Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ehl-i Kitap'la Diyalogu -1
İster istemez birbirine muhtaç bulunan, başkalarıyla bir arada yaşamak zorunda olan insanoğlu, bu başkalarıyla anlaşacak ve anlaşmak için de konuşacaktır. İnsan, kendi kendisiyle konuşmaz; konuşma en az iki kişi arasında olur.
İslâmî düşüncede insan tarif edilirken medeniyyun bittab’ (yaratılışı gereği medenî) denilir. İnsanoğlunun genleri sanki cemiyet hâlinde yaşamak üzere programlanmıştır. O, oturacağı bir eve kavuşmak veya yiyeceği bir lokmayı elde etmek için onlarca insanla münasebet hâlinde olmak zorundadır. Şaka için bile olsa, "Ev olarak mağara, yiyecek olarak ot yeter." diyecek birine, yazlık-kışlık giyeceklerini, kalemini, mürekkebini hatırlatırız.
Âdemoğlu, insanca bir hayat yaşamada başka insanlara muhtaçtır, huzuru ve saadeti için de insanlarla iyi anlaşmaya, onlarla uyum içinde olmaya mahkûmdur. Atalarımız, çok yerinde olarak: “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa!” demişlerdir.
İster istemez birbirine muhtaç bulunan, başkalarıyla bir arada yaşamak zorunda olan insanoğlu, bu başkalarıyla anlaşacak ve anlaşmak için de konuşacaktır. İnsan, kendi kendisiyle konuşmaz; konuşma en az iki kişi arasında olur. Yani insanlar monolog yaparak yaşamazlar; onlar, "İki kişi arasında cereyan eden konuşma" mânâsına gelen diyalog yaparlar. Yani diyalog, hayatımızın en temel unsurlarındandır.
Kimlerle Diyalog?
Hayatımız diyalogla geçer; temas ettiğimiz herkesle diyalog yaparız: Ailemiz halkıyla, komşularla, iş muhiti ve alış-veriş yerlerinde karşılaştıklarımızla vs. Bir Arap atasözü, "Kişi tanımadığının düşmanıdır." der. Öyleyse dostluğun, samimiyetin kaynağı ve sebebi tanışmaktır. Bunun da yolu, öncelikle konuşmaktan, yani diyalogdan geçer.
Sadece komşular, akrabalar, meslektaşlar değil, aile fertleri bile, aralarında samimi olarak görüşüp konuşmadıkları takdirde birbirlerine yabancılaşırlar.
Zamanımızda, gelişen teknoloji sebebiyle dünya bir köye hatta bir meclise döndü. Artık değişik renk ve dilde, farklı inanç ve kültürde insanlarla her zaman iç içe olmak durumundayız.
Peki, bizden olmayanlara, bizden kabul etmediklerimize, hatta düşmanlarımıza nasıl davranacağız?
Onlardan kaçacak mıyız? Küsüp, onlarla konuşmayacak mıyız? Kavga mı edeceğiz? Düşmanlık içinde mi yaşayacağız?
Hele bu bizden olmayan, işverenimizse, işçimizse, meslektaşımızsa, hatta eşimizse?
Bir tebessüm, bir selâm daha uygun değil midir! Bu ne kaybettirir? Bayramlarda, başka özel günlerde ikramlaşmayalım mı?
Mesafeli olacaksak sebebi ne? Sınırı ne?
Dinlerimiz, kültürlerimiz farklı diye mi?
Acaba dinimiz bu konuda bir yasak mı koymuş? Bu, bir zan mı, bilgi mi?
Devletlerimiz farklı diye mi? Devletin böyle bir yasağı mı var?
Geçmişte ecdadımız, onların ecdadıyla savaştı diye mi?
Öyleyse barışın mânâsı ne?
Vs. sorular çoğaltılabilir.
Ehl-i Kitap'la diyalog meselesini bu çeşitten sorulara arayacağımız cevaplarla daha iyi anlayabiliriz.
Dinimiz ve Diyalog
Dinimizin başka din mensuplarıyla karşılaşmayı ve onlarla diyalogu yasakladığını kimse söyleyemez. Her şeyden önce, eğer İslâm, hak bir dinse ve kendisini bütün dünyaya götürmesi gereken yeni mesajların sahibi görüyorsa, en ziyade araması gereken şey diyalog olacaktır. Ayrıca, İslâmiyet'te, "Diğer din mensuplarıyla görüşmeyin, konuşmayın; onlara mesafeli durun, hatta güç kullanın! Gerekirse onları kılıç zoruyla İslâm'a sokun!" diye bir prensip söz konusu değildir. Bilâkis Kur'ân-ı Kerim, pek çok âyetlerinde, Hazreti Peygamber'e, “Dinde zorlama yoktur; sen sadece tebliğ edicisin; bir uyarıcı ve müjdeleyicisin.. Sözlerine tesir vermek, insanların kalplere imanı koymak Allah'ın işidir. Sen, muhatapların nasıl davranırlarsa davransınlar, tebliğ işinde hep müsamahalı ol, affet, gördüğün kötü muameleleri onları yapanların cahilliğine ver ve onlar için de selâm dile!” şeklinde hitap eder.
İslâm, kelime olarak sulh ile münasebattardır. Hedefi de insanlığı sulha kavuşturmaktır. Onun ilk muhatapları hep müşrik Araplardı. Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), tebliğine başlarken onlara en yakınları için hazırladığı bir yemek ziyafeti vesilesiyle evinde yaptığı davette olsun, arkadan yine dar çerçevede Safa tepesinde yaptığı tebliğde olsun Allah'ı, âhiret hayatını, âhiretteki sorumluluğu hatırlatmıştı. Yaptığı tebliğdi; muhatapları müşrikti ve onlara evinde yemek veriyordu. Hazreti Hatice'nin servetinin önemli bu kısmı bu tür ziyafetlerde harcanmıştı. Yani o, baştan beri herkesle diyalog hâlindeydi. Diyalog olmasa tebliğ olmazdı. Ve elbette diyalogun ve onun sürmesinin en önemli şartı, insanların birbirlerini önce ne iseler o olarak ve kendi konumlarından kabuldü.
Ve o, büyük tepki görüyordu. Alaya alınıyor, işkencelere maruz kalıyordu. Ama, kimse ile münasebetini kesmiyordu. Gelmeyene gidiyor, kovulsa, defalarca reddedilse bile herkesle münasebetini devam ettiriyordu.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sabrediyor ve inananlara da sabır tavsiye ediyordu. İşkence altında ölenler oldu. Müminler, gittikçe artan müşrik saldırıları karşısında hayatta kalabilmek için ana yurtlarını, baba evlerini, mal-mülk bütün varlıklarını terk ederek kuru canlarıyla önce Habeşistan'a, daha sonra Medine'ye hicret etmek zorunda kaldılar. Ancak müşrik Mekkeliler, müminleri hem Habeşistan'da hem Medine'de takibe devam ettiler.
Peygamber Efendimiz'in Mekkelilerle yaptığı ilk üç savaşın üçünün de Medine'nin yakın çevresinde cereyan etmesi, Resûlüllah'ın her defasında kendini savunmak mecburiyetinde kaldığının en güzel delilidir. Onun bütün maksadı, insanların mânen dirilmesiydi. O, savaşmak zorunda kalırken bile öldürmek için değil, diriltmek için savaşıyordu. Yeri gelince, onun Uhud Savaşı'nda düşürüldüğü çukurda yüzüne batan zırhı çıkarır ve kanlar içinde iken, arkadaşlarından bazılarının Mekkeliler için bedduada bulunması isteğine, ellerini kaldırıp, "Ya Rabbi, kavmimi affet, çünkü onlar bilmiyorlar!" dediğini anlatırız. Yine yeri gelince, hayatının en acılı iki gününden biri, Uhud'dan daha acılı bir günü olarak zikrettiği Taif ziyareti dönüşü o hazin münacatı karşısında Hazreti Cebrail'in gelip, "Ya Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)! İstersen Dağlar Meleği'ne emredeyim, şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!" demesine, hiç tereddüt etmeden, "Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mümin gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!" şeklinde mukabele etmesini anlatırız. Bütün bunlar, insanların dirilişi, imanlarının ve âhiretlerinin kurtulması adına onlarla münasebetin, diyalogun devamını, daima insanların hayrını istemenin gereğini anlatan en güzel misaller değil midir?
Hudeybiye Sulhü: Diyalogun Savaşa Tercihi
İnsanları İslâm'a kazanmada Hazreti Peygamber'in takip ettiği metot, savaş ve baskı değil, prensipte her zaman için sulh ve sulh ortamında İslâm'ın yaşanışını göstermek, fiilî örnek ortaya koymak olmuştur. Bunun en güzel örneği Hudeybiye Sulhü'dür.
Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu sulhü elde etmek için en yakınlarının ve bu meyanda "Benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı o, Ömer İbnu'l-Hattab olurdu." (Tirmizî, Menâkıb, 17, Hasen garib rumuzuyla) hadisiyle feraset ve kapasitesi nebevî tasdik ve takdire mazhar olan Hazreti Ömer gibi birinin bile anlamakta zorlanarak "haysiyet kırıcı", "zillet getirici" taviz olarak değerlendirdiği, hatta neredeyse bütün arkadaşlarının kabulde zorlandığı davranışlarda bulundu. O gün Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) ile Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında geçen konuşma şöyle idi:
- Ey Allah'ın Resûlü! Biz hak üzere, onlar da bâtıl üzere değiller mi?
- Elbette, şüphesiz öyle!
- Bizim ölülerimiz cennetlik, onlarınki cehennemlik değil mi?
- Elbette! Şüphesiz öyle.
- Öyleyse niye dinimizde bu zilleti kabul ediyoruz? Allah bizimle onlar arasında (savaşla belirlenecek) hükmünü vermezden önce geri mi döneceğiz?
- Ey Hattab'ın oğlu, ben Allah'ın Elçisi'yim ve O'nun emrine muhalif de değilim ve Allah da ebediyen bizi terk etmeyecektir!"
Medine'ye dönmek üzere yola çıkılır. Yolda Fetih Sûresi iner ve Hudeybiye Sulhü'nü bir zafer olarak müjdeler: "Biz sana apaçık bir zafer ve fetih ihsan ettik!" Hazreti Peygamber, sûreyi Hazreti Ömer'e baştan sona kadar okur.
Hudeybiye Sulhü'ne karşı çıkıştaki hatasını bilâhare anlayarak keffaret için zaman zaman ömür boyu oruç tutup, sadaka verecek olan Hazreti Ömer, ayrıca Hazreti Ebû Bekir ve diğer pek çok sahabî ittifakla, Hudeybiye sulhünün "İslâm'ın en büyük zaferi olduğu"nu ifade edeceklerdir. (Vâkidî, 1966, 2: 609-610)
Böylesine itiraz ve hayal kırıklarıyla karşılanan bu sulh öylesine güzel gelişmelere zemin hazırlamıştır ki, onun gerçek bir fetih olduğu ve hatta "İslâm'da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmadığı" ittifakla kabul edilecektir. (A.g.e., 2: 624)
Vâkidî bu sulhün İslâmî inkişaftaki tesirini şöyle açıklar: "Harp, insanlar arasına bir perde ve karşılıklı konuşmalara mâni olmuştu. Karşılaşılan her yerde kavga yapılıyordu. Hudeybiye sulhü gerçekleşince savaş bitti ve insanlar birbirlerine güvenmeye başladılar. Birazcık anlayışı olan bir kimseye İslâm anlatılınca artık hemen Müslüman oluyordu. Öyle ki, bu sulh sırasında savaşın ve şirkin devam ettiricileri konumundaki bazı müşrik liderler bile İslâm'a girdiler." Vâkidî'nin örnek olarak ismen kaydettiği iki kişiden biri Amr İbnu'l-Âs'tır ve istikbalin Mısır fatihidir. Diğeri, "Allah'ın çekilmiş kılıncı" unvanını alacak olan Hâlid İbn Velîd'dir; o da Suriye ve İran'ın fatihi olacaktır. (A.g.e., 2: 624)
Evet, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), diyalog imkânı elde etmek için, yani Müslümanlarla müşrikleri bir araya getirme, aralarında konuşma, birbirlerini daha yakından tanıma imkânı sağlamak gayesiyle her ne pahasına olursa olsun sulh istemişti. Elde edilen netice, onun ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Ehl-i Kitap'la Diyalog
Müşriklere karşı tavrı bu olan Hazreti Peygamber'in Yaratıcıya, Hazreti Âdem'den başlayıp Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Yakup, Hazreti Musa ve Hazreti İsa'ya (aleyhimüsselâm) dayanan peygamberler silsilesine ve ölümden sonra yeniden diriltiliş ve hesap, Cennet, Cehennem ve ebedî hayata inanan Ehl-i Kitab'a karşı tavrı elbette daha iyi ve çok daha yumuşak olacaktı. Nitekim de öyle olmuştur.
Ehl-i Kitap Kimdir?
Öncelikle belirtelim ki, "Ehl-i Kitap", Kur'ânî bir tabirdir. İslâm'a göre, Ehl-i Kitap deyince semavî kaynaklı kitaba inanan din mensupları kastedilir. Bu açıdan ilk akla gelenler Yahudî ve Hıristiyanlardır. Ancak, Hazreti Âdem'den Resûl-i Ekrem'e gelinceye kadar 124 bin peygamber geldiğine, bunlardan bir kısmına kitap indirildiğine inanıyoruz. Şu hâlde, prensipte, kendisine kitap inmiş bütün dinler Ehl-i Kitap’tır. Nitekim Mecusilere de Ehl-i Kitap muamelesi yapılacağı Resûlüllah'tan rivayet edilmiştir, ancak kestiklerini yememek, kadınlarıyla evlenmemek şartıyla. (Taberî, tarihsiz, 3:29) Bediüzzaman merhum, müfessir seleflerinden bir adım daha ileri giderek, Kur'ân'ın "Ya Ehle'l-Kitap!" hitabına, -tabirin "ya ehle'l-mektep şeklinde de anlaşılabileceğini söyleyerek- bugünkü "aydın" dediğimiz okur-yazar takımının da muhatap olabileceği görüşüne yer verir. (Sözler, "25. Söz", RNK l:183) Biz Müslümanlar için, Resûlüllah öncesi mevcut bütün dinlerin ve hususen mukaddes kitap inancı taşıyanların semavî asıllarının olabileceğini kabul etmekte dinî bir engel yoktur. Nitekim, Alman etnologlarından Wilhelm Schimidt, medeniyet tarihçilerinin insanlığın en ibtidaî medenî safhası kabul ederek, avcı-toplayıcı diye adlandırdıkları dönemde bile çok tanrılı bir inanca değil Tevhid akidesine sahip olduklarını etnolojik verilerden hareketle ispat etmiştir. (Bkz.: Kaynak, İbrahim, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, yıl:2004, sayı:11) Kur'ân'da geçen Zülkifl ismiyle Gouthama Boudha'nın kastedilmiş olabileceğine dikkat çeken (Le Saint Coran, Enbiya, 85'in tercümesinde) Muhammed Hamidullah merhum, Mecusilik, Brahmanizm, Budizm gibi hâlen yer yüzünde mensupları bulunan dinlerin mukaddes kitaplarında Peygamberimiz’le ilgili olan ifadelerin bir kısmını gösteren bir çalışma yapmıştır. (Bu bilgileri, Kütübü Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi isimli çalışmamızda geniş olarak kaydettik,14: 279-83)
Görüldüğü üzere, Ehl-i Kitap tabiriyle, bazısı münakaşa edilebilecek farklı yorumlar olsa da İslâmî kaynaklar, öncelikle Yahudi ve Hıristiyanların kastedildiğinde ihtilâf etmezler. Bu tabir Kur'ân'da sıkça geçtiği gibi, ayrıca "Yahudi" ve "Nasâra" veya bunlara delâlet eden başka tabirler de geçer. Bu üç tabir umumiyetle farklı zaman dilimleri içinde, farklı şartlara -ve bunlara bağlı sorulara- göre geldiği için, bu konuyu kavramada âyetlerden sadece birini esas almak yeterli olmayabilir ve hatta yanlış neticeye de götürebilir. Bu sebeple, imkân nispetinde konuya giren bütün âyetleri, nüzûl sebepleriyle birlikte bilmek gerekir. Nitekim Kur'ân'da, Ehl-i Kitab'ı kınayan, tehdit eden ve hatta şirke nispet eden âyetler olduğu gibi, takdir eden, öven âyetler de vardır. Yani Kur'ân-ı Kerim'e göre, Ehl-i Kitab'ın hepsi bir değildir, tıpkı Müslümanların da hepsi bir olmayıp kiminin müttaki, kiminin fâsık, kiminin de daha başka derecelerde olduğu gibi.
Diyalog konusunda bilinmesi gereken bir nokta da şudur: Ehl-i Kitap deyince ister yukarıda belirtildiği üzere, geniş bir yelpazede bakalım, ister mûtad üzere akla hemen geliveren ve Kur'ân'ın zâhirine de uygun olan sadece Yahudi ve Hıristiyanları anlayalım, Cenâb-ı Hak, Yüce Kelâmında Hıristiyanların müminlere daha yakın olduğunu belirtir: "Müminlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise 'Biz Nasârayız (Hıristiyanlarız)' diyenler olduğunu görürsün." (Mâide sûresi, 5/82) Gerçekten, bilhassa Resûlüllah döneminde bu bir hakikattir. Resûlüllah'ın mesajı kendisine ulaşan ilk Hıristiyanların tepkileri nâdir istisnalar dışında oldukça müspet ve edepli olmuştur: Bahira, Varaka İbn Nevfel, Necaşi, Herakliyus, Mukavkıs, Addâs, Fervetu'bnu Amr el- Cüzâmî, Kapıcı Mürâ, Süheyb-i Rûmî gibi nicelerinin menkıbeleri okununca, kaydettiğimiz âyetin mânâsı hâdiselerle müşahede edilir. Mezkûr âyetin devamında, Hıristiyanlardaki yakınlığın kaynak ve sebebi de belirtilir: "Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir." Bu mânâya mâsadak olan çağdaş Addâs, Süheyb, Mürâ'ların yokluğunu söylemek hem Kur'ân'ın ruhuna ters düşer, hem de fiilî müşahedelerimize.