Kur’ân Beşer Sözü Olamaz!
Kur’ân’ın Allah tarafından vahyedildiğine kesin olarak inanmayanlar, onu nereye koyacaklarına bir türlü karar verememekte, bu tereddütleriyle de onun hakkaniyetine başka bir açıdan şahitlik etmektedirler.
Kur’ân-ı Kerîm’e inanmayanlar, çeşitli bahaneler ileri sürüp iftiralar atmışlardır. İndiği asırda hedef olduğu bu itirazları Kur’ân tescil ederek cevaplandırmıştır. Bunlar o derece tafsilatlıdır ki daha sonra gelen inkârcılar, eslaflarının itirazlarına ilave edecek fazla bir şey bulamamışlardır. Onlar arasında, “Şiirdir.”,’ “Eskilerin efsaneleridir.’’, “Dikte ettirilmiş, telkin edilmiştir.’, “Kendisinin birtakım karışık rüyalarıdır.’’, “Yazdırtmış, sabah akşam kendisine okunuyor.”, “Uydurmuştur.” gibi itirazlar, “beşer sözü” itirazına vardığı için, incelememizde bu iftirayı ele alarak inşaallah geçersizliğini ortaya koyacağız.
Evvela, Müslümanlar kadar gayri müslimlerin de ittifak ettiği bazı mukaddimelerden hareket edelim:
1– Kur’ân pek kıymetli bir eserdir. Bugün bir milyardan fazla insan tarafından yüceliği kabul edilen Kur’ân, bu İslâm ümmetinin güneşidir. İslâm medeniyetinin ve birçok İslâmî ilimlerin bânisi O’dur. Sadece muayyen bir iki sahada değil; inanç, düşünce, ibadet, ahlâk, hukuk, içtimaiyat, eğitim, öğretim, irşad gibi birçok sahada insanlığı yüceltmiş ve bunu on dört asır boyunca defalarca tekrarlamıştır. Kur’ân’a bir Müslüman gibi inanmayan pek çok gayri müslim, yakından tanımakla, onun güçlü ifadesini, edebî değerini, muhtevasının ve prensiplerinin üstünlüğünü dile getiren övgülerde bulunmuşlardır. Ne var ki gayri müslimler O’nun Allah tarafından vahyedildiği gerçeğini mesele edinmez, şu veya bu sebeple buna inanmazlar.
2– Kur’ân’ı tebliğ eden Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) üstün bir ahlâk örneği olup faziletli bir hayat yaşamıştır. Doğruluk, vefa, şefkat, istikamet, itidal tevazu, sabır, ibadet, liderlik, cesaret, cömertlik, müsamaha gibi güzel ahlâkın her dalında o kadar ileri idi ki kendisini tanıyanların en çok sevdiği insan o olmuştur. İnanmayan araştırmacılar dahi her asırda onu övmekten geri duramamışlardır.
3– Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) muhaliflerinin de tasdikiyle fevkalâde akıllı, muvazeneli bir insandı. Kaderin önüne çıkardığı sayısız meşakkat, çile, buhran, savaş, eğitim, devlet idaresi, içeride devamlı komplo peşinde münafıklar ve güya anlaşma statüsündeki Yahudiler, dışarıda bir yumruk hâlinde İslâm’a karşı birleşmiş müşrik düşman kabileleri ile uğraşma ve bu işlerin üstesinden gelme, bütün bunlar arasında, muayyen bir asra, bölgeye ve muhataba değil, bütün insanlığa asırlarca rehber olacak güzel sözleri, prensip ve davranışları, onun örnek hayat ve tutumunu aksettiren ciltler dolusu hadis-i şerifler, o mükemmel varlığın tezahüründen ibarettir.
4– Hz. Peygamber’e tâbi olmuş, onun bildirdiği yolda, sahip olduğu her şeyi, hatta gerektiğinde canlarını vermiş binlerce zeki, uyanık, dikkatli insanlar onun bütün gidişatını yakından izledikten sonra, onda gördükleri mükemmel ahlâk, dürüstlük, akıl ve hikmete hayran kalmışlardır, O, nübüvvetten sonra, ilk vahyi tebliğinden itibaren artık bütün harekâtı ve sekenâtı kaydedilen, tescil edilen tarihe mâl olmuş bir şahsiyet hâline gelmesinden sonra yirmi küsur sene gibi uzun bir hayat sürmüştü. Bu hayat da öyle tek düzende giden bir yaşama şekli olmayıp -demin de belirttiğimiz gibi- âdeta, insanlık âleminde çekilmiş ve çekilecek bütün meşakkatlerin, yirmi senelik bir zamanda yoğunlaştırılmış şeklidir. Bunlar öyle hâllerdir ki insanın içyüzünü çok kısa bir zamanda ayna gibi gösterirler... Bir misâl verelim: Senelerce önce tanışıp birbirine saygı besleyen çok arkadaş vardır ki bir ay süren bir yolculukta içli dışlı olduktan sonra, birbirinden küsenler, gücenenler olur, birbirine karşı eski duyguları kalmaz. Yakından iş münasebetine girer, çalışma hayatı dolayısıyla bir görevde bulunurlarsa, iş verme, iş isteme, yetki verme, adam tercih etme, görevden alma gibi hâller ortaya çıkınca durumlar değişir. Neden?... Çünkü bu ortamlar insanları hakikî kimlikleriyle ortaya çıkarır. Feragat, kâr, zarar, menfaat, rahat ve rahatın kaçması gibi durumlar kendini gösterir.
Kısaca diyelim ki Resûlullah ve yakın ashabı bu tarzda ve bundan on misli daha çileli bir ortamda senelerce birlikte bulunduktan sonra (sadece on yıllık Medine döneminde 68 kadar sefer düzenlemek durumu olmuştur ki ortalama iki aya bir sefer düşmektedir.), o zeki insanlar, O’nun ahlâkına, idareciliğine, aklına hayranlıklarını dile getirmiş, tam bir şekilde O’na itaat etmişlerdir. Hâşâ, az bir sahtelik dahi olsaydı bir müddet sonra foyası meydana çıkardı.
5– Kur’ân âyetleri ile hadisler arasında bariz farklar vardır. O’nun kendine mâl ettiği sözler, Arap edebiyatının en güzel numunelerini teşkil edecek bir değerdeydi. Fakat Kur’ân, yani Allah’ın sözleri ile mukayese edilince fark hemen ortaya çıkar. Bu farkı anlamak için Arap edebiyatına çok fazla vakıf bir âlim ve münekkit olmaya ihtiyaç yoktur. Bazı müsteşrikler bile ana dilleri ve asıl kültürleri farklı olduğu hâlde, nispeten öğrendikleri Arapça seviyesi ile bu farkı bildirmektedirler.
6– Kur’ân’ın tebligatı bütün dünyanın engellemesine rağmen muvaffak olmuştur. Kur’ân’ın tebliğcisi Hz. Peygamber dini yaymasına; kendi sülâlesi ve hatta amcası bile şiddetle karşı çıkmıştı. Bu düşmanlık o zamandan günümüze kadar hep devam etmiştir. Buna rağmen Kur’ân, tebliğini yaymaya ve bütün dünyada en çok okunan kitap olmaya devam etmiştir. Bu, normal bir hadise değildir. Her şeye kâdir olan Allah’ın dilemesi olmadan gerçekleşemez. Şu hâlde Allah bu te’yidiyle O’nun risaletini tasdik etmektedir.
Allah bu dine hep medet gönderdiğine göre, böyle bir rûhaniyet sırrına bir berekete yani kâinatı çekip çeviren Rabbü’l-Âlemîn’in teyidine mazhardır. Hıristiyan dünyası bu tezahürü kabul etmiş, yani “Bâtıl bir yol olan İslâm’ın(!) başarısına Tanrı asırlarca neden müsaade etmiş?” demiş ve onların en büyük otoriteleri bunu şöyle cevaplandırmıştır:
“İslâm, vazifelerini tam layıkıyla yapmayan Hıristiyanlığa, Tanrı’nın bir cezasıdır.”
Kur’ân’ın kimin eseri olduğunu inceleyen kimsenin, altı maddede özetlediğimiz bu gerçekleri her an hatırlaması gereklidir.
Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kur’ân benim eserim değil, Rabbü’l-Âlemîn’in sözüdür.” deyince başkalarına düşen O’nu tasdik etmektir, çünkü bu ispata muhtaç olan iddialardan olmayıp, kişinin sahsını ilzam eden “ikrar” nevindendir.
Diğer taraftan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) rehber olduğunu söylemiştir. Eğer “Kur’ân benim değil.” sözü gerçek olmasaydı, bu kıymetli malın kendisine ait olduğunu söyler, otoritesini daha da kuvvetlendirmiş olurdu. Aklı başında olan bir insan kendisine ait olan pek kıymetli maldan elbette vazgeçmez. Hâlbuki onun pek akıllı olduğunu biliyoruz. Keza doğru sözlü olduğunu da biliyoruz ki öyle olan, böyle bir yalanı söylemez. Hem sonra bunun makul bir izahı olabilir mi? Bazılarının aklına şöyle bir iddia gelebilir: “Kur’ân’ı Allah’a mâl etmekle, insanları ıslah etme gayesinde daha başarılı olacağını düşünmüş olabilir.” Bu iddia ilk anda makul gibi görünse de aslında çürüktür. Çünkü bu Zat, hüküm olarak bildirdiği her hususta itaat istemiştir. Kur’ân dışında olarak kendisinin de birtakım hükümler koyduğunu belirtmiş, din ahkâmının Kur’ân’dan ibaret olmadığını açıkça beyan etmiştir. Zaten Kur’ân’da “Resûlullah size neyi bildirdiyse onu alın, neden men ettiyse ondan vazgeçin.” “Allah’a ve Resûlüne itaat edin.” gibi Resûlün bildirdiklerinin müstakil bir teşrî kaynağı olduğuna dair müteaddit âyetler vardır. Demek ki otorite teşkil etme yönünden Kur’ân âyetleriyle diğer hadisler arasında fark yoktur. Nitekim bütün Müslümanlar da bunda müttefiktirler. Amma hâl böyleyken Kur’ân âyeti olarak tebliğ ettiği sözleri titizlikle ayırt etmiştir. Zaten onların vahyedilmesi esnasında farklı bir istikbal (karşılama) hâline girmiş, başlangıç döneminde onları unutmamak için dilini ve dudaklarını depreterek tekrar etmiş, vahiyden hemen soma kâtiplerinden birini çağırtarak yazdırmış, ezberlemiş, ibadetlerinde okumuş, ezberletmiş, O’na karşı büyük bir tâzim göstermiştir.
Bu iddia ayrıca şundan ötürü de geçersizdir. Çünkü iki zıddın beraber olmasını gerektirir, O’nun en doğru insan olduğunu biliyoruz. Oysa bu iddia O’na en çirkin ve müthiş bir yalan isnad etmektedir. İnsanlarla olan muamelelerinde hiç yalan söylemeyen biri, Allah’a isnad ederek yalan söyleyebilir mi? Kaldı ki O’nun en mühim hasletlerinden biri doğruluktur. “Kurtuluş doğruluktadır.’, “Kendiniz, ana babanız aleyhinde dahi olsa doğru söyleyiniz.”, “Yalan ile îman bir arada olmaz.” buyurmuştur. Şu hâlde bu iddia -hâşâ- O’nun en büyük sahtekâr olduğu mânâsına gelir ki bunu Mekke müşrikleri bile iddia edememişlerdir. “Ey Resûlüm!...Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar; fakat o zalimler, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (En’âm, 6/33) mealindeki âyet bu durumun açık bir delilidir.
Hem Allah’a inanan mü’min, “Hakikat böyledir, Allah’ın emri böyledir.” der, yoksa Allah’ı kendi keyfine göre konuşturmaz. Hadsiz derecede haddini aşıp “Allah’ın taklidini yapıp O’nun yerine konuşmaz.”
Mesafece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamını taklit edebilirler. Muvakkaten de olsa insanları aldatabilirler, fakat daimî olarak iğfal edemezler. Çünkü dikkatli kimseler tarafından sahtekârlıkları ve yapmacıkları bir müddet sonra anlaşılır. Hele sahtekârlıkla taklide çalışan avamdan bir adam İbni Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit ederse veya bir çoban bir padişahın vaziyetini takınırsa elbette ki hiç kimseyi aldatamayacaktır. Hiç tahsil görmemiş birinin açık vermeksizin senelerce üniversite profesörlüğü yaptığına kim inanabilir? Bir yıldız böceğinin bin sene boyunca rasat uzmanlarınca bir yıldız bilinmesi nasıl mümkün değil ise Kur’ân’ın da Kelâmullah olmadığı hâlde öyle bilinmesi mümkün değildir. Bu meselenin ortası da yoktur. Kur’ân, Allah’ın kelâmı olmazsa, hakikatlerin kaynağı olmazsa, hâşâ iftiracı, haddini bilmez bir yalancının düzdüğü iftiralardan ibaret olur. O’nu tebliğ eden, Resûlullah değil ise yalancı hem de Allah adına devamlı sûrette yalan uyduran biri durumuna düşer. Doğruluk ve samimiyetiyle, Allah’a tevekkül etmesiyle, beşeriyete öğrettiği hakikat prensibiyle, insanlara yol gösteren, aradan bin dört yüz seneden fazla bir zaman geçtiği hâlde bugün de milyonlarca insanın kalplerinin mahbubu, akıllarının mürşidi olan Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) -hâşâ- sahtekâr, Allah’tan korkmaz, Allah’ı tanımaz, en âdi bir insan olduğunu kabul etmek gerekir. Bunu yeryüzünde iddia etmiş bir tek adam bile çıkabilmiş değildir. Öyleyse bu mesele iki şıkta münhasırdır ve ikinci şık imkânsız olduğuna göre birinci şık, yani Kur’ân’ın Yüce Allah’ın kelâmı olduğunu kabul etmek şarttır.
Kur’ân’ın kaynağını arama işine devam edelim ve bu kaynağın Mekke muhitinde bulunup bulunamayacağım araştıralım...
Bir kere Kur’ân-ı Kerîm’de çok çeşitli ve nakle dayanan tarihî hadiseler vardır. Sadece nakil ile öğrenilebilecek bilgiler, aklî muhakeme ve tefekkürün mahsulü olamaz. Nitekim Kur’ân bunu bazı âyetlerinde tasrih eder ve bu gerçeği, Kur’ân’ın vahiy eseri olduğuna, delil gösterir. Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) kavmi ile olan münasebetlerini naklettikten soma “İşte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen ne de milletin daha-önce bunları bilmezdiniz.’’ (Hûd, 11/49). Hz. Yûsuf’un (aleyhisselâm) hayat ve tebliğine uzunca yer veren Yûsuf sûresinin hem başında hem de sonunda, daha önce orada yani Hicaz’da bu sûrede bildirilen bilgilerin bulunmadığını açıklar.[1] Unutmayalım ki Kur’ân, bu kesin ifadeleri, nübüvvet ve Kur’ân’ın hakkaniyeti davasında delil getirmektedir. Şayet bu olaylar Hicaz’da bilinseydi bunu söyleyemezdi. Zira bu takdirde bu âyetler delil olmaktan çıktığı gibi, bütün ahalinin ve muhataplarının bildiği aşikâr bir gerçeğe karşı çıktığı için, dava daha baştan kaybedilmiş olurdu.
Gerçi Mekke, önceki dinlerden büsbütün habersiz değildi. Kur’ân’da buna işaret eden âyetler vardır. Ezcümle, Enbiyâ sûresi 21/5. âyetinden anlaşıldığına göre müşrikler Hz. Peygamber’den, önceki peygamberler gibi mû’cize göstermesini istemişler, puta tapmalarını Hz. İsa’nın Tanrılaştırılmasıyla mukayese etmişlerdi.[2] Bununla beraber araştırmalar gösteriyor ki cahiliye Arapları din unsuruna fazla yer vermiyorlardı. En azından Kur’ân’da bildirilen şekliyle, o konuların, kendileri tarafından bilinmediği kesindir. Kaldı ki Kur’ân, indiği ortamda mevcut her tesiri aksettirseydi, tutarsızlıklar ve çelişkilerle dolu olması, kaçınılmaz olurdu. Oysa Kur’ân’da bütünlük ve âyetler arasında tam bir ahenk vardır. Kur’ân, bunu şöyle reddeder: “Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer Kur’ân Allah’tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisâ, 4/82)
Şu hâlde Kur’ân’ın bir kaynağa bağlanması şarttır. Bunda müslim, gayri müslim herkesin ittifakı vardır. O kadar ki cahiliye devrinin “Elifi görse mertek zanneden” bedevîleri bile Kur’ân’ın kaynaksız olamayacağını ve o bölgenin de kaynak olamayacağını bildiklerinden Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) sabah akşam ona telkinatta bulunan vehmî bir şahıs farz etmişlerdi.[3]
Kaynak Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisi olamayacağına göre, geriye kalan tek ihtimal onu bir yerden öğrenmesidir. Fakat kendisinin öğrenim yapmadığını da kesin olarak biliyoruz. Çünkü Kur’ân, onun müşrik hemşehrilerine şöyle cevap vermesini istemektedir: “De ki: ‘Eğer Allah dileseydi ben Kur’ân’ı size okuyamazdım, hiçbir sûretle de size onu bildirmezdi.
Bilirsiniz ki, daha önce, bir ömür boyu aranızda yaşadım, böylesi bir iddiada bulunmadım. Aklınızı kullanıp bunu anlamaz mısınız?” (Yûnus, 10/16)
“Ey Resûlüm! Sen vahyimizden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi. (ama şimdi ne diye kuşkulanıyorlar?” (Ankebût, 29/48) Böylece kendi kavminden bir muallim olmadığı sabit oluyor. Geriye kalan ihtimal, civardaki Ehl-i Kitap olabilir.
Mekke müşrikleri de kendilerinden bir muallim çıkmadığından ve zaten ümmiliğin yaygın olmasından ve aralarında olan Hz. Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün hayatıyla yakından tanıdıklarından ona, Arap olmayan bir üstad aramak zorunda kaldılar. Böyle bir hoca olmadığını kendileri de biliyordu, fakat hiçbir şey söylememek de olmazdı. Kendilerince az çok makul gelebilecek bir cevap vermeye çalıştılar. Bir kere O’nun Arap olmaması gerekiyordu ki o muhitte bilinmeyen bir bilginin kaynağı gösterilebilsin. Ayrıca Mekke’de oturmalıydı ki “Sabah akşam kendisine okunuyor, telkinat yapılıyor.” iddialarına uygun olsun. Sonunda, bu vasıflara haiz olan Rum asıllı bir demirciden başkasını bulamadılar. Üstelik okuma yazma da biliyordu. Fakat bu adam, çekiciyle örsünden başka bir şeyi olmayan zavallı bir demirci idi. Kitapları incelemiş, aklî muhakemesi olan, o metinler hakkında mütehassıs olan biri değildi. Kur’ân bir âyette buna şöyle işaret ediyor: “Biz onların, Peygamber hakkında: Mutlaka ona öğreten bir insan vardır!” dediklerini pek iyi biliyoruz. Hakikatten uzaklaşarak tahminle kendisine yöneldikleri şahsın dili, yabancı bir dildir, hâlbuki bu Kur’ân, açık bir Arapça ifadedir.” (Nahl, 16/103). Kur’ân’ın bir hususiyeti de Arapların o zamana kadar bildikleri edebî metinlerin hiçbirine benzememesiydi. Ne nazım ne nesir ne de secî nevinden hiçbirine girmeyen, amma inanmayanları bile celbeden etkili bir üslûba sahip bulunuyordu. Buna bir Arap bile sahip çıkamazken, O’na bile yakıştıramazlarken, nasıl olur da Arap olmayan bir şahsa mâl edebilirler?
Hz. Peygamber’in okuryazar olmadığının kuvvetli delillerinden biri şudur: Kur’ân’a kaynak arama işinde, müşrikler şöyle demişlerdi: “Ayrıca: ‘Onun söyledikleri, kendisi için yazdırtmış olduğu ve sabah akşam kendisine dikte ettirilen önceki nesillerin efsanelerinden başka bir şey değildir.’ dediler.’’ (Furkan, 25/5). Demek ki ümmî olduğundan “Yazdı.” (ketebehâ) diyemiyorlar, istifade maksadıyla para ve gayret sarf ederek “yazdırttı” (iktetebehâ) diyorlar. Yazan kimse yazdığını okur, o ümmî olduğundan bir de yazdırttığını okuyan kimse tutmuş (Krş.: Beydâvî; Tahir İbn Âşûr) “Ezberleyebilsin diye de azar azar öğrenip anlatıyor.” demek istediler. Bütün bunlar, O’nun yazı bilmediğini tasdik etmeleri mânâsına gelir.)
Hem böyle bir meziyeti vardı da o demirci neden kendisi ilân etmeyip başkasına verdi? Bu kadar kıymetli malını, kendisine şan ve şeref sağlayan bir eserini akıllı bir insan hiç başkasına verir mi?
Diğer taraftan Tevrat ve İncil’in, o zaman Arapçaya tercümeleri yapılmamıştı. Yani Hz. Muhammed okuma yazma bilseydi dahi, istifade edeceği kaynak yoktu. O derece ki Gazzâlî hicrî 5. asır sonlarında Hıristiyanlığa reddiye yazarken İncil’in Arapça tercümesini bulamayıp, Kıptî dilinden bir tercümesine başvurmaya mecbur kalmıştı. (Gazzâlî’nin el Reddu’l Cemil adlı bu eserini Fransızcaya La Réfutation Excellente adıyla tercüme eden R. P. Chediac’dan Malik bin Nebî, ez-Zâhiretü’l-Kur’âniyye (s. 311). Cheidiac’ın tetkikine göre İncil’in Arapçadaki ilk tercümesi miladî 1060 yılında İbnu’l-Assâl adlı biri tarafından yapılmış olup St. Petersbourg Kütüphanesinde yazma hâlinde bulunmaktadır. [Bir başka Batılıya göre, Tevrat’ın Arapça tercümesi Hz, Muhammed’in devrinden çok sonra, İncil’inki ise veya 9 veya 10. miladî asırda yapılmıştır.][4]
Dr. Beşir Faris adlı muasır bir Arap “İslâm Öncesi Arapçalarda Şeref Telakkisi” adlı Fransızca olarak yayımlanan önemli bir çalışmasında “Acaba İslâm, Yahudi veya Hıristiyanlığın ortaya çıkardığı bir şey olabilir mi?’’ sorusuna olumsuz cevap vermektedir. Onun delili de H. Lammens’in çalışmalarıdır. Çalışmalarını İslâm’ın başlangıç dönemine hasretmiş olan Lammens, cahiliye dönemi Araplarının, kilisenin ilgisinden uzak olduğunu söyler. Zaten bu kültür Hicaz muhitinde bulunsaydı, Tevrat ve İncil’in buralarda tercümesinin bulunmayışı açıklanamazdı. Bu makul olmazdı. Demek ki Yahudi ve Hıristiyan kültürü yaygın değildi.
Tevrat ve İncil’den ümit kesilince bazılarına şöyle bir faraziye cazip göründü: “Hıristiyanlık tesirinde kalmış Arap şiiri bir kaynak olabilir ve ondan öğrenmiş olabilir.” Bundan sonra 20. asır başlarında bu faraziyeyi delillendirmek gayesiyle, Arap Hıristiyan din adamları [Lewis Şeyho (1859-1927)] ve diğerleri Hıristiyanlıkla en ufak ilgisi olan veya öyle zannedilen: bütün şairlerin şiirlerini incelemeye koyuldular. Bunlar Şuarâü’n-Nasraniyye fi’l-Cahiliyye adı altında yayımlandı. Bu çalışma, Hıristiyanlıkla isim dışında hiç ilgisi olmayan bir edebî mahsule ulaşmakla neticelendi. Böylece bu muazzam çalışma beklediklerinin tamamen aksini ispatlamakla bir sürpriz tesiri meydana getirdi.[5] Hıristiyan etkisi taşıyan şiir başlıca iki karakter arz ediyordu: A’şâ gibi bazı şairler kilisenin örf ve ayinlerini tavsif etmişlerdi. Özellikle şarap tavsiflerine fazla yer vermişlerdi ki Kur’ân’da bu kısmın hiçbir izine rastlanmaz. Aksine Kur’ân, şarabı katî olarak yasakladı.
Bir de Umeyye İbn-Ebi’s-Salt’ın dînî konulu şiirleri vardır. Fakat bu şiirlerin gerçekten Umeyye’ye ait olduğu farz edilse bile Umeyye kaynak olamaz. Zira o, Hz. Peygamber’in yaşıtı idi. Onun şiirleriyle bazı Mekkî sûreler arasında benzer konular bulunur. Umeyye Mekkî dönemin bitmesinden sonra 8 sene yaşamıştır. Bu durumda onun tarihen daha önce olduğunu söylemek mümkün değildir.[6] Kaldı ki Umeyye nübüvvet iddia etmemişti. Bu durumda onun rekabet hissiyle Kur’ân-ı Kerîm’i taklit etmiş olabileceğini de söylemek mümkün değildir. Hâlbuki Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) tebligatının hiçbir beşerî kaynaktan olmadığını her fırsatta haykırıyordu. Ufak bir ihtimal ile Umeyye kaynaklık edebilseydi, hiç şüphe yok ki Kur’ân hadisesini açıklamak için akıl almaz ihtimallere başvurmuş o kurnaz müşrikler bunu herkesten önce söylerlerdi. Nitekim Clément Huart, Umeyye’nin şiirini incelemiş, onda muhtelif kaynaklar düşünmüştür. Cehennem tasvirlerinde Kitab-ı Mukaddes’e, Cennet tasvirlerinde Kur’ân’a, dinî tarihte halk efsanelerine başvurduğunu söylemiştir.[7]
Yahudiliğin kaynak olma ihtimali de çeşitli şekillerde iddia edilmiştir. Bazısı, İslâm’ın zuhurundan (başlangıçtan Mekke döneminden) beri bir Yahudi teşebbüsü görmek istemiş, bazısı, Medine’ye hicretten sonra Yahudilikten yeni şeyler öğrendiğini iddia etmiş (aşure orucu, ikindi namazı)[8], bazısına göre Yahudi ve Hıristiyanlıkla ilgili kıssalar, Mekke’de iken sadece taslak hâlinde bulunuyordu.[9] Onlar o gün bugün Hz. Peygamber’i ve Kur’ân’ı nereye koyacaklarını kararlaştıramayıp, şaşkın şaşkın dolaşmaktadırlar.
Biz Yahudiliğin neden dolayı kaynak olamayacağını şöyle özetleyelim:
1– Demin işaret ettiğimiz üzere Eski Ahid (Tevrat da dahil) o zamana kadar Arapçaya tercüme edilmiş değildi. Buhârî’nin Ebû Hureyre’den nakline göre, şöyle demişti: “Ehl-i Kitap (Yahudiler) Tevrat’ı İbranice okuyup, Müslümanlara Arapça olarak açıklıyorlardı.” Bundan ötürü Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ehl-i Kitab’ı ne tasdik ne de tekzip ediniz. Biz, Allah’ın size indirdiği ve bize indirilen kitabına inandık deyin.”[10] Zira Arapçası bulunmadığından, bir Yahudi’nin Müslüman’ı aldatma ihtimali mevcut idi. Keza Buhârî’nin tafsilatlı olarak naklettiği başka bir hadisede Yahudi bilginleri zina hakkında recm hükmünü gizlemişler, ancak eski bir Yahudi bilgini olan Abdullah İbn Selâm’ın (radıyallahu anh) bilmesi sebebiyle gözden kaçıramamışlardı.[11] Tevrat ortada bulunan bir kitap olmadığından Kur’ân bir iki meselede Yahudilere “Öyleyse eğer iddianızda samimi iseniz, Tevrat’ı çıkarıp getirin bakalım.” (Âl-i İmrân, 3/93) denmesini emretmişti. Öyle anlaşılıyor ki Yahudiler, bazı hüküm ve haberleri gizleme ihtiyacı duyuyorlardı. Müslümanlar İbranice bilmediklerinden, kendilerini rahat hissediyorlardı. Tercüme hususunda kendilerine sorulduğunda, işlerine geldiği şekilde bazen yalandan tercüme edip üstelik, bir hizmet sunmuşçasına bir de teşekkür bekliyorlardı.
2– Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyeti, özellikle Yahudi din âlimlerini şiddetle reddetmektedir. İlimde zayıf emniyetsiz bir çömez, üstadı olan bilginlere böylesine karşı çıkabilir mi? Onların, kendi açıklarını ortaya çıkarmalarından, kendisini rüsva etmelerinden çekinmez mi? Bu cümleden olarak, onların Tevrat’a bağlanmakta sadakatsizliklerini[12] türlü yollarından faizcilikle para kazandıklarını,[13] rüşvet ve yalanı mubah saydıklarını[14] sıralar. Sadece şu pasajın mealini iktibas edelim:
“İşte sözleşmelerini bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve ‘Kalplerimiz perdelidir.’ demeleri -ki kalpleri perdeli yaratılmış olmayıp, Allah inkârcılıkları sebebiyle kalplerini mühürledi de artık onlar pek az inanırlar- yine inkârları ve Meryem aleyhinde müthiş bir iftira atmaları ve “Biz Allah’ın resulü(!) Meryem oğlu Mesih Îsâ’yı katlettik!” demeleri yüzünden, onların başlarına belalar vererek cezalandırdık, kalplerini mühürledik. Oysa onlar Îsâ’yı öldüremediler, asamadılar da. Öldürülen başkası idi, lâkin kendilerine ona benzer gösterildi…
…Hasılı o Yahudilerden taşan bir zulüm, insanları Allah yolundan menetmeleri, kendilerine yasaklanmış olmasına rağmen faizi almaları, halkın mallarını haksızlıkla yemeleri yüzündendir ki Biz, kendilerine daha önce helâl kılınan bazı temiz nimetleri haram kıldık ve içlerinden kâfir kalanlara can yakıcı azap hazırladık.” (Nisâ, 4/155-161)
3– Yahudi bilginleri o zaman da ilimlerini başkalarına kolay kolay öğretmiyorlar, ilmi tekellerine alıyorlardı. Bu hususta pek kıskanç idiler. Mesela şu âyet-i kerime buna işaret etmektedir:
“Bazı Yahudiler de Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü ‘Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmemiştir.’ dediler. Sen onlara de ki: ‘Peki, Mûsâ’nın insanlara bir nûr ve rehber olmak üzere getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar hâline koyup işinize geleni gösterdiğiniz, fakat çoğunu gizlediğiniz ve sizin de babalarınızın da bilmediğiniz birçok şeyleri sayesinde öğrendiğiniz o kitabı kim indirdi?’ Ey Resûlüm sen: ‘Allah indirdi.’ de! Sonra bırak daldıkları batıllarında oynaya dursunlar.” (En’am, 6/91)
4– Kur’ân-ı Kerîm’in, daha önceki semavî kitaplar karşısında, bir vasfı onları tasdik ve teyid etmektir. Yani onların asıllarının hakkaniyetine şahitlik, onların Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) geleceğine dair âyetlerini doğrulamak, (yani bilfiil gelmesiyle, fiili olarak doğru çıkarmak)tır. Diğer vasfı ise onların üzerinde müheymin olmaktır. Yani onlara sonradan katılan hususları bildirip, onların asıllarını bu tahriflerden tenzih etmektir. Onun için Kur’ân, bazen onlarda anlatılanları tasdik eder. Bununla beraber, birçok durumda muharref olarak onlarda bulunan bilgilere tâbi olmaz, hadiseyi farklı olarak bildirir. Bu konuyu araştıranlar farklılıklara dair uzun bir liste verirler.[15]
Ehl-i Kitab’ın neden kaynak olamayacağını bir de şöyle özetleyelim:
1. Tevrat ve İncil’in Arapça tercümesi yoktu.
2. Ehl-i Kitap özellikle Yahudiler ilmi saklamakta çok ileri gitmişlerdi. Tekellerine alıp, nüfuzlarını sürdürüyorlardı.
3. Onlardan biri Peygamber’e bir şeyler öğretmiş olsaydı, bu fazlasıyla yayılırdı. Zira Yahudiler Medine’den hiç eksik olmamışlardı. Keza diğer gruplar da öyleydi. Öğretmiş oldukları bir şey olsaydı, Kur’ân’ın meydan okuması üzerine derhal söylemeleri gerekirdi.
4. Yahudi ve Hıristiyan kültürü Hicaz’da hemen hemen hiç yaygın değildi. Konuyla ilgilenen birçok kilise otoritesi de bunu tasdik Keza müsteşrikler de bunu bilirler. Avrupalıların Kur’ân incelemesinde en ileri giden ismi olan Nöldeke şöyle demişti:
a) Bizzat Peygamber kendisinin ümmi olduğunu bildirmiş, gerek Kur’ân’ı, gerekse mektuplarım başkalarına okutmuştur.
b) Her hâlükârda ne Kitab-ı Mukaddesi (Tevrat ve İncil’i) ne de başka büyük bir eseri okumamıştır.[16]
5. Kur’ân’ın birçok âyeti Yahudileri özellikle din âlimlerini kınamakta, sıkıştırmakta, onların gerçeği gizleyip ilâhî hükümleri işlerine geldiğinde tahrif ettiklerini kesin ifadelerle Şayet Kur’ân onların bilgilerine bağımlı olsaydı, bu şiddetli tenkitleri onlara yöneltemezdi.
6. Kur’ân, Tevrat ve İncil’in Allah tarafından gönderilmiş kitaplar olduğunu bildirir; insanlarca bozulmamış şekillerine inanmayı İslâm için zarûrî sayar ve dinin esaslarının onlara da bildirildiğini açıklar: “Bu Kur’ân’a, elbette öncekilerin kitaplarında da işaret edilmişti.” (Şuarâ, 26/196). Zaten o, Kur’ân’ı nübüvvet geleneğinden ayırmaz ki benzerlikler hâlinde, onlardan almış olduğu iddia Onun için Kur’ân hem Mekke hem Medine döneminde Ehl-i Kitap âlimlerinin de bilmeleriyle istişhad etmiştir: “Bu Kur’ân’a, elbette öncekilerin kitaplarında da işaret edilmişti. İsrailoğullarından bilginlerin onu bilmeleri, onlar için bir delil değil midir?” (Şuarâ, 26/196-197) “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o kitabın hak olduğunu bilerek okurlar.” (Bakara, 2/121 keza 2/144 kıble hakkındaki âyet) Doğrusu Kur’ân, hakemlik vasfını Mekke’den beri şu âyette açıkça bildirmiştir: “Bilesiniz ki bu Kur’ân, (Süleyman’ın bu kıssası gibi) hakkında ihtilafa düştükleri şeylerin pek çoğunu İsrailoğullarına anlatmaktadır.” (Neml, 27/76). Fakat aynı vahiy, hak din hattında olmakla beraber Kur’ân’ın onlar üzerinde hakemlik ye kontrol misyonu vardır. Onun için hadiseleri ve hükümleri bildirirken müstakilen hareket etmiş, bazı yönlerini hiç almamış, bazısını alıp yanlışlarını düzeltmiştir.
7. Gayrî müslimlerin çoğunun zannettiğinin hilafına olarak Mekkî âyetlerde peygamber kıssalarının hepsi tafsilatlı olarak bildirilmiş olup, Medenî âyetlerde ara sıra siyak icabı işaret edilmiş, çeşitli vesilelerle sadece hatırlatılmıştır. Hemen hemen bütün peygamberlerin kıssalarının anlatıldığı Mekkî âyetler detaylı olarak Draz tarafından çıkarılmıştır.[17] Şu hâlde onların çoğunun Medine’de Ehl-i Kitabın tesiriyle ortaya çıktığı, asılsız bir iftiradır.
Satıhta kalan gayri müslimlerden, demin dediğimiz gibi iddialar ileri sürenler varsa da onlardan, inanmaksızın İslâmiyeti inceleyenlerin çoğu, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) üstün ahlâkını, doğruluğunu ve Kur’ân mesajını tebliğ etmede samimiyetini itiraf etmişlerdir: Ezcümle Carlayl, Goldziher, Nöldeke, T. Andre, L. Massignon, M. Watt, L. Gardet, Arnaldez vs. Fakat bunlar imanlarını da açıklamayıp mesele hakkında karar vermemişlerdir, Bazıları “kendi kendine telkin” tabirini kullanarak, kendilerince vahyi şöyle izah etmek istemişlerdir: “Ekseriya onun iç dünyası, duyularının baskın çıkarak, kendisine hitabeden birisini işittiğini zannediyordu. Aslında bu görüp işittiğini zannettiği şey, hayallerinin ve iç dünyasının dışa yansımasından ibaretti.” demişlerdir. Hâlbuki bu da yeni bir şey olmayıp Cahiliyye devri müşriklerinin “cinnet” ve “karışık rüyalar” iddialarının tekrarlarından ibaretti. Şaşılacak bir taraf varsa o da şöyle demeleridir: “Bütün bunlarla beraber o, doğru, emin bir zattı. Rüyalarını ilâhî vahye mâl etmesinde mazurdur. Zira onun pek kuvvetli olan rüyaları, bunları kendisine ilâhî vahiy sûretinde tasvir etti. Sadece gördüğünü söyledi.”
Allah Teâlâ, onların seleflerinden de aynı iddiayı şöyle naklediyor:
“Ey Resûlüm! Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette pek iyi biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar; fakat o zalimler, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (En’âm, 6/33)
Haydi diyelim ki görme ve işitmesindeki özrü bu olsun. Peki, hadiseleri, daha önce ne kendisinin ne de kavminin bilmediğini söylemesine ne denilecek?
Oysa onların iddiasına kalsa daha önce başkalarından öğrenmiş olması gerekecekti. Bu da onların tenakuz içinde olduklarını gösterir. Sözlerinin hepsinin birbirine benzemesini temin için “Uyduruyordu.” deyip de işi bitirseler ya! Fakat onlar insaf (objektiflik) ve aklî muhakeme iddiasında olduklarından böyle demezler. Ama görüyorsunuz ki farkında olmadan, yine bunu söylemiş oluyorlar.[18]
Hülasa, Kur’ân’ın Allah tarafından vahyedildiğine kesin olarak inanmayanlar, onu nereye koyacaklarına bir türlü karar verememekte, bu tereddütleriyle de onun hakkaniyetine başka açıdan şahitlik etmektedirler. Biz bu makalemizde Asr-ı Saadet’teki çevre etkisi iddiası üzerinde kasden fazla durduk. Böylece, onun geçersizliğini ortaya koyduk. Yoksa Kur’ân’ın ihtiva ettiği gaybî haberler, ancak asrımızda keşfedilen bilgiler, keza içtimaî prensipler teşrîî hükümler ve diğer bütün hususiyetleri bir arada göz önünde bulundurulunca, kesin olarak söyleyebiliriz ki Kur’ân’ın indiği asırda, faraza o zamanki bütün ilimleri şahsında toplamış bir harika insan dâhi olsaydı, Kur’ân’ı ortaya koyamazdı. Hatta daha ileri giderek söyleyebiliriz ki Kur’ân-ı Kerîm’in şu meydan okunması her zaman devam etmektedir: “De ki: ‘Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir Kitap meydana getiremezler.” (İsrâ, 17/83)
Dipnotlar
[1] Bkz.: Yûsuf, 12/3 ve 102.
[2] Bkz.: Sâd 38/7; Zuhruf, 43/57-58.
[3] Bkz.: Furkan, 25/5.
[4] Miss Padwck, The Muslim World, Nisan 1939. Bu konuda, diğer referanslar için bkz.: M. Draz, Kur’ân’ın Anlaşılmasına Doğru, [çev. Dr. Salih Akdemir], Ankara, l984, s. 146.
[5] Malik bin Nebi, s. 309.
[6] Draz, a.g.e, s. 149.
[7] Draz, a.g.e, s. 150.
[8] M. Gaudefroy-Démombynes, İnstitutions İslâmiques, s. 68.
[9] H. Massé, L’Islam, s. 33 vs.
[10] Buhârî, İ’tisam 25, Tefsir-u sûre (2) 11.
[11] Buhârî, Tefsîr-u sûre (3); Müslim, Hudûd 5/122.
[12] Cumâ, 62/5.
[13] Nisâ, 4/161.
[14] Bakara, 2/79-80.
[15] Bunlar için mesela bkz.: (M. Bucaille, Kitab-ı Mukkades, Kur’ân ve Bilim, [Fransızca’dan çev. Suat Yıldırım], s. 311-331; Malik bin Nebi, ez-Zâhiretul-Kur’âniyye, [Fransızca’dan Arapçaya çev. A. Şahin], 1983, s. 301-306.
[16] Geschichte des Qorans, s. 16’dan, Draz, Kur’ân’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 146.
[17] Draz, Kur’ân’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 165
[18] Draz, En Mühim Mesa Kur’ân, s. 93-94.