Kur’ân’a Göre Yeni Bir Paradigma Oluşturma Cehdi ve Nursî -1
Bilginin mârifete ulaşması, insanın iç mekanizmalarını harekete geçirici bir etkiye sahiptir. Bu iç mekanizmaların merkezi, kalptir. Bilimsel veriler akıl tarafından kavranılarak anlaşılır hâle geldikten sonra, insanın mahiyetini ve hakikatini oluşturan hasselerle kalpte buluşur.
Bediüzzaman Said Nursî (ö.1960) Doğu-Batı, geçmiş-bugün gibi tarihî ve kültürel ayrımlara girmeden, Allah’ın varlığı ve birliğinden hareketle, insanın Allah, tabiat, diğer insanlar ve kendi kendisi ile ilişkisini Allah’ın muradına göre kurmayı esas alan bir paradigma geliştirmek için uğraşmaktadır.
Nursî’nin söylem şekli ve ele aldığı konulara dikkat edilince, sanki bütün olumsuz şartlar ve tarihî kayıtlara rağmen başarıya ulaştıracak bir formül bulmuş gibi davrandığı gözlenmektedir. Bu formülde yer alan değerlerin başında, kâinat (tabiat) ve Kur’ân’ı, aynı hakikatin iki farklı ifadesi olarak kabul etmektir.[1] Bu ifadeyi anlayacak ve elde ettiği anlamla Allah’a yönelecek olan da insandır. Bu yaklaşım aynı zamanda din-bilim uzlaşmazlığının hakikatten ne kadar uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Nursî’nin bu noktayı vurgulamakta ısrarlı olduğu görülmektedir.[2] Zira ona göre, bir hakikatin iki ayrı ifadesini yanlış anlayıp, birbirine karşı kullanmaktan kaynaklanan bir kaos yaşanmaktadır. Bu kaos, “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır.” sözünde ifadesini bulduğu gibi, kör ile topalın hikâyesini andırmaktadır. Bilim, kendi yöntemi ile, Hakikatin tecellîlerini tabiat üzerinde incelemekte, onları imbikten geçirip, analizler yapmakta, sonra kanun ve kaidelere ulaşmaktadır. Bunları yaparken, uğraştığı nesnenin bir tecellîden ibaret olduğunu bilmediği için, Hakikate ulaşamamaktadır. Öyle ise, Kur’ân ile kâinatı, birbirini tefsir eden iki mütemmim gibi ele alıp, insanın idrakine açacak yeni bir bakış açısına ihtiyaç vardır. O, “Kur’ân kâinatı okuyor.”[3] sözünü vurgulu bir şekilde söyleyerek, bu tefsirî ilişkiye dikkat çekmektedir.
Nursî’nin yaklaşımı -genel düşüncesi dikkate alınarak- değerlendirilince, bu tefsirî ilişkinin sağlanabilmesi için imana dayalı bir epistemoloji teklif ettiği söylenebilir. Ona göre, insanın sahih bilgi üretebilmesinin şartı imandır. Aksi takdirde, bilimsel yollarla üretilmiş bilgiler de, insan açısından noksan ve sınırlı ölçülerde kullanılabilir duruma düşmektedir. Çünkü bilimsel bilgiler, insanın ve kâinatın sırlarım çözmeye, insan ve kâinatın hakikatini anlamaya ve böylece hayatın anlamını aydınlatmaya yardım etmedikçe, insan açısından tatmin edici olmayacaktır. O tatmin edici vasfa ulaşması için, bilgi yeni bir üretimle mârifete dönüştürülebilmelidir.[4] Bilimsel bilgiler, mârifet için hammadde oluşturması bakımından elde edilmiş veriler mesabesindedir ve bu veriler alabildiğine çoğaltılmalıdır. Zira asıl bilgi, bu veriler vasıtasıyla insanın üreteceği mârifetle oluşacağı için, veriler ne kadar çoğaltılırsa o kadar iyidir. Hatta durması ya da yavaşlaması felâketin habercisi sayılmalıdır.
İnsan kendisiyle, diğer insanlarla ve tabiatla ilişki içinde elde ettiği tecrübî, hissî ya da bilimsel analiz ve sentezlerden doğan verileri, iman temeli üzerinde ve ancak Kur’ân vasıtasıyla mârifete çevirebilir. Bilginin mârifete ulaşması, insanın iç mekanizmalarını harekete geçirici bir etkiye sahiptir. Bu iç mekanizmaların merkezi, kalptir. Bilimsel veriler akıl tarafından kavranılarak anlaşılır hâle geldikten sonra, insanın mahiyetini ve hakikatini oluşturan hasselerle kalpte buluşur.[5] Bu buluşmadan, yeni bir sonuç olarak, muhabbet doğar. Bu muhabbet, dış dünyayı tanımak ve anlamaktan, onu elde edip hükmedecek vasıtalara ulaşmış olmaktan değil, dış dünya ile arasındaki zorunlu ihtiyaç ilişkisinin çözülmesi ile bu ilişkiyi yaratıp, düzenleyen Yüce Yaratıcı’ya ulaşmış olmaktan doğmaktadır. Bu muhabbet, bilimsel bilginin teknoloji üretiminde kullanılarak hayatı bir takım vasıtalarla konforlandırdığı gibi, bu sefer de iman, mârifet ve muhabbet hattını takip ederek insanın iç dünyasında/ruhunda, varlığı kavrayıp anlamlandırmaktan kaynaklanan bir lezzeti üretmeye başlar. Hayatın tadı da, işte bu ruhanî lezzetlerdedir.[6]
İşte Kur’ân, hangi zamanda yaşıyor olursa olsun insana, yaşadığı çevre ve şartlardan yararlanarak böyle bir ilişki kurmanın ve hayatı anlamlandırarak zâhirî tatlardan ruhanî zevklere uzanan bir çizgide hayatı hissederek yaşamanın yollarını gösteren bir kitaptır. Dolayısıyla, Kur’ân’ın anlaşılmasında asıl dikkat edilmesi gereken şey, onun insanlarla buluştuğu dönemin tarihsel şartları ve seviyesi değil, “ism-i a’zamın muhitinden nüzûl ile arş-ı a’zamın bütün muhâtına bakan, teftiş eden hikmet-feşân bir Kitab-ı Mukaddes”[7] olma keyfiyetidir. İnsanlar o kitap vasıtasıyla insan olma hakikatini, kâinatın hakikatini çözer ve hayatlarını ona göre şekillendirirler.[8]
Nursî, Kur’ân’ın tarihsel yönüne, sade, basit ve ilim açısından alabildiğine fakir bir ortamda yaşadıkları için cehalet ve kabalıktan kurtulamamış Cahiliye Araplarının, Kur’ân’la buluşunca nasıl yüceldiğine dikkat çekmek için temas eder.[9] Bilgisi ve imkânı kıt, kaba insanların Kur’ân vasıtasıyla nasıl bir şevk içinde âleme dağılıp, yeni bir medeniyet kurarak çağdaşlarına üstadlık ettiğini vurgular.[10] Dolayısıyla Nursî’ye göre, insanın tarihsel yönü dikkate alınsa da, asıl, Allah’la irtibat kurmaya müsait yaratılmış olan mahiyetine bakmak lâzımdır. Bugün Kur’ân vasıtasıyla, fen ve sosyal bilimlerin verilerinden yararlanarak mârifet üreten ve mârifetten doğan muhabbet ve ruhanî zevklerle yaşamayı başarmış insanların modern dünyaya yeniden şekil vermeye muktedir olacağını vurgular.[11]
1-Din-Bilim kaynaşması: Tefsir ve Üniversite Projesi
Nursî, insanın tarihsel yönüne tutsak olup bu noktadan hareketle yöntem arayışlarına girmek yerine, mahiyeti ve Allah’la irtibatı sayesinde yaşamı yeniden şekillendirebilme kudretine malik oluşuna dikkat çekmektedir. Modern dünyanın modern insanı, beşeriyetin ulaştığı bilimsel seviyeden de yararlanarak, Kur’ân’la yeni bir hayat tarzı ortaya çıkartabilir. Böylece Nursî, geçmişten gelen ve bugüne hitap etmekten uzak olan şeylerin bağlayıcılığından Kur’ân vasıtasıyla kurtularak mahiyetiyle bütünlük arz edecek bir hayatı yakalamış insanların, doğu-batı ve geçmiş-şimdi gibi farkları aşarak, yeni bir paradigma oluşturacağına inanmaktadır. Ona göre tarihî kayıtları çözmek ancak, insanı kendi kendisinden uzaklaştıran şeylerden Kur’ân vasıtasıyla sıyrılıp, mahiyet ve hakikatiyle bütünleşmesinden geçmektedir. Bu tür insanlarla, hayatı yeniden şekillendirmek mümkündür. Bu imkânın doğuracağı sonuç, modernizme karşı bir hayat tarzı ortaya koymak değil, aksine modern insanın da kendi hakikatine ulaşması sayesinde, mevcut yapıyı aşarak, insanın mahiyet ve hakikatine göre yeni bir hayat tarzına ulaşması olacaktır. Nursî, bu tezini gerçekleştirmek için bir üniversite ve bir de tefsir projesi geliştirmiştir. Aynı zamanda, üniversite ve tefsir projesini, ontolojik bir temele yerleştirerek düşünce sisteminin çekirdeğini oluşturduğu görülmektedir.
a-Tefsir Projesi
Nursî’ye göre çağımızda ciddî bir Kur’ân tefsirine ihtiyaç duyulmaktadır. Çağın ihtiyaçlarına göre Kur’ân’ı tefsir etmek -dâhi de olsa- bir tek kişinin altından kalkabileceği bir yük değildir. Zira Kur’ân’ı tefsir edecek kişide, birçok özelliğin bir arada bulunması gerekir.[12] Hâlbuki, bir tek şahsın bu özellikleri kendisinde cem etmesi mümkün gözükmemektedir. Ona göre bu imkân, ancak, bu özellikleri cem eden bir heyetin çalışmasıyla mümkün olabilir. Kendisi, bu inancından dolayı tefsir yazmayı düşünmemiş, böyle bir heyetin kurulmasını çok beklemiştir. Ancak, Birinci Dünya Savaşı gelince, heyet imkânı kalmadığım görmüş ve “Bir şey tamamıyla elde edilemediği takdirde, o şeyin tamamıyla terki caiz değildir.” kaidesine uyarak, hiç olmazsa, Kur’ân’ın bazı hakikatleri ve nazmındaki i’câzına dair bazı işaretleri tek başına kaydetmeye karar verir. Cephede, savaş şartlarında ancak bazı âyetler[13] üzerinde çalışma imkânı bulur ve bu çalışmaya İşârâtü’l-İ’câz adını verir.[14]
Nursî’nin, dâhi de olsa bir ferdin Kur’ân tefsirinin altından kalkamayacağına neden kail olduğu açıktır. Öncelikle, Nursî’ye göre Kur’ân, “bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı A’lâdan îrâd edilen İlâhî ve şümullü bir nutuk ve umumî, Rabbânî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamanda dünya maddiyatına ait pek çok fenleri ve ilimleri câmîdir. Bu itibarla; zamanca, mekânca, ihtisasça daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’ân-ı Azimuşşan’a tefsir olamaz.”[15] Bir kişi yerine, heyet tarafından tefsir yapılmasının başka faydaları da vardır ki, bu faydalar geçmiş müfessirlere yöneltilen eleştirilerde açıkça ortaya çıkmaktadır. Gerek Fazlurrahman, gerekse diğer çağdaş düşünürler, tefsirlerin yazıldıkları zamanın siyasî etkilerini fazlasıyla taşıdığından şikâyet etmekte ve tarihselci yaklaşımla bunların ayıklanması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Nursî neden heyete ihtiyaç olduğunu ifade ederken, bu mahzurları şöyle sıralamaktadır:
“Bir ferdin ihtisası, Kur’ân’ın muhataplarının ruhî ve maddî durumlarını, ihtiva ettiği fen ve bilimlerin inceliklerini kuşatmaya yetmez. Aynca fertlerin bazı taassuplara sahip olması mümkündür, bu taassuplar Kur’ân hakikatlerinin tarafsızca beyanına mâni olur. Önemli bir nokta da şudur ki, bir ferdin Kur’ân’dan anladığı mânâ ve yorum kendisine aittir; başkaları onu kabule zorlanamaz.”[16] Eğer heyet olursa, heyetin baskı altında kalması nispeten daha zordur. Herkes kendi ihtisas alanına hakimiyet açısından daha muktedir olacağı için Kur’ân âyetleri ile bilimsel verileri karşılaştırmak, -bir kişinin yaptığı tefsire nispeten- daha doğru bir zeminde gerçekleşme imkânına sahiptir.
Nursî’nin Kur’ân’a bakışı ve muhtevadan hareketle getirmiş olduğu tanım, onu tarihsel olarak ele alma[17] imkânı bırakmamaktadır. Zira, ona göre Kur’ân, insanın ve kâinatın hakikati ile ilgilidir. Gelip geçici vasıflarıyla değil. Ayrıca Kur’ân, sadece nâzil olduğu dönemin değil, “beşerin muhtelif tabakalarından kâlî veya hâlî yapılan suallere lâzım olan cevapları veren umumî bir mürşid-i mücîbdir.”[18] Dolayısıyla Kur’ân, bütün devirlere ve o devirlerin insanlarına, mutlak hakikate ulaşmanın bilgisini verir ve devrin sağladığı imkânlarla hayatı yeniden yorumlayacak açılar kazandırır.[19] Bununla birlikte Nursî’nin yaklaşımı, hermeneutik daire açısından Kur’ân’ı incelemeye son derece açıktır.[20] Nursî, Kur’ân âyetlerini kubbe taşlarına benzetmekte ve bu teşbihi, aralarındaki irtibata dikkat çekmek için yapmaktadır. Ayrıca Kur’ân’ın âyetleri arasındaki irtibatın, birbirinin anlamına destek olma açısından önemini anlatırken “Hangi âyet alınırsa alınsın, sanki bütün Kur’ân o âyeti desteklemek için inmiş gibidir.”[21] sözü, parçadan hareketle bütün, bütünden hareketle de parçayı anlama çabası açısından önemli olsa gerektir.[22]
Ayrıca, anlama hususunda yazarın niyetini önemseyen tarihselci yorumlama yöntemi açısından da, Nursî’nin yaklaşımları dikkat çekici olmalıdır. Ona göre, Kur’ân ayetleri ele alınırken, sözün hangi makamda söylendiğine bakmak yetmez. Mütekellim, muhatap, maksat, makam olmak üzere dört ayrı açıdan bakılmalıdır ki, kıymet, kuvvet ve ulviyetini hakkıyla anlayabilmek mümkün olsun.[23] Yani Kur’ân söz konusu olduğu zaman şöyle bakmak gerekmektedir:
- Sözü söyleyen, semaların ve yerlerin sahibi, yaratıcısı, hakimi, gibi sıfatlarıyla Allah’tır,
- Sözün muhatabı aklı, kalbi ve şuuruyla kul vasfını taşıyan insandır,
- Öyleyse insan için önemli olan, muhatap olduğu sözün hangi makamda söylendiğine dikkat etmektir. Meselâ söz emir midir, nasihat midir, bilgilendirme midir, temsil midir, ahlâkî bir konuyu mu bildirmektedir, yoksa ahkâm mı vaz’ etmektedir?
- Makamı tespit edilen bu sözde Allah’ın murat ve maksadını tespit etmek ve ona göre kulluğun gerektirdiği tavrı hemen takınmaktır.
b-Üniversite Projesi
Nursî’nin medrese projesi, Kur’ân’a göre bir bakış ve yaşayış geliştirmek üzere tasarlanmıştır. Bu tasarı aynı zamanda parçalanmış düşünce ve bakışları toparlamayı amaçlamaktadır. Sadece bilim ile din, ya da o günün tabirleri ile ifade edilecek olursa, mektep ile medrese değildir ayrılan. Aynı zamanda medrese ile tekke de birbirinden kopmuş durumdadır. Dolayısıyla ilim, bilim ve bir Müslüman’ın davranışlarında esas olması gereken ihlâs, ayrı ayrı mekânlarda ele alındığından dolayı, dinî bütünlük de böylece parçalanmış olmaktadır. Hâlbuki Kur’ân, hem kâinatı tefsir ediyor, hem insanların hayatı ve Allah’a kulluk açısından yapmaları gerekenleri talim ediyor, hem de kulluğun ihlâsla ve ibadetlerin huşu ile yapılmasını istiyor. İşte, üniversite projesi bütün bu dağınıklığı toparlamayı ve İslâm toplumunu şevk içinde geleceğe yönlendirmeyi amaçlamaktadır.
Nursî’ye göre eğitimdeki bütünlüğün dağılması, ciddî bir problem teşkil etmektedir. Bu problemi şu şekilde ortaya koymaktadır: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, funun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, İkincisinde hile, şüphe tevellüt eder.”[24]
Görüldüğü gibi, Nursî, din ilimleri ile bilimin ayrılığını uygun görmemekte, Kur’ân’ın her ikisini cem eden bir kitap olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. Dolayısıyla kâinattan kopuk bir din ilmi, Kur’ân’dan kopuk bir bilim, insanlık için sonuç vermeyecek bir yarım âlet durumunda olacaktır.[25]
Nursî’nin üniversite projesi sadece ilmî açıdan değil, bu ilmî sonuçlarla siyasî ve sosyal açılardan hayatı kucaklayıp aynı kaynağa raptetmeyi amaçladığı için üniversitenin eğitim dili Arapça olacak, Türkçe zorunlu, Kürtçe de seçmeli ders olarak okutulacaktır.[26] Böylece hangi milletten olursa olsun, bu üniversiteden mezun olanlar Arapçayı öğrendiği için kendi branşı ile Kur’ân arasında ilişki kurmak açısından dil engelini aşmış olacaktır. Burada, “Anadili Arapça olan ve çeşitli bilim dallarında eğitim görmüş Müslümanlar neden bu sonucu tahsil edemiyor?” sorusu akla gelebilir. Aslında, Nursî’nin tarzı ile Mısırlı Emin el-Hûlî ve Âişe Abdurrahman gibi ilmî tefsire karşı çıkanların görüşleri kıyaslanarak bu sorunun cevabı aranmalıdır.
Medrese projesi neticede insan içindir. İnsan ise hem akıl hem de vicdan sahibidir. Akıl bilimle, vicdan ise dinle aydınlanmaktadır. Genç dimağların, aklın ve vicdanın ortak verileriyle donatılarak taassup ve desiselerden korunması, iyi bir Müslüman olmaları için önemlidir.[27] Kur’ân da ancak akıl ve vicdanın aydınlığında anlaşılabileceği için, Nursî açısından bu proje ile tefsir projesi aynı hedefe yönelmiş gözükmektedir.
[1] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s.17, 168.
[2] Nursî’ye göre Allah’a delâlet eden dört tane küllî muarrif vardır. Bunlar; a) Kâinat kitabı, b) Kur’ân, c) Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), d) İnsanda bulunan vicdandır. Bu dört şey bir ortak hakikate delâlet etmektedir ki, o da Allah hakikatidir. (Nursî, Nokta, s.204, -Mesnevî-i Nuriye’nin içinde-, İstanbul, 1958.)
[3] Nursî, Sözler, s.38.
[4] Nursî, Hubab, s.90, -Mesnevî-i Nuriye’nin içinde- Osman Yalçın Matbaası, İstanbul, 1958.
[5] “Kalpleri vardır onunla anlamazlar.” (A’raf sûresi, 7/179) âyeti bu açıdan ayrıca anlamlı olsa gerektir.
[6] Nursî, Mektubat, s.232, Işık Yayınları, İzmir, 1998.
[7] Nursî, Sözler, s.l72, Işık Yayınları, İzmir, 2002.
[8] Ömer Rıza Doğrul da aynı mânâyı Kur’ân’ın fıtratla ilgili oluşundan hareketle şu şekilde ifade etmektedir: “Kur’ân fıtratla alâkalı olduğu için Kur’ân’ın muhatabı bir kabile veya bir millet değil, bütün bir beşeriyettir.” (Bkz.: Doğrul, Ömer Rıza, Kur’ân Nedir, s.7, Âmedî Matbaası, İstanbul, 1927.)
[9] Nursî, Muhâkemât, s.135, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1991.
[10] Nursî, Reşhalar, s.21-23, -Mesnevî-i Nuriye’nin içinde- Sözler Yayınevi, İstanbul, 1991.
[11] Nursî, Meyve Risalesi, s.21-33, -Asâ-yı Musa’nın içinde-, Sinan Matbaası, İstanbul, 1958.
[12] Nursî’ye göre müfessirde bulunması gereken özellikler şunlardır:
- Yüksek bir dehâ sahibi olmak,
- Nâfız bir içtihada malik olmak,
- Velâyet-i kâmileye malik bir zat olmak,
- Fikrî hürriyet sahibi olmak,
- Taassuplardan uzak olmak,
- Tam bir ihlâs sahibi olmaktır.
[13] Bu âyetler, Besmele ve Fâtiha Sûresi, Bakara Sûresi’nin ilk otuz üç âyetidir.
[14] Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, s.7-8, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1986.
[15] Nursî, a.g.e., s.7.
[16] Nursî, a.g.e., s.7.
[17] Buradaki tarihsel olarak ele almaktan kasıt, Fazlurrahman gibi “Kur’ân’ı Mekke toplumunun ihtiyaçlarına Hazreti Peygamber’in zihni vasıtasıyla verilmiş cevaplar” olarak görmektir.
[18] Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s.191.
[19] Nursî’nin Kur’ân tanımı için bkz.: İşârâtü’l- İ’câz, s.9-10.
[20] Örnek olarak şu yaklaşımlara bakılabilir:
“Âyetler arasında büyük bir tesanüt vardır ki, kârgir binalar gibi, âyetleri birbirine dayanarak bünye-i Kur’âniye’yi sarsılmaktan vikaye ediyor.. Büyük bir tenâsüp, tecâvüp, teâvün vardır ki, âyetleri birbirine ecnebî olmadığı gibi, birbirinin vuzuhuna yardım, istîzahına cevap veriyor. Parça parça, ayrı ayrı zamanlarda nâzil olduğu hâlde, şiddet-i tenasüpten sanki bir defada nâzil olmuştur. Esbâb-ı nüzûl ayrı ayrı ve mütebâyin olduğu halde, şiddet-i tesânütten sanki sebep birdir. Mükerrer, mütefavit suallere cevap olduğu hâlde şiddet-i imtizaç ve ittihattan sanki sual birdir. Müteaddit, mütegâyir hâdisâta beyan olduğu hâlde, kemâl-i intizamdan sanki hâdise birdir ve bir hâdiseye cevaptır. Bütün zaman ve mekânlarda gelip geçen insanlara tevcih-i kelâm ettiği hâlde, sühulet-i beyandan dolayı sanki muhatap birdir.” (Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s.105)
[21] Bu tespit, İhlâs Sûresi üzerinden örneklenerek gösterilmektedir. Sûrede bulunan altı cümle tek tek alınarak, diğer beş cümlenin mânâsı ona göre verilmekte ve şu sonuca varılmaktadır: Bu altı cümlenin her biri, diğerlerine hem bir sebep, hem de bir neticedir. Kur’ân’ın âyetleri, âyetlerin kelimeleri arasındaki münasebet bir saatin saniye, dakika ve saati sayan milleri ve onlar arasında nizamı tesis eden ne ise, Kur’ân âyetlerinde o âyetlerin kelimeleri arasındaki nizam ve cümlelerin birbiriyle münasebetindeki intizam da öyledir. (Nursî, Yirmi Beşinci Söz, -Sözler’in içinde-, s.484-487.)
[22] Âyetlerin birbirinin anlamına yardımcı olması açısından aralarındaki irtibat hakkında Nursî şöyle demektedir: “Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye râbıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, her bir meşrep sahibine birisini verir.” (Nursî, On Üçüncü Söz, -Sözler’in içinde-, s.178.)
[23] Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s.194.
[24] Nursî, Münâzarât, s.465, -Âsâr-ı Bedîiyye’nin içinde-.
[25] Nursî’nin üniversite projesi ve bu projenin tatbiki konusundaki görüşlerinin bir sosyolog gözüyle değerlendirme için bkz.: Mardin, Şerif, Bediüzzaman Said Nursî Olayı-Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim- İletişim Yayınlan, İstanbul, 1997.
[26] Nursî, Münâzarât, s.1956 -İki ciltlik Külliyat’ın içinde-, Nesil Yayıncılık, İstanbul, 1996.
[27] Gözütok, Şakir, Eğitim Prensip ve Metotları Bağlamında Risale-i Nur’un Değerlendirilmesi, s.303-309, (Risale-i Nur’a Göre Kur’ân’ın İnsana Bakışı’nın içinde), Gelenek Yayınları, İstanbul, 2000.