnayeti Celbeden Vesileler:
Bu itibarla, i’lâ-yı kelimetullah yolunda ve Allah’ın rızası peşinde koşturan insanlar umumi mânâda Cenâb-ı Hakk’ın inayeti altındadırlar. Bununla beraber, bir kısım sıfatlar vardır ki, bilhassa onlar inayeti celbeder ve Mevlâ-yı Müteâl’in hususî lütuflarına zemin hazırlarlar. Bu sıfatların başında özellikle enbiyâ-yı izâm efendilerimize ait evsâf-ı âliye gelir; hususiyle sıdk, emniyet, tebliğ, fetanet ve ismet vasıfları en mühim inayet vesileleridir. (“İnayet altındayız”, Kalb İbresi,)
Gönüllere Girmede sıdk:
Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gösterilen teveccühü sadece O’nun raûfiyet ve rahimiyetine bağlamak eksik bir değerlendirme olur. Bu iki sıfat-ı âlîye, insanların İslâm’a yönelmelerinde önemli bir faktör olmakla beraber, O’nun, peygamberlere mahsus sıfatlar olan sıdk, emanet, tebliğ, ismet ve fetanet sıfatlarına sahip olmasının da bu kadar kısa bir zaman içerisinde, bu kadar çok insanın ruhuna girme, gönülleri fethetme ve problem olabilecek şahısları zapturapt altına almada çok önemli bir tesiri vardır. (Cemre Beklentisi)
Güzergâh Emniyeti:
İşte bütün bir ömür boyu böyle bir duruş, böyle bir tavır sergilemek çok önemlidir. Evet, kırk sene sizin tavırlarınızı tecessüs ettikten sonra: “Allah, Allah! Bunlar peygamber gibi insanlar. İsmet, sıdk, emanet, tebliğ, fetanet gibi peygamber sıfatlarına sahipler. Hâtemü’l-Enbiya Hazreti Muhammed Mustafa’dan (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra peygamber gelmeyeceğine göre demek ki bunlar O’nun vârisleri.” demeliler. İşte muhataplarınıza böyle bir söz söyletecek ölçüde bir kıvam, bir ufuk yakalamaya çalışmalısınız. (Yaşatma İdeali)
[12] Mâide sûresi, 5/119.
[13] Bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/39.
[14] Tâhâ sûresi, 20/17-20.
[15] Şuarâ sûresi, 26/63.
[16] SIDK İLE SERFİRAZ NEBİLER:
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقاً نَبِيّاً
“Kitab’ta İbrahim’i de an. O dosdoğru (sıddîk) bir nebiydi.” (Meryem sûresi, 19/41)
Yani sen o büyük peygamber olan İbrahim’i (aleyhisselâm) Levh-i Mahfuz’da veya onun sabit hakikati ve istinsahı olan Kur’ân’da hatırla ki, o, özü sözü, davranışları, düşüncesi dosdoğru bir nebiydi.
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولاً نَبِيّاً
“Kitab’ta İsmail’i de an, O sözünde dosdoğruydu.. resûl ve nebiydi.’’(Meryem sûresi, 19/54)
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِدْرِيسَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقاً نَبِيّاً * وَرَفَعْنَاهُ مَكَاناً عَلِيّاً
“Kitab’ta İdris’i de an. O dosdoğru bir nebiydi. Onu yüksek makamlara yücelttik.’’
Hz. Yusuf’a (aleyhisselâm) hapishane arkadaşının hitabını Kur’ân naklederken, yine aynı vasıftan bahsetmektedir:
يُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ “Ey özü sözü doğru Yusuf!’’ (Yusuf sûresi, 12/46)
Onlar nasıl doğrulukla mücehhez olmaz ki, Allah (celle celâluhu) sıradan insanların dahi doğru olmalarını istiyor ve Kur’ân’da doğru olanları tebcil ediyor:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.’’ (Tevbe sûresi, 9/119)
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللهِ أُولَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ
“Gerçek mü’minler, ancak Allah ve Resûlü’ne iman eden, ondan asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurât sûresi, 49/15.)
[17] İsrâ sûresi, 17/80.
[18] Şuarâ sûresi, 26/84.
[19] Yûnus sûresi, 10/2.
[20] Kamer sûresi, 54/54-55.
[21] MUDHAL-İ SIDK – MUHRAC-İ SIDK
وَقُلْ رَبِّ اَدْخِلْن۪ي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَاَخْرِجْن۪ي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ ل۪ي مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَاناً نَص۪يراً
"Ve de ki: Rabbim beni sıdık girdirimi girdir ve sıdık çıkarışı çıkar ve benim için ledünnünden bir sultanı nasîr kıl." (İsrâ sûresi, 17/80)
[22] LISAN-I SIDK:
وَاجْعَلْ ل۪ي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِر۪ينَۙ
"Ve bana sonrakiler içinde bir "lisanı sıdık" tahsis eyle." (Şuarâ sûresi, 26/84)
HZ İBRAHİM VE LİSAN-I SIDK:
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) Rabbisinin kendisine ihsan ettiği nimetlerini ve sonsuz lütuflarını hakkıyla idrak eden bir insandır. Evet bu seviyeli idrake göre her şey Hak’tandır. Yediren O, içiren O, doyuran O, konuşturan O. Demek ki mutlak hâkim de sadece ve sadece O’dur. İşte böyle bir idrak, “Beni arkadan gelenler arasında yâd-ı cemil kıl.” diyorsa, bu duayı ona mutlaka Allah ilham etmiştir. Diğer bir tabirle Allah onun konuşan dili olmuş, dua ettirmiş; sonra da o duayı kabul etmiştir. Aslında kabul etmeyecek olsaydı, bu duayı ona ilham da etmezdi. Evet, bu duayı kabul etmiştir diyoruz ve işte göstergesi; Müslümanlar olarak bizler, namazlarımızda okuduğumuz her salavât-ı şerifede onu anıyor ve dualarımıza dahil ediyoruz.
Burada önemli bir diğer husus da şudur: Bilindiği gibi peygamberler vefat ettiklerinde mal-mülk gibi şeyler miras bırakmazlar. Onların mirası, davalarıdır. İşte kendisine kadar gelen peygamberlik silsilesinde, kendi devri itibarıyla çok şeyleri değiştiren ve bu yönüyle de bir müceddit, bir muslih sayılabilecek olan Hz. İbrahim (aleyhisselâm), o engin himmetiyle bütün insanlığa açılmak istiyordu. Nitekim kabul olan bu duanın gereği olarak da Rabbim onun bu isteğini gerçekleştirmiştir. Yani Hz. İbrahim, iki önemli sürgünle bütün insanlık için bir tubâ-i Cennet hâline gelmiştir: Oğullarından biri olan Hz. İshak ile başlayan çizgide Hz. Mesih’e; Hz. İsmail ve onun soyundan Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar O hep örnek olmuştur. Evet bu peygamberlerin her birinin dilinde Hz. İbrahim bir yâd-ı cemildir. Ayrıca peygamberlik halkası Efendimiz ile son bulmasına rağmen Hz. İbrahim’in anılması son bulmamıştır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ümmet-i Muhammed, ruhlarına içirilen Hz. İbrahim sevgisi ve Hz. Muhammed’in talimiyle namazlarda getirdikleri salavât-ı şerifelerle her zaman onu anmaktadırlar ve ihtimal bu duaların neticesi olarak da Hz. İbrahim Naîm Cenneti’nin vârislerinden olmuştur.
Son bir hususu hatırlatıp geçelim. Peygamberlerin eda ettikleri misyon ve ortaya koydukları davaları bir mefkûre, bir ideal değildir hatta gaye de değildir. Bunların yani mefkûre, ideal vs. onların temsil ettikleri davaların büyüklüğünün yanında lafı bile edilemez. İşte ilâhî bir memur olan peygamberler ve hassaten Hz. İbrahim, davasının kendi vefatıyla son bulmaması; son bulmayıp ilelebet pâyidâr olmasının lâzımı olarak sonraki nesiller içinde iyilikle anılmayı istemiş olabilir. (“Şûrâ Suresi”, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar)
[23] KADEM-İ SIDK:
Bediüzzaman hazretleri de “İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır.” derken bu hususa dikkat çekmiştir. Sıdkı, sadâkat manasında ele almış; mü’minlerin hem şahsî hem de içtimaî açıdan ilerleyip yükselmelerinin söz, tavır ve davranışlarında doğruluğu kovalamakla beraber, niyetlerindeki hulûsa ve Allah’ın sâdık birer bendesi olarak bulunmaları gerekli olan yerde sâbit kadem durmalarına bağlamıştır. Evet, kendi şahsî hayatında gel-gitler yaşayan, sık sık farklılıklar sergileyen, sürekli değişip duran kimseler muhataplarının içlerine de hep tereddüt salar, şüphe atar ve onları kuşkulara düşürürler. “Acaba bu tavırlarından hangisi doğruydu? Şimdi hangisine inanacak, hangisini esas alacağız?” dedirtirler. Böyle yüzer gezer yaşayan ve hiç güven vaad etmeyen fertler, iktidâ edilecek insanlar olamazlar. Maalesef, günümüzde vâizlerin pek çoğunun nasihatlarının tesir etmemesi böyle bir hastalıktan dolayıdır. Önce söyleyenin söylediğine inanması, itaat ve inkıyada çağıranın Hakk’a gönülden bağlanmış olması ve doğruluğa davet edenin sıdk u sadâkata yapışması lazımdır ki, onun beyanları ve tavırları da başkaları üzerinde müessir olsun. (“Kezzablar...”, Ölümsüzlük İksiri)
[24] MEK’AD-I SIDK:
ف۪ي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَل۪يكٍ مُقْتَدِرٍ
"Sadakat meclisinde, kudretine nihayet olmayan bir şehinşahın huzuru kibriyasında." (Kamer sûresi, 54/55)
[25] “Rabbim diye Allah’tan, dinim diye İslâm’dan, peygamberim diye de Hz. Muhammed’den (s.a.s.) hoşnut (olmak)” (Müslim, iman 56; Nesâî, cihad 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/208)