Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ehl-i Kitap'la Diyalogu -2





Author: Prof.Dr. İbrahim CANAN - min read. - Post Date: 12/02/2019
Clap

Şurası muhakkak ki, gaflet ve saflık, telâfisi zor hayal kırıklığı da getirebilir. İstenmeyen menfilikler, bilhassa günümüzde içe kapanmakla önlenemez. Bunun yerine, kendimizi iyi tanımlayıp örnek hâle gelmemiz ve inisiyatif sahibi bir aksiyon çizgisine sahip olmamız elzemdir.

Mekke'de münferit bazı şahıslar dışında Ehl-i Kitap bir cemaat yoktu. Bu sebeple Ehl-i Kitap'la ciddî mânâda bir temas Hicret'ten itibaren Medine'de başlar. İncil ve Tevrat, Hazreti Peygamber'e göre, Hazreti Âdem'le başlayan peygamberlik zincirinin Kur'ân'dan önceki son halkaları idiler. Binaenaleyh, bu iki Kitap mensuplarının kendisine sahip çıkacaklarını, etrafında yer alıp şirke, bâtıla, ahlâksızlık ve zulme karşı elbirlik mücadele vereceklerini ümit ediyordu. Medine'ye gelir gelmez, günümüzün tabiriyle bir mânâda Anayasa diyebileceğimiz yazılı bir anlaşmanın ikinci maddesini, "İnananlar müstakil bir ümmettir." diye tespit ettiği hâlde, 25. maddede de: "Benî Avf Yahudileri, müminlerle birlikte olarak bir ümmet teşkil ederler." demek suretiyle onların beraberliğine ne kadar inandığını ortaya koymuştu. Bu ifade, onları inançlarında İslâm'a zorlama mânâsına gelmiyor, aksine onları kendi değerleri içersinde olduğu gibi kabullenmeyi ifade ediyordu. Çünkü, aynı maddenin devamında: "Yahudilerin dinleri kendilerine, Müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları (azatlıları) gerek kendileri dâhildirler. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâp eder veya bir cürüm îka ederse, o sadece kendine ve aile efradına zarar (vermiş) olacaktır." deniyordu. Bunu takip eden 26, 27, 28, 29, 30 ve 31'inci maddelerde teker teker adları zikredilerek diğer altı Yahudi kabilesinin de Benî Avf Yahudileri gibi oldukları belirtilir.

Yani Yahudiler, bu anlaşmada, Müminlerle birlikte yaşayan, birbirleriyle yardımlaşan, biri diğerinin düşmanına yardım etmeyen vatandaşlar konumunda idiler.

Bazı Jestler

Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine'ye hicretinin ilk aylarında Yahudilerden destek görme ümidini taşıyordu ve bunu devam ettirmek istemişti. Kazanma ümidiyle, onları memnun etmeye yönelik bir kısım jestlerde de bulunmuştur. Medine'de namaz kılarken 17-18 ay kadar Kudüs'te Beytü'l-Makdis'i kıble edinme, âdaba müteallik bazı hususlarda Ehl-i Kitap olmaları hasebiyle Yahudilere uyma, "Ben, kardeşim Musa'nın sünnetine uymaya daha lâyıkım." diyerek Aşure Orucu'nu tutma (Buhârî, savm 69, Müslim, sıyâm 127. Bkz.: Kütübü Sitte Tercüme ve Şerhi 9:460-465), bilhassa Yahudilerle ilgili meselelerde Kur'ân yerine Tevrat'ın hakemliğine başvurma, Yahudilere hoşlanacakları tabirlerle hitap etme ve onlara hitap ederken Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini hatırlatma (Vesâik, s.92-93, 15. vesika), bunlardan bazılarıdır.

Yahudilere Tam Bir Din Hürriyeti Tanınması

Anayasa maddelerinde yer alan bu husus, Kur'ân âyetleriyle devam edecektir. Sözgelimi, Benî Kaynuka Yahudilerinin Medine'den ayrılmaları sırasında Yahudi aileleri içinde Yahudilik terbiyesi ile yetiştirilerek Yahudileştirilen Arap çocukları ihtilâf konusu olmuştu. لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ yani "Dinde zorlama yoktur." âyeti ile (Bakara sûresi, 2/256) geçmişte Yahudileşmiş olanların dinlerini terke zorlanması yasaklanmıştır. Keza, Müslüman olan Himyer meliklerinin, yörelerindeki Yahudi ve Hıristiyanlardan bir kısmının Müslüman olduğunu bildirmesi üzerine, Resûlüllah derhal mektup yazarak: "Eski dinlerinde kalmak isteyen Yahudi ve Hıristiyanların istekleri reddedilmesin, onlardan cizye almanız yeterlidir. Kim Resûlüllah'a bu vecibesini yerine getirirse o, artık Allah ve Resûlüllah'ın zimmetindedir (mal-can-ırz garantisi altındadır)." (Vesâik, s.220, 109. vesika) diyerek bu meseledeki İslâmî prensibi hatırlatmıştır.

Resûlüllah (aleyhissalâtü vesselâm), taşra vilâyetlerine gönderdiği bir mektupla bütün valilere yaptığı tamimde, diğer bir kısım talimat meyanında şunu da ilâve etmiştir: "İslâm'a girenler bize terettüp eden hak ve vazifelere tâbi olurlar, eski dinlerinde sabit kalanlara baskı yapılmaz, onlardan maddî imkânlarına göre cizye al. Alınacak cizye bir dinar ve daha fazla veya bu değerde bir şey olmalıdır, kim bu borcunu öderse o zimmetimiz (garantimiz) altındadır." (Vesâik, s.199, 104 /elif. vesika).

Keza, Aleyhissalâtü Vesselâm, Yemen valisi Muaz İbn Cebel'e yazdığı mektupta da bu meseleye teması ihmal etmez: "…Kim dininde sâbit kalır ve cizyesini öderse, o diniyle baş başa bırakılır. Artık o, Allah'ın Resûlü'nün ve Müminlerin zimmetindedir. Ne öldürülür, ne esir edilir, yapabileceği mükellefiyete (vergiye) tâbi kılınır. Dinini terk etmesi için eziyet edilmez. Onların gözetleyicisi Allah'tır (Allah'ın işini siz yapmaya kalkmayın)." (Vesâik, s.213, 106/dal. vesika)

Keza Hayber Yahudilerinden Safiyye (radıyallahu anhâ) ile evleneceği zaman, onu Müslüman olmaya zorlamaz, şöyle diyerek davet eder: "Şayet eski dininde kalmak istersen seni İslâm'a zorlamayız. Allah ve Resûlünü tercih edersen, seni zevcem olarak seçeceğim." Safiyye Vâlidemiz, Tevrat menşeli bilgisi ve evlenmezden bir müddet önce gördüğü bir rüyanın da tesiriyle şu cevabı verir: "Ben, Allah ve Resûlünü tercih ediyorum." (Vâkidî, 2:707)

Hanımları arasında herhangi bir tefrike yer vermeyen Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Safiyye'nin, kendisine diğer hanımları tarafından: "Yahudi kızı!" diye rahatsız edildiği şikâyetini ulaştırınca: "Sen de onlara: 'Amcam Hârun, babam Musa!' deseydin ya!" buyurur. Ve Safiyye'ye söz konusu sözü söyleyen hanımıyla iki buçuk aya yakın bir müddet konuşmaz.

Keza Kureyza Yahudilerinden olan Reyhâne'nin hikâyesi de dikkat çekicidir. Aleyhissalâtü Vesselâm bu hanımı cariye olarak değil, zevce olarak hâne-i saadete dahil etmek ister ve bu maksatla "örtünme"yi teklif eder. Ancak Reyhâne: "Ey Allah'ın Resûlü! Beni cariye olarak tut; bu senin için de benim için de daha muvafık." der. Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslüman olmasını teklif eder. Reyhâne bunu da kabul etmeyip, Yahudilikte kalmakta ısrar edince Aleyhissalâtü Vesselâm onu zorlamaz. Fakat Reyhâne bir müddet sonra kendi kararı ile Müslüman olur (İbn Hişâm, 3-4: 245; Üsdü'l-Gâbe, 7:120) Bu örnekler çoğaltılabilir.

Yahudilerle Beşerî Münasebetler

Daha Medine'ye gelir gelmez yapılan beraber yaşama anlaşmasının 25. maddesinde "Benî Avf Yahudileri, müminlerle birlikte olarak bir ümmet (câmia) teşkil ederler." denmesi, Yahudilere nasıl bir nazarla bakıldığını yeterince ifade eder. Rivayetler hem Resûlüllah'ın ve hem de diğer bir kısım Müslümanların Yahudilerle ziyaret, alışveriş, borçlanma, selâmlaşma gibi her çeşit beşerî münasebetleri sürdürdüklerini gösterir: Hazreti Ali'nin ücret mukabilinde bir Yahudi'ye kuyudan su çekme hizmeti sunduğu (Tirmizî, kıyamet 35), bir kısım sahabilerin ve hatta Resûlüllah'ın Yahudilere borçlanmaları bile vâkidir. Resûlüllah'ın vefat ettiği zaman zırhının, borcuna mukabil bir Yahudi'de rehin olduğu bilinmektedir (Buhârî, cihâd 89; Tirmizî, büyû' 7; İbn Mâce, rühûn 1) Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem), zaman zaman Yahudilerin toplanıp meselelerini görüştükleri, Tevrat okudukları Beytu'l-Midras denen eve uğrayıp Yahudilerle konuştuğu bilinmektedir. (Ebû Dâvûd, hudûd 26)

Bir Yahudi çocuğunun Resûlüllah'la hususî dostluğu bile söz konusuydu. Zira Aleyhissalâtu Vesselâm'a sıkça uğrayıp bazı hizmetlerini gören bu çocuğun hastalandığını işiten Allah Resûlü, çocuğa "geçmiş olsun" ziyaretinde bulunur. (Ebû Dâvûd cenâiz 5, 3095.h)

Benî Kureyza'dan olan Reyhâne'ye, Hayber Yahudilerinden olan Safiyye'ye Hâne-i Saadet'te birine cariye, diğerine zevce olarak yer verilmesini, daha başka maksatların yanı sıra, Anayasa'nın Yahudiler hakkında öngördüğü "Müminlerle bir ümmet olma" hedefini gerçekleştirmeye yönelik fiilî tedbirler olarak da değerlendirebiliriz.

İslâm, komşuluk münasebetlerine çok fazla önem verir. Kapısı yakın olan komşunun uzak olana karşı tekaddüm hakkı vardır. Komşu Yahudi (gayr-i Müslim) de olsa tekaddüm hakkını korur, ciddî bir hak olan şuf'a hakkında olduğu gibi. (Abdurrezzak, 8: 84)

Hazreti Peygamber ve Necranlılar

Hazreti Peygamber'in Necranlılarla olan münasebeti, diyalog deyince öncelikle kastedilen ikili görüşmenin en güzel örneğini teşkil eder. Çünkü Necranlılar, Resûlüllah'ın kendilerine yazdığı bir mektup üzerine, aralarında Ebu'l-Hâris diye bilinen meşhur bir âlimin de yer aldığı 17'si eşraf olmak üzere 60 kişilik oldukça kalabalık bir heyet hâlinde gelerek (İbn Hişâm, 1-2:575) birkaç gün Aleyhissalâtu Vesselâm'a misafir olmuşlardır. On yedi kişilik eşraf takımından üç kişinin ehassu'l-havas "en büyükler" durumunda daha üst hiyerarşik bir gurup teşkil ettikleri anlaşılmaktadır. İbn Sa'd, 14 kişilik eşraf grubunun isimlerini teker teker verir. (İbn Sa'd, 1:357)

Görüşmeler

Necranlıların Medine'deki müsaferetleri süresince kendileriyle "İslâm dini" hakkında, hususen de "İslâm nazarında Hazreti İsa ve Hazreti Meryem'in yerleri" olmak üzere birçok mesele üzerine bilgi alış-verişi ve münakaşa ve müzakereler yapılmıştır. Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Necranlıları İslâm'a davet eder, onlar kabul etmezler. Hazreti Peygamber bu hususta ısrar etmez. Necranlılar, Kitaplarında mevcut bazı bilgiler sebebiyle davete icabet etmeyi kendi aralarında münakaşa ederler. Aralarında yer alan âlim kişi Ebu'l-Hâris, Hazreti Muhammed'in "Beklenen, hak peygamber" olduğunu itiraf etmesine rağmen, "Kavmimizin bize yaptıkları İslâm'a girmeme mâni oluyor. Bize şeref, mal-mülk verdiler, ikramlarda bulundular ve bizim bu zâta muhalefet etmemizi istediler. Eğer Müslüman olursak, bütün bu verdiklerini geri alacaklardır." diyerek Müslüman olmaktansa bir anlaşma yapmaları gereğinde heyeti ikna eder (İbn Hişâm, 1-2:573). Ancak diğer iki büyük es-Seyyid ve el-Âkıb bilâhare Müslüman oldular.

Bu müzakereler esnasında Kur'ân'daki mübâhele âyeti (Âl-i İmrân sûresi, 3/61) bu vesile ile onlarla ilgili olarak inmiş, en sonunda her iki tarafın da mutâbık kaldığı yazılı bir anlaşma yapılmış ve Peygamber Efendimiz'in elinden insanlığın farklı dinler ve milletler koalisyonu şeklinde sulh içinde yaşama şartlarını gösteren bir vesika ortaya çıkmıştır. Biz, insanlığın geldiği bugünkü safhada -ki insan hakları, din ve vicdan hürriyeti üzerinde çokça durulduğu günümüzde bile- bile, başka din ve inanç mensuplarına tanınan hak ve uygulamalarında henüz buna yetişemediği kanaatindeyiz. İbretle okunmaya değer:

Necranlılarla Yapılan Yazılı Anlaşmanın Metni

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Bu, Allah Resûlü Nebî Muhammed'in (sallallâhu aleyhi vesellem) üzerinde yetkili kılındığı Necran halkı ile bütün meyve mahsulleri, bütün altın ve gümüş ve bütün kölelerle ilgili olarak yazdığı ahiddir. Kendisi bütün bunları, her biri bir okiyye (2136 gramlık gümüş değerinde) 2000 elbiseye mukabil onlara terk etmiştir. Bunun 1000'i her yıl Recep ayında, diğer 1000'i ise her yılın Safer ayında teslim edilecektir. Her bir elbise bir okiyye gümüş değerinde olacaktır. Şu şartla ki, vergiyi aşan veya gümüş miktarından eksik olan kısım hesapta nazar-ı itibara alınacaktır. Zırh, at veya malzemeden yaptıkları ödemeler hesaplanacaktır. Gönderdiğim elçilerin 20 güne kadarki ağırlanma ve yiyecek masrafları Necranlılar üzerinedir. Elçilerim bir aydan fazla tutulamazlar. Yemen'de bir cürüm işlenir, savaş çıkarsa 30 zırh, 30 at, 30 deveyi âriyeten vereceklerdir. Elçilerimin âriyet olarak alacakları zırh, at, deve veya mallarda zayiat meydana gelirse, elçilerim onları tazmin ve zararı mutlaka telâfi edeceklerdir.

Mallarına, canlarına, dinî hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine ve az olsun çok olsun mülkiyetleri altındaki her şeye şâmil olmak üzere, Allah'ın himayesi ve Resûlüllah Muhammed'in zimmeti Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler üzerine bir haktır. Hiçbir piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiçbir papaz kendi papazlık vazifesini gördüğü kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilemeyecektir. Almış oldukları ödünçlerde hiçbir faiz söz konusu olmayacaktır.

Bu itaat ediş ve tâbi oluşlarından önce cahiliyye zamanındaki kan davaları kaldırılmıştır. Onlar ne toplanıp bir araya getirilecekler ve ne de kendileri öşür vergisine tâbi tutulacaklardır. Onların toprakları üzerine hiçbir askerî birlik ayak basmayacaktır. Onlardan herhangi biri alacağını talep ettiğinde onlar arasında bir eşitlik kurulacaktır. Onlar ne zulmedecekler ne de kendileri zulme uğrayacaklardır. Şayet onlar arsından herhangi biri istikbalde faizli muamelelere girecek olursa benim himayemin dışında tutulacaktır: Onlar arasında hiç kimse bir başkasının işlediği suç ve yaptığı haksızlıktan mesul tutulmayacaktır.

Bu duruma göre, Allah'ın himayesi ve Resûlüllah Muhammed'in zimmeti, Allah'ın bütün kuvvet ve kudretini gösterdiği güne kadar olmak üzere ve Necranlılar da hiçbir hata ve haksızlık işlemeksizin üzerlerine düşen vazifelerini lâyıkıyla yerine getirmeleri ve hiçbir zulümde bulunmaksızın iyi hâl ve tutum göstermeleri şartıyla, bu yazıda gösterilen hususlar üzerinde bulunacaktır.

Şâhitler: Ebû Süfyân İbn Harb, Gaylân İbn Amr, Mâlik İbn Avf Ensârî, Akra İbn Hâbis el- Hanzelî ve el-Muğîre İbn Şu'be. Bu yazıyı yazan kimse: Abdullah İbn Ebî Bekir'dir (Vesâik, s.175-76, 94. Vesika.; İbn Sa'd, 1: 287-288)

Fransız şarkiyatçı Louis Massignon, Resûlüllah'ın Necranlılarla yaptığı anlaşmanın âdilane olduğunu, Lammens'e atfen şöyle ifade eder: "Lammens'e göre, Hicret'in onuncu yılında yapılan antlaşma, biri zanaatkâr (Necran), diğeri askerî olan (Medine) iki güç arasında hakkaniyet çerçevesinde müzakere edildi." (Opera Minora, Dar al-Maarif, Lübnan 1963, 1:558) Tekrar etmenin yeridir: Resûlüllah, gayr-ı Müslimlere siyasî birlik teklifini yaparken, bugünün zorba güçlülerinin tarzında ezici, dayatmacı, sömürücü olmamış, kendinden sonra geleceklere de böyle bir tavsiyede bulunmamıştır.

Mescid-i Nebevî'de Necranlı Hıristiyanlar

Hazreti Peygamber'in Ehl-i Kitab'a davranışı ve onlarla münasebetleri çerçevesinde burada kaydı gereken mühim bir hâdise de, Mescid-i Nebevî'nin içinde Hıristiyanlara haftalık âyinlerini yapmalarına verilen izindir. Bu vakayı anlatan râvi, "Necran heyeti gibisini hiç görmedim." diyerek, günümüz için de oldukça ibretli olan vakayı anlatır: Heyet ibadet vakitleri gelince Mescid-i Nebevî'nin içinde ibadetlerini yapmak isterler. Ashaptan bazıları bunu garipsemiş, belki de bir tepki göstermiş olacaklar ki, Aleyhissalâtü Vesselâm, "Onları serbest bırakın!" müdahalesinde bulunmuşlardır. Necranlılar doğuya yönelerek ibadet yaparlar. (İbn Hişâm, 1-2: 574; İbn Sa'd 1:357). Serahsî, Hanefi Mezhebi’ndeki, mescide gayr-i Müslimlerin girme ruhsatını açıklarken başka örnekler verir, fakat bu hâdiseye temas etmez. (Kitabu's-Siyerü'l-Kebîr, 1989, 1: 90-91)

Hemen hatırlatmak isteriz: Hazreti Ömer zamanında hicretin 14. yılında fethedilen Humus şehrinde, yerli halkın rızasıyla Yuhanna Kilisesi'nin dörtte biri cami olarak kullanılır. (el-Belâzûrî, 1958, s.187) Aynı kapıdan girip çıkan Hıristiyan ve Müslüman âbidler birbirinden rahatsız olmazlar. Keza daha sonraki asırlarda Endülüs'te de San Vicent kilisesinin yarısı, yapılan anlaşma gereği, Müslümanlar tarafından cami olarak kullanılır. (Mehmed Özdemir, 1994, s.68)

Bu uygulamaların yanında, İstanbul'da bazı semtlerde Kilise, Havra ve Câminin yan yana inşa edilmiş olma örneği, İslâm'ın hoşgörüsünü ifade etmede sönük kalır.

Netice

Gittikçe küçülüp köy hâline gelen ve bu sebeple de her çeşit din ve kültüre mensup insanlarla iç içe yaşamak zorunda kaldığı bir safhaya giren insanlığın sulh ve huzur içinde yaşayabilmesi için, aralarında sevgi, saygı, adalet gibi bir kısım insanî değerleri güncelleştirmesi yani hayata geçirmesi gerekmektedir. Sevgi ve muhabbetin yolu tanışma ve muarefeden geçeceğine göre, bunun gerçekleşmesi için inanç ve ideolojileri ne olursa olsun insanların, her şeyden önce birbirlerini oldukları şekliyle, farklılıklarıyla kabul edip bir araya gelip konuşmaları; birbirlerini araya giren ikinci el kaynaklardan değil, bizzat kendilerinden dinleyerek, kendilerini birbirlerine sulh ortamı içerisinde, insanî ölçüler içinde anlatarak tanıtmaları ve tanımaları gerekmektedir.

Bunu yaparken Muhammedî bir metotla hareket edip, anlaşamayacağımız apaçık belli olan ihtilâflı, farklı noktalardan değil, birleştiğimiz, anlaştığımız ittifaklı, menfaatli noktalardan başlamalıyız. Geçmişin kavgası kader olmuştur deyip eski devrin şartlarındaki olumsuzluklara da çok fazla takılıp geleceğimizi karartma yerine affı, müsamahayı, hoşgörüyü esas almalıyız.

Şurası muhakkak ki, gaflet ve saflık, telâfisi zor hayal kırıklığı da getirebilir. İstenmeyen menfilikler, bilhassa günümüzde içe kapanmakla önlenemez. Bunun yerine, kendimizi iyi tanımlayıp örnek hâle gelmemiz ve inisiyatif sahibi bir aksiyon çizgisine sahip olmamız elzemdir.

Kaynaklar

el-Belâzûrî, Ebu'l-Abbâs Ahmed İbn Yahya (v. 279/892), Fütûhu'l-Büldân, Beyrut, 1958.

Hamidullah, Muhammed, Le Saint Coran.

İbnu'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahabe.

İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Bârî fî Şerhi Sahîhi'l-Buhârî.

İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, 1-2.

İbn Kesîr, Tefsîr-u Kur'âni'l-Azîm.

Kaynak, İbrahim, Wilhelm Schimidt'in Din Teorilerine Yaklaşımı ve Din Anlayışı (Neşredilmemiş doktora tezi. Selçuk Üniversitesi, 2004).

"Wilhelm Schimidt'te Avcı-Toplayıcıların Tek Tanrıcılığı", Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, yıl 2004, sayı 11.

Massignon, Louis, Opera Minora, Dar al-Maarif, Lübnan 1963.

Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, "25. Söz", RNK.

Özdemir, Mehmed, Endülüs Müslümanları-1, Ankara, 1994.

Serahsî, Kitabu's-Siyeru'l-Kebîr, (Le Grand Livre de La Conduite de L'Etat), Türkiye Diyanet vakfı neşri, Doğuş, Ankara 1989.

Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed İbn Cerîr (v.310), Târîhu'l-Ümem ve'l-Mülûk, Tahkik: Muhammed Ebu'l-Fazl İbrahim, Dâru Süveydân, Beyrut, Tarihsiz.

Vâkidî, Muhammed İbn Ömer (v.207 Hicrî), Kitâbu'l-Meğâzî, Tahkik: Marsden Jones, Oxford, Londra, 1966.

Author: Prof.Dr. İbrahim CANAN - min read. - Post Date: 12/02/2019