Bediüzzaman Düşüncesinde Bazı Önemli Noktalar
Bediüzzaman’ın ahlâk görüşü tamamıyla gerçekçidir, çünkü hayatı yönlendiren esasları izale etmez, bilâkis onları “hayır işlerine” yöneltir. Böylelikle, güzel ahlâka kaynak, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medâr olur.
Yazar: Dr. Muhammed Rüşdi Ubeyd
Bediüzzaman, bazı İslâm ulemâsının yaptığı gibi, ilâhî kanunları iki kısma ayırır: Kitap ve Sünnet-i Nebeviye’den müteşekkil olan şer’î kanunlar ve kevnî kanunlar. Bunlardan ikincisi, Allah’ın kâinatın işleyişi için koyduğu ve “tabiî” bilimlerin konusu olan kanunlarla, “Sa’yin sonu servet, tembelliğin sonu sefalettir.” gibi, insan hayatı için geçerli fıtrî kanunlardır.
1- Kevnî Kanunları Anlama ve Onlardan İstifadeye Davet
Allah’a itaatin kâmilen olabilmesi, bu iki kanuna birden sarılmakla gerçekleşir; aynı şekilde O’na isyan da, bunlardan her ikisinin ya da bir tanesinin ihmali demektir. Bu konuda Bediüzzaman şöyle der: “Evâmir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i kevniyeye karşı da itaat ve isyan vardır.”[1] Buradan da anlaşılacağı gibi Kelâm sıfatından kaynaklanan Şeriat-ı İslâmiye’nin yanısıra, İrâde-i İlâhiye’yle takdir olunan ve melâike ile temsil olunan fıtrî şeriat-ı kübra vardır.
Kevnî kanunlara uygun davranmanın karşılığı olan mükâfat ve sevap ekseriya dünyada elde edilir. Şer’î kanunlara itaat etmenin karşılığı ise genellikle uhrevîdir. Kevnî kanunlar mümin-kâfir herkes için söz konusudur. Bunlara uyan kim olursa olsun mutlaka sonuca ulaşır. “Meselâ; sabrın mükâfatı zaferdir; atâletin mücâzatı sefalettir; sa’yin sevâbı servettir; sebatın mükâfatı galebedir.”[2] Bu düsturlara kim dört elle sarılır ve tevfik-i ilâhî de yâr olursa, mutlaka neticesini elde eder ve başarıya ulaşır. İçtimâî hayata yön verenlerin de bu kuralları dikkate alarak hareket etmeleri gerekir. “Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.”[3]
Kevnî kanunlara karşı çıkmak, en azından müdahale etmek, her ne kadar bilhassa modern insanın hayallerini süslese de, kanun-u fıtrata aykırıdır. Meselâ, Allah’ın dünyevî ve uhrevî kanunlarını aşıp, müsâvât-ı mutlakayı esas almak, ancak fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla mümkün olur.[4] Ehl-i hakkın, ehl-i bâtıla karşı mağlûp olması sünnetullaha aykırı değildir. Ehl-i hakka düşen görev, üstünlüğü kaybedecek şekilde sünnetullahtan sapmamaları, ne yapmaları gerekiyorsa, onu en iyi şekilde yerine getirmeleridir. Aynı şekilde, kendilerine yönelip, hareketlerini sağlam esaslara dayandırmaları, bunun için hem şer’î kanunlara, hem kevnî kanunlara riayet etmeleri gerekir. Eğer omuzlarına yükledikleri hak, “diğer bir şeyle karıştırılmış, tanınmaz hâle gelmiş” ise, kullandıkları maddî ve ilmî vasıtalar, karşı (düşman) tarafın elindekilere göre “sayı ve özellik” bakımından daha düşük seviyedeyse, mânevî vasıtalar ise “bâtıl”, yani kesin nasslara muhalif ise, bütün bunlara ilâveten ehl-i hakkın imanına, ilim ve takvasına halel gelmişse, tekâmül, iyilik ve ihlâstan uzaklaşmışlarsa, ehl-i bâtılın onlar üzerinde tasallut kurması kaçınılmazdır ve bu durum, yine Allah’ın kevnî kanunları zımnında gerçekleşir.
Bediüzzaman, Müslümanları, kevnî kanunları keşfedip, onlara riayete şiddetle teşvik eder.
Bediüzzaman, bâtılın hak karşısındaki zâhirî galibiyetini, hakkın elinde bâtıl sebep olmasına mukabil, onun dayandığı bir hak sebebe bağlar. Dolayısıyla bu galibiyet, hiçbir zaman bâtılın hakka galibiyeti değil, hak sebebin bâtıl sebebe galibiyetidir.[5]
2-Tecrübî (Müspet) İlimlerde Araştırma Yapmaya Teşvik
Bediüzzaman, sebepleri yerine getirmenin, onları Kudret Eli’nin bir perdesi bilip, onlara riayet etmenin önemi üzerinde dururken,[6] böyle bir tutumun tevekkül anlayışına ters düşmemesi bir yana, niyet-i hâlisa ile bu yöne nazar etmenin fünûn-u ekvânı (fen ilimlerini), birer maârif-i İlâhiyeye dönüştüreceğini söylemektedir. Bu gerçeğin üzerinde önceki âlimler de durmuşlardır. Ancak Kur’ân ve Sünnet üzerinde yapılan araştırma ve incelemelerin belirli alanlarda yaygınlaşıp, daha başka alanların bu sahaya kapalı tutulması, fenlere lâyık oldukları yerin verilmesine ve onların tahsiline mâni olmuştur.
Ulemâ-i ümmetten bir kısmının yanlış olarak düşündükleri “hakâik-i diniye ile hakâik-i ilmiye arasında tenâkuzun bulunduğu” iddiasına Bediüzzaman, mukaddes nassların ihtiva ettiği ve dayandığı hakikatlerinden hiçbirisinin hakâik-i ilmiyeyle teâruz hâlinde olmadığı şeklinde cevap verir.[7]
Bediüzzaman, “Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyâtın, her bir fennin bir hakikat-ı âliyesi vardır ki; o hakikat bir ism-i ilâhîye dayanıyor.” görüşündedir. Diğer yandan, “(Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara sûresi, 2/31) âyetini tefsir ederken, bu âyetle ve Âdem’e icmâlen öğretilen isimlerin peygamberlerde tafsiliyle ortaya çıkan mucizelerin “umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarâhate yakın işaret” ve teşvikte bulunduğunu söylemekte,[8] özellikle bu âyette insanlara şöyle seslenildiğini ifade etmektedir: Ey benî Âdem! Sizin pederinize melâikelere karşı hilâfet davasında rüçhâniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı öğrettiğimden, siz dahi, madem onun evlâtları ve istidadının vârislerisiniz; o hâlde, bütün isimleri öğrenip, emanet-i kübra (yani yeryüzünün halifesi olma) mertebesinde, bütün yaratılmışlara karşı, rüchaniyet liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde en yüksek makamlara gitmek ve zemin gibi büyük yaratıkların size hizmetçi olması gibi en yüksek bir mertebeye ulaşmak için size yol açıktır.[9]
Peygamberlere verilen mucizelerden bahseden âyetlerin zımnî mânâlarını tevil eden Said Nursî, bu âyetlerin Müslümanları esbab-ı ilme (ilme ulaştıran sebepler, vasıtalar) sarılmaları için teşvikte bulunduğunu söyler. Bu âyetler, ona göre âdeta şöyle seslenmektedir: Ey Müslüman! Hangi asırda olursan ol, hangi imkânlara sahip bulunursan bulun, ilerle ve ilme yapış! Bunu yaptığın takdirde, hem senin, hem bütün beşeriyetin önünde müthiş ufuklar açılacaktır. Böylece, tıpkı Hazreti Musa’nın mucizesi olan asâ benzeri basit bir âletle, rahmetin latîf feyzi olan âb-ı hayatı keşfedip, çıkarabilirsiniz. Hazreti İsa’nın, Allah’ın inâyetiyle ölüleri diriltmesi gibi, “en müzmin dertlere dahi derman bulabilirsiniz; haydi, arayınız, bulunuz! Hatta ölüme geçici bir hayat rengi vermek dahi mümkündür. Hazreti Davud’un demiri yumuşatıp şekiller vermesi gibi, siz de tekvinî kanunlara itaat etseniz, o hikmet ve o sanat, size de verilebilir. Hazreti Süleyman’ın, taht-ı Belkıs’ı celbetmesi gibi yeryüzünü etrafıyla görüp anlamanıza ve tam adalet yapmanıza yardım edecek imkânlar sizin için açıktır; onları keşfediniz. Yine Hazreti Süleyman’a kuşlarla konuşma kabiliyeti verilmesi gibi, ekser kuşlar sizin için birer mûnis arkadaş ve mutî birer hizmetkâr olabilir.[10]
Sünnetullah (ilâhî kanunlar) doğrultusunda keşfedilen tabiî ilimler, hiç kimseyi ne yanıltır, ne de yoldan çıkarır. Bu noktada önemli olan nazar, yani bakış açısı ve bir de niyettir. İlmî araştırmalar, Allah adına ve Allah için yapılmalı, dolayısıyla O’na iman, imanın gereği olarak âhireti kazanma, dolayısıyla dünyada adaleti ve umumî sulhü temin etme, insanlara yararlı olma temellerine oturmalı ve bütün kâinat gerçeklerine imanın, Allah’ın varlığı, birliği, sıfat ve isim tecellileri ışığında yaklaşılmalıdır. Aksi takdirde, eğer kalpte iman olmaz, arı gibi kâinattan alınan nektarları gerçek ve aydınlatıcı ilme çevirecek birer tasdik edici bulunmazsa, bu takdirde, ilmî araştırmalar gaflet perdesinin ve insanın kalbini körelten karanlıkların daha da kalınlaşmasına yol açar.[11]
Sonuç olarak; “Kur’ân, 1300 (şimdi 1400’ü geçti) sene evvel, gelecek zamanın karanlıklarında gizli ve gaybî olan insanî çalışma, terakki ve bunun meyvelerini görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir sûrette gösteriyor.”[12] Bunları keşfetme yolu insana açıktır ve insan, çalışıp çabalayarak bunları keşfetmeli ve neticelerini insanlığın hayrına kullanmalıdır.
3-Çalışmaya Teşvik
Said Nursî, Risale-i Nur’da, insanları çalışmaya ve gayret sarfetmeye teşvik ederken, tembellik ve meşguliyetsizlikten şiddetle sakındırır. Ona göre, çalışmayan insan, adem (yokluk) hesabına çalışır: atalet, vücut zımnında adem, (yani hayat içinde ölüm) olmasına mukabil, çalışmak, vücudun hayatı ve hayatın daha bir uyanması ve inkişafıdır.[13] Çalışmayan kişi, zâhiren rahat ve mutludur; gerçekte ise, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker.[14] Çünkü âtıl kişi, hayatından devamlı şikayetçidir, ömrünün rahat ve eğlence içinde çabucak geçmesini ister. Hayat şartları bu isteğin gerçekleşmesine izin vermediğinde gücü, kudreti, emelleri ve ihtiyaçları baskı altında, kalbi de elemler içinde kalır ve bir şey düşünemez hâle gelir. Hayatta ciddî bir şekilde çalışmak ve buna ilâveten Allah’a şükür ve hamd görevini yerine getirmek, istenilen ve faydası beklenen hedeflerin gerçekleşmesiyle ömrün meyvedâr hâle gelmesini sağlar.
“Kanaat, bitmez-tükenmez bir hazînedir.” vecizesini değerlendiren Bediüzzaman, bu düsturu, mevcutla yetinme, arzu edilen ve övülen kanaat değil, belki dûn himmetlik, (yani küçük hedefler peşinde koşma ve gayretsizlik) olarak izah eder.[15]
Aynı konuda unsurlar, bitkiler ve hayvanları nazara veren Üstad Bediüzzaman, onların tekvinî emirlere bağlılıklarını gösteren muntazam hareketlerine dikkat çekmekte ve Müslümanlar’ın bunlardan ibret alarak çalışmaya dört elle sarılmalarını, böylece kâinattaki çalışma ve hareket temposuna ayak uydurmalarını istemektedir.
4-Müslümanların Birleşmesi
Bediüzzaman, Müslümanlar’ın birliği üzerinde de önemle durmuş, tefrikayı, onların gerilik ve mahkûmiyetlerinin en önemli sebeplerinden biri olarak görmüştür. O, İslâmiyet yolundan ayırıp ilhat yoluna yönelten unsuriyet (ırkçılık) fikrinden uzak olduğunu her fırsatta dile getirmiştir[16] ve Kur’ân Medeniyeti’nin, insanlar arasında bağ olarak din, vatan ve meslek gibi unsurları kabul etmesine karşılık, modern medeniyetin, başkasını yutmakla beslenen ve insan enaniyetini besleyen ırkçılığı esas aldığını beyan etmiştir.
Eski Said lisanıyla tekrar tekrar dile getirdiği gibi, unsuriyete dayalı milliyetçilik fikri İslâm Âlemi’nde dış güçlerin tesiriyle kendini göstermiş, neticede temellerini ve esaslarını sarsacak seviyelere ulaşmıştır. Bu düşman düşünce, bulaşıcı Avrupa hastalığıdır[17] ve dessas Avrupa zalimleri bu hastalığın mikroplarını Müslümanlar içinde menfî bir sûrette uyandırmaktadırlar; tâ ki, onları parçalayıp yutsunlar.[18] Bu düşünce insaniyet açısından da kabulü gayr-i kâbildir. Çünkü menfi milliyet fikri başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder,[19] neticede Müslüman toplumlar arasında karşılıklı husumeti ve nizayı doğurur.
Menfî milliyet fikri, imana da terstir. Çünkü Müslümanlar’ın “Yaratıcısı bir, Râzıkı bir, Peygamberi bir, dini bir, kıblesi bir, kitabı bir, vatanı bir”dir.[20] Bütün bu birlik noktaları, aralarında yakınlaşmayı, tanışmayı ve yardımlaşmayı gerektirmektedir.
Bunların yanısıra, menfî milliyet düşüncesini ortadan kaldırıp, fikir birliğini sağlam esaslara dayandırmayı ve müşterek kardeşlik anlayışını ihya etmeyi gerektiren medenî, siyasî, iktisadî ve sosyal esaslara dayalı zaruretler vardır. En önemlisi, İslâm Ümmeti’nin etrafı, İslâm düşmanlarıyla çepeçevre sarılıdır. Bu durum, İslâm şemsiyesi altında bir arada bulunan Müslümanların, Batı’nın desiseleriyle içlerine atılan mezhep, dil, ırk, renk, milliyet farklılığı iddialarına karşı uyanık olmalarını gerektirir. Bediüzzaman, böyle bir durum karşısında Müslümanlar’a şu uyarıyı yapmaktadır; “Ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husûmetkârâne tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.”[21] Aynı zamanda Müslümanlar’ın içinde bulundukları şartlar da iç açıcı değildir. “Şimdi, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez.”[22] Bu hastalığın izalesi ancak birlikle olur ve böylece Batı’nın hileleri sonuçsuz kalır; kalır ve İslâm Âlemi üzerindeki iktisadî baskısı ve sömürgesi ortadan kalkar, neticede geri kalmışlığın önüne geçilerek kalkınma sağlanır.
Bediüzzaman, milletini sevme ve onu dini, ülkeyi ve milleti korumada bir kale gibi yapma mânâsında müspet milliyetçiliği benimserken, ırkçılık düşüncesini her zaman tehlikeli bulur. Ona göre, meselâ, “Emeviler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâm’ı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.”[23] Aynı zararı, bizzat unsuriyet fikrinin kaynağı Avrupa Medeniyeti de çekmiştir. “Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli, ebedî adâvetlerinden başka; Harb-i Umûmî’deki hâdisat-ı müdhişe dahi, menfî milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.”[24] Unsuriyetin açtığı büyük yaralardan Osmanlı Devleti de nasibini almıştır. “Bizde ibtida-i hürriyette, Bâbil kal’asının harabiyeti zamanında ‘tebelbül-ü akvâm’ tabir edilen ‘teşaub-u akvâm’ (Osmanlı Devleti’nde ırkçılığın yayılması) ve o teşaup sebebiyle dağılmaları gibi menfi milliyet fikriyle Rum ve Ermeni olarak pek çok kulûpler namında sebeb-i tefrika-i kulûp, muhalif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti.”[25]
İslâm Âlemi’nde iki büyük taife hâlinde bulunan Sünnîler ve Şiîler konusunda da Müslümanlar’ı uyaran Bediüzzaman, bunlar arasındaki mezhep ayrılıklarından, devamlı bekleyiş içindeki ilhat kamplarının istifade edeceğini söylemiştir. O, bu iki kesime şöyle seslenir:
“Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemâat! Ve ey Âl-i Beyt’in muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâyı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir sûrette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birbirinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek.”[26]
Bediüzzaman, Müslümanlar’ın birleşmesi adına bazı önemli prensipler de sıralamıştır ki, bunların başlıcaları şunlardır:
1-Müspet hareket etmek; mesleğinin muhabbetiyle yaşayıp, başkalarına düşmanlık etmemek.
2-Kendi yolunu haklı görürken, “Tek doğru ve haklı benim yolumdur.” demek yerine, “Benim yolum haktır veya daha güzeldir.” düsturunu benimsemek.
3-Daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medâr-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok birlik râbıtaları bulunduğunu düşünerek ittifak etmek.
4-Haklı her meslek sahibinin, başkalarının mesleğine ilişmemesi.
5-Ehl-i hakla ittifak, tevfik-i ilâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmek.
6-Müslümanlar arasında bir şahs-ı mânevî oluşturmak.
7-Hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak.
8-Nefsini ve enâniyetini, yanlış düşündüğü izzetini, ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmek ve tam ihlâsı elde etmek.[27]
5-Aslî Değerler, Çağdaş İddialar
Bediüzzaman, “İslâmiyet’in esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, hatta sathî kalır.”[28] hükmünü tespit ettikten sonra, İslâm Milleti’nin imanî, fikrî ve medenî temellerini muhafaza zarureti üzerinde durmuştur. Bizzat kendisi aslî değerlerin savunması mücadelesine girişerek, bu değerlerin gereklerini yerine getirme ve sınırlarını belirleme işinde yol göstermiştir. İçinde bulunduğu şartların değişmesiyle, konuları ele alışında da kısmî değişiklikler görülmekle birlikte, hiçbir zaman İslâm’ı Batı ıstılâhlarıyla müdafaa yoluna başvurmamıştır. Çünkü böyle bir müdafaa şekli, insanı, Batı’nın kültür, program ve nazariyelerinden bazılarına teslim olmaya zorlayacaktır. Felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiye’nin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze etmek isteyenlerin, bir derece onları kabullenmek zorunda kalacaklarını, hatta bir kısım düsturlarını, fünûn-u müspete suretinde mutlak gerçeklermiş gibi teslim edip, o sûretle İslâmiyet’in hakîkî kıymetini gösterememe gibi durumların yaşandığını dile getirmiştir.[29]
Bu düşünceden hareketle, Allah’a iman ve O’nun Esmâ-i Hüsnâ’sı üzerine oturan akaid-i İslâmiye’nin temellerini ortaya koymuş, usûl-i imaniyeyi Kur’ânî metotlarla, muasır insanların anlayacağı örneklerle, gerçekçi bir yaklaşımla açıklamıştır. Bu gayretlerin neticesi olarak, yüz binlerce insanın imanlarının muhafazasında, materyalist felsefenin ve dinsizliğin saldırılarından kurtarılmasında Allah’ın tevfikine mazhar olmuştur. Çalışmaları, İslâm toplumunun maddî ve teknik alanlarda ilerleme, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma peşinde koştuğu bir dönemde, medenî ve içtimâî kopmalara sebebiyet vermemiş veya sûfîlerin uzleti gibi bir kenara çekilmeyi gerektirmemiş, başkalarının emellerine de hizmet etmemiştir.
İçtimâî alanda Bediüzzaman, faaliyetlerini daha ziyade İslâm’ın sosyal yapısını ve İslâm’a dayalı insaniyet fikrini açıklamak üzerinde yoğunlaştırmıştır. Etnik ayrılık ve unsuriyet (ırkçılık) fikrinin bünyeye yabancılığını, bu düşüncenin hak ve adalete meyyal olan insaniyet fıtratından kaynaklanmadığını ve birlik içinde çok çeşitlilik, sabit değerler dairesinde maslahatların farklılığı ve değişkenliği üzerine kurulu bir bünyeye sahip olan içtimâî vücûd-u insanî gerçekleriyle hiç bir bağlantısının olmadığını ortaya koymuştur. Diğer yandan, dinsiz milliyetçilik, şovenizm ve/veya ırkçılığı, “Dini, milliyetle takviye etmek, zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz.” bahanesiyle şirin göstermeye çalışanlara karşı şu cevabı vermiştir: “Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakâik-i kâinata kökler salmış olan şecere-i tûba-i İslâmiyet; mevhum, muvakkat, cüz’î, husûsî, menfî belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmânî unsuriyet toprağına dikilmez! Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakâne ve tahripkârâne, bid’akârâne bir teşebbüstür.”[30] Aynı zamanda bu, sonuçsuz bir ameliyedir ve o kadar da zararlıdır. “Unsuriyet fikri, firenk illeti gibi zararlı bir illettir.”[31]
Köklü İslâm kardeşliğiyle unsuriyet ve şahsî menfaatler üzerine kurulu kardeşlik arasında bir kıyaslama yapan Bediüzzaman, birincisinin sadıkâne, hakikî ve bütün Ümmet-i İslâmiye’yi içine alacak kadar geniş, ikincisinin ise mecazî, gayr-i hakikî ve muvakkat olduğunu, böyle bir kardeşliğin belirli bir topluluk ve kavimle sınırlı kalacağını söylemektedir.[32]
Tarihî görüş açısından Bediüzzaman’a göre aslî değerlerin mânâsı, tarihin derinliklerinden asr-ı hazıra kadar uzanan, bu günün insanlarını atalarının hususiyetlerine taşıyan “cadde-i kübra” üzerinde yürümektir. Bu yüzden Bediüzzaman, İslâm’ın en güzel şekilde şahsiyet kazandırdığı, en üstün meziyetlere sahip kıldığı, en hayırlı özelliklerle şekillendirdiği, en harika medeniyetleri kurmada destek olduğu ve bu yolla insanlığa en güzel meyveleri kazandırmasına sebebiyet verdiği İslâm Milleti’nin tarihle arasındaki bağları koparmanın tehlikesinden bahsetmektedir. Âlem-i İslâm ancak mezkûr cadde-i kübrada gidebilecekken, muasırlaşma, modernleşme, dışa açılma adı altında Müslümanlar’ın tarihle bağlarının koparılmasıyla onlar, “başka hususî ve dar caddelere” sevk edilerek, “idlâl edilmiş” olacaklardır.[33] Çünkü, ilk bakışta câzip görünen bu ıstılâhlar, aslında Müslümanlar’ı Batı’nın lokması hâline getirme maksadına hizmet etmekte, bu maksatla kullanılmaktadır. Eğer bir Müslüman, “medâr-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medâr-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinat telâkki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nuranilerini terk edip, heveskârâne, hevaperestane, riyakârâne, şöhretperverâne, bid’akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır.”[34]
Bediüzzaman Said Nursî, Türkiye’de şeâir-i İslâmiye’nin korunmasına çok büyük hizmet etmiştir. Batı’da Protestanlığı esas alıp, güya kalkınma ve terakki adına İslâm’da reform önerenlerin ve Kur’ân’ın ve ibadet dilini değiştirme heves ve teşebbüslerinin büyük bir cesaretle karşısında durmuş, bu konuda en ikna edici ve ilmî cevapları vermiştir.[35]
O, tek ve bütün bir bünye olan Müslümanlar’ın aslî değerlerinin muhafazası zaruretini dile getirirken, bunun olmaması hâlinde Müslümanlar’ın tefrikaya düşeceğine ve taklit anlayışıyla böyle bir yola girmenin tehlikeli oluşuna işaret etmekte ve sormaktadır: “Acaba bid’aları icat etmekle o kafile-i uzmâdan inhiraf eden, nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?”[36] Ayrıca, Batı’nın aklî ve ruhî yapısına, toplum hayatına umumen uyan esasların Şark insanına aynen uymasının mümkün bulunmadığını şu şekilde ifade etmektedir: “Asya akvâmını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalptir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, onların yerine geçmemeli.”[37]
Asrîleşmenin getirdiği birtakım yeni şartlara uyum için içtihat teklif edilmesi karşısında da Bediüzzaman, gerçek İslâmî tavrı ortaya koymuştur. Ona göre, içtihat kapısı her zaman açıktır, fakat oraya girmenin şartları vardır.[38] Önemli olan, zamanın ihtiyarlamasına mukabil sürekli gençleşen Kur’ân’ın, her asırda, her şartta her tabaka-ı beşere ve ihtiyaçlarına bakan yanını keşfedebilmektir. Yine, içtihada istidadı olan kişi, kendi adına içtihatta bulunabilir, fakat teşrîde bulunamaz. Yani, kendi içtihadını umumî bir kanun hâline getiremez. Çünkü kanun yapma, içtihadı herkese şamil kanun hâline getirme, ulemanın çoğunun kabulüyle mümkündür.
6-Müslüman Ferdin Ahlâkî Yapısının Yenilenmesi
Said Nursî, tek tek Müslüman fertlerin çok iyi yetişmesi, aklen ve ruhen terakkisi ve güzel ahlâkla bezenmesi üzerinde ısrarla durmuştur. Nefsin tezkiyesi, temizlenmesi ve ruhun kuvvetlendirilmesi gerçekleşmedikçe, hayvaniyetten çıkıp, ruhun derece-i hayatına girmedikçe, yapılan amellerde ve güdülen gayelerde istenilen hedefe varmak mümkün değildir.
Bediüzzaman, bütün toplum katmanlarıyla ilgilenmiştir. Modern hayatın baskısı altında ezilen, bilhassa Cumhuriyet Türkiyesi’nin özellikle ilk yoksulluk yıllarında büyük sıkıntılar çeken hastalar, kimsesizler, yaşlılar, musibetzedeler, yoksullar ve mahkûmlar onun şefkat, merhamet ve sevgi dolu atmosferinden bol bol istifade etmiş, o, eserlerinde bu kesimlere rahmet kanatlarını en geniş biçimde germiştir. Bunun gibi, kadınlar, bu arada anne-babalar, onun ilgisini fazlasıyla çekmiştir. Aile hayatının üzerinde hassasiyetle durmuş, şefkat, hürmet ve vefayı hep ön plâna çıkarmıştır. Belâ ve elemlere karşı sabır, kurulu aile hayatının ahlâkî yapısının “samimî ve ciddî ve vefadârâne hürmet” prensibiyle muhafazası, toplumun bağlarının kuvvetlendirilmesi, iman ile toplum birliğinin sağlanması ve hayat-ı içtimaiyeye zararı âyân-beyan ortada olan tefrikanın ortadan kaldırılması, ahlâkî çöküşe meydan vermeme, yüksek değerlerin terk edilerek, “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölmüş bana ne; sen çalış ben yiyeyim.” şeklinde tezahür eden bencillik gibi topluma zarar veren anlayışlarla mücadele, hırsa karşı çıkma, insanın yapısındaki menfî duygu ve temayülleri güzel hasletlere kanalize etme, hakka ve haklıya taraftar olma… evet, bütün bunlar ve daha pek çok ahlâkî, mânevî, içtimâî düstur, onun eserlerinde lâyık oldukları yeri almıştır.
Bediüzzaman, İslâm Medeniyeti’nin ve medenî İslâm toplumunun üç temel esasını, hayatta kavga yerine teavün (yardımlaşma); gayede menfaate bedel fazilet ve rıza-yı ilâhîyi esas tutma, toplulukların birliğinde unsuriyet, menfî milliyet yerine dinî ve vatanî bağları ön plâna çıkarma olarak ifade etmiştir.
İlmî çalışmalarda da, daha önce ifade edildiği gibi, imanı ve ahlâkı ön plana almıştır. Ona göre, “Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i ilâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemâlât, o sanat kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.”[39] Karanlık bir gölge olan ilim ise, insanları imandan ve ahlâktan ayırarak, şerre ve yıkıcılığa yöneltir.
Bediüzzaman’a göre, ahlâkın kökleri imanda yatar. İmansız ahlâk düşünülemez. Bütün güzel hasletlerin olduğu gibi, şecaatın da kaynağı iman ve ubûdiyettir. Bütün kötülüklerin olduğu gibi korkaklığın kaynağı ise, dalâlet ve sefahettir.”[40] Bediüzzaman’ın ahlâk görüşü tamamıyla gerçekçidir, çünkü hayatı yönlendiren esasları izale etmez, bilâkis onları “hayır işlerine” yöneltir. Böylelikle, güzel ahlâka kaynak, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medâr olur.[41]
Burada ele almaya çalıştıklarımızın dışında, Bediüzzaman Düşüncesi’nin orijinal daha pek çok yanları vardır. Fakat bunların her biri, ayrı ayrı ele almayı gerektirir. Meselâ, ondaki güzellik düşüncesi; Allah’ın Esma-i Hüsnâ’sına (güzel isimlerine) bakış, tevhid üzerinde temellenme; tasavvuf, tarikat ve nefsi tezkiye, ruhî tekâmül; insanın âlâ-yı ılliyyîn ile esfel-i sâfilîn arasındaki gel-gitleri, terakkisi ve tedennisi; hadis ve fıkhı ilgilendiren konularda ortaya koyduğu muazzam ölçüler; bilhassa Kur’ân’ın mucizeliğini izah tarzı; Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, âhiret, melekler gibi konulardaki engin ve en muknî açıklamaları… Kısaca, İslâmî iman, düşünce, kalp, ruh, hayat, faaliyet, ferdî ve içtimaî yapıyı yeniden inşa konularında yazdıklarının her biri, en az bir kitap seviyesinde çalışma isteyen mevzulardır.
Sonuç olarak Bediüzzaman, Peygamber vârisi bir âlim, bir mürşid, bir mütefekkir, bir ruh ve beyin yapıcı, bir içtimâiyat uzmanıdır.
[1] Nursî, Bediüzzaman Said, Mektûbât, s.449.
[2] Nursî, a.g.e., s.449.
[3] Nursî, Lem’alar, s.170.
[4] Nursî, a.g.e., s.171.
[5] Nursî, Sözler, s.677.
[6] Nursî, a.g.e., s.292.
[7] Nursî, a.g.e., s.325.
[8] Nursî, a.g.e., s.244.
[9] Nursî, a.g.e., s.244.
[10] Nursî, a.g.e., s.237-244.
[11] Nursî, Lem’alar, s.69.
[12] Nursî, Sözler, s.248.
[13] Nursî, a.g.e., s.605.
[14] Nursî, Lem’alar, s.124.
[15] Nursî, Sözler, s.676.
[16] Nursî, Mektûbât, s.396.
[17] Nursî, a.g.e., s.59.
[18] Nursî, a.g.e., s.59, 298.
[19] Nursî, a.g.e., s.298.
[20] Nursî, a.g.e., s.243.
[21] Nursî, Mektûbât, s.249.
[22] Nursî, a.g.e., s.299.
[23] Nursî, a.g.e., s.299.
[24] Nursî, a.g.e., s.299.
[25] Nursî, a.g.e., s.299.
[26] Nursî, Lem’alar, s.26.
[27] Nursî, a.g.e., s.151.
[28] Nursî, Mektûbât, s.413.
[29] Nursî, a.g.e., s.413.
[30] Nursî, a.g.e., s.411.
[31] Nursî, a.g.e., s.396.
[32] Nursî, a.g.e., s.396.
[33] Nursî, a.g.e., s.406.
[34] Nursî, a.g.e., s.388.
[35] Nursî, a.g.e., s.371.
[36] Nursî, a.g.e., s.370.
[37] Nursî, a.g.e., s.300.
[38] Bkz.: Nursî, İçtihad Risalesi (Yirmi Yedinci Söz).
[39] Nursî, Sözler, s.244.
[40] Nursî, a.g.e., s.16.
[41] Nursî, Mektûbât, s.30.