Hak, Hudûdullah ve Sünnetullah Kavramları Çerçevesinde Vahyin Tarihselliği İddiasının Eleştirisi -2





min read. - Post Date: 11/05/2019
Clap

Sünnet kelimesinin hem sözlük hem de yukarıda işaret edilen terim anlamlarında "süreklilik ve düzenlilik" mânâlarının bulunduğu görülmektedir. Sürekli ve düzenli olanın ise değişmemesi gerekir.

Sünnetullah

Sünnet, sözlükte yüzün görünen ön kısmı, tabiat, huy, sîret ve yol anlamlarına gelmektedir. Sünnet, öncekilerin açtığı, sonrakilerin izlediği yol demektir. Âdet, insanların kendi alışkanlıklarıdır. Sünnetin âdetten farkı ise sünnetin, geçmiş bir örneğe dayalı bir davranış olmasıdır. (Ebû Hilâl el-Askerî) Sünnet tabiri, lafza-i Celâl ile birlikte de kullanılmıştır. "Sennellâhu sünneten" tabiri" “Allah Teâlâ, sağlam bir yol açıkladı." anlamındadır. Kur’ân-ı Kerim'de sekiz defa geçen "Sünnetullah" terimi ise Allah Teâlâ'nın hükümleri, emir ve nehiyleri anlamındadır. (İbn Manzûr) Asım Efendi'nin tabiriyle "İlâhî Sünnet, hüküm, emir ve nehiy tarîkinden ibarettir."

Sünnet kelimesinin hem sözlük hem de yukarıda işaret edilen terim anlamlarında "süreklilik ve düzenlilik" mânâlarının bulunduğu görülmektedir. Sürekli ve düzenli olanın ise değişmemesi gerekir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim'de "Sünnetullah'ta tebdil ve tahvil olmayacağı." (Ahzâb sûresi, 33/62; Fâtır sûresi, 35/43; Fetih sûresi, 48/23) bildirilmiştir. "Tebdil", bir şeyi başka bir şeyle değişmeyi, "tahvil" ise bir durumdan başka bir duruma dönüşmeyi ifade etmektedir. Bu âyetlerde gelecek zaman kipi kullanılarak, "Sen Sünnetullah'ta kesinlikle hiçbir değişiklik bulamazsın ve bulamayacaksın." buyrulmuştur. Bu durumda Sünnetullah teriminin, Allah Teâla'nın küllî hükümlerini ve O'nun hikmetini gerçekleştirmekte izlediği yolu/nizamı ifade ettiği söylenebilir.

Peygamberlerin tebliğ ettikleri şer'î hükümlerde bazı farklılıklar bulunsa da esas maksatlarda farklılık bulunmadığını ifade eden Râgıb el-İsbehânî (ö. 502/1108), "Allah'ın öteden beri câri olan kanunu budur. Ve sen Allah'ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın." (Fetih sûresi, 48/23) âyetinde de Allah'ın ezelden beri geçerli kanunları bulunduğunun vurgulandığını söyleyerek, âyette geçen Sünnetullah kavramını dinî hükümler anlamında yorumladığını göstermektedir. Kur’ân'da geçen "sünnet" terimi "Resûllerin sünneti" anlamında da kullanılmıştır: "Senden önce gönderdiğimiz resûllerin sünneti budur. Sen bizim sünnetimizde asla bir değişiklik bulamazsın." (İsrâ sûresi, 17/77) Bu âyetteki "resûllerin sünnetinden" maksat, onların davranışları, ahlâkları ve amellerinin bütünüdür.

Kur’ân-ı Kerim'de dört defa geçen "sünnetü'l-evvelîn" tabiri, öncekilerin yolu âdeti anlamındadır. (Asım Efendi) Bu tabiri "onlardan öncekilere tatbik edilen İlâhî Kanun" şeklinde (Hak Dini, 8/18) Sünnetullah teriminin ifade ettiği anlama yakın yorumlamayı tercih eden müfessirler de vardır. (bkz:. Özsoy, s.58) Bu durumda Allah Teâlâ'nın geçmiş ümmetlerle ilgili sünnetinin de aynı şekilde câri olduğu anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili bir âyette İlâhî Sünnet'in değişmeyeceği, "Onlar yurtlarından çıkarmak için seni tedirgin edip dururlar. O takdirde kendileri de senden sonra pek az kalır, sonra da yok olur giderler. Senden önce gönderdiğimiz resûller hakkında câri olan ilâhî kanun budur. Sen bizim sünnetimizde asla bir değişiklik bulamazsın." (İsrâ sûresi, 17/76, 77) Bu âyette Allah Teâlâ'nın geçmiş toplumlarla ilgili hükümlerini ve nizamını nasıl değiştirmeden uyguladığı anlatılmaktadır. Böylece Allah Teâlâ'nın öncekiler ve sonrakilerle ilgili hükümlerinin değişmeyeceği, O'nun nizamında bir değişiklik, farklılık bulunmadığı bildirilmektedir.

Kur’ân-ı Kerim, gerek hüküm olarak gerekse verilen haberler olarak vahiyde asla bir değişiklik olmayacağını bir çok âyette bildirmiştir. Bir âyet-i kerimede, "Rabbinin sözü (kelimetü Rabbike), doğruluk ve adalet bakımından tam kemalindedir. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O hakkıyla işitir ve bilir." (En'âm sûresi, 6/115) buyrulmuştur. Keza bir başka âyette bu husus, "Allah'ın hükümlerinde (kelimât) asla değişiklik yoktur." (Yûnus sûresi, 10/64) şeklinde vurgulanmıştır. Bir başka âyette Kur’ân, kitap olarak nitelenerek, değiştirilemeyeceği açıkça bildirilmiştir: "Sana vahyedilen Rabbinin kitabını oku. O'nun sözlerini değiştirecek güç yoktur ve O'dan başka sığınak bulman da mümkün değildir." (Kehf sûresi, 18/27) Bütün bu âyetler Kur’ân'ın bildirdiklerinde hiçbir değişiklik olmayacağını vurgulamasının yanı sıra, insanın zihniyet ve psikolojik özelliklerine bağlı olarak sürekli değişen anlamlarının olamayacağını da ifade etmektedir. Zira dile ve kişiye bağlı olarak anlamanın ötesinde beyan edilen sabit doğrular olması gerekir ki, bu sabit değişmezlerin kısmen farklı anlaşılabilmesinden bahsetmek mümkün olsun. Varlığı sabit olmayanın farklı anlaşılması muhaldir. Zira bu durumda elde yorumlanacak bir şey mevcut değildir. Değişiklikten bahsedilecekse buradaki değişiklik vahyin bildirdiği hakikatlerin kendisinde değil, insanın algı ve idrakiyle ilgili insandan kaynaklanan değişikliktir.

İnsan, toplum ve her varlık için takdir edilmiş bir yol/sünnet vardır. İnsan diğer varlıklar gibi bu yolda cebrî yürümez. Kendi iradesi ile salihlerin ya da asilerin yolunu seçme hürriyetine sahiptir. Tarih, hür irade sahibi insanların geçmişte yaptıkları işlerin bütünü olduğuna göre, tarihte de cebrî bir kanundan bahsedilemez. Ancak Allah Teâlâ, ilmiyle her şeyi bir anda bildiği için, tarihin başlangıcı ile sonu arasında ne olup bittiğini vahiyle Peygamberlerine bildirmiş, tarihteki benzerlikleri bir nizam/sünnet olarak beyan etmiştir. Ayrıca Allah Teâlâ'nın kâinata bir gaye ve nizam koyduğu gibi tarihe de bir gaye vaz' ettiği unutulmamalıdır. Bu nedenle tarihin insanların kendi iradeleriyle yaptıkları fiillerden ibaret olduğunu söylemek mümkün değildir. "Göklerde olan, yerde olan herkes, ihtiyaçları için O'na yalvarır. O, her an yeni tecellilerle iş başındadır." (Rahmân sûresi, 55/29) âyetinde ifade buyrulduğu üzere, Allah Teâlâ her an Yaratıcılığını tezahür ettirmektedir.

İnsan tabiatı her devirde aynı olduğu ve kulun insanlarla ve Yaratıcısı ile münasebetleri her dönemde benzer şekilde cereyan ettiğinden dolayı geçmiş ve gelecek arasında sıkı bir ilişki bulunduğu görülmektedir. Geleceğe dair bir takım ilkeler geçmişe bakılarak çıkarılabileceği gibi bazan şimdiki zamana bakılarak da geçmiş/tarih daha iyi anlaşılabilir. Bu nedenle, "Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnatının âyinesi olduğu gibi müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir." Denilmiştir. (Nursî, s.333) Geçmiş ve geleceğin Sahibi/Hâlıkı aynı olduğu için tarihin her döneminde aynı nizamı/Sünnet gözlemlemek mümkündür. Ancak bu zorunlu ve aynıyla bir tekrar değil Yaratıcının meşîetine ve hikmetine bağlı her çağda farklı elbiseler ve renkler içinde yaşanan bir tekrardır. Tarihsicilerin iddia ettikleri gibi tarihte de kâinatta olduğu gibi belirli kanunlar vardır, geriye doğru bu kanunları tespit etmek mümkün olduğu gibi bu kanunlardan yararlanarak geleceğin nasıl gerçekleşeceği hakkında da konuşabiliriz, iddiası elbette isabetli değildir. Zira bu fikri öne sürenlerin bir çoğu, bu kanunların müteâl bir güç tarafından vaz' edildiğini kabul etmemektedir. Diğer bir kısmı ise Allah Teâlâ'nın kâinatı, insanı ve tarihi belirli bir düzen ve kanunlara tâbi bir şekilde yarattığını ve bu yaratıcılığın her an devam etmediğini iddia etmektedir. Bu görüş Allah Teâlâ'yı etkisiz bir ilk yaratıcı şeklinde algılamanın neticesidir. Bu da bazı felsefecilerin iddia ettiği "evrene müdahale etmeyen" (daha doğrusu onu her an yaratmayan) tanrı fikrine dayalı bir çeşit deizm anlamına gelir.

Değerlendirme

Tarihsellik iddiasının temelinde, mutlak hakikat kabul etmeme, değişkenliği esas alma, Guenon'un ifadesiyle ilkesizlik yatmaktadır. Belirli metafizik ilkeleri olmayan, bu tür ilkelerin olamayacağını iddia edenler, gerçeği ve doğruyu değişkenlik ve ilerleme gibi ne sonuç vereceği kestirilemeyen bir takım muğlak mefhumlara havale etmektedirler. Allah Teâlâ'nın indirdiği bütün hükümleri değişmez ilke ve kesin hüküm kabul etmeyenler, Kur’ân'ın ilkelerini/gayelerini kendilerinin tespit edeceğini iddia etmektedirler. Hâlbuki Allah Teâlâ'nın hakkında hüküm indirdiği meseleler içinde, hakka uygun olmayan bulunmadığı gibi, her şer'î mesele O'nun sınırı, varlık âlemindeki her kural/nizam O'nun sünnetidir. Yukarıda görüldüğü üzere Allah Teâlâ, hükümleri arasında tefrik yapmamıştır. Boşanmadan miras hukukuna büyüklü küçüklü bir çok meseleyi "Allah'ın hudûdu" şeklinde nitelendirmiş; bunun yanında aynı kelime Kur’ân'da "Allah'ın dini" anlamında da kullanılmıştır. Keza sünnet terimi ile hem fizik âlemde hem de zamanda "düzenlilik/nizam ve süreklilik/değişmezlik" bulunduğu ifade edilerek, Allah Teâlâ'nın her şeyi ilim ve hikmetle yarattığı vurgulanmıştır.

Tarihselcilerin iddialarını kabul etmek, Kur’ân'ın zamana yenik düştüğünü kabullenmek anlamına gelir. Zira Kur’ân'daki hâdiseleri anlatan, geçmiş ve geleceği bir nokta gibi aynı anda değerlendiren, onları kabza-i tasarrufunda tutan Allah'tır. Kur’ân'ın veciz ifadesiyle; "Evvel O'dur, Âhir O. Zâhir O'dur, Bâtın O! O her şeyi hakkıyla bilir." (Hadîd sûresi, 57/3) Evvel ve Âhir isimleri zamana ilişkin Zâhir ve Bâtın isimleri ise mekâna ilişkin önce-sonra, dış-iç her şeyin Allah Teâlâ'nın iradesi, ilmi ve kudretiyle gerçekleştiğini ve var olduğunu anlatmaktadır. Müteâl ve muhît olan Allah Teâlâ'nın Kelâmı, bütün zamanları ve tüm mekânı kuşatmıştır. Kur’ân-ı Kerim'de, "Allah o yüce Yaratıcı'dır ki yedi kat göğü ve yerden de onların benzerini yaratmıştır. Allah'ın emri ve hükmü bunlar arasında inip durur ki, Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve Allah'ın her şeyi ilmiyle ihata ettiğini, O'nun ilmi dışında hiçbir şey olmayacağını siz de bilesiniz." (Talâk sûresi, 65/12) buyrulmuştur. Bu sebeple her muhatap Kur’ân'ın kendi idrak seviyesinin ufkunu aştığını daha baştan kabullenmelidir. Tarihselcilerin görüşlerinin kabul edilmesi durumunda ise her devir insanının Kur’ân'ı kendi idrak seviyesine indirmesi fikri benimsenmiş olacaktır.

Yukarıda ifade edildiği gibi Kur’ân, tarihi ve insanı kuşatmıştır (muhît). Bu yönüyle onu "tarih üstü" şeklinde nitelendirmek de isabetli gözükmemektedir. Tarih üstü olma tarihin dışında olmak anlamını da ihsas ettirmektedir. "Ne içindeyim zamanın-ne de büsbütün dışında" beytinde dile getirildiği gibi insan için bile mutlak anlamda zamana bağımlılık söz konusu değildir. Bu durumda Kur’ân'ı zamanın belirli bir dönemine bağlı kılmak ya da O'nun aşkınlığını/müteâl vurgulamak için "tarih üstü"dür şeklinde nitelemenin isabetli olmadığı kanaatindeyiz. Belki bütün zamanları bir anda gördüğünü anlatmak için böyle bir teşbihten yararlanılabilir. Tarihteki olayları ve nesneleri her an yaratan Allah Teâlâ'nın kelâmı, tarihin bütün problemlerine çözümü içinde barındıran mutlak hakikatleri ve küllî gayeleri ihtiva etmektedir.

Tarihe ve geçmişe dair araştırmalar geriye doğru inşa edilirken, Kur’ân metni indirildiği ilk andan itibaren usta-çırak ilişkisi içinde sonraki nesillere hiçbir harfi değiştirilmeden tedris edilmek suretiyle intikal ettirilmiştir. Yalnızca Kur’ân değil, onu anlamamızı sağlayacak tarihî unsurlar, şiirler, örfler, âdetler ve Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadisleri hiç değiştirilmeden sonraki nesillere intikal ettirilmiştir. Böylece her nesil, içinde Asr-ı Saâdet’i duymuş, onu anlamayı ve kavramayı öncelikli gayesi bilmiştir. Bu anlayış neticesinde Kur’ân'a dair tarihî bilgiler, fıkhî kurallar ve Kur’ân'ın genel ilkeleri (makâsıd) ilgili kitaplarda tedvin edilmiştir. Tarih boyunca Müslüman bilginler için en önemli hedef Kur’ân'ı kendi derinliği içinde anlamak olmuş, bu maksatla O'nun indirildiği asır, incelenmesi gereken en önemli zaman dilimi kabul edilmiştir.

Bazı tarihselciler, Kur’ân'ın nüzûl döneminde yaşayan insanlara Allah Teâlâ'nın peygamber vasıtasıyla bir "hitabı" olduğunu, tarihin belirli bir dönemindeki muhataplara söylenmiş bir söz olduğu için, tarihin her döneminde geçerliliğinin iddia edilemeyeceğini öne sürmüşlerdir. Hâlbuki Kur’ân, kendisini ısrarla Kitab olarak nitelemektedir: "Sana Kitabı, gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen kitapları tasdik edici olarak indiren O'dur." (Âl-i İmrân sûresi, 3/3) Kur’ân, yalnızca geçmiş kitapları tasdik edici değil, bütün insanlık için rahmet ve hidayet kaynağıdır: "İşte bu Kitab, indirdiğimiz kutlu bir Kitab'dır. Artık ona tâbi olun, inkâr ve isyandan sakının ki rahmete nail olasınız." (En'âm sûresi, 6/155) Kur’ân, yalnızca Saâdet Asrın’daki tarihsel durum değil evvel ve âhiriyle bütün tarih dikkate alınarak indirilmiştir. Zira o, kâinatın ve dehrin/zamanın Sahibi ve Yaratıcısı’nın kullarına hitabı ve evrensel mesajıdır. Kur’ân, Allah'ın kelâmıdır. Kelâm-ı İlâhî'nin diğer varlıklar gibi yaratılmış (mahlûk) olduğunu kabul etmeyen Ehl-i Sünnet inancına göre, O, Allah Teâlâ'nın diğer sıfatları gibi Zâtı ile kaimdir. Ezelî ve ebedîdir. Kur’ân'ın tarihin belirli bir dönemi ile kayıtlı olduğunu söylemek, onun yaratılmışlığını (mahlûk) iddia eden Mu'tezile'nin görüşünü zımnen benimsemek anlamını içerir.

Kur’ân, indirildiği dönemdeki insanları oldukları gibi kabullenmemiştir. Cahiliye Araplarının düşüncelerini, telâkkilerini hatta bir kısım örf ve âdetlerini bile düzenlemiş; tarihin belirli bir dönemini âdeta yeniden inşa etmiştir. Bunun yanında geçmiş milletler ve gelecekle ilgili açıklamalarda bulunmuş, toplum düzeni ile ilgili kurallar vaz' etmiş, insanların ibadet hayatlarını düzenleyerek insan hayatını bütünüyle tanzim etmiştir. Binaenaleyh Kur’ân'ın, insanların ürünü olan diğer kültür malzemeleri gibi belirli bir tarihsel dönemi yansıttığını ya da indirildiği dönemin tarihsel durumu ile kayıtlı olduğunu iddia etmek kesinlikle isabetli değildir. Kur’ân'ın indirildiği dönemin tarihsel özelliklerini bilmenin Kur’ân'ı anlamada belli bir öneme sahip olduğunu kabul etmekle birlikte, bu tarihsel bilginin en sahih kaynağının da yine Kur’ân'ın kendisi, hadis-i şerifler ve siyer rivayetleri olduğunu hatırdan çıkarmamak lâzımdır.

Dilin tarihsel unsurlar ihtiva ettiği, hatta belirli tarihsel bir dönemin özelliklerini taşıdığı doğrudur. Her dil durumu için geçerli olan bu husustan hareketle Kur’ân'ın tarihsel olması gerektiğini iddia etmek, dil/lisan ile hiçbir zaman mutlak hakikatlerin dile getirilmesinin mümkün olmadığı anlamına gelir ki, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir izafilik, hatta şüphecilik demektir. Dil insan ile tarih arasındaki zaman dilimini aşmanın bir yoludur. Zira dil süreklidir, tarih içinde bazı kelimeler, değişse bir kısım kelimeler yeni anlamlar kazansa da dilin temel gramer yapısı değişmez. Bunun yanında Arap dilinin diğer dillerden farklı bir takım özellikleri bulunduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Arapça, Kur’ân'ın inşa ettiği bir dildir denilse mübalâğa edilmiş olmaz. Zira Arap dilinin ilk yazılı metni Kur’ân'dır. Dil bilginleri, Arapçanın gramerini ve dilin kullanım özelliklerini belirlerken Kur’ân metni esas alınmıştır. Bu sebeple Kur’ân kelimelerinin anlamı sahabe neslinden itibaren büyük bir titizlikle kaydedilmiştir. Kur’ân, dili bir çok açıdan zenginleştirmiş, kelimelerin anlamından, ifade ve üslûp özelliklerine kadar Arapçaya bir çok konuda yeni ve benzersiz ifade özellikleri kazandırmıştır.

Kur’ân'ı anlamayı yalnızca tarihsel olayları anlamaya indirgemek bizi sathiliğe mahkûm eder. Kur’ân'ı anlama konusunda bizi yalnızca tarih ilgilendirmiyor, bunun yanında öncelikli olarak "hakkı" bilme, kulluk bilincine sahip olma ve ebedî kurtuluşun yollarını öğrenme de ilgilendirmektedir. Kur’ân, tarihe yalnızca tarih olarak bakmaz, onun daha derin anlamları üzerinde durur. Bu anlamları yakalamak için Allah'ın tarihteki hâdiseleri nasıl yarattığı kavranmaya çalışılmalı, tarih üzerindeki İlâhî nizam/Sünnetullah müşahede edilmelidir. İnsan ile kâinatın Yaratıcısı arasındaki ilişkinin doğru anlaşılması için Kur’ân'ın tarih ve insan hakkındaki beyanları derinlemesine tetkik edilmelidir. Böylece tarih daha farklı bir anlam kazanacak, Yaratıcı, insan ve tarih arasındaki münasebetler yerli yerine oturacaktır. Sonuçta Kur’ân'ı zamana yenik düşürmeden, bütün enginliğiyle Kur’ân hakikatlerini anlamak ve Peygamberler (aleyhimüsselâm) zamanını yaşamak mümkün olacaktır.

Kaynaklar

Asım Efendi, Kâmus Tercemesi, İstanbul 1305/1888.

Buhârî, Ebû Abdullah, el-Câmi's-Sahîh, Beyrut ts.

Cevherî, es-Sıhâh, Beyrut 1990.

Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbu'l-Furûk, Beyrut 1994.

Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1979.

Guenon, Rene, Doğu ve Batı, Çev. Fahrettin Aslan, İstanbul 1980.

Gülen, Fethullah, Fasıldan Fasıla I, İzmir 1995.

Fîrûzâbâdî, Mecduddin, Besâiru Zevi't-Temyîz fî Letâifi'l-Kitâbi'l-Azîz, Beyrut, ts.

İbn Farîs, Mu'cemu Mekâyisi'l-Lüga, Kahire 1969.

İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyut ts.

Kotan, Şevket, Kur’ân ve Tarihselcilik, İstanbul 2001.

Mazharuddîn Sıddıkî, Kur'ân'da Tarih Kavramı, çev. Süleyman Kalkan, İstanbul 1990.

Needham, Joseph, Doğulu İnsan ve Zaman, Beşerî Hukuk ve Tabiat Kanunları, Çev, Nejdet Özberk, İstanbul 2000.

Nursî, Said, Sözler, Işık Yayınları, İzmir 2002.

Özcan, Zeki, Teolojik Hermenötik, İstanbul 1998.

Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Ankara 1994.

Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, İstanbul 1994.

min read. - Post Date: 11/05/2019