Ebediyet Yolcusunun Arkasından Yapılacak Ameller





Author: Dr. Akif AKAY - min read. - Post Date: 05/21/2020
Clap

Dünya hayatı insan yolculuğunun bir durağıdır. Hiç kimsenin nerede ve ne zaman öleceği belli değildir. Hayatlarını şuurlu ve her an ölüme hazırlıklı yaşayanlar zaten ölüme hazırdırlar...

 

Her insan, kendisi için takdir buyrulan vakit dolduğunda, içinde bulunduğu şu fâni ve zâil dünya hayatından asıl yurdu olan ahirete göç edecektir. Peygamberler de dahil olmak üzere hiçbir varlık, bu takdirden müstesna değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de 

“Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmrân, 3/185),

“De ki: Sizin hakikaten kaçıp durduğunuz ölüm (yok mu?) o, size elbette gelip çatıcıdır. Sonra (hepiniz) gizliyi de âşikârı da bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz de O, size yaptıklarınızı haber verecektir” (Cuma, 62/8),

“Nerede olursanız olun, velev tahkim edilmiş yüksek kalelerde bulunun, ölüm size çatıp yetişicidir.” (Nisa, 4/78) ve

“.. Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler.” (Yûnus, 10/49) buyrularak bu hakikat ifade edilmiştir.

Hakikat bu olduğu halde insanlar, çoğu zaman ölümü unutarak hiç ölmeyecekmişçesine bu dünyaya sarılmaktadırlar. Halbuki ölümü sıkça hatırlamak gerekmektedir. Zira ölümü hatırlamak, bir hadis-i şerifte de beyan edildiği üzere lezzetleri yok etmekte ve böylelikle dünyaya olan muhabbeti ahirete iştiyaka dönüştürmektedir.

Her Müslümanın, fırsat elde iken vakit kaybetmeden gelecek ebedî dünya yolculuğunda kendisine lazım olacak azığını bu dünyada hazırlaması gerekmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “...Kendinize azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı takva (Allah korkusu)dır. Ey kâmil akıl sahipleri benden korkun!..” (Bakara, 2/197)

İnsan, ahirette dünya tarlasına ektiğini biçecektir. Burada nefislerine uyup keyiflerince yaşayan ve hazırlıklarını yapmayanların halini Kur’an-ı Kerim şöyle tasvir etmektedir:

“Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca (tekrar tekrar) şöyle diyeceklerdir: “Rabbim, beni (dünyaya) geri gönder, tâ ki ben zâyi ettiğim (ömrüm) mukabilinde iyi amel (ve hareket) de bulunayım.” Hayır hayır onun söylediği bu söz (hakikatte) boş laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltip kaldırılacakları güne kadar (kalmalarına mani) bir engel vardır”. (Mü’minûn, 29/99-100)

Hiç kimsenin ne zaman öleceği belli değildir. Hayatlarını şuurlu ve her an ölüme hazırlıklı yaşayanların yanısıra yer yer gaflete düşenler olabildiği gibi yapacakları salih amellerle ölmüş yakınlarının ve diğer mü’minlerin imdatlarına koşmak ve onlara sevap kazandırmak isteyenler de olabilir. İşte biz, bu çalışmamızda, bu dünyadan ebedî aleme göç etmiş insanların arkasından yapılan salih amellerin akidevî yönden değerlendirmesini yapmaya çalışacağız.

 

Ölülerin Yaşayanların Yapacakları Amellerden İstifade Edip Edememeleri

Hz. Peygamber (s.a.s), bir hadis-i şerifte ölüyü (mezara kadar) ailesi, malı ve ameli olmak üzere üç şeyin takip edeceğini; bunlardan ailesiyle malının geri döneceğini, amelinin ise baki kalacağını bildirmiştir. Bu hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi insan, kabirde sadece bu dünyada yaptığı amellerle başbaşa kalacaktır. Ancak kabrinde amelleriyle başbaşa kalan Mü’min, dünyada iken yaptığı bazı işlerden dolayı ölümünden sonra da sevap kazanacak ve onlardan istifade edecektir. Nitekim bu hususu açıklayan bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Mü’mine ölümünden sonra amel ve hasenatından (iyiliklerinden) gerekecek olanlar (faydası olanlar) şunlardır: Öğretip yaydığı ilim, geriye bıraktığı salih evlat, (yazıp) miras bıraktığı Mushaf, yaptığı mescit, yolcular için yaptırdığı konaklama yeri (ev, misafirhane) ve sağlığında, sıhhatli zamanında malından ayırdığı (verdiği) sadaka. İşte bunların hepsi ölümünden sonra ona lazım olur.”

Bu konuda diğer bir hadis-i şerifte ise ölümden sonra kişinin istifade edeceği amellerin sayısı yedi olarak zikredilerek şöyle buyurulmuştur: “Kulun, vefatından sonra kendisine sevap yazılmasına sebep olan yedi şey vardır. (Yani bu yedi şeyi sağlığında yapana, yaptığı bu amelleri sebebiyle ölümünden sonra da sevap verilir.): Hurma (ağaç) diken, kuyu açan, su yolu açıp su getiren, bir mescit yapan, Mushaf (Kur’an-ı Kerim) yazan, geriye faydalı ilim bırakan ve kendisi için vefatından sonra istiğfar edecek salih evlat bırakan.”

Zikredilen rivayetlerden de anlaşılacağı üzere, insan, dünyada iken kendisinin yaptığı veya başkalarının yapmasına vesile olduğu amellerden istifade edecektir. Zaten bu konuda ehl-i sünnet alimleri de ittifak etmişlerdir.

Kişinin ölümünden sonra başkalarının kendisi için yapacakları iyi işlerin sevabının veya bunlardan hangisinin ulaşıp ulaşmayacağı konusunda ise ihtilaf edilmiştir. Mu’tezile mezhebine mensup olanlar, dua ve sadaka da dahil olmak üzere ölüye dirilerin yaptıkları hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini savunurlar. Delil olarak da Allah’ın hükmünün değişmeyeceğini ve herkesin kendi yaptıklarından sorumlu tutulacağını haber veren şu ayetleri getirirler:

İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39),

Siz, ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz” (Yâsîn, 36/54) ve

Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendine, yaptığı fenalığının zararı da yine kendinedir” (Bakara, 2/286). Onlara göre, bu ayetlerde insanın yalnız kendi yaptıklarından fayda veya zarar göreceği bildirilmiştir ve başkalarının yaptığı hasenatın sevabı ona ulaşmayacaktır.

Ehl-i Sünnet âlimleri ise, hangi amelin fayda verip, hangisinin fayda vermeyeceğinde ihtilaf etmişlerse de başkalarının yapacağı amellerin ölüye fayda vereceği konusunda ittifak etmişlerdir. Ölünün, başkalarının sebep olduğu sevapları almasına Kur’an, sünnet, icma ve şer’î kaideler delildir. Mesela, “Onlardan, sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma.” (Haşr, 59/10) ayet-i kerimesi, dua ve istiğfarın faydalı olacağına delalet etmektedir. Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, daha önce iman edip de bu dünyadan ahirete göçmüş olan kardeşleri için istiğfar eden mü’minleri övmüştür. Eğer istiğfarın ölülere bir faydası olmasaydı, Allah Teâlâ ayetinde ölmüş kimselere istiğfar edenleri övmezdi.

Ölünün ardından kılınan cenaze namazı da onun için dua etmek ve Allah’tan onun affını dilemek içindir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): “Ölüye namaz kıldığınız zaman ona gönülden dua edin” buyurmuş ve kendisi de kıldığı cenaze namazlarında ölü için dua etmiştir. Şayet bu namaz ve duanın ölüye bir faydası olmasaydı, Resûlullah (s.a.s) bunu ne kendisi yapardı ne de başkalarına emrederdi.

 

Geride kalanların ölüler için yaptıkları ibadet ve hayırları iki bakımdan ele almak gerekir:

Birincisi: Müteveffânın borçtan kurtulup kurtulmaması

Bir kimse, üzerinde namaz, oruç, hac, zekat, adak, kul borcu gibi borçlar bulunarak ahirete intikal etmiş ise geride kalanların -ölünün vasiyeti olsun olmasın- bunları eda etmeleriyle borçtan kurtulur mu?

İslam Fıkhı alimleri bu bakımdan ibadetleri üçe ayırmışlardır:

a) Namaz, oruç vb. gibi bedenî ibadetler: Başkalarının yapmalarıyla bu ibadetlerin mesuliyeti kalkmaz, sorumluluk devam eder.

b) Zekat, nezir, mâlî kefaret gibi mâlî ibadet ve borçlar: Bunlar, başkalarının ödemesiyle ödenmiş olur, borç kalkar.

c) Hac gibi hem mâlî, hem de bedenî ibadetler: Birisi ölü namına bunu yaparsa o borçtan kurtulmuş olur. Ancak mirasçılar bunu yapmaya mecbur değildir. İmam Şafiî’ye (ö. 204/819) göre vasiyet etmiş ise mecbur olurlar.

Ahmed b. Hanbel (ö.241/855), Evzaî (ö.157/774) , Ebû Sevr (ö.240/854), Nevevî (ö.676/1277) gibi müctehidler ile muhaddislerin çoğuna göre, ölünün yakınlarının onun borçlu olduğu oruç, hac gibi ibadetleri de kaza etmesi caiz ve sahihtir.

 

İkincisi: Başkasının yaptığı ibadetin sevabının ölüye ulaşıp ulaşmaması

İslam alimlerinin çoğunluğu, sevabını ölüye bağışlamak niyetiyle yapılan ibadetlerin sahih olduğuna ve ölmüş kişilerin bundan istifade edeceklerine kani olmuş ve bu hükmü benimsemişlerdir.

Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için başkalarının ölünün yararına yapabilecekleri işler şu şekilde açıklanabilir:

 

1. Ölünün Borcunun Ödenmesi

Bir kişi öldüğünde başkalarının onun hakkında yapabilecekleri, hatta yapmaları gereken en önemli işlerden birisi, varsa o kişinin borçlarını ödeyerek onun üzerinden kul haklarının kalkmasını temine çalışmaktır. Çünkü hadisteki ifadesiyle “Mü’minin ruhu, borcu ödeninceye kadar ona bağlı kalır”. Bundan dolayı, borçlu olarak ölen kişi, şayet miras olarak bir şeyler bırakmışsa ondan borçları ödenir. Böylelikle borcunun ödenmesi, ölünün borçtan kurtulmasına vesile olur. Burada mâlî borçlarının ödenmesinde borcu ödeyen kişinin, ölünün bir yakını olması veya olmaması neticeyi değiştirmez. Kim öderse ödesin, ölen kişi borçtan kurtulmuş olur.

 

2. Dua ve İstiğfar

Ölmüş birisine yapılabilecek en büyük iyiliklerden birisi de onun için dua edip istiğfarda bulunmaktadır. Nitekim “Onlardan sonra gelenler şöyle derler: Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla...” (Haşr, 59/10) ayet-i kerimesi ve

“Ey Allah’ın Rasulü, anne ve babamın vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkanı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?” diye soran bir sahabiye Hz. Peygamber’in (s.a.s):

“Evet vardır. Onlara dua, onlar için Allah’tan istiğfar (günahlarının affedilmesini) talep etmek, onlardan sonra vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, anne ve babasının dostlarına ikramda bulunmaktır.” buyurması; dua ve istiğfarın ölülere fayda vereceğini ispat etmektedir.

Ayrıca daha önce zikredildiği gibi, ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceği hususunda ehl-i sünnet alimleri de ittifak etmişlerdir. Ancak kendisi için dua edilen kimsenin Mü’min olması şarttır. Zira imanı olmayanların arkasından yapılacak hiçbir şey onlara fayda vermez. Zaten onlar için dua etmek de meşru değildir.

İmanı olanlara dua ve istiğfarın fayda vereceğine delil teşkil eden yukarıda zikrettiğimiz ayet ve hadisler gibi daha pek çok naklî delil vardır ve akıl da bunu teyit etmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak, bize Hz. İbrahim’in (a.s) dilinden

“Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve müminleri bağışla!” (İbrahim, 14/41) ve Hz. Nuh’un dilinden “Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla...” (Nûh, 71/28) dualarını öğretmektedir. Kanaatimizce bu duaların kapsamı, sadece hayatta olan Mü’min anne-baba ve diğer iman sahipleri olmasa gerektir. Bu zümreye hayatta olanlar kadar ahirete irtihal edenler de dahildir.

Ayrıca Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde zikredilen bir hadis-i şerifte Hz. Aişe (r.anhâ), Hz. Peygamber’in (s.a.s) Baki’ mezarlığına çıkıp oradaki ölülere dua ettiğini, bunun sebebini sorduğunda da: “Onlar için dua etmekle emrolundum” buyurduğunu haber vermiştir.

Yine Allah Resûlü (s.a.s), bir cenazeyi defnetme işi bittiğinde ashabına:

“Kardeşiniz için istiğfar ediniz (affını dileyiniz) ve ona tesbit (sorulara sarsılmadan cevap vermesini) isteyiniz. Çünkü o şu anda sorguya çekilmektedir.” buyurmuştur ki bu hadis, hayatta olanın duasının ölüye fayda vereceğini apaçık bildiren delillerden birisidir. Çünkü, fayda vermeyecek olsaydı Resûlullah (s.a.s) ashabına böyle bir davranışı emretmezdi.

Hz. Ebu Hureyre’den (ö.58/678) rivayet edilen bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s), Allah (c.c) ile ölen kişi arasında cereyan eden şu konuşmayı haber vermiştir:

“Allah Teâlâ, sâlih kulunun cennetteki derecesini yükseltir. Bunun üzerine o: Yâ Rabbi! Bu (yükselme) nereden (hangi sebepten)dir? diye sorar. Cenab-ı Hak ona şöyle der: Oğlunun senin için yaptığı istiğfar sebebiyledir.” Burada da, dua ve istiğfarın ölüye faydalı olacağı haber verilmektedir. Nitekim İmam Eş’arî de (v. 324/936) Makâlâtu’l-İslâmiyyîn adlı eserinde, hadisçiler ile ehl-i sünnetin çoğunluğunun, dua ile sadakanın, Müslümanlara ölümlerinden sonra fayda vereceğine inandıklarını belirtmektedir.

Ayrıca Ebu Hüreyre’nin (r.a) rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte ise,

“İnsan öldüğü zaman amel-i kesilir, ancak üç şey müstesna (bunları yapanın amel-i salihi devam eder): Sadakayı cariye, faydalı ilim ve kendisine dua edecek olan salih evlat.” buyrulmaktadır.

 

Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre;

a. Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği yol, köprü, cami, çeşme, mescid, vakıf müesseseleri ve bunları en verimli ve hayırlı şekilde kullanacak nesillerin yetişmesi için okullar, yurtlar, ve yuvalar yapmak gibi salih amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir müessese hayatta kaldığı müddetçe, -Efendimiz (s.a.s)’in beyanları çerçevesinde- iyi bir çığıra vesile olunduğu için kıyamete kadar orada yetişenlerin kazandıkları sevapların bir misli de bu müesseseleri kuranların amel defterlerine kaydedilecektir.

b. İlim erbabının bıraktığı eserler de sadaka-i cariyedendir. Alim, kapasitesine göre bunlardan alacağı mükafatı alır. Ayrıca ilim erbabına destek olma, sahip çıkma, hakiki ilim yolunda yürüyen nesle kanat germe ve onların kitap, defter, yiyecek ve giyeceğini temin etme şeklinde yapılan çalışmalar da hayır cihetinde kapanmaz birer menfez ve birer sadaka-i cariye sayılabilir.

c. Giden ruh, ardından istiğfar ve dua edip değişik hayırlarda bulunacak bir evlat ister. Ahiret hesabına ona yararlı olacak olan da, ancak bıraktığı böylesine hayırlı bir nesildir.

 

3. Sadaka

Dua gibi sadakanın da ölüye faydası olduğu hususunda Ehl-i sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.s) buna delalet eden hadisleri vardır. Nitekim bunlardan birisini Hz. Aişe (r. anhâ) şöyle rivayet etmektedir: “Resûlullah’a (s.a.s) bir adam gelerek:

“Yâ Resûlallah! Annem birden bire öldü, vasiyet edemedi. Öyle sanıyorum ki, konuşabilseydi sadaka verirdi. Acaba ben onun yerine sadaka versem sevabı ona ulaşır mı?” (diye sorunca) Resûlullah (s.a.s):

“Evet” cevabını verdi.

Yine Ebu Hüreyre’den (r.a) rivayet edilen bir başka hadiste de, babası ölmüş olan bir adam peygamber (s.a.s)’e, babasının çok mal bıraktığını ve vasiyet etmediğini bildirerek, onun namına tasaddukta bulunduğu takdirde günahlarına kefaret olup olmayacağını sormuş; Resûlullah’ın verdiği cevap yine “evet” olmuştur.

İbn Abbas’ın (r.a) rivayet ettiği hadis-i şerifte ise, şöyle buyrulmaktadır: “Bir adam gelerek:

 “Ey Allah’ın Rasulü! Annem vefat etti. Ben onun için tasaddukta bulunsam ona faydası olur mu? diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: “Evet” deyince, adam; “Benim bir meyveliğim var. Şâhid olun, onu annem için tasadduk ediyorum’ dedi”.

Bu konuda delil olan hadis-i şeriflerde hep evladın anne ve babası için vereceği sadaka söz konusu edildiğini söyleyen, ayrıca “İnsan için kendi çalışmasından başkası yoktur” (Necm, 53/39) ayetiyle delil getirip, ancak evladın yaptıklarının, ölünün kendi çalışması cinsinden olacağını belirten bazı alimler, evlat dışındaki kişilerin sadakalarının ölüye faydalı olacağına dair delil bulunmadığını söylemişlerse de İmam Nevevî, ister evlat isterse başkaları tarafından verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında ittifak olduğunu bildirmektedir. Ancak bu sadakanın mezar başında dağıtılması meşru olmadığı gibi, cenazeyle beraber götürülüp, cenazeyi defnedince dağıtmak da mekruhtur.

Sa’d İbn Ubâde (r.a) hadisinde ise, ölünün arkasından yapılacak sadakanın hangisinin daha faziletli olduğu bildirilmektedir. Hadiste Hz. Sa’d (r.a) şöyle anlatır:

“Ey Allah’ın Rasulü dedim, annem vefat etti, (onun adına) yapacağım sadakanın hangisi efdaldir?” Peygamber Efendimiz (s.a.s), “su” buyurdular. Bu cevap üzerine Sa’d bir kuyu kazdı ve ‘Bu kuyu Sa’d’ın annesi için’ dedi.”

Bu hadis-i şerif de, ölü adına hayır yapılabileceğini gösteren delillerdendir. Nesaî’nin rivayetinde ise Hz. Sa’d, Allah Resûlü’ne önce vefat eden annesi adına sadaka verip veremeyeceğini sormuştur. Müsbet cevap aldığında ise hangi sadakanın daha faziletli olduğunu sormuş ve “su” cevabını almıştır.

Nafile olarak sadaka vermek isteyenlerin erkek ve kadın bütün Müslümanlar adına niyet etmesi daha faziletlidir. Bunun sevabı onlara ulaşır, kendisinin sevabından da herhangi bir şey eksilmez.

 

4- Ölenin borcu olan namaz, oruç, hac gibi ibadetleri onun yerine ifa etmek

Üzerinde Ramazan’a ait kaza orucu bulunduğu halde ölen kimse ile ilgili iki durum vardır:

1- Vakit darlığı, hastalık, sefer ve oruç tutmaktan âciz olmak gibi özürler sebebiyle oruç tutma imkanını elde edemeden ölmüş olmak. Alimlerin ekserisine göre, bunların her hangi bir kusuru olmadığı için hiç bir şey gerekmez. Bunların günahkâr olmaları da söz konusu değildir. Çünkü bu oruç, ölünceye kadar tutma imkanını elde edemediği bir farzdır. Dolayısıyla hacda olduğu gibi, hükmü bedelsiz olarak düşmüştür. Bunun için, hasta yahut yolcu kişi bu durumda ölürlerse tutamadıkları orucun kazası gerekmez.

2- Oruç borcu olan kişi oruçlarının kazasını yapma imkanını elde ettikten sonra ölmüşse velisi onun için oruç tutamaz. Yani fakihlerin ekserisine göre, ölünün kazası olan oruçları tutmak vacip değildir. Şafiîlere göre, velisi oruç tutacak olsa, sahih değildir. Çünkü oruç, namaz gibi bir beden ibadetidir. Şeriatın aslı ile farz olmuştur. Gerek hayatta, gerekse öldükten sonra bunda vekalet ve niyabet caiz değildir. Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmuştur: “Hiçbir kimse başka bir kimse adına namaz kılamaz, oruç tutamaz. Fakat onun adına her güne karşılık bir müd (1 müd, yaklaşık 18 kg.) yiyecek fakirlere yedirir.” Hanbelîlere göre, velinin ölü adına oruç tutması mübahtır. Çünkü bu durum, ölünün kurtuluşunu sağlamak bakımından daha ihtiyatlı bir harekettir.

Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Aişe (r. anhâ), Resûlullah’ın (s.a.s): “Kim, üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, onun orucunu velisi tutar.” buyurduğunu haber vermiştir.

Buharî ve Müslim’de zikredilen diğer bir hadis-i şerife göre, üzerinde bir aylık (nezir) oruç borcu olan bir kadın vefat etmiştir, kadının çocuğu (oğlu veya kızının) Hz. Peygamber’e (s.a.s) gelerek “Ben onun yerine oruç tutsam olur mu?” demiştir. Resûlullah da (s.a.s) ona: “Annenin üzerinde borç olsaydı onu öder miydin?” diye sormuş ve onun: “Evet” diye cevap vermesi üzerine de: “Allah’ın borcu, ödenmeğe daha layıktır” buyurmuştur.

Oruç tutmak bedenî ibadetlerdendir. Burada oruç ibadeti zikredildiği ve başkalarının tutacağı orucun sevabının ölüye ulaşacağı haber verildiğinden, diğer bedenî ibadetlerde de aynı durumun söz konusu olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Oruç konusunda rivayet edilen hadislerden bazı alimler, farz olan Ramazan orucundan üzerinde borcu olarak ahirete göçmüş olanların oruçlarının bile geride kalanlar tarafından tutulabileceği hükmüne varırlarken, bazıları da sadece nezir orucunun tutulabileceği kanaatine varmışlardır. Hanbeliler ile Hz. Aişe ve İbn Abbas’ın, bu son görüşü savundukları haber verilmiştir.

Ölenin yerine oruç tutma meselesinde Ahmed İbn Hanbel (rahimehullah), ölü üzerinde Ramazan orucu, nezir orucu veya kefaret orucu borçları bulunduğu takdirde, velisinin ona bedel tutabileceğini söylemiştir. İmam Mâlik (ö.179/795), Şafiî ve Ebu Hanife’ye (ö.150/767) göre ise, ölünün velisi, her bir oruç için bir sa’ (bin dirhemlik bir hububat ölçeği) arpa veya yarım sa’ buğday tasadduk etmelidir.

Keza her bir namaz (veya bir günlük namaz) için de aynı miktar mal tasadduk etmelidir. Çoğunluk bedenî ibadetlerinin başkası tarafından ifa edilmeyeceğini söylemiştir.

Bu durumu açıklayan İbn Kayyım el-Cevziyye: “Nasıl ki farz namazı, bir başkası diğerinin yerine kılamazsa, farz oruç da aynıdır” der. Şüphesiz böyle bir kapı açmak, insanları sağlıklarında kendilerinin yapmaları gereken ibadetleri ihmal etmeye sevkeder ki, bu hususu dikkate alan bazı alimler, hiçbir orucu tutamaz, ancak kefaretini verir, demişlerdir.

Şunu unutmamak gerekir ki, ölmüş olan kişinin yerine bir başkasının yapacağı ibadetler, bunu caiz kabul edenlere göre bile aynen kendisi yapmış gibi yüzde yüz mesuliyetten kurtarmaz. Eğer böyle olsaydı zengin olanlar, kendi ibadetlerini başkalarına yaptırır, mesuliyetten kurtulurlardı. Bu, katiyen caiz değildir. Şafiî ve Mâlikîler, başkaları tarafından yapılacak olan bedenî ibadetlerin hiç birinin sevabının ölüye ulaşmayacağını söylerken, bu durumu göz önüne almış olsalar gerekir. Ancak İmam Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel ve selef alimlerinin bir kısmı, oruç tutmak, Kur’an okumak, zikretmek gibi bedenî ibadetlerin sevabının ölüye ulaşacağını belirtirken de, bu ibadetlerin, onların sağlıklarında yapmadıkları ibadetlerin yerine geçeceğini söylememişlerdir. Bu yapılan ibadetlerin fâili, şüphesiz sağ olan kişidir ve yaptığı ibadet kendisinindir. Sadece bu ibadetten elde edeceği sevabı bir başkasına bağışlamaktadır. Bu, onun üzerindeki asıl borcun düşmesi değil, yapılan hayırlı amelin bağışlayanın sevabından istifade etmesidir. Umulur ki Cenab-ı Hak, bu sevap nedeniyle onun bir kısım azabını hafifletir veya derecesini yükseltir.

 

5. Hac

Bir kimse, ölmüş birisinin yerine hac yapıp sevabını ona bağışlayabilir. Nitekim Ebu Davud’da zikredilen bir hadis-i şerifte, hayatta iken hiç hac yapmamış olan annesinin yerine hac yapıp yapamayacağını soran bir kadına, Hz. Peygamber (s.a.s): “Evet, ona bedel haccet” buyurarak ölmüş annesinin yerine haccetmesine izin vermiştir.

Yine Resûlullah (s.a.s), Müslim’deki bir hadis-i şerifte sağlığında hacca gitmemiş olan bir kadının yerine bir yakınının haccetmesini emretmiştir.

Tabii ki, bu rivayetlerde zikredilen mana, sadece bir ibadetin yapılıp, sevabının ölüye bağışlanmasının cevazına delalet eder. Cenab-ı Hakk’ın o engin rahmetinden ümit edilir ki, o sevap nedeniyle, huzuruna ibadet borcuyla gelen kullarını affeder, yoksa sağlığında fırsat elde iken bu ibadeti terkeden ve bu halleri üzere ölenlerin elbette hesapları görülecek ve gerekirse cezaları verilecektir.

Her ne kadar İslam alimlerinin çoğunluğu, bedenî ibadetlerin vekaleten başkası tarafından ifa edilemeyeceğini söylemişse de, acz şartıyla, sadece hac farizasının bir başkası tarafından ifasını caiz görmüşlerdir. Acz’den maksat, kişinin ölmüş olması veya iyileşme ümidinin kesilmesidir, kötürüm bir kimse de âcizdir. Bazı alimler, ölü adına nafile hac yapılabileceğini de söylemişlerdir.

Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, ölü başkaları tarafından yapılan ve sevabı kendisine bağışlanan ibadetlerden istifade edebilir. Çünkü oruç, dua, istiğfar, hac gibi ibadetler, bedenî ibadetlerdir. Allah Teâlâ, bunların ve bunlar gibi diğer ibadetlerin sevaplarını ölüye ulaştırır.

 

6. Kur’an okuyup sevabını ölüye bağışlamak

Âlimler, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi bedenî bir ibadet olan Kur’an okumanın sevabının, yapandan başkasına ulaşıp ulaşmayacağı konusunda da ihtilaf edip değişik görüşler ileri sürmüşlerdir:

Bunlardan bazılarına göre ölü için okunan Kur’an’ın sevabı ölüye ulaştığı gibi Kur’an okumanın peşinden yapılan dua da ölüye ulaşır. Bazılarına göre ise, ibadetlerin sevabı yapandan başkasına ulaşmaz.

Hanefîlere göre, insan; namaz, oruç, sadaka ve Kur’an okumak gibi kendi yaptığı amellerin sevabını ölülere bağışlayabilir. Aynı zamanda bunların sevabını bağışlamak, kişinin kendi sevabından da bir şey eksiltmez.

Mâlikîlerden bir kısmı, öldükten sonra kişi üzerine yahut kabri üzerine Kur’an okumayı mekruh kabul ederken bir kısmı Kur’an okuyup zikir yapmakta ve bunların sevabını ölüye bağışlamakta herhangi bir sakınca olmadığını, ölü için de Allah’ın izniyle sevap olacağını söylemişlerdir.

Şafiîlerde meşhur olan görüşe göre, ölüye kendi amelinden başkası fayda vermez. Ölü adına namaz kılmak, Kur’an okumak ve benzeri işlerde de bu böyledir. Ancak Şafiîlerin sonradan gelen fakihleri, Kur’an okumanın sevabının ölüye ulaşacağı yolunda açıklamalarda bulunmuşlardır.

Bu şekilde Şafiîlerin sonraki fakihlerinin görüşü de diğer üç mezhebin görüşü gibi olmaktadır. Buna göre, Kur’an okumanın sevabı ölüye ulaşır. İmam Sübkî’ye (v. 756/1355) göre, istinbat yolu ile haberlerin delâletinden anlaşılacağı üzere, Kur’an’ın bir kısmından eğer ölüye fayda sağlamak, yahut içinde bulunduğu azabı hafifletmek kastedilirse faydası olur. Çünkü yılan sokmuş kimseye birisinin, şifa kastıyla Fatiha okuyunca fayda verdiği hadis ile sabittir. Hz. Peygamber (s.a.s) de bunu: “Fatiha’nın rukye olduğunu nereden biliyordun?” sözüyle ikrar etmiştir. Kur’an okumak, belli bir maksat için diriye fayda verince, ölüye fayda vermesi daha evladır. İbn-i Salah’a göre, Kur’an okuma sonunda: “Allah’ım okuduğumuz Kur’an’ın sevabını falancaya ulaştır” demesi ve okunan Kur’an’ı dua kılması uygun olur.

Bu hususta uzak, yakın değişmez. Bunun fayda vereceğine kesin olarak inanmak lazımdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de, zaman zaman kabirlere uğrar ve oradakilere dua ederdi. Bu konuda İbni Ebî Şeybe’den rivayet edilen hadis şöyledir: “Hz. Peygamber (s.a.s) her yılın başında Uhud’daki şehitlerin kabirlerine gelir ve şöyle derdi: “Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm ve selâmet! Dünyanın en güzel neticesi budur!” Allah Resûlü (s.a.s), bazen de Bakî’ mezarlığına çıkar ve şöyle derdi:

“Ey Mü’minler yurdunun sâkinleri! Selâm size bizler de inşaallah sizlere kavuşacağız. Allah Teâlâ’dan bizim ve sizin için âfiyet, ahiretle ilgili korku ve sıkıntılardan selâmet ve sıyanet dilerim.”

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a.s), buud değiştirerek dünyamızdan ayrılan insanlar için dua edip onlar hakkında âfiyet ve selamet dilemiştir. Şayet ölülerin arkasından yapılan duaların onlara faydası olmayacak olsa idi Allah Resûlü (s.a.s) böyle bir davranışta bulunmazdı. Aksi bir durum, Allah Resûlü’nün abesle iştigali demektir ki, O (s.a.s), bundan fersah fersah uzaktır. Çünkü Kur’an’ı Kerim’in ifadesiyle Hz. Peygamber (s.a.s) asla hevadan konuşmamıştır. O ne yapmış ve ne konuşmuşsa vahiy kaynaklıdır.

Okunan Kur’an’ın sevabının önce Hz. Peygamber’e (s.a.s) hediye edilmesi müstehaptır. Çünkü bizleri sapıklıktan O kurtarmıştır. Bunda bir nevi O’na teşekkür ve güzel bir mukabele vardır.

Ölülerin arkasından okunan Fatiha, Yâsin ve Kur’an’ın hatmi gibi virdlerden her biri, bir anda sayısız kişilerin ruhlarına yetişebilir ve onların hepsi de bu hediyeden nasiplerini alabilirler. Üstad Bediüzzaman, bu mevzuyu Şualar isimli kitabında şöyle izah etmiştir:

“Fâtır-ı Hakîm, nasıl ki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (a.s), umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştiği gibi, öyle de, okunan bir Fâtiha dahi, (meselâ) umum ehl-i iman emvâtına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî alemde, manevî havada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor. Hem nasıl ki, bir lamba yansa, mukabilindeki binler âyineye (her birine) tam bir lamba girer. Aynen öyle de, bir Yâsin-i şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, her birine tam bir Yâsin-i şerif düşer.”

Bazı alimler, okunan Kur’an’ın sevabının ulaşmasının yanısıra sevabı ölüye bağışlanmak şartıyla her bir amel-i salihin sevabının da ölüye ulaşacağını söylemişlerdir. Yalnız bunların sevap kazanılacak şekilde yani sırf Allah rızası için yapılması şarttır. Yoksa çoklarının yaptığı gibi parayla Kur’an okutup da ölüye bağışlatılmaz. Çünkü Kur’an okumak bir ibadettir. İbadet ise para için değil ancak Allah rızası için yapılınca sevabı olur ve bu sevap onların ruhlarına bağışlanır. Aksi halde sevap olmaz, sevap olmayan bir şey de başkalarına bağışlanamaz.

Malikî ve Şafiî mezhebinde meşhur olan görüşe göre, kendi ameli ve kesbi olmadığı için, Kur’an okumak da dahil olmak üzere, bedenî ibadetlerin hiçbirinin sevabı ölüye ulaşmazken kabrin yanında okunduğunda, ölmüş kişi, okunan Kur’an’ı dinlediği için, dinleyici sevabı alır.

Diğer bazı müctehidler de ölüye ancak evladın veya yakın akrabanın oruç, namaz ve haccının ulaşacağını ileri sürmüşlerdir. En isabetlisi, borç ve mesuliyetlerin düşmesi bahis mevzuu olmadan bağışlanan sevaptan Müslüman ölülerin istifade edecekleri hükmü olsa gerektir. Ancak şurası bir gerçektir ki, ölü, kendi yapmadığı ve ihmal ettiği ibadetlerden sorguya çekilecektir. Bazı cahil kimselerin zannettikleri gibi, ıskatını vermekle, yahut fidye ve kefaretini vermekle ölü, yüzde yüz mesuliyetten kurtulmuş olmaz. Eğer usulüne uygun şekilde yapılmışsa, yapılan bu gibi iyi amellerin sevabı bağışlanmakla sadece affı umulur.

 

Kabir ziyaretleri ve kabir başında Kur’an okumak

Kabirler, insana ölümü ve ahireti hatırlatır. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a.s), daha önce, cahiliyye devrinden yeni çıkan Müslümanların kabir ziyareti sebebiyle bir takım bâtıl inanç ve âdetleri hatırlamalarını ve hataya düşmelerini önlemek için yasakladığı kabir ziyaretini “Sizi kabirleri ziyaretten menetmiştim; artık şimdi onları ziyaret ediniz, çünkü bu size ahireti hatırlatır” hadisiyle tavsiye ve emir buyurmuşlardır. Mevzumuzla alakalı olarak Hz. Ebu Hüreyre’den (r.a) rivayet edilen diğer bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır:

“Resûlullah (s.a.s), annesinin kabrini ziyaret etti, kendisi ağladı, çevresindekileri de ağlattı. Sonra şöyle buyurdu: “Rabbimden annem için istiğfar etmeyi istedim, izin vermedi. Kabrini ziyarete izin istedim, verdi. Kabirleri ziyaret edin, zira bu size ölümü hatırlatır.” Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s) ashabına bir kabrin yanından geçerken “Selam size ey Mü’minler yurdunun sakinleri!” diyerek selam vermelerini talim buyurmuştur.

 

Kabir ziyaretinden üç fayda hasıl olabilir:

1- Ziyaret eden ölümü ve ahireti hatırlar.

2- Salih kişilerin kabirlerini ziyaret etmek, ruhlara inşirah, yüce duygulara bereket sağlar ve duaların kabulüne vesile olur.

3- Kabir ziyareti, zaman zaman bundan haberdar olan ölülere ünsiyet bahşettiği gibi, ziyaret vesilesiyle edilen dualar ve okunan ayetlerden onların istifade etmelerini de sağlar. Bazı alimlere göre ise ziyaretin tek faydası, ibret ve hatırlamadan ibarettir.

Hiçbir maddî menfaat beklemeden Kur’an-ı Kerim okuyup sevabını ölüye bağışlamak, alimlerin çoğunluğuna göre sünnete uygun bir davranıştır. Kişi kabrin başında kolayına gelen Kur’an ayetlerinden okur. Çünkü Kur’an okumanın sevabı orada olanlara ulaşır. Ölü de hazır olan gibidir. Onun hakkında da Allah’ın rahmeti umulur. Kur’an okumanın peşinden kabulünü umarak ölüye dua edilir. Çünkü dua ölüye fayda verir. Kıraatin peşinden yapılan dua kabul olunmaya daha yakındır. Dua edilirken kıbleye karşı yönelinir.

Kabri ziyaret eden kimsenin Yâsin suresini okuması müstehaptır. Nitekim Hz. peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Ölülerinize Yâsin suresini okuyun.”

Okunan Kur’an’ın sevabını ölülere hediye etmeyi caiz ve müstehap gören Ebu Hanife ve Ahmed b. Hanbel ile İmam Mâlik’e göre ise mezar yanında Kur’an okumak mekruhtur. Bu ibadet bir başka yerde yapılıp sevabı ölüye bağışlanmalıdır. Ebu Hanife’nin kabir yanında Kur’an okumayı mekruh görüşü, “sesli olarak okumaya” tahsis edilmiştir ki, İmam Muhammed’e (ö.189/805) göre, kabir yanında Kur’an okumak mekruh değil, müstehaptır. Zaten Hanefî mezhebinde tercih edilen görüş de İmam-ı Muhammed’in görüşüdür.

Bir rivayete göre, Ahmed b. Hanbel de İmam Muhammed’le aynı görüştedir ki, bunlar kabristanda Kur’an okumayı tavsiye eden bazı hadisler ve İbn Ömer’den gelen haberle delil getirmişlerdir. İbn Ömer vefatında, defnedilirken kabri üzerine Bakara Suresi’nin başının ve sonunun (yani Elif Lâm Mîm ile Âmenerrasûlü’nün) okunmasını vasiyet etmiştir.

 

7. Kurban

İslam’da kabirlerin başında ölüler adına kurban kesmek yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s); “Kabirde sığır, deve, koyun kesmek, İslam’da yoktur” buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. İslam’da bütün ibadetler gibi kurban da ancak Allah adına ve Allah rızası için ifa edilebilir. Ölüler adına olmamak şartıyla her zaman Allah rızası için kurban kesilerek tasadduk edilip sevabı onlara bağışlanabilir. Zikredeceğimiz şu rivayet de bunu göstermektedir: Hâneş (rahimehullah) anlatıyor:

“Hz. Ali (r.a)’yi gördüm, iki koç kesmişti.” Dedi ki, “Biri kendim için, diğeri Resûlullah (s.a.s) için.” Hz. Ali (r.a) ilave etti: “(Resûlullah (s.a.s) böyle emretti -veya şöyle demişti, böyle vasiyet etti.- Ben (hayatta olduğum müddetçe) ebediyen terk etmeyeceğim.”

Hz. Ali’nin (r.a) kestiği bu kurban Resûlullah’ın (s.a.s) vefatından sonrası için söz konusudur. Ebu Davud, hadisi “Ölü Adına kurban” adını taşıyan bir bâbta kaydetmiştir. Onun kaydettiği hadis, kesilen iki koçun da Hz. Peygamber (s.a.s) adına olmaya da yorumlanabilecek bir üslup taşımaktaysa da Hâkim’in bir rivayeti, Hz. Ali’nin, iki kendi adına, iki de Resûlullah (s.a.s) adına olmak üzere dört koç kestiğini açık bir biçimde ifade etmektedir.

Ayrıca Hz. Peygamber’in de ümmetinden Allah’ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet edenler adına kurban kestiği bildirilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.s) ölülerin arkasından kurban kesip sevabını onlara bağışladığına göre çok rahatlıkla ölülerin kendileri için yapılan hayır-hasenâttan haberdar oldukları ve onların sevaplarından faydalandıkları söylenebilir.

 

Konuyla Alakalı Bazı Yanlış İnançlar ve İşlenen Bid’atler

Buraya kadar meşru dairede olmak ve bid’at ve hurafelere girmemek şartıyla ölülerin arkasından yapılabilecek, onların bazısının azaplarının hafiflemesine bazısının da derecelerinin yükselmesine vesile olabilecek işleri izah etmeye çalıştık. Şimdi de bu konuda -iyi niyetlerle bile olsa- düşülen bazı yanlış inanç ve bid’atlere dikkat çekmek istiyoruz.

Bid’at; geniş ve dar kapsamlı olmak üzere iki şekilde tarif edilmiştir. Geniş kapsamlı olan tarife göre bid’at,

“Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şey”; dar kapsamlı olan tarife göre ise,

“Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup ilave veya eksiltme özelliği taşıyan her şey”dir. Ayrıca bid’at; “kitap, sünnet, icma, kıyas gibi İslam’ın kaynaklarında yeri bulunmadığı halde sonradan çıkarılan, İslâmî telakkî edilerek inanılan ve yapılan şeylerdir.” şeklinde de tarif edilmiştir.

Hurafe ise, mantıkî temeli olmayan anlayış ve uygulamaları, din adına ileri sürüp benimsenen batıl inanç ve davranışları ifade eden bir terimdir. Başka bir deyişle hurafe, aslı-esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman ve mekanların uğuru ve daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak dillerde dolaşan abartılmış hikayelerden ibarettir. Batıl inanışlar da bu asılsız söylentilere inanmak ve gereğine göre hareket etmek demektir.

 

Bu bid’at ve hurafelerden bazılarını şu şekilde açıklayabiliriz:

1. Ölü adına kurban kesmek

İslamiyet’te kurban, ancak Allah (c.c) adına ve O’nun rızası için kesilir. Fakat ne acıdır ki, pek çok insan, ölülerin arkasından onları memnun etmek ve böylece isteklerine kavuşmak için kabir başlarında kurban keserek onu ölüye adarlar ki bu, tamamen yanlış bir inanç ve bid’at bir harekettir. Bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber, “kabirde sığır, deve, koyun kesmek İslam’da yoktur” buyurarak bunu yasaklamıştır. Bu, cahiliye döneminden kalma bir âdettir. Çünkü o dönemdeki Araplar, belirli zamanlarda veya ölü defnedilir edilmez hemen sığır, deve veya koyun cinsinden bir hayvan getirip mezar başında kurban ederler ve etini dağıtırlardı.

Ne acıdır ki, gerçek bu iken ve çoğu da bu gerçeği bildiği halde hâlâ insanımız, bu bid’atları günümüzde işlemeye devam etmektedir.

Allah Resûlü (s.a.s), “İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir.” , “Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir.” ve “Her bid’at dalalet (sebebi)dir.” buyurarak ümmetini bid’atlara karşı uyarmış, ayrıca “Size sıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünneti...” buyurarak onlara bid’at ve sapıklıklara düşmemek için Kur’an ve sünnete sarılmayı tavsiye etmiştir.

 

2. Kabir yanında sevabını ölüye bağışlamak için veya başka gayelerle namaz kılmak

İslam’da kabule şayan olur niyetiyle ölüden medet umarak kabir yanında namaz kılmak, tevhid inancına aykırı olduğu için yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber de (s.a.s) dâr-ı bekaya göçeceği son hastalığında: “Allah’ın lâneti, Yahudi ve Hıristiyanlar üzerine olsun, onlar peygamberlerinin kabirlerini ibadethane (mescit) yaptılar” buyurarak ümmetinin dikkatini çekmiş ve onlar gibi yapmamalarını tavsiye etmiştir. Kabirlerin mescit edinilmesi, ya kabrin üzerine mescit yapmak ve üzerinde namaz kılmak suretiyle olur ki, bazı hadislerde bu açıkça zikredilerek, böyle yapanlar lanetlenmiştir. Yahut da kabrin yanında kabri ta’zim etmek için secde etmek veya kabre yönelerek namaz kılmak şeklinde olur. Allah Rasulü (s.a.s), böyle yapanları lanetlediğine göre, bu yasaktır. Çünkü İslam Fıkhı alimlerinin açıklamalarına göre, Hz. Peygamber’in yapana lanet ettiği bir işi yapmak haramdır.

3. Hz. Peygamber (s.a.s)’in kabr-i şerifi de olsa; onun taş ve demirlerini öpmek, onlara yapışıp asılmak ve elleri oraya koymak.

4. Ölülerden medet umarak kabir ve türbelere mum yakmak ve çaput bağlamak.

5. Ölülere yapılacak hayır ve hasenât için, “kırkıncı ve elli ikinci gece” gibi zaman tahsisi yapmak, bu zamanlarda özel merasimler tertip etmek ve ölüm yıldönümleri düzenlemek.

6. Mezar yanında sesli olarak zikir yapmak.

7. Ücret karşılığı Kur’an okumak ve okutmak.

8. Kabir etrafında Kâbe’yi tavaf eder gibi dönmek, teberrük kastıyla mezarlar üzerine elbise veya mendil bırakmak.

9. Namaz, oruç, kurban, adak, kefaret gibi ibadet ve borçları ifa etmeden vefat etmiş bir kimseyi bu borçlardan kurtarmak için, fukaraya nakdî bedellerini (ıskat ve devir) vermek. Iskat ve devir, günümüzde ülkemizin özellikle bazı bölgelerinde bir âdet ve ibadete karşı lâkayt davranmanın sebebi haline gelmiş bir bid’at, sünnette yeri olmayan bir davranıştır. Sünnete uygun olanı ise, ölü adına sadaka vermek ve günahlarının affı için dua etmektir.

10. Muayyen gecelerde ve yıl dönümlerinde ölünün ruhu için mevlit okutmak.

11. Allah dostlarının kabirlerinden getirilen toprağı şifa niyetiyle dağıtmak. Bazı türbelerin bazı hastalıklara şifa olduğuna inanmak.

12. Şikayet dilekçesini ölüye takdim etmek ve kabirde bulunanın bunu çözeceğine inanarak onu kabre koymak.

Bunlar ve bunlara benzer bid’atlar, ister Şamanizm’den, ister Yahudilik ve Hıristiyanlıktan gelmiş olsun asla tecviz edilemez. Zira bunlar, ölümü ve ahireti hatırlamak için yapılacak olan kabir ziyaretlerini maksadından saptırmak demektir ki neticede sahibine sevap yerine günah bile kazandırabilir. Öyleyse ölüler için onların arkasından faydalı bir şeyler yapmak isteyen şuurlu Müslümanların, Hz. Peygamber’in tavsiyeleri doğrultusunda hareket etmeleri ve bid’atlardan kaçınmaları gerekmektedir.

Netice olarak, konuyla ilgili gerek ayet ve hadisleri gerekse mezhep imamlarının mütalaalarını ele alıp değerlendirdiğimizde; hem sevabı ölülere bağışlanmak üzere yapılan dua ve ibadetlerin, hem okunan Kur’an-ı Kerim’in hem de yapılan hayır ve hasenâtın onlara ulaştığı ve faydalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda, ölen kişinin borçları varsa onlar ödenebilir, eda edemediği namaz ve oruçları için tasaddukta bulunulabilir, sevabı ölüye bağışlanmak üzere ihtiyaç sahiplerine sadaka verilebilir, Kur’an-ı Kerim okunabilir, dua edilebilir, hac yapılabilir ve hatta kurban kesilebilir... Yeter ki bütün bunlar, meşru daireyi aşmadan, konumuzun sonunda zikrettiğimiz bid’atlara girmeden Allah rızası için yapılsın ve sevabı ölen kişiye bağışlansın.

 

BİBLİYOGRAFYA

1. ADAM, Hüdaverdi, Bazı Kelam Problemleri, Değişim Yay., Sakarya, 1998.

2. AKTAŞ, Recep, İslâm Dininin Yasak Ettiği Batıl İnançlar, Bahar Yayınları, İstanbul, 1973.

3. ALİYYÜ’L-KÂRÎ, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî, Şerhu Fıkhi’l-Ekber, trc. Yunus Vehbi Yavuz, İstanbul, 1979.

4. BİRGİVÎ, Muhammed b. Pîr Ali, Risâle fî Ziyareti’l-Kubûr, baskı yeri ve tarihi yok, Resâil-i Birgivî içinde, 220-252. Sayfalar arası.

5. CANAN, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1990.

6. ÇAKAN, İsmâil Lütfi, Hurafeler ve Batıl İnanışlar, Büşrâ Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1991.

7. EŞ’ARÎ, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmâil, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn, Matbaatu’s-Seâde, Mısır, 1954.

8. GÜLEN, Fethullah, İnancın Gölgesinde, Nil Yayınevi, İzmir, 1994.

9. GÜNENÇ, Halil, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İlim Yayınları, İstanbul, 1990.

10. İBN ÂBİDÎN, Reddü’l-Muhtâr Ale’d-Dürri’l-Muhtâr, Beyrut, 1272 h.

11. İBN KAYYIM EL-CEVZİYYE, Şemsuddîn Ebî Abdillah b. Kayyim, Kitâbu’r-rûh, trc., Şaban Haklı, İz Yay., İstanbul, 1993.

12. KARAMAN, Hayreddin, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, Marifet Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1984.

13. MUTLAKU’R-RAHBÂVÎ, Abdulkâdir, Ahiret Günü, trc., Ahmed Serdaroğlu-Lütfi Şentürk, Nur Yayınları, 5. Baskı.

14. NURSÎ, Bediüzzaman Said, Şuâlar, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1996.

15. SÂBIK, Seyyid, Fıkhu’s-Sünne, Daru’l-Fıkhi’l-İ’lami’l-Arabî, 3. Baskı.

16. et-Terbiyetü’l-İslâmiyye, yıl, 23, sayı, 10.

17. TOPRAK, Süleyman, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 2. Baskı, Sebat Ofset, 1989.

18. YARAN, Rahmi, “Bid’at”, DİA, VI/129-131, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul, 1992.

19. YEL, Ali Murat, “Hurafe”, DİA, XXVIII/381-382, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul, 1998.

20. ZEYLEÎ’, Cemalüddîn Ebî Muhammed Abdillah İbni Yûsuf el-Hanefî, Nasbu’r-Râye li ehâdîsi’l-hidâye, Dâru’l-hadîs, Kâhire, trs.

21. ZUHAYLÎ, Vehbe, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, trc. Ahmet Efe, Beşir Eryarsoy, H. Fehmi, Ulus, Abdürrahim Ural, Yunus Vehbi Yavuz, Nurettin Yıldız, Risale Yayınları, İstanbul, 1990

 

* Yeni Ümit Dergisi'nin Nisan, 2005 tarihli 68. sayısından alınmıştır.

Author: Dr. Akif AKAY - min read. - Post Date: 05/21/2020