KALB -2 (Çağlayan Dergisi-Mayıs 2020)
Herkesin hüsn-ü şehadette bulunduğu bir kalbin, ilâhî âdetler gereği gel-giti, inhirafı düşünülemeyeceği gibi, mahrumiyetine de ihtimal verilemez. Zira o kalb, kâinata nisbeten Arş ne ise, insana nisbeten odur ve her an Hakk’ın nazar buyurduğu bir mücellâ aynadır.
Kalbin ana dinamikleri
İman kalbin canı,[1] ibadet[2] onun damarlarında akıp duran kanı,[3] tefekkür,[4] murakabe,[5] muhasebe[6] ise onun bekasının esaslarıdır. İmansız birinde kalb ölü ve ötelere karşı bütün bütün kapalı, ibadetsiz birinde o ölüm ağında ve onulmaz hastalıklarla sürüm sürüm, tefekkürsüz, muhasebesiz ve murakabesiz bir bünyede ise her türlü tehlikeye açık ve emniyetsizdir. Birinci kategoriye giren insanlar, sinelerinde emme-basma pompaları nev’inden bir et parçası taşısalar da, kat’iyen bunların kalblerinin var olduğu söylenemez.. ikinci nev’e girenler, varlık-yokluk arası vehimlerinin sisli dünyasında hep mesafelerin esiri olarak yaşar ve bir türlü hedefe ulaşamazlar.. üçüncü kısma dahil olanlar ise, bir hayli mesafe almış, bir hayli engebe aşmış olmalarına rağmen, tam zirveye ulaşamadıkları için, her zaman tehlike sath-ı mâilinde sayılırlar; düşe-kalka yürür, müsabakasını yene-yenile sürdürür ve ömürlerini vefasız ve aşılmaz bir tepenin yamaçlarında tüketirler.
Kalb ufkundan inanmış insanın hal ve keyfiyeti
İnanmış, inancını yaşamış ve otağını ihsan düzlüklerine kurmuş olanlara gelince, bunlar, sebepler planında emniyet doruğunda, ilâhî himaye açısından da güven kuşağında sayılırlar.[7] Varlığı basîretle süzer,[8] Allah’ın nuruyla eşyanın perde arkasına muttali olur,[9] hep temkinde bulunur; kalbi güvercin kalbi gibi tir tir yaşar[10] ve her yerde O’nun hoşnutluğunu arar; her işlerini Allah rızasına göre ayarlar ve Allah sevgisiyle yatar kalkarlar. Allah da onları hem sever, hem de inanan gönüllere sevdirir. Derken işte bunlar “makbul-ü ins ü cân” olur ve her yerde hüsnükabul görürler.[11]
Gerçek kalb insanlarından biri; Yusuf (as)
Sure-i Yusuf’un sıddîk kahramanı, mübarek ismine izafe edilen surede tam beş defa ihsan ehli olarak zikredilir ki; bu, yer-gök, dost-düşman, Yaratan-yaratılan herkesin, onun yakîn, muhasebe ve murakabesine şehadeti demektir.
Yusuf (aleyhisselâm) henüz genç bir tomurcukken, Allah onun ihsan şuuruna dikkati çeker ve “İşte Biz ehl-i ihsanı böyle mükâfatlandırırız.”[12] buyurur. Hapishanede, şakî-said herkes onun düşünce ufkundaki derinliği, duruluğu ve ledünnîliği sezince, onu merci kabul eder, ona koşar, ona inanır, ona bağlanır ve “Haydi bize te’vil-i ehâdîsi bildir; bildir ki, Seni ihsan şuuruyla serfiraz görüyoruz.”[13] der, problemlerini ona arz ederler.. girdiği her imtihanı başarıyla bitirmiş, dost-düşman herkesin sinesine taht kurmuş bu babayiğidi, Allah bir kez de, dünya karşısında tavrını değiştirmemesiyle takdir buyurur, “Rahmetimizi dilediğimize nasip kılar ve ihsan şuuruna erenlerin ecrini zâyi etmeyiz.”[14] der ve ilâhî teminatını ihtarda bulunur.. o güne kadar kalbleri her zaman, ona karşı kıskançlıkla atan kardeşleri, gün gelip de haset atmosferinden sıyrılabildiklerinde “Doğrusu, biz seni ihsanla bütünleşmiş kimselerden görüyoruz.”[15] diyerek ona, kapalı da olsa tarziyede bulunur ve sadakatini itiraf ederler.
Ve, nihayet Hz. Yusuf (aleyhisselâm), olgunlaşmış, itmi’nana ulaşmış[16] bir insan olarak, bunca şahidin yanında, mazhar bulunduğu ilâhî lütuflara bir de kendi şehadet eder ve “Doğrusu kim Allah’tan korkar, takva dairesinde yaşar ve her çeşidiyle sabrı temsil edebilirse, Allah da, böylesine ihsana ermişlerin ecrini zâyi etmez.”[17] der, tahdis-i nimette bulunur.
Kıvamını kazanan bir kalbin mazhariyetleri
Evet, böyle herkesin hüsn-ü şehadette bulunduğu bir kalbin, ilâhî âdetler gereği gel-giti, inhirafı düşünülemeyeceği gibi, mahrumiyetine de ihtimal verilemez. Zira o kalb, kâinata nisbeten Arş[18] ne ise, insana nisbeten odur ve her an Hakk’ın nazar buyurduğu bir mücellâ aynadır.[19] Hakk’ın bakıp bakıp her an ayrı bir değer verdiği böyle bir ayna kırılıp atılabilecek herhangi bir cisim değildir. O, insanlık gerçeğinin ruhu ve Allah’ın da memdûhudur.
Hz. Mevlâna:
حَق هَمِي گُويَد نَظَر مَانْ بَر دِلَسْت نِيست بَر صُورَت كِه اٰن اٰب و گِلَسْت
تُوهَمى گُويي مَـرَا دِل نِيزهَسْت دِل فَرازِ عَرشْ بَاشَـد نِـي بَسْـت
“Allah buyuruyor ki: ‘Bizim nazarımız kalbedir; sudan, balçıktan olan surete değildir.’ Sen, benim içimde kalbim var diyorsun, amma gönül, Arş’ın yücesindedir, aşağılarda değil.” der ve işte bu hakikati ihtar eder.
اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلٰى دِينِكَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مَحْبُوبِ الْقُلُوبِ
اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللهِۜ اَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ
"Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." (Ra'd sûresi, 28)
KALBİN BESLENMESİ VE HİZMETÇİLERİ:
İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır. Ve keza o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal -meselâ- en zaîf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerül Esved'in altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerül Esved'e muhafaza için tevdi ettirir. (Mesneviye-i Nuriye)
KALBİN CANLILIĞINI BESLEYEN/YİTİREN HUSUSLAR
- HAKK”A TAHSİSİ NAZAR
Kalbî hayatın diriliği ve onun sürekli ruh ufkuna müteveccih olabilmesi -sebepler açısından- öncelikle Hakk’a tahsis-i teveccühte bulunarak ona bir mir’ât-ı mücellâ nazarıyla bakıp bu latîfe-i rabbâniyeyi asla ikilem içinde bırakmamaya vâbestedir. “Allah, insanın içinde iki kalb yaratmamıştır.” (Ahzab, 33/4) ayeti de zannediyorum delaletlerin bir türüyle bunu hatırlatmaktadır. Evet, kalb işte böyle bir tecelligâh-ı ilahîdir ve “bî kem u keyf” Hakk’ın kâinatlara denk bir meclâ-i etemmidir. (“Kalb veya Latîfe-i Rabbâniye”, Çağlayan, Ekim-2017)
- KALBİN KÂTİLİ: HARAM LOKMA:
Harama düşmeme hususunda azamî dikkat göstermek gerektiğini ifade eden Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Helal de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur; şüpheli alanda dolaşan kimse ise, bir korunun kenarında hayvanlarını otlatan çoban gibidir. Koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının her an koruya dalması muhtemel olduğu gibi, o da her zaman harama girme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası mevcuttur; o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. İşte o, kalbdir!” Pek çok hakikati ihtiva eden bu nebevî sözden işarî yolla şu husus da istinbat edilebilir: Şayet kalbe akıp gelen ve onun tarafından da bütün vücuda pompalanan kan, helal rızkın ürünü ise, onunla hem kalb sağlıklı olacak ve sıhhatli çalışacaktır hem de o selim kalbin pompaladığı temiz kanla bütün cesedin sıhhati teminat altına alınmış olacaktır. Aksine, necis kanın deveranıyla meşgul bir kalb bozulmaktan kurtulamayacak ve püskürttüğü kirli kandan dolayı da bütün vücudu fesada uğratacaktır. Binaenaleyh, Hak dostlarından biri şöyle demiştir: “Bazen haram bir lokma ile kalb öyle bir değişir ve başkalaşır ki, bir daha da eski halini alamaz. Bütün günahlar kalbi katılaştırır ve özellikle gece kıyamına mani olur. Teheccüd namazıyla ve gece ibadetiyle karanlıkları aydınlatmanın önündeki en büyük engel haram lokmadır. Helal lokma da, başka hiçbir şeyin yapamayacağı şekilde kalbe müsbet tesir eder ve onu cilalandırır; kalbi iyiliğe ve ibadete sevkeder. Kalblerini murakabe halinde bulunduranlar, haram lokmanın ya da helal rızkın tesirlerini -İslam’ın şehadetinden başka- kendi tecrübeleriyle de bilirler.” (“Gece Kıyamı”, Ölümsüzlük İksiri)
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
"İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rab’leri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler." (Bakara sûresi, 277)
لَيْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ ف۪يمَا طَعِمُٓوا اِذَا مَا اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا ثُمَّ اتَّقَوْا وَاَحْسَنُواۜ وَاللهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ۟
"İman edip iyi ve yararlı işler yapanlara, bundan böyle Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve imanlarında sebat ile yararlı işlerine devam ettikleri, sonra takvâları ve imanları tam sağlamlaşıp kökleştiği, daha sonra da bu takvâ ile beraber, başkalarına da iyilik ettikleri takdirde, daha önce yiyip içtiklerinden dolayı kendilerine bir vebal yoktur. Allah da böyle güzel davrananları sever." (Maide sûresi, 93) (Önemli olan inandıktan sonra iman ve sebattır)
مَنْ كَانَ يُرِيدُ الْعِزَّةَ فَلِلَّهِ الْعِزَّةُ جَمِيعًا إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ وَالَّذِينَ يَمْكُرُونَ السَّيِّئَاتِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَكْرُ أُولَئِكَ هُوَ يَبُورُ
"Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah'a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur." (Fâtır sûresi, 10)
İMAN-İSLAM, İBADET MÜNASEBETİ
Lügat itibarıyla, iman ve islâm arasında bir fark söz konusu olsa da; islâmın imansız, imanın da islâmsız olamayacağı kabul edilen en sağlam görüştür. İman bir bâtın, islâm ise onun kavlî, fiilî, hâlî ortaya konması mânâsında bir zâhirdir.. ve işte din-i hak dediğimiz ilâhî nizam da bunların mecmuundan ibarettir.. evet din; iman ve islâmın bütün şube ve fakültelerinin hayata hayat olmasının ilâhî unvanıdır ve bu sistemin böylece kabul edilip yaşanması mü’mince bir tavır ve onu bu şekilde temsil eden de (dinci değil) dindardır. Bu itibarla dini sadece inançtan ibaret görenler de, onu bütün benliğiyle kabul edememiş kültür Müslümanları da aldanmış sayılırlar. Her iki zümrenin de, Allah’ın dine, diyanete vaad ettiği dünyevî-uhrevî mükâfatlardan mahrum kaldıkları/kalacakları açıktır. Ancak bu mütalaalara dayanarak ameli imanın bir parçası saymak da doğru değildir. Amelin farz olduğuna inandığı halde onu tam yerine getiremeyenler günahkâr olsalar da yine mü’min kabul edilirler.. ve böyle düşünmenin Mürcie mülâhazasıyla da hiçbir alâkası yoktur. Zira, inanıyorum deyip günahı önemsememe başka, onu “Allah dilerse affeder, dilerse azap eder.” (Buhârî, îmân 11; Müslim, hudûd 41)mazmunu çerçevesinde değerlendirmek ise daha başkadır. (“İslam’a İcmali Bir Bakış”, Kendi Dünyamıza Doğru)
[3] İBADETİN İMAN HAYATINDAKİ ROLÜ:
İnancın Fıtratla Bütünleşmesi
İslâm’ın biri itikad, diğeri de bu itikadın amelî ciheti olmak üzere iki yönü vardır. İtikad; İslâm’ın temel iman esasları olan, Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere inanma demektir. Bundan başka İslâm’ın bir de amelî ciheti vardır ki, ibadet ü taat ve evrâd ü ezkâr bu kategori içine girmektedir. İtikada ait meseleler, İslâm’ın kökü, ibadete müteallik hususlar ise dalları ve semereleri hükmündedir. İbadet, bütün güç ve kuvveti ile itikada ait meselelerin blokajı ve onları inkişaf ettiren fakülteleridir. Zira dinî hayatın kaymalardan korunması ve kollanması ancak ibadet ü taatle mümkündür. İnsan, ibadet ü taat olmazsa, kendi tabiatıyla bütünleşemez ve bunun neticesinde onun için, her zaman bir kısım değişik inhiraf noktalarından kaymalar söz konusu olabilir. İbadet ü taat, insanda ikinci bir fıtrat meydana getirir ve işte bu ikinci fıtrat, insanın gerçek kimliğini oluşturur. Günümüzde eksikliği ciddî şekilde hissedilen bu durum, çok yaygın olarak kimlik arayışı veya kimlik bunalımı şeklinde kendini hissettirmektedir. Zannediyorum bizler, gerçek kimliğin ne olduğunu da bilmemekteyiz. Bir mü’min için kimlik, akide ile alâkalı manzumeyi olduğu gibi kabul etmek, ibadet ü taatle bütünleşmek ve muamelatını da tarihten gelen sabit şekliyle yerine getirmektir. İşte ibadet ü taat sayesinde inanılan bu nazarî hakikatler, doğrudan doğruya pratiğe dönmekte ve dolayısıyla da insan tabiatıyla bütünleşmektedir. İnsan, nazarî olarak inanılması gerekli olan bir kısım hakikatleri kabul edebilir. Ancak, ister ilim adına yapılan araştırmalarda, isterse inanç ve ibadet dünyasıyla alâkalı hususlarda olsun, mârifetullah ufkuna ulaşmak nazarî akılla değil; amelî akılla mümkün olacaktır. Zira insan, inancını ancak ibadet ü taatle tabiatının bir parçası ve derinliği hâline getirebilir. Bu sebeple ibadet ü taat yapmayan bir insanın inancı sığdır ve böyle bir insan her an inhiraf etmeye mahkumdur. (Fasıldan Fasıla-4)
[4] TEFEKKÜR KALB MÜNASEBETİ
1- Daima, tefekkürle kalb ve kafayı beslemek lâzımdır
Tefekkür hususunda Kur’ân’da pek çok âyet bulabilirsiniz. Meselâ, bunlardan birinde ayakta, oturarak ve yanları üzerinde Allah’ı zikredenler ve yerlerle göklerin yaratılışını tekrar tekrar mütalâa edip didikleyenler takdirle ele alınır. Efendimiz, bazen gece teheccüt vakti bu âyeti okuyup ağlar ve şöyle derdi: “Bu âyeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun!”Bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadet hükmüne geçtiğini ifade eden hadis-i şerifler bile vardır.
Malumatı olmayan insanın tefekkür etmesine imkân yoktur; tefekkür edebilmek için bazı şeyleri bilmek lâzımdır. İnsan, sahip olduğu bilgi ölçüsünde yeni terkiplere varır; bu terkipleri, yeni yeni hüküm ve komprimeler için mukaddime olarak kullanır.. derken, onun tefekkür dünyasında devamlılık ve çok buudluluk husule gelir.
Malumattan mahrum, âmice ve cahilce tefekkürler, öze inemez; üst katmanlarda, kabukta kalır ve aynı zamanda ülfet ve ünsiyet meydana getirir. Derinlere dalıp, kıymetli cevherler çıkarma imkânı vermeyeceği için de, hayalî meselelere inhimaka sürükler ve zamanla ortada tefekkür adına bir şey kalmaz. Bu türden cahilane tefekkürün, mârifet adına kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Hemen şu noktayı da belirtelim ki, tefekküre götürücü malumat sözüyle, kâinat kitabını tetkik eden, Kur’ân’la kâinat arasındaki münasebet ve illiyeti gösteren eserleri, bu arada günümüzde müsbet ilimlere ait ansiklopedik malumatı kastediyoruz. Nice şair ve yazarlar vardır ki, yazdıklarını okuduğunuzda kendinizi İrem bağlarının ortasında zanneder ve onlardan ağaçların, kuşların, çiçeklerin, baharların destanlarını dinlersiniz ama kalbî hayatınız adına bu kadar söz arasından bir çiçek yaprağına dahi sahip olamazsınız. Zira hep sanatla, tabiatla meşgul olmuşlar, olmuşlar ama bir türlü ileriye gidememiş, Sanatkâr adına mesafe kat edememiş ve dolapla dönüyor gibi daire çizip durmuşlardır. Bu tür malumatların da, tefekkür adına hiçbir yararı yoktur. Öyleyse, istikamet üzere tefekkür veya tefekkürde istikamet, ancak vahyin ışığı altında eşya ve hâdi seleri hallaç etmekle mümkün olacaktır. (İnancın Gölgesinde 2)
Akla gereğinden daha fazla önem veren ilim adamları rasyonalizm içinde boğulmuşlardır. Akıl, yerine göre önem arz eder. Ancak, kalb öndedir, akıl ona yardımcıdır. Akıl, insanı belli bir noktaya kadar götürür; o noktadan sonra fayda vermez. Orada onu taşa vurup kırmak ve yolun sonrasına kalb ayağıyla devam emek gerekir. Akıl, burada kalbe “Haydi top senin, çevgan senin artık” der. Böyle bir benzetme ile Mevlânâ da dahil bazı sufîler Cebrail aleyhisselâma “akl-ı evvel” (ilk akıl) demişlerdir. Zira o, Mirac’ın bir noktasında “Buradan daha ileri gidemem” demiş; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yalnız olarak yoluna devam etmiştir. Ben Cebrail için öyle diyemem, uygun bulmuyorum; ama bu işin ehli olan Mevlânâ bu konuda çok ısrarlı. Ben her gün Cebrail’e salât u selâm okuyorum. Fakat bazen düşünüyorum, “O bir melek, terakki etmesi söz konusu değil. Benim duam onun hakkında ne ifade edecek?” Yine de okumaya devam ediyorum. (Kırık Testi 1)
[5] MURAKABE NEDİR?
Gözetme, mülâhazaya alma, intizarda bulunma, kontrol etme ve kontrol edildiği şuuruyla yaşama mânâlarına gelen murâkabe; hâl ehlince, Allah’tan gayrı her şeyden alâkayı keserek kalben Cenâb-ı Hakk’a yönelmek, ilm-i ilâhînin her şeyi kuşatmış olduğu inanç ve mülâhazasıyla nefsini menhiyâta karşı gemleyip hayatını Allah’ın emirleri ışığı altında dizayn edip yaşamaktan ibaret görülmüştür. Murâkabeyi; her zaman Hakk’ın muradını takip etme ve Cenâb-ı Hak tarafından takip edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayat ve davranışlarımızı ciddî bir çizgide sürdürme şeklinde de yorumlayabiliriz. Bu da ancak, Cenâb-ı Hakk’ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla gerçekleşebilir. (“Murakabe”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)
[6] MUHASEBE NEDİR?
Kelime itibarıyla hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama mânâlarına gelen muhasebe; mü’minin, her lahza iyi-kötü, doğru-yanlış, sevap-günah nevinden yaptığı bütün amellerini gözden geçirip, hayır ve güzellikleri şükürle karşılaması; inhiraf ve günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlık ve kötülükleri de tevbe ve nedametle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın iradesinin hakkını vermesi adına da ciddî bir teşebbüstür. (“Muhasebe”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)
رَسُولاً يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِ اللهِ مُبَيِّنَاتٍ لِيُخْرِجَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ وَمَنْ يُؤْمِنْ بِاللهِ وَيَعْمَلْ صَالِحاً يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۜ قَدْ اَحْسَنَ اللهُ لَهُ رِزْقاً
"İman edip sâlih amel işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size Allah'ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir. Kim Allah'a inanır ve faydalı iş yaparsa Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokar. Allah o kimse için gerçekten güzel bir rızık vermiştir." (Talâk sûresi, 11)
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ۟
"Şüphesiz iman edip iyi iş yapanlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır." (Fussilet sûresi, 8)
İMAN-İSLAM İHSAN
Bildiğiniz gibi, bir gün Cebrail aleyhisselâm, insan suretinde Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gelmiş; iman, İslâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri ile alakalı bazı sorular sormuştur. Cebrail aleyhisselam’ın bizzat soru sorduğu ve cevaplarını tasdik ettiği bu ziyaretin anlatıldığı hadis-i şerif “Cibril hadîsi” olarak anılmaktadır. Hazreti Cibril-i Emin onların yanından ayrılınca Peygamber Efendimiz “O Cibrîl’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti” buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerifte geçen iman, İslâm ve ihsan üçlüsü de titiz yaşama adına çok önemlidir; çünkü, dini öğretmek için gelen Vahiy Meleği özellikle bu üç hususu sormuş ve Peygamber Efendimiz de bunların bütününe “din” demiştir.
İman hakikatinin, tesirini tam olarak ortaya koyması ancak İslâm’la mümkündür. İman, işlene işlene insanın tabiatına mâl olup, onun davranışlarını belirleyen ve yönlendiren bir derinlik hâline gelince hakikî iman hasıl olur. Aksi taktirde, Allah’ın adem-i mevcudiyetine mesnetmiş gibi ortaya konan bazı şeyleri yıkarak ve sadece birkaç delile dayanarak ulaştığınız ya da atalarınızın size telkin ettiği iman nazarî bir imandır. Öyle bir iman sayesinde “Allah vardır” dersiniz ama o meselenin hakikatini araştırmadığınız sürece kalbinizin derinliklerine kök salacak ciddi bir irfana da ulaşamazsınız. Oysa ki, nazarî iman, amel vesilesiyle insan tabiatının onu yönlendiren bir derinliği haline gelmelidir. O duruma gelinceye kadar da insan için tehlike ihtimali çoktur. Tehlike ihtimalini azaltmanın yolu ise İslam esaslarına bağlılıktır.
Aslında, İslam esasları sadece beş tane değildir. Mehâsin-i ahlâkı bütün fakülteleriyle yaşamak da İslam’ın bir şartıdır. Bir müslümanın mesâvi-i ahlâktan içtinab etmesi de lazımdır. Hazreti İmam-ı Gazalî, İhyâ’sında bazı mevzuları mühlikât (helak eden, felakete sürükleyen hususlar) ve münciyât (kurtaran, felaha götüren ameller) başlıkları altında serdediyor. İşte, İslam bunların hepsine riayet etmek ve bu riayeti de bir yönüyle bir iç istek haline getirmek demektir. Öyleyse, bir Müslüman, dinin emirleri mevzuunda da, yasakları konusunda da çok titiz davranmalı; emirleri yapmanın ve yasaklardan içtinab etmenin tiryakisi olmalı; bu hususta, âdeta uyuşturucuya kendisini kaptıran ve ondan vazgeçemeyen bağımlı bir insan gibi yaşamalıdır. Bir vakit namazı kaçırma tehlikesiyle yüz yüze kalsa, “Acaba namazım mı önce kaçar, aklım mı?” diyecek kadar o meselenin delisi olmalıdır. Bir uçağa bineceği zaman, her şeyden evvel, namazını orada da hakkıyla eda etmenin hesabını yaparak binmeli; şehirler arası bir yolculuğa çıkarken “Vakti geldiğinde namazımı farz, vacip ve sünnetine riayet ederek eda edeceğim; ben yemeğimden, çayımdan vazgeçebilirim ama namazımdan taviz veremem.” düşüncesiyle dopdolu olarak çıkmalıdır. Seyahat sırasındaki namazlarının birinden az bir taviz verse o seyahatini de bereketsiz kabul etmelidir. Bu, dinin tiryakisi olma demektir. Öbürü ise, taklitten kurtulamamayı, iğreti durmayı gösterir. Öyle iğreti duran bir insan da tehlikeli bir zeminde ve mâil-i inhidamdır; o her an yıkılıp gidebilir.
Evet, imanını amelle takviye edecek ve İslâm sayesinde derin bir marifete ereceksin. Fakat, onunla da yetinmeyecek, ihsan ufkuna yürüyeceksin. Salih amellere yapışacak ve ibadetlerin hakkını vereceksin ama bunları yaparken Allah’ı görüyor gibi bir hâli yakalayacaksın. (Ümit Burcu)
[8] BASİRET
Sözlüklerin; idrak, fetanet, delil ve şahit kelimeleriyle karşılamaya çalıştıkları basîret, kamus ve târifât kitaplarında: “Kalb gözünün açıklığı, idrak genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp-sezme ve yarınları bugünle beraber değerlendirebilme melekesi.” olarak tarif edilmiştir. Gönül erlerinin muhaverelerinde basîret, bir başka derinlik ve ihâtaya ulaşır. Şöyle ki; o, tefekkür ve ilhamın rehberliğinde biricik irfan kaynağı, eşyanın hakikatini kavramada ruhun ilk idrak mertebesi; aklın renk, şekil ve keyfiyetlere takılıp kaldığı noktalarda, ruhî değerleri görüp tesbit eden bir vicdanî şuur ve ilâhî tecellîlerle nurlanıp Zât-ı Ulûhiyet’in ünsiyeti ziyasıyla sürmelenmiş öyle bir idraktir ki, idraklerin yalın ayak, baş açık hayallerle yorulup bîtâp düştükleri vadilerde o, delil ve şahide ihtiyaç duymadan eşyanın perde arkası sırlarıyla halvet olur ve aklın şaşkın şaşkın dolaştığı yerlerde gider Hakikatler Hakikatine ulaşır. (“Basiret-Firaset”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)
قُلْ هٰذِه سَبِيلِۤي أَدْعُۤوا إِلَى اللهِ عَلٰى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي
“De ki: İşte benim yolum! Ben Allah’a –körü körüne değil– basîret üzere davet ediyorum.. bana tâbi olanlar da öyle...” (Yusuf sûresi, 108)
- قَدْ جَٓاءَكُمْ بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَمَنْ اَبْصَرَ فَلِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَاۜ وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِحَف۪يظٍ
"(Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim." (En'âm sûresi, 104)
[9] FİRASET
İnsan simasından kâinat çehresine kadar her nokta, her kelime, her satır, إِنَّ فِي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّمِينَ “Elbette bunda basîret ve firaseti olanlar için ibretler vardır.” (Hicr sûresi, 15/75) gölgesinde seyahat edenlere çok mânâlı birer lafız, hatta birer kitaptır. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ “Mü’minin firasetinden korkun ve titreyin. Çünkü o, Allah’ın nuruyla nazar eder.” (Tirmizî, tefsîru sûre (15) 6; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/102)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا تُوبُٓوا اِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحاًۜ عَسٰى رَبُّكُمْ اَنْ يُكَفِّرَ عَنْكُمْ سَيِّـَٔاتِكُمْ وَيُدْخِلَكُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۙ يَوْمَ لَا يُخْزِي اللهُ النَّبِيَّ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۚ نُورُهُمْ يَسْعٰى بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّـنَٓا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَاۚ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
"Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nûrları aydınlatıp gider de, ‘Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin’ derler." (Tahrîm sûresi, 8)
[10] GÜVERCİN KALBİ GİBİ:
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِىِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ « يَدْخُلُ الْجَنَّةَ أَقْوَامٌ أَفْئِدَتُهُمْ مِثْلُ أَفْئِدَةِ الطَّيْرِ
“Cennete girecek olan topluluklardan öyleleri vardır ki kalpleri kuş kalbi gibidir.” (Müslim, Cennet 27; Ahmed b. Hanbel, 2/331)
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ اٰيَاتُهُ زَادَتْهُمْ ا۪يمَاناً وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَۚ
"Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir." (Enfâl sûresi 8/2)
[11] ALLAH KULUNU SEVDİRİR
إن الله تعالى إذا أحب عبدا دعا جبريل، فقال: إني أحب فلانا فأحببه، فيحبه جبريل، ثم ينادي في السماء، فيقول: إن الله يحب فلانا فأحبوه، فيحبه أهل السماء، ثم يوضع له القبول في الأرض، وإذا أبغض عبدا دعا جبريل، فيقول: إني أبغض فلانا فأبغضه. فيبغضه جبريل، ثم ينادي في أهل السماء: إن الله يبغض فلانا فأبغضوه، ثم توضع له البغضاء في الأرض.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
Allah Teala bir kulu sevdiği zaman Cebrail’e: “Ben filanı seviyorum onu sen de sev!” diye emreder. Cebrail onu sever ve sonra gök halkına: “Allah filanı seviyor, onu siz de seviniz” diye seslenir. Gök halkı da o kimseyi sever, sonra yeryüzündekilerin kalbinde o kimseye karşı bir sevgi uyanır Allah Teâlâ bir kula buğz ettiği zaman, Cebrail’e: “Ben, filanı sevmiyorum, onu sen de sevme!” diye emreder. Cebrail de onu sevmez. Sonra Cebrail gök halkına: Allah filan kişiyi sevmiyor, onu siz de sevmeyin, der. Göktekiler de o kimseyi sevmezler Sonra da yeryüzündekilerde o kimseye karşı bir kin ve nefret uyanır. (Müslim, Birr 157)
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُداًّ
"İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır." (Meryem; 96)
[12]
وَلَمَّا بَلَغَ اَشُدَّهُٓ اٰتَيْنَاهُ حُكْماً وَعِلْماًۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ
"(Yusuf) erginlik çağına erişince, ona (isabetle) hükmetme (yeteneği) ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle mükâfatlandırırız." (Yûsuf sûresi, 22)
[13]
وَدَخَلَ مَعَهُ السِّجْنَ فَتَيَانِۜ قَالَ اَحَدُهُمَٓا اِنّ۪ٓي اَرٰين۪ٓي اَعْصِرُ خَمْراًۚ وَقَالَ الْاٰخَرُ اِنّ۪ٓي اَرٰين۪ٓي اَحْمِلُ فَوْقَ رَأْس۪ي خُبْزاً تَأْكُلُ الطَّيْرُ مِنْهُۜ نَبِّئْنَا بِتَأْو۪يلِه۪ۚ اِنَّا نَرٰيكَ مِنَ الْمُحْسِن۪ينَ
"Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi." (Yûsuf sûresi, 36)
[14]
وَكَذٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْاَرْضِۚ يَتَبَوَّاُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَٓاءُۜ نُص۪يبُ بِرَحْمَتِنَا مَنْ نَشَٓاءُ وَلَا نُض۪يعُ اَجْرَ الْمُحْسِن۪ي
"Ve böylece Yusuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz." (Yûsuf sûresi, 56)
[15]
. قَالُوا يَٓا اَيُّهَا الْعَز۪يزُ اِنَّ لَـهُٓ اَباً شَيْخاً كَب۪يراً فَخُذْ اَحَدَنَا مَكَانَهُۚ اِنَّا نَرٰيكَ مِنَ الْمُحْسِن۪ينَ
"Dediler ki: Ey aziz! Gerçekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoy. Zira biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz." (Yûsuf sûresi, 78)
[16] İTMİ’NANA ULAŞMIŞ:
Nefis, -üzerinde birkaç kez durulageldiği disiplin ve yöntemlerle- az da olsa dürtülerinin önü alındığı, sütreler oluşturulduğu ölçüde “beyne beyne” bir hal alır ki -ileride üzerinde durulacaktır- bu haliyle ona “nefs-i levvâme” denmektedir. Hakk’a teveccüh-ü tam, dua, zikir, fikir, riyazet ve mürşid-i kâmil ile bir-iki adım daha atınca, belli ölçüde itmi’nana vekı bir huzur oturaklaşmasına erdiğinde de o nefse “nefs-i mutmainne” denegelmiştir.
Kur’an-ı Kerim ilk hamle ve sıçramanın hâsıl ettiği duruma وَلاَ أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ “Kendini eleştirip kusurlarından ötürü pişmanlık duyan nefse kasem ederim!..” (Kıyâme sûresi, 2) ayetiyle işaret buyurur. Birkaç basamak yukarılarda bulunan nefse de يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً Ey iman ve ihsanla itmi’nana erip oturaklaşmış nefis! O senden, sen de O’ndan razı olarak dön Rabb’ine!” (Fecr sûresi, 27-28) âyât-ı pür envârıyla iltifâtât-ı sübhâniyesini gösterir. Bu seviyeye ermiş bir nefis, tefekkür, tedebbür ve değişik derinlikteki teemmülleriyle insanın manevî anatomisinin melekûtî bir buudu haline gelir. (“Farklı Mertebeleriyle Nefis -4” Çağlayan, Ağustos-2018)
-DÖRT ÇEŞİT KALB
Bu abide şahsın irfan ufkundan, sıradan insanlara, hatta mülhidlere kadar herkesin seviyesine göre kalble muameleleri farklı farklıdır:
1- İlhad yörüngesinde yürüyen münkir, mülhid ve münafıkların kalbleri ki, Kur’ân’ın muhtelif yerlerinde “hatm” ve “tab’” kelimeleriyle ifade edildiği gibi, bunlar hep bir kasvet, bir duymazlık ve aymazlık sarmalı içindedirler. “Kalbleri Allah’tan kopup kaskatı kesilmiş bu kimselerin vay haline!” (Zümer sûresi, 22)
2- Ara-sıra nisyan ve hatalara düşen, gafletle iç içe, taklit güzergâhının temkin bilmez yolcuları ki, bunlarda da hasenât ve seyyiât omuz omuzadır; yer yer günahlara girerler ama sonra da döner tevbe ederler; Allah da dilerse onları affeder. Zannediyorum Tevbe Sûresi’nin 102. âyeti de bu tür kimseleri ifade etmektedir.
3- İtmi’nana erip oturaklaşmış kalb insanları ki, sürekli O’na müteveccihtirler.. ağızlarını açtıklarında hep O’nu dillendirirler.. “Yâr.. Yâr..” deyip O’nu andıkça burun kemikleri sızlar, derken bütün benliklerini bir vuslat arzusu sarar.. oturur kalkar en âlî evsâfıyla hep O’nu anarlar; andıkça da daha bir temkine ve itmi’nana ulaşırlar. Kur’ân icmâlen bu koç yiğitlere, “İyi biliniz ki, kalbler ancak zikrullah ile itmi’nan ve sekîneye erer ve oturaklaşır.” (Ra’d sûresi, 28) nurefşân beyanıyla tebşîr u takdirde bulunur.
4- Her an ayrı bir im’ân-ı nazarla, görülüyor olma rasathanesinden, görüyor olma ufkuna müteveccih gerilim içinde bulunan, akrabü’l-mukarrabîn olan latîfe-i rabbaniye erbabı ki, bunlar zirvelerde tayaran ettikleri halde temkin ufkunun gereği, müşahede derinliğinin mehâbeti, arkalarındakilere teyakkuz dersi… gibi mülahazalarla hâlden hâle girer.. haşyet ve heybet nöbetleri geçirir.. kurbetin hâsıl ettiği saygıyla titrer.. ve يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım, kalbimi dininde sabit kıl.” (Tirmizî, Kader, 7) der, inlerler. Kendilerine bu hassasiyetleri sorulduğunda da إِنَّ الْقُلُوبَ بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمَنِ يُقَلِّبُهَا كَيْفَ يَشَاءُ “Kalbler, “beyne isba’ayni min esâbi’ı’r-Rahmân”dır, onu istediği gibi evirir çevirir.” (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mâce, Dua, 2.) şeklinde temkin edalı bir beyanla cevaplandırırlar. (“Kalb veya Latîfe-i Rabbâniye”, Çağlayan, Ekim-2017)
[17]
قَالُٓوا ءَاِنَّكَ لَاَنْتَ يُوسُفُۜ قَالَ اَنَا۬ يُوسُفُ وَهٰذَٓا اَخ۪يۘ قَدْ مَنَّ اللهُ عَلَيْنَاۜ اِنَّهُ مَنْ يَتَّقِ وَيَصْبِرْ فَاِنَّ اللهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُحْسِن۪ينَ
"Yoksa sen, gerçekten Yusuf musun? dediler. O da: (Evet) ben Yusuf'um, bu da kardeşim. (Birbirimize kavuşmayı) Allah bize lütfetti. Çünkü kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez, dedi." (Yûsuf sûresi, 90)
[18] ARŞ:
Lügat itibarıyla, çardak, taht, binanın tavanı veya bir şeyin ufku mânâlarına gelen arş; bütün gökleri ve yerleri kaplayan, bütün burçları kuşatan, maddî-mânevî umum kâinatlarla alâkalı ilâhî emir, irade ve meşîet-i sübhaniyenin ilk tecellî ve zuhur mahalli ulvî bir âlemin unvanıdır. Bu yüce âleme “Arş” dendiği gibi onun tersi sayılan ve altı kabul edilen yere de “ferş” denegelmiştir. “Arş’a çıkılır, ferşe inilir.” sözleriyle, bunu daha bir netleştirmiş ve Arş u ferşi iki kutup şeklinde göstermişlerdir; devriyelerden birine arşiye ve diğerine de ferşiye denmesi de bu mülâhazaya bağlıdır. Arş’ı, kinâî olarak, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin ilk tecellî ufku şeklinde yorumlamanın daha uygun olacağını söylemeden edemeyeceğim; zira böyle bir yaklaşımda Allah’ın hayyiz ve mekân mülâhazalarından münezzehiyeti de ifade edilmiş olmaktadır. “Arş’a istivâ” sözü bir hakikat-i mübhemedir; yoksa, Hakk’ın ne Arş’ta oturması ne de kurulması söz konusudur. (“Fizik Ötesi Alemler”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)
- Bediüzzaman Hazretleri Arş’la alâkalı şu mütalâayı serdediyor:
Arş, Zâhir-Bâtın, Evvel-Âhir isimlerinin halitasından ibarettir. Halitanın bir buudunu teşkil eden ism-i Zâhir itibarıyla Arş mülk, kâinatsa melekût olur. İsm-i Bâtın açısından Arş melekût, kevn ü mekânlar ise mülk olur. Yani Arş’a ism-i Zâhir itibarıyla bakılsa kendi zarf, kevn mazruf; ism-i Bâtın zaviyesinden nazar edildiğinde de o mazruf, kâinatlar da zarf olur. Keza, ism-i Evvel itibarıyla ona bakıldığında وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَۤاءِ âyetinin ifade ettiği âlemin bidayetini işaretler; ism-i Âhir itibarıyla da سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْشُ الرَّحْمَانِ hadisinin imada bulunduğu nihayete vurguda bulunur. Bu itibarladır ki, Arş’a, bu dört isimden aldığı hisse-i tecellî ile bütün varlık ve kâinatların sağını-solunu, altını-üstünü, içini-dışını kuşatan bir halita nazarıyla bakabiliriz. (Sözler)
[19] MÜCELLA BİR AYNA:
İnsan, Kâinattaki Şuurlu Tek Aynadır
Mahlûkatın her biri birer aynadır ve aynalıklarıyla bütün ilâhî tecellîleri aksettirirler. İnsan ise kâinatta şuurlu tek aynadır. Zât-ı Ulûhiyetin bilinmesi ancak insan gibi şuurlu bir ayna ile olur. Eğer bu mükemmel ayna olmasaydı, Zât-ı Ulûhiyet bilinemezdi.. evet O’nu gösterme adına insan çok iyi bir ayna olmuştur. Ama Server-i Enbiyâ (aleyhissalâtu vesselâm), bir mir’at-i mücellâ olarak bütün tecellîlere aynaların aynası olmuştur. Eğer o aynada tecellîler aksetmeseydi her yer ve her mevcut zifiri karanlıkta kalırdı. Allah, bizleri marziyatına talip muktedilerden eylesin ve hidayetiyle beraber bize istikamet nasip etsin! Âmin (“Sözün Özü” Fasıldan Fasıla 5)
BİR MÜCELLA AYNA, İNSAN-I KAMİL:
Aslında insan-ı kâmil, öyle bir mir’ât-ı mücellâdır ki, her dakika kim bilir kaç defa, şuûnât-ı zâtiye onda “bî kem u keyf” tecellî eder, tecellî eder de, işte böyle bir arzlıdan ötürü yerküre semaların önüne geçer. Zira insan-ı kâmil, âdeta bütün varlığın aklı, kalbi ve ruhu mesabesindedir; onsuz hiçbir şey doğru anlaşılamaz, hiçbir ilim mârifete dönüşemez ve hiçbir şeyin hayat esrarı tam hissedilemez. Onun bakış zaviyesine bağlanamamış bütün bir fizik âlemi ruhsuz, ve onunla şöyle-böyle aydınlanamamış bütün zaman parçaları da nursuzdur.. tabiî böyle bir boşlukta yaşayan insanlar da kalbî ve ruhî ufukları itibarıyla fetret insanı sayılırlar. Muahezeye maruz kalmayacakları mânâsına fetret insanı değil, mahiyet-i insaniyelerini inkişaf ettirememiş olma anlamında fetret insanı. (“İnsan-ı Kamil”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)