Zamanın Önemi
Teknikte ileri giden memleketlerde “zaman” meselesinde şuurlanma hâsıl olmuştur.
Hayata atılan bir kimsenin, hangi meslekten olursa olsun, başarılı olmasında onun “zaman” anlayışının büyük rolü vardır. Öyle ise, gençliğe, yetişme safhasında, öğretilmesi gereken zaruri bilgiler ve kazandırılması gereken vazgeçilmez alışkanlıklar arasında “zaman”la ilgili olanları da öğretilmeli ve kazandırılmalıdır. Bu bilgi ve alışkanlıklar hayatın her ânını verimli bir şekilde kullanmayı sağlayarak, ferdin başarısında birinci derecede rol oynayacaktır.
Bu, fertler için olduğu gibi, cemiyetler için de böyledir. “Zaman” meselesinde şuurlanmış, iş hayatını, sosyal münâsebetlerini bu şuurun ışığında tanzim edip yürütmeye koymuş cemiyetler, diğerlerine nazaran daha müreffeh, daha gelişmiştir. Bir başka ifâde ile, teknikte ileri giden memleketlerde “zaman” meselesinde şuurlanma hâsıl olmuştur.
Bu sahada araştırma yapan sosyologlar ileri memleketlerle geri memleketler arasında mevcut en mühim farklardan birinin, “zaman” telâkkisi olduğunu müşâhede etmişlerdir. Onlara göre, ileri memleketlerde işlerin önceden, zamana göre tanzimi ve her bir işin, ona tahsis edilen zaman dilimi içinde görülmesi esastır. Geri memleketlerde ise, zuhurata ve tesadüflere tâbi olmak esastır. Yine belirtilir ki, bu durum, sâdece Doğu ile Batı arasında mevcut bir fark olmayıp, bütün ileri memleketlerle geri memleketler arasında rastlanan yaygın ve değişmez bir realitedir.
Sözgelimi, eski Rusya halkı, zaman kaygısından mahrum bulunduğu gibi, beş yıllık plânların başlatıldığı 1939’lardan önceki Yeni Rusya halkı da mahrumdur. Öyle ki, Rus köylüsü, günde bir defa kalkan trene vaktinde yetişebilmek için, bâzen 14 saat önce gelip istasyonda beklemektedir .
Verilen bir diğer örnek, teknik yönden hâlâ geri olan Lâtin Amerika milletleridir. Belirtildiğine göre, meselâ Sao Paulo’da, bir işin zamanında çıkarılması oldukça şüphelidir ve kesinlikle uyulması gereken bir randevu tespit edilirken “İngiliz saatiyle” denmektedir.
Batılı bir müellif, Asyalı ile Avrupalı arasında “zamanı kavrama” açısından mevcut farkı, biraz istihzalı bir üslûpla şöyle dile getirir: “Asya, Binbir Gece Masalları’nın vatanıdır, Modern Avrupa ise Robinson Crusoé’nin. Servet, birine göre, tesadüfün; diğerine göre insanın ferdî gayretinin eseridir… Şarklılar, modern bir Avrupalının ağzından durmadan “çabuk!” kelimesinin dökülmesine gülerler. Asyalıyı en çok şaşırtan hususlardan biri Avrupalının zaman anlayışıdır. O, varlığın gereği olan hareketlerini tanzim etmek, işlerini ve hattâ en faydasız olan eğlenme anlarını bile programlamak için zamana muhtaçtır. Asyalı da zamana muhtaçtır, ama bir iş gerçekleştirmek için değil, hiçbir şey yapmamak için, sâdece nefes alıp verme hazzını tatmak için zamana muhtaçtır, Çinli feylesof Lao-Zi’nin (Lao-Tseu (v. M.Ö. 480) bir prensibine güre: “Hiçbir şey yapmamak her şeyi tanzime kâfidir“.
Tarihte ismi bilinen ve ortaya koydukları eserleriyle tanınan Eti, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerinin, takvim kullanmış olmaları, mevzumuz açısından çok manidardır. Zira, takvim, zamanın ölçülmesi, devlet ve fertlerin, işlerini zaman birimlerine göre tanzim etmesi demektir. Takvime göre hareket, hayatın disipline edilmesi, insan ömrünün azami şekilde verimli kılınması demektir. Sözgelimi, geçmişte en parlak medeniyeti kurmuş olan Mısırlıların, yılı 12 aya, gündüzü 12 saate, geceyi de keza 12 saate böldükleri, her saate de müstakil bir ad verdikleri bilinmektedir.
19. asırda Osmanlılardan çok ileri oldukları söylenemeyen Rusya’nın komünist ihtilâlinden sonra kaydettiği teknik terakkiyi, kısmen, yeni dönemde idarecilerin, zaman konusunda ulaştıkları telakki ile izah etmek mümkündür. Zira, ihtilâl dönemi liderleri, “zaman kadar kıymetli bir şey, bir kol saatinin çok basit olan işleyişine emânet edilemez” düşüncesiyle az zamanda azamî verimliliği elde edebilmek için bin bir çareye baş vurarak “zamanı devletleştirmek” gibi, insanlık tarihinde görülmedik bir tedbirle, bütün vatandaşların aynı verimlilikte iş görmesini sağlamayı planlamışlardır. İhtilâl böylece “bir zaman makinası”na dönüşmüş oluyor.
Yukarıda, biri Doğu’yu, diğeri de Batı’yı temsîlen iki kitabın zikri geçti. Bu iki kitap hakkında kısa bir bilgi vermek isteriz tâ ki yapılan mukayese ve teşbîh anlaşılsın: Bilindiği üzere, Binbir Gece Masalları‘nda servet, başarı ve makam gibi dünyevî nîmetler tesadüfler ve sihir yoluyla elde edilir veya kaybedilir. Ali Baba Ve Kırk Haramîler’i veya Alâddin’in Sihirli Lambası’nı veya kitapta yer alan diğer mâceraları okumayanımız ve bilmeyenimiz hemen hemen yoktur. Bu masallarda ulaşılan ikballerde elde edilen başarı ve servetlerde ferdî gayret ve beşerî cehdin rolü yoktur, her şey sihirli bir söz veya tavırla vukua gelir veya aynı yolla kaybedilir.
Robinson Crusoé ise, tam aksine, musibet karşısında soğukkanlılığın ehemmiyetini, ferdî gayretle elde edilebilecek başarıların büyüklüğünü işler. Romanın kahramanı Robinson, fırtınaya tutulan gemisinin batması üzerine ıssız bir adaya çıkar. Orada tek başına giyecek, yiyecek ve mesken meselelerini halleder. En ağır şartlarda bile sarsılmayan sabrın, hiç bir ümit ışığının bulunmadığı hallerde bile yorulmak, ye’se düşmek bilmeyen çelik bir azmin ortaya koyduğu hârikaları, roman kahramanının ağzından maddî örnekler halinde dinler, görmüş gibi oluruz. Eserin müellifi Daniel De Foe, Robinson’u, çalışarak elde edilecek kurtuluşun sembolü olarak işlemiştir: Yâni yalnızlığa karşı insanın vereceği ferdî mücâdelenin sembolü. Robinson, işlediği fikir ve hâsıl ettiği tesir sebebiyle Batı âleminde bir destan (epopée) hüviyetini kazanmıştır: “Beyaz insanın (Batılı’nın) iktisadî, ahlâkî ve dinî değerlerini tebcîl eden bir destan”. Batılıların 18. ve 19. asırlarda giriştikleri dünyayı sömürgeleştirme teşebbüsleri fikrî teyidini bu eserde bulması sebebiyle, bu kategoriye giren hareketler ve maceralarda onun ruhî bir müşevvik rolü oynadığı Batılılarca belirtilmektedir