Hazreti Musa Kıssasının Tebliğ Boyutu
Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) mücahedesini anlatan ve Kur’ân’ın değişik yerlerinde farklı boyutlarıyla sürekli tablolaştırılan kıssada da tebliğ mesuliyetinin îfası ve tesiri için inananlara sır dolu mesajlar vardır.
Hidayet ve şifa kaynağı Kur’ân’ın hikmetli kıssalarında muttaki müminler için; ferdî, ailevî, millî hayatlarının istikamet yörüngeli olması adına -dinî, ahlâkî, hukukî, idarî, ticarî, ruhî, içtimaî- birçok ölçülerin, derslerin olduğu tespit ve ifade edilir/edilmektedir. Peygamberlere varlık gayesi, tâbilerine vacip bir vazife olan tebliğin esası, üslûbu ve usûlü adına da bu kıssalar çok sayıda temsilî bilgiler içerir. Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) mücahedesini anlatan ve Kur’ân’ın değişik yerlerinde farklı boyutlarıyla sürekli tablolaştırılan kıssada da tebliğ mesuliyetinin îfası ve tesiri için inananlara sır dolu mesajlar vardır.
Bu bağlamda Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kıssası incelendiğinde marufun emri münkerin nehyi yolunda şu hususların vurgulandığı görülür:
İhlâslı olma
Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) nübüvvet vazifesini yerine getirirken yaşadığı çileli hayat ve gösterdiği cehd, “Gerçekten O Allah tarafından ihlâsa erdirilen bir kul idi, resul ve nebî idi.” (Meryem sûresi, 19/51) denilerek bir vasıfta özetlenir. Allah adına ortaya konulan her salih amelin, şe’n-i rubûbiyetle bir neticeye dönüşüp hayat bulması ihlâslı olmasına bağlı olduğu gibi bugünün Müslümanları için farzlar üstü bir farz olduğu ifade edilen tebliğ hizmetinin de muhataplarda tesir göstermesi ihlâsa göredir.
Bir peygamber hususiyeti olan ihlâsın, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) temsil, tebliğ ve aksiyonunun temel dinamiği olduğu imtihan dolu hayat serencamından anlaşılmaktadır. Bir nehirle başlayan Firavun’la mücadelesinin Firavun’un Kızıl Deniz’de boğulmasıyla bitmesine, kavmiyle Mısır’dan Tur’a oradan da Tih’e uzanan çizgide yaşadıkları onun ihlâsının, hasbiliğinin ve beklentisizliğinin Kur’ân’daki yazılı belgeleridir.
Firavun’un, “Bırakın beni, şu Musa’yı öldüreyim. O da varsın Rabbine yalvarsın, bakalım O kendisini kurtaracak mı? Zira bu gidişle onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya ülkede anarşi çıkaracağından endişe ediyorum.” (Mü’min sûresi, 40/26) diyerek tehdit savurmasına karşılık; Mümin-i âl-i Firavun’un: “Ne o, siz bir insan “Rabbim Allah’tır!” dedi diye kalkıp onu öldürecek misiniz?” (Mü’min sûresi, 40/28) çıkışı da ihlâs adına onun beklentisizliğini göstermektedir.
Leyyin Üslûp
Tebliğ mesuliyetinin hakkının verilmesinde üslûbun hayati önem taşıdığı Kur’ân’ın değişik yerlerinde örnekleriyle beraber üslûba yapılan vurgudan anlaşılmaktadır. Hazreti Musa (aleyhisselâm) Mısır’dan ayrıldıktan on yıl sonra seçilerek peygamberlikle vazifelendirilir ve kardeşi Hazreti Harun’la (aleyhisselâm) birlikte sarayında yetiştiği Firavun’a ilâhi mesajı tebliğ için gönderilir. Hazreti Âdem (aleyhisselâm) ile başlayan tebliğ misyonunun en önemli düşmanlarının karakterini bütün incelikleriyle yansıtan Kur’ân’daki Firavun tiplemesi karşısında Allah’ın Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a “Gidin Firavun’a, zira o iyice azdı. Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitap edin. Olur ki aklını başına alır yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâhâ sûresi, 20/43-44) diye kavl-i leyyin bir üslûbu emretmesi çok önemli ve sırlı bir mesajdır. Muhatap Firavun gibi zâlim, zorba ve despot bir insan da olsa tebliğ insanının söz ve tavırlarında fıtri bir tatlılık, yumuşaklık içerisinde olması gerekmektedir.[1]
Firavun bir kraldır. Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) takındığı yumuşak üslûp onun Hazreti Musa ile bir devlet başkanı gibi değil de bir insan gibi konuşmasını sağlamıştır. Üslûp Firavun’un konumunu sarsıcı bir özellik aksettirmediği için muhatap tartışma, saldırı, savunma, farklılık ve üstünlük psikolojisi içerisine sokulmamış ve onun düşünüp Hazreti Musa’yı fark etmesi sağlanmıştır.[2] Bu da en azından Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) peygamberliğini Firavun’a, “Firavun’un etrafındaki aristokrat sınıftan, büyük sermaye sahiplerinden, kaba kuvvet temsilcilerinden, üst düzey bürokratlardan, halkı idlal eden aydın görünümlü fikir adamlarından, heva ve heveslerinin esiri bazı sanatçılardan, sözde din erbabı ve onlarla çıkar ilişkilerine girmiş kimselerden müteşekkil bir topluluk olan “Mele”ye[3], sihirbazlara ve Mısır halkına ifade etme, gösterme platformu oluşturmuştur.
Hakikatini Hak’tan alan Kur’ân mesajının günümüzdeki Firavun ahlâklı ve mantıklı zümreler tarafından olumsuz sıfatlarla (Şiddet, terör vb…) yaftalanıp imajının yıkılmaması adına Hazreti Musa (aleyhisselâm) gibi kavl-i leyyin, hâl, kalp ve vicdanla hareket etme çok önemlidir. Aksi takdirde Müminin Allah ile insanlar arasındaki engelleri kaldırmak için gösterdiği cehd, üslûp hatasıyla lekelenirse Allah’a yaklaştırılmak istenen kimseler maksadın tam aksine Allah’tan uzaklaştırılmış olur.
Hazırlıklı Olma
Tebliğ hizmetinin muhataplara tesir etmesinde mübelliğin kendi değerlerini, insan fıtratını, mahiyetini ve psikolojisini iyi bilmesi sabit ve istikrarlı duruş açısından büyük ehemmiyete haizdir. Muhatabı okuma, onun karakterini süzme, hastalıklarını sezme ve her şeyi tedebbür içerisinde çözme değişik falsolar yaşamama adına gereklilik arz etmektedir.
Sihir ve sihirbazlık Hazreti Musa zamanının en mergup metasıdır. Bu metaın büyülediği kitleler Firavun tarafından âdeta köleler hâline getirilmiştir. Böyle bir zemine gönderilmeden önce Allah, Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) ileride yaşayacaklarının önceden provasını yaptırmış ve onu sihirbazlarla yapacağı mücadeleye hazırlıklı göndermiştir. Allah kendisine “Haydi asânı yere bırak!” (Kasas sûresi, 28/31) dediği zaman onun çevikçe hareket eden bir yılana dönüştüğünü gören Hazreti Musa -fıtratı gereği heyecanlanıp- derhal kaçmış, bir kere olsun dönüp arkasına bile bakmamıştır. Allah kendisine “Gel Musa! Endişe etme, çünkü sen güven içinde olanlardansın.” (Kasas sûresi, 28/31) deyince sakinleşmiştir. “Elini koynuna sok! Şimdi çıkar.” (Kasas sûresi, 28/32) emrini yerine getirince “kusursuz, pırıl pırıl ışık saçan” (Kasas sûresi, 28/32) elini gördüğü an da yine heyecanlanıp kollarını yana doğru kanat gibi açmıştır.
Bütün bunlardan sonra kollarını çekip toparlanan ve Mısır’a giden Hazreti Musa (aleyhisselâm) Firavun ve sihirbazları karşısında gayet rahat ve kendi değerlerinden emin bir psikoloji içerisinde hareket etmiştir. Bu ön hazırlıkla hareket kabiliyeti daha da genişleyen Hazreti Musa sihirbazlarla yapacağı müsabakayı kendi şartları içerisinde kabul ettirmiştir. Bütün bunlar tebliğ insanına muhataplar karşısında ezilmeme ve güven psikolojisi içerisinde hareket etme adına hazırlıklı olmanın, anlatacağı meseleleri iyi bilmenin vacipliğini anlatır mahiyettedir.
İmkânları Değerlendirme
Yukarıda Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) Allah’a olan sınırsız güveni ve davasının hakkaniyetini pratik yakin ufkunda temaşa etmesiyle Firavun’a müsabaka için kendi şartlarını kabul ettirdiğine değinmiştik. Hazreti Musa’nın öne sürdüğü şartlar ve bunlarla hedeflediği şeyler de tebliğ adına önemli sırlar ve mesajlar içermektedir.
Tebliğde zaman, mekân ve mesaj nasıl olmalıdır? Nasıl olursa bir taşla yüzlerce kuş vurulur? Elde edilen kredi nasıl kullanılırsa azami verime nail olunur? Sorularını bu şartlar cevaplar mahiyettedir. Bunlar Kur’ân’da, “Musa: ‘Karşılaşma zamanı, bayram günü olsun, halk sabahleyin toplansın’ dedi.” (Tâhâ sûresi, 20/59) âyetiyle ifade edilenlerdir. Öncelikle bu müsabaka “Kapalı kapılar ardında olmamalı; herkesin serbestçe ve kolayca gelebileceği, düz, açık bir zeminde gerçekleşmeli ve bu düelloyu bütün Mısır halkı seyretmelidir. Sonra milletin işinin gücünün olmadığı bir bayram günü seçilerek herkesin gelmesi sağlanmalıdır. Aynı zamanda bu müsabaka milletin üzerinden yorgunluğu attığı, kendini dinç hissettiği ve dipdiri olduğu bir vakitte, her şeyi en iyi muhakeme ettiği zamanda yani kuşluk vaktinde olmalıdır.”[4] Bu şartlar altında gerçekleşen müsabakayı Allah’ın ihsanıyla Hazreti Musa (aleyhisselâm) kazanmış, fetanetiyle oraya topladığı insanların çoğu, başta sihirbazlar olmak üzere iman etmiş, Firavun ve melesinin kalpler ve kafalar üstündeki hâkimiyetine büyük bir darbe indirilmiştir.
Bütün bunlar mümine, elde ettiği imkânları kadrini bilerek en uygun zamanda ve mekânda değerlendirirse Hazreti Musa gibi aynı anda binlerin, on binlerin kalbini fethedebileceğini anlatır mahiyettedir.
Dua Etme
İnanmış insanın en önemli güç ve heyecan kaynağı olan duanın hayatın her anında büyük bir ehemmiyeti vardır. Zira Allah acz ve fakr içerisinde kıvranan insanların dualarına inayet ve sıyanet ile icabet etmiş, onlara ve dualarına büyük ehemmiyet vermiştir. Tarih boyunca tebliğ ve temsil insanları içine düştükleri çıkmazları dua ile aşmış, belâ ve musibetleri sabırla karşılayıp dua ile uzaklaştırmış, kapalı kalpleri, kapıları ve kaleleri dua ile fethetmişlerdir.
Firavun her an öldürmeye hazır orduları ile ölüm tehditleri savuran, sihirbazları, meleleri, hamanları ve karunları ile haddini aşmış rablik iddiasında bulunmuş mütekebbir bir zâlimdir. Bununla beraber Hazreti Musa (aleyhisselâm), onun karşısında malı, mülkü, dünyevî makamı olmayan tek başına yalnız bir tebliğ insanı, Allah’tan başka dayanağı ve sığınağı olmayan bir acz kahramanıdır.
Allah’ın kudretini kendi acziyetini kabul ve itiraf ederek arkasına alan Hazreti Musa (aleyhisselâm), O’na dua etmiş “Firavun’un sarayında neş’et etmiş olmanın hâsıl ettiği psikolojik bir ruh hâleti itibarıyla etkilenip konuşurken daha temkinli olacağı, hatta böyle bir ruh hâlinin birtakım sürçmelere bâdî olacağı mülâhazası ile hayatında Firavun’u hiç tanımamış ve hiç tesirine girmemiş, fakat ona karşı sürekli bilenmiş, serâzat ruhlu Hazreti Harun’u kendisine yardımcı istemiş”[5], sebepler planında kusur etmeme adına, “Ya Rabbî! Genişlet göğsümü, kolaylaştır işimi, çözüver şu dilimin bağını. Ta ki anlasınlar sözümü!” (Tâhâ sûresi, 20/25-28) diyerek Yüce Allah’a yakarmış ve Firavun’la yaptığı bütün mücahedelerden Allah’ın yardımıyla galip ayrılmıştır.
Her dönemin tebliğ insanları gibi günümüzün tebliğ sevdalıları da acziyetlerini dua ile aşmalı ve dünyanın dört bir tarafında ışık gözleyen insanların imdadına koşmalıdırlar.
Muhatabı Tanıma
Kur’ân’a bakıldığında peygamberlerin kendilerine elçi olarak gönderildikleri toplumları, onların karakterlerini çok iyi tespit ettikleri ve okudukları anlaşılmaktadır. Bunun Kur’ân’daki en aşikâr misallerinden biri Hazreti Musa’dır. O, her şeyi maddeyle düşünen ve ölçen, kalp ve kafaları metafiziğe yabancı bir topluma; İsrailoğullarına resûl olarak gönderilmiştir.
Kavminin, “Ey Musa! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanmayız!” (Bakara sûresi, 2/55) demelerine karşılık Onun da, “Ya Rabbi! Göster bana Zâtını, bakayım Sana!” (A’râf sûresi, 7/143) diyerek Allah’ı görmeyi isteyişinin altında kavminin karakterini çok iyi okuması yatmaktadır. Zira, “Her peygamber, gönderildiği kavmin bir prototipi gibidir; onun hususiyetlerini taşır. Kavmine vermesi gerekenleri önce kendinde duyacak, kendinde yaşayıp tecrübe edecek ki, sonra onları kavmine samimiyet ve itmi’nanla aktarabilsin.”[6]
İlâhi beyanı halkının huzuruna levhalar üzerinde yazılı şekilde getirişi[7] ve Tur’a giderken arkasında Hazreti Harun’u vekil bırakışı da onun kavminin karakterini çok iyi bildiğini göstermektedir.
Bu zaviyeden insanların parmak izleri, yüzleri, gözleri birbirinden farklı olduğu gibi fıtratları, huyları, ahlâkları, anlayışları ve meseleleri kavrayışları da tamamen birbirinden ayrı olabilmektedir. Bu farklılıklara sebebiyet veren zaman, mekân, aile, çevre, kültür, din, medeniyet, eğitim ve sosyal statüler, milli karakterler iyice analiz edilmeden, muhatap her şeyiyle anlaşılmadan yapılacak tebliğin çok fazla hüsnükabul görmeyeceği aşikârdır.
Bir diğer husus da Sâmiri’nin Hazreti Harun’un (aleyhisselâm) başlarına vekil olarak bırakıldığı insanları maddî bir şeyle; buzağı heykeliyle yoldan çıkartmasıdır ki muhatapları tanıma ve onlara sahip çıkma açısından çok önemlidir. Zira mübelliğin muhatapları arasında maddeye karşı zaafı olan insanlar varsa bunlar Sâmiri gibiler tarafından bu zaafları kullanılarak yoldan çıkartılabilirler.
Mesuliyet Duygusu ve İnsan Atlamama
Peygamberlerin gönderiliş gayelerinden birisi de insanların hesap meydanında bir bahane olarak Yüce Allah’a sunabilecekleri “bilmiyorduk” mazeretini ellerinden alıp, onları ilâhi mesajlarla aydınlatmaktır.[8] Bu husus Hazreti Musa’ya: “Eğer senin halkın inkâr ve isyanları yüzünden kıyamet günü duruşmasında başlarına azap geldiğinde: ‘Ey Ulu Rabbimiz, dünyada iken bize de peygamber göndermiş olsaydın, biz de âyetlerine uyarak müminler arasına dahil olurduk!’ demesinler diye seni elçi gönderdik.” (Kasas sûresi, 28/47) beyanıyla anlatılmaktadır.
Yüce Allah, ezelî ilmiyle bilmektedir ki Firavun, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) davetine icabet etmeyecektir. Fakat bir nebi ve resûl olarak onun vazifesi Firavun’u inandırmak değil misyonunu eda etmek ve mesajını sunmaktır. Bu mesuliyeti iliklerine kadar hisseden Hazreti Musa (aleyhisselâm), kavminden hiç kimseyi atlamamaya çalışmış, Firavun gibi insanların elleri âhirette yakasında olmasın diye onlara da mesajlarını ulaştırma adına her müspet yolu denemiştir.[9]
Bu bağlamda Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) halkı içinden hakkı anlatıp onunla insanları doğruya yönlendiren ve hidayetlerine vesile olan, yine hakka dayanarak doğru ve adaletli davranan, doğruluğu ve adaleti gerçekleştiren bir topluluğun[10] içlerinden bazılarının kendilerine, “Allah’ın yerle bir edeceği veya şiddetli bir felâket göndereceği şu gürûha ne diye boşuna öğüt verip duruyorsunuz?” diye sorduklarında; “Rabbinize mazeret arz edebilmek için! Bir de ne bilirsiniz, olur ki Allah’a karşı gelmekten nihayet sakınırlar ümidiyle öğüt veriyoruz.” (A’râf sûresi, 7/164) deyip cevap verdikleri anlatılmaktadır ki bu da tebliğ mesuliyetine ve bunu yaparken kimseyi dairenin dışında tutmamaya yapılan ayrı bir vurgudur.
Ayrıca bu hâdiseden de anlaşılmaktadır ki ümitsizlik dünyada hiçbir hususta caiz olmadığı gibi ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar insanların hidayete, tevbeye ve takvaya nail olabileceklerini ümit etmek ve tebliğe devam etmek müminlere bir vazifedir.[11]
Tebliğ vazifesiyle mükellef bulunan Müslümanlar da, bu mesuliyetin hakkını vermek, mesuliyeti altındaki insanların yarın hesaplar görülürken kendilerinden davacı olmamasından emin olmak istiyorlarsa, Hazreti Musa gibi her müspet yolu deneyerek hareket etmeli ve mesajını herkese ulaştırmaya çalışmalıdır.
Kolektif Şuur
Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) Allah’ın kendisini peygamberlik vazifesinde istihdam etmek için seçmesinden sonra (Tâhâ sûresi, 20/13), “Bana da ailemden birini, yardımcı kıl, Harun kardeşimi! Onunla beni takviye et! Onu bu işime ortak et!” (Tâhâ sûresi, 20/29-32) diyerek bir yardımcı istemesi ve Allah’ın “Haydi kardeşinle birlikte âyetlerimle gidiniz, sakın Beni anmakta gevşeklik göstermeyiniz! Gidin Firavun’a, zira o iyice azdı.” (Tâhâ sûresi, 20/42-43) şeklinde her ikisine Firavun’a beraberce gitmelerini emretmesi tebliğ mesuliyetinin bazı şahıslara kolektif şuur içerisinde yapılması gerektiğini göstermesi açısından önemlidir. Çünkü hem Allah’ın birlik ve beraberlik içinde, uhuvvet ruhuyla yapılacak aksiyona ayrı bir ihsanı, hem de muhataptan gelebilecek her türlü tepki ihtimaline karşı mübelliğin desteğe ve takviyeye ihtiyacı vardır.
Rehbersiz Bırakmama
Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) sözleşilen vakitte Tur’a giderken arkada kalan muhataplarına Hazreti Harun’u (aleyhisselâm) vekil bırakması tebliğin kesintiye uğramaması, insanların nefisleriyle baş başa kalıp eski alışkanlıklarına geri dönmemeleri, dağılmamaları, başkaları tarafından iğfal edilmemeleri zaviyesinden başa her zaman liyakatli, sağlam karakterli ve asılın yerini dolduracak ıslahçı ve uzlaşmacı bir rehberin bırakılması gerektiğini anlatır mahiyettedir.[12]
Ana hatlarıyla belirtilmeye çalışılan Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kıssasındaki tebliğe ait ölçüler elbette sadece bunlar değildir. Bunların yanında onun Hazreti Şuayb’ın (aleyhisselâm) kızının diliyle emniyetine yapılan vurgu (Kasas sûresi, 28/26), muhataplarına hakkı yaşama ve tavsiye ederken karşılaşacakları sıkıntılara karşı Allah’tan yardım dilemeyi, sabrı (A’râf sûresi, 7/128) ve tevekkülü salıklaması (Yûnus sûresi, 10/84), kavminden inhiraf edenler karşısında yılmayıp her şeye sil baştan başlaması (Bakara sûresi, 2/54), Firavun’un ordusunun yaklaşması anında ümmetinin önünde sergilediği Allah’a güven duruşu (Şuarâ sûresi, 26/62) ve takatini aşan durumlarda sıkıntıyı Allah’a havale etmesi (Yûnus sûresi, 10/88), hicreti esnasında tedbir için düşmanın gaflette olduğu geceleyin yürüyüşün emredilmesi (Tâhâ sûresi, 20/77, Şuarâ sûresi, 26/52), hem Allah’ın davetine zamanında icabet etmesi (A’râf sûresi, 7143) hem de sihirbazlarla yapacağı mücadeleye zamanında gelmesi (Tâhâ sûresi, 20/59), yaptıklarının muhasebesini yapması (Şuarâ sûresi, 26/20-21) ve daha birçok dersler ve mesajlar Kur’an’daki Hazreti Musa kıssasından çıkartılabilir. Bütün bunlar göstermektedir ki, Kur’an’daki kıssalar her hususta olduğu gibi tebliğ hususunda da esas alınması gereken mühim mesajlar içermektedir.
Netice
Ülü’l-Azm bir peygamber olan Hazreti Musa (aleyhisselâm) nübüvvet vazifesini hakkıyla yerine getirme adına hayatı boyunca bir karar ve azim insanı olarak yaşamış; tebliğ vazifesinin kendisinden önceki ve sonraki temsilcileri gibi büyük cehtler sergilemiştir. Yaşadığı çileler ve gösterdiği çabalar Kur’ân tarafından farklı buutlarıyla beyan edilmiş ve tebliği varlık gayesi kabul edenlere/edeceklere başarılı olmaları adına nelere dikkat etmeleri gerektiği, onun hikmetler dolu kıssasıyla da Cenâb-ı Hak tarafından bildirilmiştir. Tebliği hayatları adına en önemli vazife gören müminler de kendi devirlerinin şartlarını ve muhataplarının durumunu dikkate alarak Kur’ân’ın bildirdiği ve Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) gösterdiği yolda yoluna devam etmelidir.
[1] M. F. Gülen, İkindi Yağmurları, s.249-255.
[2] M. F. Gülen, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, s.276.
[3] M. F. Gülen, İkindi Yağmurları, s.263.
[4] M. F. Gülen, a.g.e., s.277-278.
[5] M. F. Gülen, Prizma, 4/18.
[6] İsmail Ünal, Fethullah Gülen’le Amerikada Bir Ay, Işık Yayınları, İstanbul 2001, s.28.
[7] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Kitabevi, İstanbul 1971, IV, 2280.
[8] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/165
[9] Nureddin Turgay, Şamil İA, “Tebliğ” Maddesi.
[10] Bkz.: A’râf sûresi, 7/159.
[11] Elmalılı, a.g.e., s.2313-2314.
[12] M. F. Gülen, a.g.e, s.17.