Kur'an'ı Anlamak!
Tercümesi mümkün olmayan İlâhî bir kitabın güya bir başka dildeki tercümesinin Kur’an yerine geçmeyeceğini ve Kur’an okumanın farz olduğu namaz gibi ibadetlerde okunup okunamayacağını sormanın abes olduğunu ifade etmeliyiz.
Kur’an’ı anlamak, önce onun sunulduğu ve kabı mesâbesindeki dilini anlamakla mümkündür. Sözgelimi, bir insan, varlığının özünü oluşturan ‘rûh’u ve onu başkalarından ayıran bir takım şahsî özellikleriyle insansa da, öncelikle onu karşıdakine tanıtan, varlığının ayrılamaz boyutu olan dış görünümüdür. Boyu, beden yapısı, yürüyüşü, yüzü, gözü ve kaşıyla başkaları arasında seçilen bir insanın bu dış yapısını attığımızda, onu tanımak için kendisine ulaşacağımız yolu ve asıl varlık özüne gireceğimiz kapıyı kaybetmişiz demektir.
Bunun da ötesinde, her insanın dış görünümü, fizyonomisi onun asıl varlığına, karakterine, bâtınına göre şekillendiğinden, zâhiri bâtınına aynadır. Aynı gerçek Kur’an için de söz konusu olduğundan, nasıl insanı tanımak için önce onu ‘zahirî’ özellikleriyle bilmemiz gerekir; aynen bunun gibi, Kur’an’ın dili ve bu dilin ifade vasıtası olan harfler, kelimeler ve cümleler de O’nun zahirî yanını oluşturduğundan, ancak bu yanını tanıdıktan sonra O’nun özüne inmek mümkün olabilir. Kur’an’ı anlamak, O’nun dış yapısı olan dilini anladıktan sonra O’nu yaşamayı, hayata hayat yapmayı gerektirir.
Kur’an’ı zâhiriyle, dilini ve bu dilin oturduğu çerçeveyle çok iyi bilen biri, O’nu ancak belli ölçülerde tanıyabilir. Ne var ki bu, yalnızca zâhirle sınırlı ve bâtına zâhirden bakan bir anlayış olarak kalacaktır. Her türlü ‘doğru’ bilgiyi çekirdek halinde ihtiva eden Kur’an’ın asıl varlığını oluşturan ‘manâ’sına, ancak insanın da asıl varlığını oluşturan rûhunun merkezi ‘kalb’le varılabilir. Bu da, O’na yaklaşan kalbin O’nun âyetleriyle temizlenmiş olmasını gerektirir; temizlenmek, O’nu yaşamakla birlikte yürür.
O halde, her Müslüman kalbî temizliği, basiretinin derecesi ölçüsünde Kur’an’ı anlayabilir. Ayrıca Kur’an, hiç bir zaman tek bir bilgi, anlama ve kavrama seviyesine hitap eden monoton bir kitap değildir. O, sınırsız ve ulaşılamayan derinlikte manâ katmanlarıyla doludur. Her bir insan, kalbî hayatı ve dolayısıyla anlayış, kavrayış derecesi itibariyle diğerlerinden farklı olduğu için, herkes, bu farklılığı içinde Kur’an’dan kabı kadar, kapasitesi kadar alır. Hiç bir zaman Kur’an karşısında her insanın durumu aynı olamaz.
Bundandır ki O, rasûllerin yanısıra, ülü’l-emr, evliyâ, zikr ehli, âlimler, ilimde rüsûh sahibi olanlar, dinde tefakkuh ehli, istinbat ehli, rabbanîler, imamlar, Allah’ın ledünnü’nden ve Kitap’tan bir ilme sahip olanlardan söz ettiği gibi, tefekkür, teemmül, akletme, şuur, fıkhetme, tedebbür, tezekkür gibi melekelerden de söz eder. O halde, herhangi bir kimsenin Kur’an’dan anladığına “Kur’an budur” demeyip, “Benim Kur’an’dan anladığım budur” demesi en doğru bir harekettir. Merhum Halûk Nurbakî’nin benzetmesiyle, Kur’an, zamanın döl yatağında sürekli açılan bir gül gibidir.
Bilhassa ilimlerdeki gelişmeler, Kur’an’ın manâ derinliğinin anlaşılmasına katkıda bulundukça, Kur’an daha bir açılmakta, tazelenmekte ve gençleşmektedir. Bundan başka, Kur’an’ı anlamada, Tefsir ilminin ‘nesh, mutlak-mukayyed, âmm-has, tefsir-te’vil, sübût-delâlet ve sebeb-i nüzûl’ gibi konularını ve kendisini bilmede bu konuların aynı derecede önemli olduğu Sünnet-i Seniyye’yi de çok iyi bilmek gerekir. Unutmamak gerekir ki, İslâm ve öncelikle O’nun kitabı Kur’an, tek bir zamana ve o zamanın şartlarına ve insanlarına hitap etmek ve onların meselelerine çözüm getirmek için gelmemiştir.
O, bütün zamanları, mekânları ve anlayış seviyelerini kapsar; dolayısıyla herkes, her zaman, her mekânda O’nda her meselesinin çözümünü bulabilir. Dolayısıyla, Kur’an’ın her zaman, her mekân, her şart ve her bir insan için ‘tenzil’i sözkonusudur. Bu ise, çok derin bir ilim ve tetkik, tertemiz bir kalb ve Kur’an’ı sürekli hayata hayat yapmayı gerektirir. Bir başka ifadeyle, Kur’an hayat içinde anlaşılır; O’nun manâ derinliklerine, O hayata tatbik edilerek ulaşılabilir. O’na, sadece ‘ilmî’ bir eser gibi yaklaşanlara O, fazla bir şey vermez. Kur’an’ı anlama konusunda dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da şudur: İçinde, en azından zâhirî bakış noktasında, tekrarlar bulunan, bir başka ifadeyle, bazı konuları ‘tasrif’ eden, yani farklı cepheleriyle farklı yerlerde farklı üslûplarla ele alan 600 sayfalık bir kitap, bizzat kendi ifadesiyle, her şeyi, her bilgiyi kendinde barındırmaktadır. Bir hadisin ifadesiyle, önceki milletlerin tarihi, inişinden sonra gelenlerin ve geleceklerin haberi ve insanlar arasındaki ihtilâfların çözümü O’ndadır.
Ayrıca O, her dönemde, her bilgi ve anlama seviyesindeki herkese hitap ve herkesi tatmin eder. Bilhassa İslâm tarihi boyunca O’nu tefsir eden müfessirler, O’ndan başka başka manâlar çıkarmış, bununla birlikte hiç biri, O’nun manâ derinliğinin nihayetine inme iddiasında bulunmamıştır. Fakihler, hükümlerini O’na dayandırmış, fakat içlerinden bir tane olsun, “Kur’an’daki hükümlerin maksatlarını ve ondaki bütün hükümleri bütünüyle anladım ve istihraç ettim” şeklinde bir iddiayı seslendirmemiştir.
Bütün asfiyâ, yani kalb ile zihni birleştirmeğe muvaffak olmuş büyük âlimler, belli dönemlerde dini ihyâ gayesiyle gelen müceddidler, kendilerine Kur’an’dan yol açmış, bütün evliyâ gerçek ilham ve arınma kaynağını ondan almış, bütün gerçek Tasavvuf yolları O’na dayanmış, O’ndan kaynaklanmış, fakat, aktıkça çoğalan bir kaynak gibi, Kur’an daima taze ve âdeta el değmemiş halde kalmıştır. İşte O’na bu özelliği kazandıran hususların başında, O’nun belâğati gelir. Bu belâğatin ana unsurlarından biri de, O’nun çoğu zaman sembolik, sanatlı, yer yer temsillere, benzetmelere, mecaz ve istiarelere başvuran üslûbudur. Üstad Bediüzzaman Said Nursî, bir tefsir anahtarı olarak kaleme aldığı Muhakemat’ında Kur’an’ın bu yönünü en güzel bir şekilde açıklar. O’nun çoğu ifadelerindeki bu sanatlı ve sembolik anlatımı görmezden gelmek ve bütün manâsını ifadelerinin zâhirinde aramak, tarihte sığ bir ‘zâhircilik’ mezhep veya mesleğini doğurduğu gibi, karşı uçta, zâhirî manâyı görmezden gelip, her şeyi bâtına, mecaza, temsil ve istiareye havale etmek de, zâhirîlik kadar tehlikeli bâtınî mesleklere kapı açmıştır. ‘Orta yol’ her zaman en iyi olduğundan, Kur’an’a yaklaşmada bu husus bilhassa nazara alınmalıdır.
KUR’AN’IN AYNEN TERCÜMESİ MÜMKÜN MÜDÜR?
Bilhassa son asırda gereksiz bir tartışma konusu olan “Kur’an’ın tercümesi mümkün müdür?” sorusu, en mantıksız ve düşünülmeden veya maksatlı olarak sorulmuş sorulardan biridir. Çünkü, her şeyden önce dil, sadece harflerden ve kelimelerden ibaret kalıplar bütünü değildir. Nasıl üslûp, “Üslûb-u beyan, aynıyla insan” sözünde de ifadesini bulduğu üzere, kişinin aynasıdır; bunun gibi, bir milletin dili de, kültürü, karakteri, tarihi ve üzerinde bulunduğu coğrafya ile, o milletin aynasıdır.
Bir dildeki herhangi bir kelimenin başka dildeki karşılığı, o kelimeyi bütün çağrışımları ve onu kullananlarda meydana getirdiği tesirleriyle asla yansıtamaz. Meselâ, Kur’an kelimesi, daha çok kabul edilen görüşe göre, kelime anlamı itibariyle “okumak” demektir. Bu manâda o, bir özel isim de olsa, cins isim de olsa, hattâ kendinden türediği masdarı itibariyle başka bir dilde ifade edilemez. Ne Türkçe’de ‘okuma, okuyuş’ gibi masdar çeşitleri, ne, meselâ İngilizce’de ‘reading’ veya ‘recitation’ gibi kelimeler, ne de, herhangi bir dilde ‘okuma’ manâsında kullanılan herhangi bir kelime, Kur’an’ı karşılamaz.
Dil, ölü bir vakıa değil, onu kullanan milletin tarihiyle birlikte değişiklikler ve adaptasyonlar geçiren canlı bir vakıadır. İkinci olarak, Arapça, tamamen gramatik bir dildir. Kaideleri bellidir, yerleşmiştir. Bilhassa kelime türetme açısından, dünyanın en zengin dilidir. Meselâ, Arapça’da “masdar çukuru” denilen 35 kalıp vardır; yani, bir fiilin 35 farklı masdarı yapılır ve bunlardan her biri, şekil, tür, biçim gibi pek çok bakımdan diğerlerinden farklı anlam ve çağrışım ifade eder. Bunlardan ayrı olarak, “masdar bina-i merre”, “masdar bina-i nev’” gibi, apayrı masdar türleri de vardır. Yine, bir dildeki “geçmiş zaman, geniş zaman, gelecek zaman”, diğer dildekilerin her zaman için aynısı değildir.
Meselâ, Kur’an-ı Kerim, bilhassa Âhiret’le alâkalı vaka ve vâkıalardan bahsederken “geçmiş zaman” kipi kullanır. Oysa Âhiret, insan tarihi açısından bir gelecektir. Kur’an’daki bu kullanışın, Arapça’da “geçmiş zaman” kipinin kesinlik ifade etmesi dışında, daha pek çok sebepleri ve ifade ettiği anlamlar vardır. Yine, Arapça’daki “muzarî” kipi de, hiç bir zaman ne Türkçe’deki “geniş zaman”la, ne de İngilizce’deki “simple present tense”le tam olarak karşılanamaz. Çünkü “fiil-i muzarî”, Türkçe’deki “şimdiki zaman” kipini de içine almasının yanısıra, “tekrar, teceddüd (yenilenme)” gibi, ifade ettiği daha başka manâlarla da belli bir zenginliğe sahiptir.
Ayrıca, meselâ İngilizce’deki “present perfect tense”i bir başka dilde, en azından Türkçe ve Arapça’da bulmak zor olduğu gibi, bu “tense”, aynı İngilizce olsa da, kullanma açısından Amerikan ve İngiliz İngilizcelerinde birbirinin tıpatıp aynısı değildir. Bir başka dil özelliği olarak, Arapça’da yalnızca “tekil ve çoğul” değil, “tekil, ikil (tesniye) ve çoğul” olduğu ve bunların her biri için isimler, sıfatlar ve fiiller ayrı kalıplar istediği halde, meselâ, ne Türkçe’de, ne de İngilizce’de “ikil” olmadığı gibi, Türkçe’de sıfatlar, İngilizce’de fiiller ve sıfatlar için çoğul şekli yoktur.
Ayrıca, Arapça’da isim çoğullar da pek çok şekillerde yapılır. “Erkek” isimler için ayrı, “dişi” isimler için ayrı kural ve kalıplar olduğu gibi, bilhassa isimler için farklı ve her biri ayrı anlam farklılığı ihtiva eden çoğul şekilleri vardır ve bu çoğul şekillerinin, kelimeye kattığı kendilerine has anlam farklılıkları vardır.
Meselâ, kırık çoğul denilen çoğul şekli azlık ifade ederken, kurallı çoğulda bu yoktur. Yine bir başka farklılık olarak, Arapça’da ‘lâm-ı tarif’ denilen belirlilik takısı Türkçe’de yoktur ve bu takı, belirlilik dışında, ihtiva ettiği ‘lâm (l)’ harfiyle, başına geldiği kelimeye pek çok anlamlar katar. Sözgelimi, “el-nâs (en-nâs)’ dendiği zaman, bazen ‘istiğrak’la bütün insanlar, bazen ‘ahd’ ifadesiyle, kendilerinden bahsedilen hususî bir grup kastedilir. Kur’an’ın, asla bir başka dile tercümesi mümkün olmayan bir diğer özelliği daha vardır ki, o da şudur:
Kur’an, eline aldığı her bir kelimeyi, en azından pek çok kelimeyi kavramlaştırmıştır. Kur’an kelimesi gibi, Kur’an’da ve İslâm’da çok önemli yeri olan Rabb, İlâh, Melik, Kitab, Vahy, Din, Millet, Şeriat, İbadet, Takvâ, İhsan, İhlâs, Velî, Nur, Nebî, Rasûl, İslâm, İman gibi onlarca, hattâ Kelime, İsim gibi daha pek çok kelimeleri, ayrıca, Kur’an İlimleri adı altında geniş bir ilmin doğmasına yol açan Muhkem, Müteşâbih, Tefsir, Te’vil, Nâsih, Mensuh gibi kavramları hiç bir dile tercüme etmek mümkün değildir. Kur’an’ın bir başka dile aynen tercümesinin mümkün olamayacağının sebepleri yalnızca bunlardan ibaret değildir. Burada, tercümesi mümkün olmayan İlâhî bir kitabın güya bir başka dildeki tercümesinin Kur’an yerine geçmeyeceğini ve Kur’an okumanın farz olduğu namaz gibi ibadetlerde okunup okunamayacağını sormanın abes olduğunu ifade etmeliyiz.
Kaynaklar
Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, Tenvir yayınları İstanbul.
Prof. Dr. Suat Yıldırım, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Ensar neşr. İst. 1983.
Ragıp el-İsfahanî, el-Müfredat fî Ğarîbi’l-Kur’an, Beyrut. Ebu’l-Bekâ, Külliyat. Suphi es-Salih,
Kur’an İlimleri, ç. M. S. Şimşek, Hibaş yay. Konya.
Abdürrahman Çetin, Kur’an İlimleri ve Kur’an-ı Kerim Tarihi, Dergâh yay. İst. 1982.
Hayrettin Karaman, Fıkıh Usûlü, İst. 3. baskı.
M. M. Pûye, Genuineness of the Holy Qur’an, Karaçi, 1974.
S.Hüseyin Nasr, Ideals and Realities of Islam, Londra, 1966, 2. baskı.