Paranoya, (Çağlayan, Başyazı, Mayıs 2019)
Paranoyak, işlerini tahrip yöntemine bağlı sürdürdüğünden, kolay elde edilen bu işte gönlünce elde ettiği sonuçları firaset ve kiyasete veren bir mecnundur. Ama o, tımarhanedeki deliler gibi başkalarını anormal gördüğünden sürekli farklı cinnet tavırları sergiler...
PARANOYA[1]
Paranoya, psikiyatrik bir hadise olarak, insanda muhakeme, dengeli düşünme ve makuliyete bağlı hüküm vermeyi bozan müzmin bir ruhî hastalıktır. Böylesi psikopatlar arasında paranoya tavrı gösterenlerde daha ziyade şu dört husus göze çarpmaktadır:
- Kendine olağanüstü bir değer verme, böyle bir beklenti içinde bulunma, egoizma ve egosantrizma tavırları sergileme, herkese tepeden bakma ve beklediklerini buldukça da şişme-kabarma..
- Zulme uğrayacağı korkusuyla sürekli güvensizlik hafakanlarıyla oturup-kalkma ve her şeyden, her kıpırdanıştan şüphelenme stresleriyle tir tir titreme..[2]
- Böylesi kahredici düşünce kaymalarıyla çevresindeki her farklı oluşumu kendi aleyhinde bir projenin parçası gibi görme ve ne olur ne olmazlara binaen vehim blokajlı stratejiler oluşturma..
- Sadece kendisinin doğru davrandığı, doğru işler yaptığı cinnet hezeyanlarıyla içtimaî uyuşmazlıklara sebebiyet verme…
Derken bu inhiraf ve fikrî çarpıklıklarını tabiatının bir derinliği haline getirerek yüzde bir, binde bir tehlike ihtimalleriyle hezeyandan hezeyana sürüklenme ve şöyle-böyle sahip olduğu şeyleri elden kaçırma, başkalarına kaptırma endişesiyle tir tir titreme.. hayalî zalimler ve asiler icat ederek, güçlü ise, muhalif kabul ettiklerini ezip bitirme; zayıf ve dayanaksız ise, bir gün evvel can alıcı hasımlar olarak dillendirip durduğu en muzır çevrelerle itilaflara girerek -be tahsis ittifak demiyorum[3]- vehmî hasımlara karşı din ve iman düşmanlarının dahi yapmadığı şenaat ve denaetleri irtikap etme[4].. ervâh-ı habise ve şeytanların güdümünde daha yüzlerce mesâvînin yanında, hayır yollarını tıkama; peygamberler güzergahında yürüyenleri âsi ve eşkıya gibi göstererek itibarsızlaştırma.. çok önemli evrensel değerleri dört bir yanda temsille insanlık çapında bir “ba’s-ü ba’de’l-mevt”e zemin hazırlama aktivitelerini engelleme[5].. daha çok bir sürü tavrı sergileyen şuursuz yığınları -onlarca kutsal kabul edilen argümanları kullanarak- su-i emellerinin birer figürü haline getirme...
Evet, bu türlü nefis ve heva dürtüleriyle irtikâp edegeldikleri yüzünden böyle biri, toplumda huzur bırakmadığı/bırakmayacağı gibi kendi de umduklarını elde edememiştir/edemez. Aksine paranoya kaynaklı yapıp ettikleriyle kendinin de yakın çevresinin de hayatlarını cehenneme çevirmiştir/çevirir. [6]
Paranoyak, işlerini tahrip yöntemine bağlı sürdürdüğünden, kolay elde edilen bu işte gönlünce elde ettiği sonuçları firaset ve kiyasete veren bir mecnundur. Ama o, tımarhanedeki deliler gibi başkalarını anormal gördüğünden sürekli farklı cinnet tavırları sergiler; kendi gibi düşünmeyenleri hain ve terörist sayarak, gözlerinin onun makamında olduğu ve fırsat elde edince gelip onun sahip bulunduğu şeyler üzerine konacakları paranoyasıyla oturur-kalkar..[7] korunma adına özel birlikler oluşturur.. sürekli villadan villaya geçerek yer değiştirir durur.. ne yığın yığın korumacı teşkiliyle yetinir ne de iç içe korunma seralarını kâfi görür; mük’ab vehimlerle kendi hayatını da, şuursuzca arkasından sürüklenenlerin hayatını da cehenneme çevirir.
Seviyesiz bir ortamda neş’et edip kaderin cilvesi önemli makamlar ve payeler elde eden paranoyaklar, biraz da aşağılık kompleksine bağlı, ‘elde ettiğim imkân, iktidar ve servetleri başkalarına kaptırırım’ paranoyasıyla akla ziyan her türlü hezeyana girer ve iç içe vehimlerle ölür ölür dirilirler. Melekleri, melek ruhlu insanları yılan gibi görür ve şeytanlara yahşi çekmeye dururlar.
Amnofis, böyle bir paranoyaktı; Hazreti Musa (aleyhisselâm) ve İsrailoğulları’nın belli bir güce ulaşacakları vehmiyle hayatı kendine ve arkasındaki akıl-zedelere zehir etmenin yanında, dünya kadar insanın da -tıpkı çağın firavunları gibi- kanına girmiş ve katmerli zulümler işlemişti; mevsimi gelince de kader onun ipini çekmişti.
Tarih, günümüze dek sayılmayacak kadar Amnofis’ten ve onların zalimane edip eylediklerinden bahseder ve erbab-ı basirete dikkatli olma güzergâhını işaretler. Zamana ait özel renk ve desen, ad ve unvanlar farklı olsa da tarihî tekerrürler devr-i daimi çerçevesinde hiçbir dönem bu insan bozması mahlûklardan hâlî kalmamıştır. Firavun’dan Hâmân’a, Buhtunnasr’dan Şâbur’a, Stalin’den Hitler’e ve onları takip eden Yezid’lere kadar bir sürü paranoyak gelmiş-geçmiş.. insanlığın yüz karası olarak aynı mesâvîyi irtikap etmiş.. aynı iğfal yollarını kullanmış.. villa ve saraylarıyla aynı şeytanî yolu takip etmiş.. sürekli vehimle oturup kalkmış.. saltanatlarının ellerinden alınacağı korkusuyla yutkunup durmuş.. her zaman “en kötü ihtimallere göre” deyip kâfirce stratejilere başvurmuş.. ve binlerce-milyonlarca vatan evladına karşı, onlara değişik karalayıcı, itibarsızlaştırıcı namlar takarak, en zalimce muamelede bulunmuşlardır.
Yakın tarih itibarıyla Almanya’da Hitler; “Saltanatım elden gider!” diye bir sürü harap ellere, yıkılmış hanümanlara ve işkenceyle ölüp giden canlara karşı aynı kompleksle hareket etmişti.. İran’da Şah, Humeynî ve taraftarları saltanat ve debdebesini elinden alırlar vehm ü hayaliyle gözünü kırpmadan on binlerce insanın canına kıymıştı.. Saddam, adı Humeynî olmasa da o karakterde biri, haramilikle elde ettiği şeylerin üzerine gelir konar diye muhalif zannettiklerini kesti-biçti-doğradı.. Kaddafi’nin durumu da bunlardan farklı değildi; o da vehmî bir Humeynî çığırtkanlığıyla etrafı yakıp yıkıyor, aynı cinnet tavırları sergiliyordu.
İslam dünyasında bir zakkum gibi türeyen çağın diğer paranoyakları da bunlardan farksız... Sudan sebeplerle insanlar zindana atılıyor.. ana-evlat birbirinden koparılıyor.. masumlar işkenceyle öldürülüyor.. hukuk, adalet ayaklar altında yolluk gibi çiğneniyor.. bütün bunlara, insan şeklindeki mahluklar aval aval bakıyor.. Süfyân muakkibi Taylasanlı Horasanlılar bu tür Firavunlara Hâmânlık yapıyor.. ölen öldüğüyle, çeken çektiğiyle kalıyor.. ve dilsiz şeytanlar film seyreder gibi bütün bu şenaatleri, denaetleri hissiz, hareketsiz seyrediyor.
Şimdi bütün mazlum ve mağdurlara, gözleri verâlarda, verâların verâsında يَا غَارَةَ اللهِ، حُثِّي السَّيْرَ مُسْرِعَةً فِي حَلِّ عُقْدَتِنَا demek kalıyor. Keşke, her şeyden evvel bütün mağdur ve mazlum Müslümanlar olarak, “Hayır Allah’ın takdir buyurup yarattığındadır.” deyip kadere taş atma durumuna düşmesek!..[8] Keşke, رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا soluklarıyla, hep
“Gelse celâlinden cefa,
Yahut cemâlinden vefa,
İkisi de câna sefa,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” (Yunus Emre)
mazmunuyla nefes alıp verebilsek!.. Keşke, derin bir saygı hissiyle,
“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader,
Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.” (Enderûnî Vasıf)
itmi’nan-bahş inancıyla oturup kalksak!.. Keşke, maruz kalınan şeyleri hatalardan arıtma kurnaları gibi görerek,
“Arındırır belalarla Hak sevdiklerini,
Arındırdığı gibi pak suların kirleri.”
mülahazasıyla mırıldanıp teselli olabilsek!.. Keşke, “Her zulüm ve mesâvînin bir gayretullaha dokunma miadı vardır!” diyerek o vakt-i merhûna saygının ifadesi,
“Zalimlere dedirtir bir gün Kudret-i Mevlâ,
Tallâhi lekad âserekellahu aleynâ!..” (Ziya Paşa)
deyip her şeyi Sahibine havale edebilsek!.. Keşke “Küfür devam eder ama zulüm devam etmez!” hakikatine binaen, “Zulmile âbâd olanın, âhiri berbâd olur!” itikadıyla, evveli değil, âhiri görebilsek!.. Keşke her şeyi, olup bitenlere nigehbân Alîm u Habîr’e bırakarak,
“Zâlimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var,
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var!”
inancıyla حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ile soluklansak ve muvakkat mesâibi dillendirmesek!..
Büyüklerin yol erkânı ve vird-i zebânı bu olmuştur; bizimki de o olmalı ve “Bu da geçer!” deyip, zift neşriyat taraftarlarının deyip-ettiklerine kulak asmadan, gönlümüzdeki gül bahçeleriyle çevreyi ıtriyat çarşısına çevirerek burcu burcu gül kokularıyla herkesi mest ve sermest etmeliyiz.
Cenâb-ı Hannân u Mennân, Rahîm u Rahmân bu yolda bize sarsılmayan irade, duruşta kararlılık ve kararlılıkta temâdî lütfeylesin!..
EKLER
EK 1
KUR’ÂN’IN KENDİNE HAS İFADE DİLİ ve KARAKTER TASVİRİ
Şu ana kadar, üzerinde durabildiğimiz kadarıyla gördük ki, Kur’ân beşer tarafından ortaya konması imkânsız ilâhî bir şaheserdir. Her şeyden evvel onun kendine has karakteristik bir ifade ve konuşma tarzı vardır. O, bu muhteşem ifade tarzıyla, her zaman insanları çok farklı bir sıcaklıkta kucaklar. Bu yönüyle de o, ne Allah’tan gelen sair kitapların ifadelerine ne de beşerî kelâmların, hatta en mükemmel akıllardan çıkan ifadelerin hiçbirine benzememektedir.
Kur’ân’ın kendine has o enfes üslûbunu zevketmek ve arz edeceğim bir kısım misallerin daha iyi anlaşılması için az da olsa araştırma yapmaya, ilim irfan adına biraz olsun derinleşmeye, biraz da bediî zevkten hissedar olmaya ihtiyaç vardır. Her şeye rağmen biz böyle bir kitleyi karşımızda var sayarak misalleri arz ederken, mümkün olduğu kadar o kitlenin anlayış seviyesine göre sunmaya çalışacağız.
Biz, Kur’ân’ın karakteristik ifadesi sözcüğüyle şunu kastediyoruz: O, pek çok meseleye girer, pek çok konuyu ele alır ve tahlil eder. Meselâ o, yerinde maziden ve gelecekten bahisler açar, geçmişi-geleceği çizgi çizgi gözlerimizin önüne serer ve bunu yaparken de âdeta bahsettiği yerleri, cemaat ve fertleri bütün karakteristik yanlarıyla gözlerimizin önüne serer.(...)
Kur’ân, geçmiş milletleri anlatırken, o cemaatleri bütün hususiyetleriyle, bir sahne ya da sinema perdesinde, olup bitenleri sergiliyormuşçasına tablolaştırıverir. Kur’ân’da değişik devirlere ait ayrı ayrı insanları anarken, çok farklı devirleri insanlarıyla beraber birden duyar ve yaşarsınız. Figürler, figüranlar tamamen birbirinden farklıdır. Ve siz, Kur’ânî vak’aları peşi peşine takip ederken onda, roman ve tiyatrolarda çokça karşılaştığınız o acayip hortlakları da göremezsiniz. Zira Kur’ân, vak’aları takdim ederken, doğrudan doğruya onları hayatın içinden alır veya aynı hayat misalleriyle insanların görüşlerine arz eder. Ve böylece, bir ders içinde bin dersi birden verir.
Evet, işte Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın eşsiz ve benzersiz bir yönü! Onun aydınlık beyanında, şahıslar, mekân ve menziller okuyucunun hayalinde öyle canlanır, âbideler hâlinde hususî eda ve havalarıyla tecessüm eder ki, yüzlerce hâdise, yüzlerce şahıs zikredilmesine rağmen hiçbiri, ne zaman itibarıyla ne de keyfiyet itibarıyla karışmaz ve okuyucunun zihnini bulandırmaz. (...)
Kur’ân’ın ifadesine ait diğer bir hususiyet de, meseleleri tasvir edip insanlara anlatırken, onları insanın içinde ciddî bir ürperti veya iştiyak hâsıl edecek tarzda anlatmasıdır. Meselâ, kötülüklerden bahsederken, insanda ciddî bir nefret hissi uyandırır. Onun ifadelerinde kötülük mide bulandırıcı, ruhlarda burkuntular hâsıl edici keyfiyetiyle ve tiksindirici mahiyetiyle insanın karşısına çıkıverir. (...)
Bir diğer husus da şudur: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, maksadını ifade ederken, çok veciz bir şekilde ve her şeyi kısa birkaç cümle veya bir-iki kelime içinde başarıyla anlatır. Öyle ki, o maksadı ifade etmek için, seçtiği kelimelerden başka kelimelerle o maksadı anlatmaya imkân yoktur. İnsan, onun birkaç cümlesi içinde, başka kitaplarda bulamadığı renginlik ve zenginlik karşısında kendinden geçer. (...)
Kur’ân bu tabloları nazara verirken, insan artık bunlardaki teferruatı anlamada hiçbir şeye ihtiyaç hissetmez. Kelimelerdeki renk öyle seçilmiş, perdedeki ışıklar öylesine ayarlanmıştır ki, insan âdeta kendini bir piyes sahnesinde hissediyor gibi olur; bakmaya ve seyretmeye doyamadığı bir sahnede… (...)
Kur’ân’daki toplum ve millet karakterlerini incelerken, çok defa karşımıza belli bir kısım şahsiyet ve tipler de çıkmaktadır ki, Kur’ân konuşup tasvir ederken, daima bu tip karakterleri nazarlarımıza arz eder. Bunlar bazen bir nebi olabildiği gibi, onlara intisap etmiş ümmetlerden herhangi biri de olabilir. İsterseniz şimdi –Allah’ın inayetiyle– Kur’ân’da tebellür edip, hususiyet arz eden birkaç insan tipi ve karakteri üzerinde durmaya çalışalım(...)
Kur’ân, mürai bir tipi nazara verirken, çevrenizde tanıdığınız ne kadar mürai varsa, anında hepsi birden kafa ve hayalinizde canlanıverir. Müttakî, alımlı, ülü’l-azm bir tipi tasvir edince de onu hemen önünüzde görüyor gibi olursunuz; olur da önünde serfürû edecek bir tavır takınırsınız.
Şunu ifade etmek yerinde olur: Kur’ân, gerek umumî ve gerekse hususî karakterleri tasvir ederken, çizgilerde, hatlarda, ışık ve kostümlerde, ciddî bir âhenge ulaşan mükemmel bir sahne meydana getirir. Bu sahnede her şey tastamam, tablo alabildiğine canlı, oyun son derece tatlı ve rengârenktir. Artık her şey, bu canlı ve renkli sahneyi seyredip yorumlayacak okuyucu ve müşâhedecilere kalmıştır. Onlar da aynı tazelik ve canlılık içinde, arz edilen sahneyle bütünleşebilirse, bütün masraf ve gayretlere değmiş, maksat da hâsıl olmuş olur. İşte sahabenin Kur’ân ve Sahib-i Kur’ân’ı anlaması bu ölçüde idi.!
İnşâallah önümüzdeki bölümlerde, farklı karakterler üzerinde duracak ve Kur’ân’ın tasvir gücünü temaşaya devam edeceğiz.
Kur’ân’ın Psikolojik Tefsiri
Soru: Kur’ân-ı Kerîm’in pisikolojik tefsiri hakkında ne dersiniz?
Cevap: Bugüne kadar hiç yapılmamış bir tefsirdir. Merhum Seyyid Kutub tefsirinde nispeten psikolojik tahlillere yer vermiş ama, Kur’ân-ı Kerîm’in bir bütün olarak psikolojik tefsiri henüz gerçekleştirilememiştir.
Kanaatimce bu çok önemli bir mes’eledir ve Kur’ân’ın ayrı bir mucizesi olarak da değerlendirilebilir. Zira, Kur’ân-ı Kerîm’de bir mes’ele değişik yerlerde tekrar tekrar ele alınır ve farklı malzemelerle ifade edilir. Bu ilk etapta basit bir tekrar gibi gözükebilir ama, mevzuu tahlil edince, her tekerrürde bir makam ve malzeme farklılığının olduğu görülür. Tabii buna bağlı olarak da onun farklı farklı mesajlar ihtiva ettiği müşahede edilir. Evet Kur’ân-ı Kerîm âdetâ değişik kavimlerin, seslerini, soluklarını, feryatlarını, çığlıklarını, davranışlarını ve değişik devirlere ait farklı cemaatlerin hususiyetlerini bir aynada aksettiriyor gibidir.
İşte bu açıdan da, Kur’ân’ın dümdüz okunmasından daha çok muhtevanın seslendirilmesi önemlidir. Bu da musikinin notalarıyla değil, mevzunun akışına tabi olarak, hâdise ve konuşmaların bizzat içine girerek ve yaşayarak onu okumak demektir. Bence bu, Kur’ân’ın anlaşılmasında en az esbab-ı nüzul kadar önemlidir. Anlatılan olayların tarihî sebeblerini ve tarih felsefesini bilmek, milletleri karakterleriyle tanımak; sonra bir cemaatin bedeviyetten belirli merhaleleri aşarak medeniyete ulaşmasında hangi peygamberle hangi devreyi yaşadığını görmek ve netice olarak da Hz. Muhammed (sas)’e kadar geçen devreleri bir bir gözden geçirmek suretiyle, Kur’ân’da anlatılan hâdiseleri tahlil etmek, insanın önünde çok farklı ufuklar açacaktır. Aksine bunları nazara almadan Kur’ân’ı anlama gayreti; Roma devrini ve o döneme ait hayat tarzını bilmeden, Shakespeare’in romanlarındaki ifade gücünü tahlil etmek gibi bir garabet arz eder. Kaldı ki, Kur’ân’daki hâdiseleri anlatan, geçmiş ve geleceği bir nokta gibi aynı anda değerlendiren, onları kabza-i tasarrufunda evirip-çeviren Allah’tır. Tabii ki O’nun anlatışı her türlü mukayesenin üstünde daha bir baş döndürücü ve ihtişamlı olacaktır.
İşte, sathî dahi olsa ifade ettiğimiz bu noktalardan anlaşılacağı gibi “Gavvas olana Kur’ân/ Mücevher dolu umman”dır. Her devir insanının O Ebedî Mu’cize’den alacağı dersler vardır ve olacaktır.
EK 2
ENÂNİYET VEYA EGOİZM
Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle “ben” mânâsına gelen “ene”den türetilmiş bir kelime.. insanın kendisi, özü, şahsiyeti mânâları yanında, ona, varlık, eşya ve hâdiseler hakkında tefrik, temyiz, okuma ve değerlendirme imkânı da veren “ene”; aynı zamanda bilme, inanma ve bu çerçevedeki ferdî ve içtimaî sorumluluklar karşısında insanı bir muhatap durumuna yükselten unsurdur. Ene’yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaiki ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede “ene” –ben ve ego da diyebilirsiniz– insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve “Kenz-i Mahfî”nin lisan-ı fasîhi olur.
Onu bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlara gelince, onlar için “ene” öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice Herkülleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hanümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır. O, imanla doğru okunmadığı, mahiyetine acz u fakr esaslarına göre bakılmadığı veya kendini kendine mâlik saydığı, sayıp aynadaki sureti hakikat sandığı durumlarda kibre girmiş, gurur mırıldanmış, bencillikle gürlemiş, kini, nefreti ve hiddetiyle hayvanları aratmamış, şehevânî istekleriyle hep bohemler gibi yaşamış, çalım, caka ve başkalarını hafife alma türünden komplekslerden kurtulamamış ve kendi kendinin meshûru olmuş, çeşit çeşit illetlerle mâlul bir özürlü; şahsî hazlarından gayrı bir şey düşünmeyen/düşünemeyen hodbin bir gurur âbidesidir. Kendini güçlü hissettiği ve fırsat da yakaladığı zamanlarda, gözünü kırpmadan herkesi ezip geçen bir tiran bozması, hak ve hürriyetler konusunda saygısız bir nemrut ve Allah, Peygamber tanımayan bir nankördür. Zayıf ve güçsüz olduğu ya da ihtiyaçlarla kıvrandığı durumlarda ise o, kapıkulu saydığı kimselerin bile ayaklarına kapanacak kadar zelillerden zelil zavallının tekidir.
Aksine o, Allah’a imanla tenevvür edip acz u fakrını kavradığı, beden ve cismaniyetin uydusu olmaktan sıyrılıp kalbî ve ruhî hayat ufkuna yöneldiği, şevk u şükürle şahlanıp Hak rızasına kilitlendiği takdirde de âdeta müzekkâ bir ruha dönüşür ve öteki yanı itibarıyla bütün fena huyların menşei olmasına mukabil bu derinliği açısından güzel ahlâkın (mehâsin-i ahlâk) en temel unsuru hâline gelir.
Şimdiye kadar pek çok mutasavvıf ve kelâmcı, bazen “ene” unvanıyla, bazen de “nefis” namıyla bu konu üzerinde durmuş ve önemli açıklamalarda bulunmuşlardır. Mevzuun tafsilatını onlara havale ederek, burada birkaç cümle ile de olsa Üstad Bediüzzaman’ın bu hususla alâkalı mülâhazalarına temas etmek istiyorum:
O, Kur’ân-ı Kerim’deki emanet hakikatinin[9][1] pek çok yönlerinden birinin de “ene=ego” olduğunu ifade sadedinde; “ene”nin Âdem (aleyhisselâm) zamanından günümüze kadar insanlık âleminin etrafında dal-budak salmış hem nuranî bir Tûbâ-i Cennet hem de müthiş bir Zakkum-u Cehennem çekirdeği mahiyetinde olduğunu vurgular ve ona bu iki âlemin de kapılarını açacak bir anahtar nazarıyla bakar. Ona göre “ene”nin bu birbirinden ayrı derinliklerinin temsilcileri ve bu temsilcilerin teşkil ettikleri cereyanlar da vardır. Bunlardan biri silsile-i nübüvvet cereyanı, diğeri de diyaneti kabul etmeyen felsefe akımıdır. Din tanımayan ve diyanete baş kaldıran felsefî cereyan/cereyanlar bir zakkum ağacı gibi çevrelerine her zaman şirk ve dalâlet zulmetleri neşretmiş ve insanlığın ufkunu karartmışlardır. Onlardan, aklı biricik esas kabul edenlerin dünyasında dehriyyûn, maddiyyûn ve tabiiyyûn... gibi kimseler yetişmiş ve bunlar saf yığınların baştan çıkarılmalarına sebebiyet vermişlerdir. Kuvvet ve şiddeti öne çıkaranların atmosferinde Nemrutlar, Şeddatlar, Firavunlar boy atıp gelişmiş ve kitlelere kan kusturmuşlardır. Hayatı, cismanî ve bedenî arzulara, isteklere bağlı götürenlerin çizgisinde insanın süflî hislerini gıcıklayan tanrıçaları, totemleri ve putlarıyla bohemliğe açık ruhların başlarını döndürmüş ve yığınları akla-hayale gelmedik sapıklıklara sürüklemişlerdir.
Nübüvvet cereyanına gelince o, “kuvve-i akliye” dalında enbiyâ, mürselîn, evliyâ ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirmiş; “kuvve-i dâfia” dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikleri semere vermiş; “kuvve-i câzibe” dalında da suret ve sîret güzellikleriyle serfiraz ismet kahramanlarının gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu açıdan, peygamberlik ufku itibarıyla “ene”nin bir kulluk unvanı ve esrar-ı ulûhiyetin de bir aynası olduğunu söylemek mümkündür. Öyle ki, bu yörüngede “ene” kendini bir abd bilir, Yaratan’ın hizmetinde olduğunu düşünür; O’na karşı hâlisâne kulluğa yönelir ve hemen her zaman O’nu hoşnut etme arkasından koşar. Aklına aldanıp nefsine yenik düşenler, güzeli, çirkini birbirine karıştırıp egoyu sabit bir hakikat şeklinde mütalaa edenler, dolayısıyla da, Hakk’a kul olacaklarına değişik mâlihülyalara dalarak cismanî hazlarından başka bir şey düşünmeyenler, varlık ve hâdiselere insanca bakıp onu muhteva enginliğiyle duyamayanlar, duyamayıp kendi bencilliklerinin darlığında heba olup gidenler egoizm gayyaları içinde boğuladursunlar, “ene”deki sırrı anlayanlar yürürler Hakk’ın inayet gölgesinde O’nun rıza ufkuna doğru…
“Ene”nin olumsuz yanıyla alâkalı bir derinlik sayılan Frenkçe “egoizm” de dediğimiz “enâniyet”, kendine düşkünlük, yalnız kendini düşünme, her faaliyetini bir kısım şahsî çıkarlara bağlı götürme, her işi bencillik mülâhazasıyla ele alma ve o mülâhaza ile bitirme de diyeceğimiz bir ruh hastalığının unvanıdır. Böyle bir karakter, başkalarından söz edildiği, onlara teveccühte bulunulduğu hemen her yerde feveran eder, kıskançlıklara girer –üzerinde durulabilir– hırsla kıvranır; hızını alamaz gıybete, iftiraya başvurur ve “onlar” dediği kimseleri karalamak için elinden gelen her melaneti irtikâp eder.
Bazı kimselerde, bunun bir iki adım daha ötesinde, kendini mutlak üstün ve eşsiz görme, hatta kendine “gaye insan” nazarıyla bakma, aptalca hüsnüzan ve teveccühlere takılarak bir görüntü sergileyebilmek için maskaralık diyebileceğimiz fantezilere girme ve “ben” merkezli bir dünya kurarak kendini anlatma, meziyetlerini sayıp dökme cinneti söz konusudur ki, bunu da muzaaf enâniyet anlamında “egosantrizm” sözcüğüyle ifadelendirebiliriz. Böyleleri her hâdiseyi kendi bakış açılarına göre yorumlar, herhangi bir konuyu, onun enginliği ve derinliği çerçevesinde değil de, kendi egoizminin darlığı içinde ele alır, değerlendirir; sonra da, kendince çıkardığı hükümleri başkalarına da dayatmaya çalışır. Aslında, bu tipler kendi heva ve heveslerine öylesine kilitlidirler ki, kendilerinden başkasını görmez/göremez, kendi hülyaları dışında hiçbir şey bilmez, bilmek de istemez; kimseyi sevmez ve hayırla da yâd etmezler. Kendilerini insanî fazilet ve meziyetlerin merkezine oturttukları için her zaman redd-i müdahale hissiyle gergin ve kavgaya hazır bir hâlleri vardır. Hele bunların arasında nefsine âşık ve taparcasına ona bağlı bir kısım narsisler bulunmaktadır ki, bunlar tıpkı çocuklar gibi, gördükleri her nesneye sahip olmak ve başkalarına ait şeyleri elde etmek için sık sık onlarla kavgaya tutuşur ve mütemadi hır-gür çıkarırlar.
Böylelerinde hiç mi hiç içtimaî sorumluluk hissi gelişmemiştir; onlar, hemen her zaman heva ve heveslerine göre hareket ederler. Olabildiğine kibirli ve gururludurlar; herkesi hafife alır ve âleme tepeden bakarlar. Bir de bu hasta ruhlar, çevrelerindeki saf yığınlar tarafından alkışlanıyor, ferdî bencillikleri herhangi bir cemaate mensubiyetle besleniyorsa –buna “cemaat enâniyeti” de denebilir– daha bir derinleşir, nemrutlaşır ve akla-hayale gelmedik fenalıklara sebebiyet verebilirler. Firavun böyle bir ruh hâletiyle “Ben sizin en yüce rabbinizim.”[10][2] sözleriyle hırlamış, bir başkası “Ben de ihya eder ve öldürürüm.”[11][3] deme cür’etinde bulunmuş; bir diğeri ise “Ben bu serveti kendi imkân ve kendi bilgimle elde ettim.”[12][4] hezeyanlarıyla gürlemiştir. Günümüzde çokça bulunduğu gibi, kimileri de mânâ âleminin devâsâ kametlerinin dahi telaffuz etmediği/edemediği “Ben Mehdiyim.”, “Ben Mesihim.”, “Ben kutbum, kutb-u irşadım”, “Ben gavsım”... türünden saçmalıklarda bulunmuş; sürekli ben merkezliliğin karakteristik hırıltılarıyla kibrini, ucbunu, fahrini, makam sevdasını ve nefis muhabbetini seslendirmiş ve kulluğun esası olan acz u fakr, tevazu, mahviyet ve hacâlet... gibi hususlardan habersiz cahil kitleleri iğfal etmişlerdir.
Aslında bunlardaki sefalet ve ruh sukutuna sebebiyet veren hep aynı şeylerdir: Şeriat mantığından habersizlik, mütemerrit nefs-i emmârenin güdümünde bulunma, şöhretperestlik ve bohemce yaşama arzusu... Gel gör ki, bu zelil insanlar, her zaman kendilerini farklı yaratılmış gibi görüp gösterir ve çevrelerine birer misyon insanı olduklarını empoze etmeye çalışırlar. Böyleleri herkesi sıradan, hor ve hakir varlıklar sayar ve onların da bir şeyler yapabileceklerini kat’iyen kabul etmezler. Hele bir de etraflarında bu duyguyu sık sık tetikleyen bir kısım müdâhinler varsa –ki her zaman var olmuştur– bunlar öylesine bir büyüklük hissine kapılırlar ki, herhalde bu ölçüdeki bir enâniyeti ifade için “mük’ap bencillik” sözü bile yetmeyecektir. Zannediyorum böylelerinin hâline en uygun isim “megalomani” olacaktır.
Pöhpöhe açık ve alkışa teşne bu tiplerin sapık hislerine, aldanmış yandaşlarının iddiaları da inzimam edince ortaya en tipik bir narsis çıkar. Sever kendini Allah’ı gerçekten sevenlerin sevdiği kadar.. tapar hevasına putperestlerin tanrıçalarına taptığı seviyede.. yanında Peygamber’den bahsedildiğinde dahi rahatsızlık duyar; “O’nun temsilcisi ve izdüşümüyüm.” gibi hezeyanlarla –kendi inanmasa da– çevresini bir kısım muğlak ve müphem şeylere inandırmaya çalışır. Bütün hareket ve faaliyetlerinde hep takdir ve tebcil beklentisi içindedir. Damlasının derya, zerresinin güneş gösterilmesini arzu eder. Dahası, etrafını kendisine karşı çok derin bir medyuniyet içinde görmek ister; ister ve herkesin her şeyine gözünü dikerek, meşru ve gayri meşru bütün arzularının yerine getirilmesi beklentisine girer. Bekledikleri gerçekleşmeyince de çevresini yakar-yıkar, şuna-buna gönül koyar, en yakınlarını bile vefasızlıkla suçlar ve altından kalkılamayacak, is’âf edilemeyecek hak iddialarında bulunur. Zaten başkalarıyla da her zaman kavga içindedir; hasetle kıvranır durur.. gıybetle, iftira ile boşalır.. kinle, nefretle sürekli hafakanlar yaşar; “Ne kendi eyler rahat ne halka verir huzur.” (Anonim) Yıkılıp gitse de cihandan mirasçıları onu kabre kadar götürür.
EK 3
PARANOYA İHTİYACI
Milletlerin kaderine hükmeden/hükmetmek isteyen kaba kuvvet temsilcileri, öteden beri, ideolojileri adına veya yaptıkları kötülükleri meşru ve mâkul gösterme hesabına yığınlarda her zaman ürperti hâsıl edecek şeyleri kullanagelmişlerdir; yani, “İdeoloji tehlikede…”, “Modernite tehdit altında…”, “Her yanda demokrasi düşmanları var…”, “Laiklik gitti, gidiyor…” gibi yâvelerle sürekli saf halk yığınları arasında korku ve telâş uyarmış ve ülkeyi bir baştan bir başa âdeta tımarhaneye çevirmişlerdir.
Bunları yapanların ya kendileri de paranoyak veya gaye ve hedeflerine ulaşabilmek için böyle toplumsal bir paranoyaya ihtiyaç hissediyorlar; hissediyor, bazen aldatabildikleri veya robotlaştırdıkları insanlarla şöyle-böyle bir terör estiriyor; bazen gelecek adına saf kitleleri endişe ve telâşa sürüklüyor; bazen kitle imha silahları ve NBC yalanlarıyla herkesi aldatıyor/aldattıklarını sanıyor; bazen de irtica yaygaralarıyla hiçbir şeyden haberi olmayan yığınlar arasında korku ve telâş meydana getirip, onları türlü türlü vehimlere, daha doğrusu toplumsal paranoyaya sürüklüyorlar.
Millet, aslı-astarı olmayan vehimlerle kıvranıp durmuş, toplum paranoya yaşamış, onların umurunda bile değil; onlarca önemli olan, o bir avuç oligarşik azınlığın mutluluğu, onların çıkarları ve kaba kuvveti elinde bulunduranların hâkimiyet ve istibdadıdır. Bunlar, postmodern işgallerine, tagallüplerine, tahakkümlerine “Sistem tehlikedeydi…”, “Resmî ideoloji sarsıntı yaşıyordu…”, “Nükleer silahların insanlığı tehdidi söz konusuydu…”, “Çağdışı görüntüler temâşâ zevkimize ilişiyordu...” diye bir kısım bahaneler bulup, sonra biraz da bunları yalanlarla besleyince, artık top onların, çevkan onların, istedikleri gibi hareket edebiliyor ve istedikleri her yere rahatlıkla müdahalede bulunabiliyor; cinayetler işliyor, ocaklar söndürüyor ve bütün bunları saf yığınların ruhunda uyardığı paranoyaya emanet ediyorlar.
Paranoya, her şeyden şüphe etme, şundan-bundan kötülük geleceği endişesi içinde bulunma, kendini güvensiz hissetme ve vehimle oturup kalkma hastalığı. Bazen buna, bencillik, kibir, gurur, yaptıklarını beğenme gibi hususların da inzimam etmesi söz konusu olur ki, artık o zaman böyle biri tam bir psikopat ve bir deli demektir.
Hekimler, psikopatlar arasında paranoyak bünye gösterenlerle alâkalı bilhassa şu hususlara dikkat çekerler: 1. Kendine fevkalâde değer verme; kibir, gurur ve çalım… gibi tavırlarla “ben” hipertrofisi; 2. Herhangi bir haksızlığa uğrama, zulme maruz kalma düşüncesi uyaran güvensizlik ve aşırı şüphecilik marazı; 3. Düşünce çerçevesini belirleyecek olan muhakemelerindeki yanlışlık ve hatalardan ötürü vehim yaşama; sonra da içine düştüğü evhamı güçlendirme adına saçma ve gayr-ı mantıkî deliller üretme hastalığı; 4. Nihayet herkesi tutarsız ve güvensiz gördüğünden sosyal uyuşmazlık ve emniyetsizlik bunalımı. Eksik veya tamam, onlara göre paranoya, bazen bu emarelerin hepsiyle, bazen de bir-ikisiyle kendini hissettirir ki; her zaman halkla beraber olsa da böyle birinin cinnetinde şüphe yoktur.
Paranoya, müstaid ruhlarda hafiften başlar, yavaş yavaş gelişir; derken değişik telkin, tesir, evham bombardımanı ve yanlış muhakeme sebebiyle zamanla tam bir cinnet-i müstatil hâlini alır ve kahreden bir evhama dönüşür: Böyle bir maraza yakalanan insan, zulme uğrayacağı vehmiyle oturur-kalkar; herkesin kendisi için kötülük planladığı endişesiyle kıvranır durur.. ihtimallere hüküm bina ederek pek çok kimseyi potansiyel suçlu görmeye başlar ve böylelerini bertaraf etme stratejileri üretir; “Onlar bana zulmetmeden ben mutlaka onları ezmeliyim.” diyerek masum insanlara karşı savaş ilan eder; kan döker, kan içer ve zamanla âdeta bir kanlı kâbus hâlini alır. Bazen kendi kuruntularını ideal sayarak bunları ihyâ, ikâme ve tâmim uğruna her türlü fezâyi ve fecâyii irtikâp eder. Bununla da kalmaz, hâkimiyetinin temâdîsine engel gördüğü veya öyle vehmettiği kimselere karşı her zaman hasmâne bir tavır içinde bulunur; fırsat doğduğu ve gücü yettiği zaman da bunların hakkından gelmeyi asla ihmal etmez.
Paranoya, bir korku, şüphe ve vehim hastalığı olarak bütün suiniyetlerin, suizanların da kaynağı gibidir. Onun ikliminde şekillenir bütün ayrıştırıcı düşünceler, “biz” ve “ötekiler” mülâhazaları. Orada kararlaştırılır nâhak yere infazlar ve en dırahşan nâsiyeleri karalamalar. İrtica ile alâkalı bütün klişeler o evham atmosferinin ürünüdür. Akla-hayale gelmedik bütün baskınlar o vehim atmosferinin boşalması, her şeyin dışa vurmasının da bir ifadesidir.
Paranoyak, kendinden başka kimseyi tanımaz; vefasızdır, ahd ü peymânına asla güven olmaz; kat’iyen adalet tanımaz ve hakka karşı da fevkalâde saygısızdır. Dahası o, bu kabîl değerlere bağlı yaşamayı aptallık sayar. İnanıyorum dese de inancı yoktur; bu itibarla da hâlis mü’minlerin en samimâne davranışları arkasında dahi dünyevî bazı mülâhazaların olabileceği kuşkusuyla oturur kalkar. Zaman zaman en masum hareketlerden dahi işkillenir ve en yararlı gayretleri bile kuşkuyla karşılar ve sorgular.
Paranoyak, aynı zamanda sırf kendini gören, kendini düşünen, kendi cismanî arzuları arkasında koşan bir hodgâm ve bir bencil; kendine hayranlık duyan ve her hâlükârda kendini, kendi davranışlarını, eda ve endamını beğenen bir narsistir; kendisinin ortaya koyduğu düşünce, tedbir ve çözümlerin dışındaki her şeye karşı tenkitleri hazırdır. O, yazılıp-çizilen şeylerin hepsini yanlış bulur, söylenen sözlerin tutarsız olduğunu iddia eder ve her şeyi, herkesi kapkara gösterir; çünkü hiç kimse o değildir. Ortaya konan düşünce, tedbir ve çözümler onun kafasından çıkmamıştır; o yazıları o yazmamış ve o sözleri de o söylememiştir. Bu itibarla da, bunların hiçbirinin doğru, yerinde ve isabetli olması düşünülemez.
Paranoyağın dışında her şey; bütün yerler-gökler, dağlar-taşlar, çağlayan sular-uçuşan kuşlar, her yerde kıpır kıpır hareket eden canlılar ve bir üst basamaktaki insanlar, hatta velîler ve peygamberler… evet, her şey ve herkes onun nazarında göründüğünden farklıdır ve mutlaka kuşkuyla karşılanmalıdır. Gariptir, o, bu hâliyle bir çelişki yaşadığının da farkında değildir; bir taraftan her şeyi, her nesneyi ve herkesi göründüğünden farklı vehmederken, nefsanî arzuları ve cismanî dürtüleri açısından zevklerine olabildiğine düşkün bir bohem, diğer yandan da çıkarlarının delisi bir hodbin; kin, nefret ve öfkelerinin esiri bir tâli’siz ve şehevânî duygularının da âzât kabul etmez bir kölesidir: Canının istediği her şeyden kâm almak ister; bir ömür boyu cismanî istekleri arkasında koşturur durur; hayvanî hislerini yaşamada ölesiye bir tehâlük gösterir; salar kendini her türlü müstehcenlik ve levsiyâta.. ne ar ne hayâ ne millî kültür ne de toplum kuralları; görmez, gözetmez bunları, gördüğü kadar olsun bir saniyelik nefsanî tatminini... Benlik, bir baş belası denecek ölçüde kuşatmıştır bütün ufuklarını; kibir, çalım, caka, başkalarını küçük görüp aşağılama onun her zamanki hâli; herkese ve her şeye hükmetme humması ise lâzım-ı gayr-i mufârıkıdır. Elinden gelse bütün dünyayı hâkimiyeti altına almak ister; bir kere de bunu o mel’un kafasına koymuş ise, gerçekleştirmek için her çareye başvurur, her vesileyi değerlendirir ve gözünü kırpmadan her mesâvîyi rahatlıkla irtikâp edebilir: Yalan söyler, âlemi aldatır veya aldatmaya çalışır; verdiği sözlerde durmaz, döner; emanete hıyanet eder, akla-hayale gelmedik entrikalar çevirir, cinayet işler; masum, gayr-i masum demeden herkesin kanına girer; icabında kendisi gibi düşünenleri bile öldürür; ne yapar yapar, sun’î düşman cepheleri oluşturur ve bütün bunlar insanları aldatmaya yetmediği takdirde ar, namus, şeref, hukuk, demokrasi, adalet, insan hakları demeden “Kuvvetin de lâyüs’el bir hakkı var.” mülâhazasıyla yürür bir gece kaba kuvvetle hedef kitlenin üzerine...
Paranoyak hiçbir zaman evrensel insanî değerleri görmez ve görmek istemez. O, bu değerleri, hasım ilan ettiği cepheye karşı kullanabildiği takdirde dilden düşürmez; aksine, kendi kirli düşüncelerini gerçekleştirmeye engel gördüğünde de gözünü kırpmadan din, iman, kültür, ahlâk, hukuk her şeyi yerle bir eder, sonra da üzerinde tepinir. O, hayâ hissi olmayan bir yüzsüzdür; ne ettiklerinden utanır, ne de planladığı kötülüklerden; utanmak şöyle dursun, o, yerinde başarılı komplolar kurmayı, değişik entrikalarla ötekiler dediği kimseleri bertaraf edip devre dışı bırakmayı, farklı yol ve yöntemlerle halkın malını iç etmeyi akıllılık, mârifet ve başarı sayar; sayar ve herkesin gözünün içine baka baka yer, yutar; sonra da yan gelir, kulağı üzerine yatar.
Paranoyağın davranışları da, zihnî yapısı gibi sisli-dumanlı ve değişkendir: Sımsıcak göründüğü durumları olduğu gibi sopsoğuk kesildiği zamanları da az değildir. Düşünce teşevvüşlerine denk renk değişiklikleri de hayret vericidir; bir bukalemun gibi çok rahatlıkla her şekle, her kılığa girebilir ve her kesimden görünebilir. Eğer Müslüman görünmek ona dünyevî bir şey kazandırıyorsa, hemen dindarlık taslamaya durur ve bir mü’min gibi davranır; ezkaza rüzgârlar muhalif esmeye başlarsa, o zaman da asıl kimliğine döner ve kabalıkların en hoyratçasını gösterir. Şartlar ve ortam, gücünü kullanmaya elverişli olduğunda, karşı cephe dediklerinin hiçbirini iflah etmez, hepsini ezer-geçer. Güçsüz düştüğü veya gücünü kullanamadığı durumlarda ise, hiç tereddüt etmeden herkesin elini-ayağını öper ve tam bir zillet tavrı sergiler.
Paranoyak, aklen de hissen de mâluldür. Bu maraz hâli onda hem bir tabiat hem de gaye gibidir; bu itibarla da, her zaman bir seciyesizlik örneği sergilemenin yanında, tıpkı bir kısım frengili ve AIDS’liler gibi sürekli virüsünü başkalarına da bulaştırma hummasıyla yaşar; yaşar ve bir paranoyaklar cephesi oluşturmak için elinden gelen her şeyi yapar: Yerinde kendine karşı mevhum düşmanlar üretir, yerinde hemen herkesin ciddî bir tehdit altında bulunduğu vehmini uyarır; gerekirse kendisi de bizzat, terör türü bir kısım eylemler tertip ederek saf kitleleri böyle bir tehdidin var olduğuna inandırır. Her zaman hile, hud’a düşünür.. yalan söyler.. sürekli iki yüzlü davranır.. çok defa suret-i haktan görünür, herkesi aldatmaya ve kafasında kurguladığı şeylere onları da inandırmaya çalışır; bütün bunları yaparken de elinden geldiğince kendinden emin görünmeye olabildiğine özen gösterir; gösterir ama, yine de her tavrından güvensizlik, telâş ve tedirginlik dökülür.
Aslında o her hâliyle tam bir yalandır; oturuşu-kalkışı, ağlayışı-gülüşü, şiddeti-mülâyemeti, sevinci-kederiyle mücessem bir yalan. Hep olduğundan farklı görünmeye çalışır; düşündükleri gibi konuşmaz, gerçek niyetini hep saklı tutar ve birbirinden farklı karakterler sergiler. Bu kadar çok varyasyonlu yaşadığından ötürü de, bir gün gerçek yüzünün ortaya çıkacağı endişesiyle sürekli yüreği ağzına gelir ve ölür ölür dirilir. Bu itibarla da, paranoyağın yayıp yağını çıkarmak istediği zâhirde başkalarıdır; ama, hakikatte o acayip iğneli fıçı içinde yayılan ve hırpalanan da yine kendisidir. Bu açıdan da, o, yer yer değişik zevk ü safa ve gülüp oynamalarla avunmaya çalışsa da, pek de mutlu olduğu söylenemez.
Paranoyağın iç dünyası tozlu-dumanlı ve fesada açık olduğundan onun en olumlu işlerinde dahi hep bir bozgunculuk ve fesat söz konusudur; ne var ki o, bu fesada “fesat” demeye de hiçbir zaman yanaşmaz; yanaşmaz ve değişik demagojilerle fesadı “salâh” göstermeye çalışır. Oturur kalkar bozgunculuk yapar, insanları birbirine düşürür, milletin farklı kesimlerini yer yer karşı karşıya getirir, düşman kamplar oluşturur; sonra bu bölünmüşlüğü, bu çözülmüşlüğü kendi hesabına değerlendirmeye durur. O, kendi gibi düşünmeyenleri veya çıkarlarına engel gördüklerini, yerinde antidemokratik olmakla suçlar, yerinde moderniteyi tehdit ediyor gibi gösterir; bunlar da yetmezse ne yapar eder, irtica yaygaralarıyla herkesin sesini keser ve mutlaka planlarını gerçekleştirir. Yalandır bunların hepsi, fesattır onun bütün yaptıkları, iki yüzlülüktür her işi ve bir aldatmacadır her tavrı, her düşüncesi. Ama ne kadar insan vardır bütün bunları sezip anlayan!?
Paranoyak tam bir delidir; ne var ki, o bunun farkında değildir. Aksine o, kendini akıllı ve bilgili sanır; dolayısıyla da kendinden başka herkesin bir mânâda beyinsiz ve muhakemesiz olduğuna inanır. Öyle sansa ve öyle inansa da, hiçbir zaman onun mutlu olduğu söylenemez; zira o, her an kendini ayrı bir düşman cephesi karşısında ve dünya çapında terörist örgütlerle kuşatılmış olarak vehmeder. Korkar ve titrer hayalinde îka ettiği bu saf saf düşmanlardan. Başa çıkamayacağını düşünür ve çevresindekilerden yardım dilenmeyi dener; onları da aynı düşmanların düşmanlığına, insanlık için bir tehdit unsuru olduğuna inandırması lâzımdır.. evet, ona göre, düşüncelerinin, tasarılarının ve operasyonlarının meşru görünmesi adına herkesin aynı ölçüde vehme ve hezeyana itilmesi zarurîdir; zira onun planlarının gerçekleşmesi adına toplumsal, hatta uluslararası bir paranoyaya ihtiyaç vardır. Bunun için de mutlaka şöyle-böyle, gazeteleriyle-mecmualarıyla, televizyonlarıyla-radyolarıyla bütün medya kuruluşları harekete geçirilmeli; çeşit çeşit tehdit unsurları sıralanmalı; demokrasinin, insan haklarının, cumhuriyet esaslarının tehlikede olduğu üzerinde durulmalı; yığınlar, ülkenin ellerinden uçup gideceği yalanına inandırılmalı; saf halk kitleleri üzerinde toplumun dört bir yandan kuşatıldığı vehmi uyarılmalı ve ne yapıp ne edip herkes delirtilmelidir ki zirvedeki müstatil cinnet yadırganmasın.
Evet, ezenlerin, başkalarına hükmetmek isteyenlerin, gözlerine kestirdikleri değişik coğrafyaları işgal edenlerin toplum/toplumlar çapında böyle bir paranoyaya ihtiyaçları var. Kinin, nefretin, hırsın, din düşmanlığının delirttiği bu insanların, idare etmeyi düşledikleri kimseleri korkutarak, ürküterek, telâşlandırarak, vehim ve hezeyana sürükleyerek kendilerine benzetmeye çalışmaları bence bu cinnet mantığına göre normaldir. Aslında böylelerinden, başka bir şey beklemek de aldanmışlık olur.
Maalesef bugün, Çin Seddi’nden Merâkeş’e, Kapadokya’dan okyanus ötesi ülkelere kadar hemen her yerde iflâh etmeyen bir paranoya yaşandığını/yaşatıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun için birkaç düzine terörist lâzımsa, paranoya ihtiyacıyla kıvranıp duran mütegallipler, kaba kuvvet temsilcileri, ülkeleri sömürmek isteyen postmodern müstemlekeciler bu işi kiralık birkaç kanlı kâtille yaptırabilecekleri gibi, üç-beş zavallıyı aldatarak veya robotlaştırarak da arzu ettikleri her renkte, her desende bir sürü terörizm imal edebilirler.
Şimdilerde kısmen de olsa bunu başarmış sayılırlar. Evet, bu kadar alınıp satılan, kiralık kanlı kâtil veya aldatılmış beyinsiz bulunduktan sonra, her yerde terör adıyla bir fitne ateşi tutuşturabilir, değişik yörelerde suikastlar planlayabilir, dinî duygu ve dinî düşünceyi kullanarak bazı kıt akılları provoke edebilir; böylece hem bütün bir toplumu hatta insanlığı evham ve hezeyana çekmiş olur hem de yakıp yıktıklarına, asıp kestiklerine ve üzerine çullanıp ezdiklerine karşı tutarsız da olsa bir bahane bulmuş sayılırlar.
Dünya çapında bütün bu işleri planlayanlar ister birer paranoyak, ister birer psikopat olsun çok fark etmez. Ortada bir gerçek var ki o da; dünyanın bazı bölgelerinde bir kısım kaba kuvvet temsilcilerinin, dünyaya hükmetme ve kendi ideolojilerini hâkim kılma hırsıyla; bazı yerlerde de küfre kilitlenmiş bir kısım muannitlerin, küfürlerini, temerrütlerini, din-iman ve Kur’ân düşmanlıklarını sürdürebilmeleri için, yığınların vehimlendirilmesine, toplumsal paranoyaların yaşanmasına, kitlelerin hezeyana çekilmesine ihtiyaçları var. Bana öyle geliyor ki, bütün toplum gerçekten cinnet yaşasa dahi, kaba kuvvetin temsilcileri, yalan söylemekten, halkı aldatmaktan, dimağlara vehim pompalamaktan ve herkesi kendilerine benzetmekten vazgeçmeyeceklerdir.
EK 4
NİFAK
İnanmadığı hâlde inanıyor görünmek, akide ve düşüncelerinde münkir olmasına rağmen farklı bir tavır ve kanaat sergilemek, her zaman duruma göre hareket edip sürekli iki yüzlü davranmak demek olan nifak; ferdî, içtimaî bir riyakârlık ve bir ruh hastalığıdır. Bu hastalığı taşıyan mürâî ve münafık, her zeminde ayrı bir tavırda bulunur, her yerde farklı bir görüntü sergiler ve o rengârenk davranışlarıyla âdeta birkaç hayatı iç içe birden yaşar. Münafığın gerçek renginin ne olduğunu, ne türlü bir düşünce ve kanaat taşıdığını kestirmek çok zor; hatta imkânsızdır. O, kendine göre ters görüp “öbürleri” dediği hemen herkese karşı düşmanca duygular besler.. onlar hakkında açık-kapalı kötülük düşünür. Ama bu duygularını her zaman dışarı vurmaz; gerektiğinde hakikî hislerini gizleyerek onların düşünce ve kanaatlerine saygılı görünür.. onlara karşı olabildiğince yumuşak davranır.. ve onlardan biriymiş gibi hareket eder. Ne var ki o, hemen her zaman, içten içe de güm güm gümler ve mevhum hasımları için ne komplolar ne komplolar planlar.. planlar da, hasım kabul ettiği kesim veya kimselerin sıkıntılı hâl ve kritik durumlarında gerçek niyetini hemen ortaya koyuverir. Sonra da başkalarının, “hüsnüzan”na binaen ardına kadar açık bıraktıkları kapıdan içeriye girerek akla hayale gelmedik kötülüklerin hepsini yapar. Din, iman düşmanlarının açıktan açığa diyanet ve mukaddesata sürekli hücum etmelerine karşılık o, çok defa dinî, millî ve vatanî değerlere saygılı görünerek her zaman ehl-i imanı aldatmaya çalışır.. her zaman sinsi davranır ve moda tabiriyle “takiyye”lerde bulunur.. yerinde herkesi dostça kucaklar ama, fırsat bulunca da arkadan hançerlemeyi ihmal etmez.
Münafık, konuşurken yalan söyler; bugün vefa sözü verdiği bir konuda bakarsınız, ertesi gün hemen sözünden döner; sizin itimat ve güveninize hıyanetle karşılık verir ve hemen her zaman en haince düşmanlık duygularını dostane tavırlar içinde icra eder. Bu itibarla da o, din, iman ve Kur’ân düşmanı bir münkirden daha tehlikelidir; tehlikelidir zira, sizin gibi düşünüyor görünüp, düşmanca duygulara karşı tedbirli olma ve teyakkuzda bulunma hislerinizde gevşeklik hâsıl ederek yanınıza kadar sokulur, yüzünüze güler; fırsat bulunca da yılan gibi ısırır ve akrep gibi de sinsice sokar.
Münafık, aslında hiçbir şeye inanmadığı hâlde, duruma göre “Benim Allah’a ve ahiret gününe inancım tamdır.” diyerek kendine mü’min süsü verir ve her zaman ehl-i imanı aldatmaya çalışır. Ne var ki, her aldatma hareketinde aldanan da onun kendisidir; zira mü’minler firasetlidirler ve imanın nuru ile, gördükleri her şeyi doğru görürler.. “Evet ehl-i iman ne kadar âmî ve cahil de olsa, aklı derketmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları gördüğünde soğuk görür ve onlardan nefret eder.”[13][1] Kur’ân-ı Kerim bir yerde kendi kendini aldatan bu tip kimseleri şöyle resmeder: “Öyle insanlar da vardır ki bunlar, Allah’a ve ahiret gününe inandık derler; oysaki bunlar asla inanmış değillerdir (inanmış değillerdir ama, akılları sıra böyle yapmakla) Allah’ı ve ehl-i imanı aldatmayı kurarlar. (Aslında onlar bu tavırlarıyla sadece) kendi kendilerini aldatmışlardır, ama bunu fark edemezler.”[14][2] Yine Kur’ân’ın tespitine göre bunlar, kalben hasta kimselerdir. Hisleri malûl, idrakleri tutarsız, şuurları kapalı, iradeleri de nefsanî temayüllerinin emrindedir. Vicdanî mekanizmalarıyla tamamen meflûç olan bu insanlar, hastalıkları ile o kadar uyuşmuşlardır ki, onları tedavi etmeye kalksanız tepki alırsınız, ilâç verseniz tokat yersiniz, kurtarmak isteseniz hakarete maruz kalırsınız…
Onlarla karşılaştığınızda yer yer kendinizi tam bir mülhit ve münkirle, zaman zaman da bir reybî (şüpheci), bir sofistle (safsatacı, mugalâtacı) yüz yüze gelmiş sanır ve irkilirsiniz. Münafığın bu hastalığı bazen öyle şiddetli bir şüphe, bir kuşku ve bir telâşa dönüşerek dışarıya vurur ki, onun o hâli karşısında ürpermemek elden gelmez. Bu hasta ruh, her zaman fevkalâde bir korkuyla sarsılır; çok defa da içine kapanarak kendine göre mevhum düşmanlar icat eder ve bu mevhum düşmanlar karşısında tir tir titremeye durur. Bazen münafık, her ses ve her sözden irkilir, her hareketi kendi aleyhinde bir tecavüz hamlesi gibi görür, her kıpırdanışı da kendisine karşı bir baskın teşebbüsü şeklinde yorumlar ve bar bar bağırarak etrafında kıyametler koparır. Böylelerinin bu garip görüntü ve ruh hâletleri Kur’ân-ı Kerim’de şöyle tasvir edilmiştir: “Sen onları gördüğünde kılıkları-kıyafetleri karşısında hayrete düşer (ve bunları bir şey zannedersin); konuşmaya kalktıklarında (kendilerini dinletirler), sen de dinlersin. (Ne var ki bu kimseler, ruh dünyaları itibarıyla) içleri bomboş kuru kütükler gibidirler. Her sesten ürker, her sayhadan pirelenir ve her şeyi aleyhlerinde sanırlar.”[15][3] Bazen de o, bir orada bir burada bulunma telâşıyla sürekli kararsız davranır, tereddütlerle dolar-boşalır, her şeyi ve herkesi farklı görür, farklı yorumlar, hiçbir şeye ve hiçbir kimseye karşı güven duymaz. Bu gibi durumlarda eğer güçlü ise, hasım kabul ettiği cepheyi hem kendinin, hem sistemin, hem bütün insanlığın düşmanı gibi gösterir.. gösterir ve değişik vehimlerle, ihtimallerle zihninde mahkum ettiği bu mevhum cephe insanlarını hemen bitirmek veya bitirtmek ister: çığırtkanlık yapar, iftiraya tezvire başvurur, moda tabiriyle yargısız infazlarda bulunur ve ne yapıp yapıp onların hakkından gelmeye çalışır. Hele bir de medyatik gücü varsa, o ipe-sapa gelmeyen vehim ve kuruntularıyla haftalarca, hatta aylarca kamuoyunu meşgul eder, hem öyle bir eder ki, yığınlar artık başka şey düşünemez hâle gelirler. Eğer güçsüz ve bunları yapabilecek durumda değilse, vehimlerinin bağrında besleyip büyüttüğü o düşman kampı karşısında, riyâdan tabasbusa, tabasbustan da aldatmaya her türlü melânete başvurur, her zaman iki yüzlü davranır –birkaç yüzlü de denebilir–. Ve kafasında kurduğu vehmî cepheler arasında sürekli gelgitler yaşar, herkese ayrı bir yüz gösterir ve tipik bir yüzsüzlük örneği sergiler. İlâhî Beyan’da onun bu zikzakları ve yüzüp gezmeleri ise şöyle seslendirilmiştir: “Bu hâlleriyle onlar, mü’minler ve münkirler arasında mütemâdî gelgitler yaşarlar; ne sonrakilerle tam bütünleşebilirler ne de öncekilerle. Her kimi de Allah şaşırtmışsa, artık sen ona çare bulamazsın.”[16][4]
Münafığa göre, tek doğru insan kendi, tek doğru düşünce de onun düşüncesidir. Evet ona göre, doğrunun biricik mikyası onun çarpık kriterleri, müşevveş şuuru, endazesiz idraki ve her zaman yanıltan hisleridir. Varlığı ve varlığın perde arkasını böyle bir ruh hâletiyle değerlendiren –bilhassa “temâşâ eden” demiyorum– böyle bir hasta ruh nazarında, her nesne olduğundan çok farklı ve hemen herkes de, kendisinden endişe duyulması icap eden potansiyel bir düşmandır. Evet ona göre, bütün bir fizikî dünya ve onun metafizik buudu, yerleri-gökleri, ayları-güneşleri, yıldızları-nebulaları, dağları-dereleri, ovaları-obaları, bağları-bahçeleri, canlıları-cansızları, insanları ve hayvanlarıyla simsiyah bir fon üzerinde aldatan yalancı ışıklar, ürperten resimler ve ruhlara dehşet saçan görüntülerden ibarettir. O, ruhundaki maraz ve mizacındaki inhiraftan ötürü, âfâkî ve enfüsî her hâdiseyi, sisli-buğulu, tozlu ve dumanlı görür: öyle ki, onun o zifirî düşünce karanlığında, bazen iman ve imanın vaad ettikleri, Allah’la insanın Hâlık-mahlûk münasebetleri, ruhun ebediyet arzusu ve ukba mülâhazaları üzerinde ya hiç durulmaz ya da onun vicdanını saran sis ve dumandan ötürü kat’iyen oldukları gibi hissedilmezler. Bazen de o, iradî olarak bunları hissetmemek için kendini keyiflere, neşelere, eğlencelere ve oyunlara salar ve âdeta bütün insanî derinliklere karşı hep kapalı kalmak ister; ister de, dalıverir cismanî zevk ve safâya, şehvete, hevâya ve en derin uykulara.. sonra da kaçar, aklının getirip önüne serdiği realitelerden, mantıkî istidlâl ve istinbatlardan. Vehimlerle oturur kalkar.. sırf kuruntularını yaşar.. ve bu öldüren kâbustan uzaklaşmayı da asla düşünmez / düşünemez.
Münafık nazarında, insanı yükselten gerçek değerlerin ve insanoğlunun Hak nezdindeki konumunun hiç mi hiç önemi yoktur. Onun için varsa da yoksa da zevk u safâ ve her çeşidiyle cismanî arzular: O, yaşamak için yaşar.. en değerli sermayesi olan ömrünü nefsanî isteklerinin ağında tüketir.. hayatını yolda bulmuş bir metâ gibi kullanır.. ölümü ve ötesini kat’iyen düşünmez.. ebedîlik vehmiyle sürekli değişik arzular arkasında koşar.. zevklerinin bulanmasından, bulandırılmasından fevkalâde rahatsızlık duyar.. ve hep keyiften keyfe, neşeden neşeye sıçrar durur; sıçrar durur da, bir gün realitelerle, tûl-i emellerini besleyen vehimlerinin delinebileceği endişesiyle tir tir titrer.
Münafık, kendi gibi düşünmeyenleri aptal ve beyinsiz kabul eder ve elinden geldiğince onlardan uzak durmaya çalışır. Meşru-gayrimeşru her vesileyi değerlendirir; çalar-çırpar.. haram-helâl demeden yer-içer; sonra da yan gelir kulağı üzerine yatar; yatar da cismaniyeti adına olsun, bunca nimetlerle kendini tanıttırmak isteyen Zât’ı bir kerecik olsun hatırlamaz; O’nu tanımayı, anmayı ve O’na teşekkür etmeyi asla düşünmez ya da düşünemez.. münafık, varlık-eşya-Yaratıcı konularında tutarsız bir yol takip ettiği gibi, insanlarla münasebetinde de fevkalâde bencil, hodgâm ve nefisperesttir: menfaat ve çıkarlarına dokunabilecekleri vehmiyle bazen, aynı kulvarda koşan herkesi, hatta en yakınlarını bile düşman kabul eder.. ve hemen onlara karşı savaş vaziyetine geçer; “harp hiledir” mülâhazasıyla entrikalar çevirir.. komplodan komploya koşar.. rakip ve düşman ilan ettiği kimseleri aldatmaya çalışır.. yalan, iftira, tezvir gibi gayriinsanî her yola başvurur.. ve başa çıkamayacağını anlayınca da, hemen taktik değiştirir ve onlardan biriymiş gibi görünmeye çalışır.. mü’minler arasına girer.. kendine onlardan daha iyi bir mü’min süsü verir ve onlarla bulunduğu sürece de, ayrı düşmemeye, farklı düşünmemeye dikkat eder.. hatta onlar üzerinde fevkalâde olumlu hisler uyarır. İnkârcılar arasına dönünce de, açıktan açığa küfrünü ilan ederek, onlardan daha ileri bir tavır sergiler.. hâsılı o, her ortamda farklı bir görüntü ve farklı bir düşünceyle renkten renge girer ve kılık değiştirir durur. Onun bu davranışlarıyla alâkalı Kur’ânî tespit de şöyledir:
“Bunlar, mü’minlerle karşılaştıklarında, ‘Biz de iman eden kimseleriz’ şeklinde konuşurlar. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da, ‘Emin olun, biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyorduk’ derler.”[17][5]
Evet işte bu hâliyle münafık, hiçbir zaman kendi olamaz, sâbit bir kimliğe bağlı kalamaz ve bazı cinler ve şeytanlar gibi, her an ayrı bir şekil ve suretle insanların karşısına çıkar. O, hayatını farklı anlayışlara bağlı yaşadığından ötürü de, hemen her cepheye hem yakın, hem de uzak kalmaya ve iki cephe arasında ortak bir nokta bulup orada ayakta durmaya çalışır. Bazen de, böyle müşterek bir nokta bulabilme telâşıyla bir oraya-bir buraya gelir gider.. sezilme endişesiyle korkular yaşar ve sürekli yalpa yapar durur. Bu şekildeki bir seciyesizlik, yaşana yaşana, zamanla onun mahiyetinin bir derinliği, daha doğrusu bir çukuru ve bir uçurumu şekline dönüşerek, onda ikinci bir tabiat hâlini alır.
Aslında her insan, bir hadisin de işaret ettiği gibi, doğarken, imana, itikada açık ve “insan-ı kâmil” olmaya müstaid olarak (İslâm fıtratı üzere) doğar; onun daha sonraki menfî ve müspet şekillenmesini ise, büyük ölçüde, ana-babası veya sosyal çevre belirler. Bu iki güçlü sâikle o, ya “a’lâ-yı illiyyîn”e doğru yürür ya da onca mükemmel donanımına rağmen, baş aşağı “esfel-i sâfilîn”e sürüklenir. Esfel-i sâfilîne sürüklenme, inançsızlıktan, iman etrafındaki şüphe ve tereddütlerden, Allah’tan gafil bulunmaktan, mânâya ve metafizik mülâhazalara karşı kapalı kalmaktan, bir kısım ahlâkî zaaflardan ve cismanî arzulara yenik düşmekten kaynaklanmaktadır. Bu sebep ve sâiklere daha başkalarını ilave etmek de mümkündür. İlaveye gerek yok, bunlardan her biri bile tek başına, insanı/insanları yere serebilecek güçte bir hastalık âmilidir ve böyle bir virüsü taşıyan kimsenin ayakta kalabilmesi de çok zordur. Bunların bütünüyle yaralanmış ve sarsılmış bir ruhun iflâh olması ise tamamen imkânsızdır. İşte böyle bir tâli’siz, gün gelir bütün bütün istikrarını kaybeder.. özünden uzaklaşır.. vicdanıyla tenakuza düşer.. iman ve imana müteallik şeylerden sıkılır.. dinden diyanetten ürker.. kitaba kuşkuyla bakar.. doğruyu gösteren delil ve burhanlardan kaçar.. her gün ayrı bir havada yaşamaya başlar.. “Dün dündü, gelip geçti; bugün bugündür, mutlaka yaşamalı ve keyif çıkarmalı; yarınlara gelince, onlar da cismanî arzulara göre planlanmalı ve gerisi düşünülmemelidir.” der ve her şeyi içinde bulunduğu âna inhisar ettirerek, sınırsızı sınırlandırarak ve genişi de daraltarak, ömrünü bir zamanzede olarak geçirir.
Münafık, ne toplumun ıslâhını düşünür ne de salâha alâka duyar; o, şahsî çıkar ve mutluluğunun –ona da mutluluk denecekse– dışında hiçbir şeyi önemsemez ve gözü hiçbir insanî değeri görmez; evet o, başkalarını düşünmez.. beraber yaşamasını bilmez.. paylaşmaya gelmez.. fedakârlıktan hiç anlamaz.. fazilete güler geçer.. ve başkalarını yaşatma hissini aptallık sayar.. hatta bazen başkalarının saadetlerinden rahatsızlık bile duyabilir ve onlara karşı kötülükler planlar.. onlar için hep fesat düşünür, ifsada koşar.. ve kendine ters gelen her şeye ve herkese ne amansız ne imansız taarruzlarda bulunur.. ona insanca davranması ve çevreyi yakıp yıkmaması söylenince de, hemen bir diğergâm ıslahçı gibi gürler ve kendisinin tam bir salâh insanı olduğunu haykırır. Onun bu türlü iki yüzlülüğünü ise Kur’ân şöyle resmeder: “Onlara, ‘Yeryüzünde ve insanlar arasında fesat çıkarmayın’ dendiğinde, ‘Biz barışçılarız; ve ortalığı düzeltmeden başka bir işimiz de yok.’ derler.”[18][6] Böyle der, fesadı da, salâhı da çarpıtarak demagoji yapmaya kalkarlar. Aslında hareketlerini kendi çıkarlarına bağlamış bulunan bu hasta ruhlar, kendi menfaatleri çerçevesindeki her şeyi salâh, aksini de fitne ve fesat sayarlar.
Evet münafıklar, bütün işlerini şahsî menfaatlerine bağlamışlardır. Çıkarları öyle davranmayı gerektirdiği bir yerde, rahatlıkla her türlü bozguncuyla anlaşabilir, münkir ve mülhitlere arka çıkabilir ve bir müfsit, bir anarşist gibi davranmada da asla beis görmeyebilirler. Onlar, her konuya nefsanîlik açısından yaklaşır ve her şeyi egoizmaya bağlı değerlendirirler. Ölçüleri bozuk, kıstasları ayarsız, kriterleri de yanlıştır: akı, kara görür; güzele çirkin der; zulmü alkışlar, zalimle sarmaş-dolaş yaşar; ışığa söver, nura savaş açar; inanıp emniyet insanı olmayı aptallık sayar; hileyi, iğfali akıllılık kabul eder ve her işinde tahribin kolaylaştırıcılığına sığınarak güçlü görünmeye çalışır. Aslında, münafıkların kendi aralarında da sağlam bir birlikten söz etmek mümkün değildir; ama, doğruyu eğri, eğriyi doğru görme, münkeri mâruf, mârufu da münker bilme ve ehl-i imana karşı mütemadî kin duyma tabiatları, muvakkaten de olsa onları bir araya getirebilir. Ne var ki, böylesi bir beraberlik, kat’iyen kalbî bir beraberlik değildir; aksine onlar, duyguları ve düşünceleri itibarıyla hep bir dağınıklık örneği sergilemektedirler.
Münafıkların, iman, emniyet, tevekkül ve teslimiyet konularındaki tenakuzları da diğer çelişkilerinden farksızdır. Onlara iman deyince, “Şu aptalların inandığı gibi mi inanacağız?” derler. Böyle bir karşılık vermede Müslümanları hafife aldıkları açıktır. Ancak, onlar böyle bir mukabele ile, kendilerince daha farklı bir inanma şekli olabileceğini vurgulamak istemektedirler: evet onlar, aydındırlar, imanları, din telâkkileri ve İslâmî anlayışları da farklı olmalıdır (!) Onlar hakikî dindar (!), dinin emirlerini kemâl-i ciddiyetle yaşayanlarsa dinci –o da ne demekse!–, onlar samimî, her işinde Allah’ın hoşnutluğunu takip edenlerse istismarcıdırlar. Bu itibarla da onlar, dinî anlayış ve İslâmî telâkkilerinde kat’iyen başkalarıyla aynı seviyede olmazlar. Böyle bir eşitlik, onlar için zül, onların o modern “kast” anlayışları açısından da kendilerine hakaret ihtiva etmektedir. İşin doğrusu bunların, imanla da, tevekkülle de, teslimiyetle de alâkaları yoktur ama, açıktan açığa “inanmıyoruz” demeye cesaret edemediklerinden ötürü bu kabîl demagojilere sapmaktadırlar.
Hâsılı münafıklar, güçlü kuvvetli olup fırsat da bulunca, açıktan açığa millî ve dinî değerlere karşı savaş ilan ederler. Zayıf düştükleri ya da toplumdan tepki alabilecekleri durumlarda da, bir yandan akla hayale gelmedik sinsi komplolarla düşmanlıklarını devam ettirirken, diğer yandan da, imandan, İslâmiyet’ten bahisler açarak dinin istismar edildiğinden dert yanar ve “Biz de mü’miniz, hem de hakikî mü’min.” demeyi ihmal etmezler. Ancak böyle demeleri de fazla uzun sürmez. Kendileri gibi düşünenlerle baş başa kalınca, “Biz temelde sizinle beraberdik ama, inananlarla alay ediyorduk”[19][7] –bu da yine Kur’ân’ın tespitidir– der ve çıkarlar işin içinden.
Kur’ân, nifak çizgisi üzerinde daha geniş durur. Ancak, şimdilik biz böyle bir makalenin istiâb çerçevesinde kalarak, ondan pek az alıntıyla iktifa ettik. Küfür gibi nifakın da bütün hususiyetleriyle anlatılması koca bir mücellet ister. Onu da uzman araştırmacılar yapabilir.
[1] Bu başyazıdaki muhtevanın farklı açılardan ele alındığı benzer yazılar: “Enaniyet ve Egoizm, Fesada Açık Ruhlar, Fesat, Gafetle Geçen Yıllar, Haset, Huysuz Ruhlar, Kibir, Nifak, Paranoya İhtiyacı, Sefahet, Şeytan ve Çağdaş Takipçileri, Taassup”
[2] وَاِذَا رَاَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ اَجْسَامُهُمْۜ وَاِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْۜ كَاَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌۜ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْۜ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْۜ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَـكُونَ
"Onlara şöyle bir baktığında dış görünüşleri sana iyi bir izlenim verir; konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Ama onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir (böyle güvendeymiş gibi görünürler). Ama her gürültüyü de kendilerine yönelik sanırlar. Asıl düşman onlardır, onlardan korun! Allah kahretsin onları! Nasıl da haktan yüz çeviriyorlar!" (Münâfikûn; 4)
[3] İtilaf, birbirine asılında ayrı ve aykırı olduğu halde, belli çıkarlar sebebiyle bir araya gelen tıpkı liflerin bir araya gelmesi gibi bir birliktir; ittifak ise duygu, düşünce ve hedef birliği olanların beraberliği manasına geliyor.
[4] Vâkıa bütün selefleri gibi, bir kısım hazımsız mütemerridlerce onların da önleri kesilmek isteniyor, değişik karalama kampanyalarıyla itibarsızlaştırma densizliklerine başvuruluyor, sürekli köpürüp duran haset ve kıskançlık hissiyle Allah’ın onlarla yaptırdığı müspet şeylere karşı yıkma hamleleri de eksik olmuyordu. Hatta küfrün yaptırmadığı hususlar şeytanları sevinçten şahlandıracak şekilde onlara karşı revâ görülüyordu ama onlar bütün bu olumsuz hamlelere “Bu yolda yürüyenlerin kaderi” deyip, olanları “radînâ billâhi” iksiriyle tuz-buz edip, oluşturdukları alternatif yöntemlerle hız kesmeden yürüyorlardı Hak hoşnutluğu ufkuna doğru.
Ama ne acıdır ki, bu iç içe güzellikler armonisi yanında bir kısım olumsuz hırıltılar da eksik olmuyordu. Yer yer şeytan ve avenesi yangına körük çekiyor.. dört bir yanda fitne ateşlerine benzin taşıyor.. dün diriliş erleri diye alkışladığı bu insanları caniler gibi göstermeye çalışıyor.. ve onları yok etme adına kafirin dahi yapmadığını yapmaktan geri durmuyordu. Ne var ki, bu olumsuzluklar ne bir ilkti ne de son.. misliyet çizgisinde dünden bu güne hep devam edegelmişti; bundan sonra da zaman farklılığının yeni girdileriyle devam edecekti...
[5] Kur’anda zikredilen cüz’i hadiselerin külli kaidelerin uçları olduğu gerçeği ve Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “Her bir ayetin her bir asra bakar bir gözü ve müteveccih bir yüzü vardır” tespitinden hareketle baktığımız zaman bugün yapılan hayırlı hizmetlerin engellenmesi aşağıdaki ayetin, külli manasının bir ferdi olduğu aşikardır.
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللّٰهِ اَنْ يُذْكَرَ ف۪يهَا اسْمُهُ وَسَعٰى ف۪ي خَرَابِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ اَنْ يَدْخُلُوهَٓا اِلَّا خَٓائِف۪ينَۜ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ
"Allah’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olması için çalışandan daha zalim kim olabilir? Aslında bunların oralara ancak korka korka girmeleri gerekir. Böyleleri için dünyada rezillik var, âhirette de onlar için büyük azap vardır." (Bakara; 114)
[6] مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراًۚ فَلَمَّٓا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ف۪ي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ ﴿١٧﴾ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَۙ ﴿١٨﴾ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌۚ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِۜ وَاللّٰهُ مُح۪يطٌ بِالْكَافِر۪ينَ ﴿١٩﴾ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْۜ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا ف۪يهِۙ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟ ﴿٢٠﴾
Onların misali, bir ateş yakan insan gibidir. Ateş tam etrafını aydınlattığında Allah ışıklarını yok eder de onları karanlık içinde, hiçbir şeyi görmez bir halde bırakıverir. (17) Artık onlar sağırlardır, dilsizlerdir ve körlerdir; bu yüzden geri de dönemezler. (18) Yahut onlar, karanlıklar içinde gökten boşanan gök gürültülü, şimşekli bir yağmura tutulmuş kimseler gibidirler. Yıldırımlar yüzünden ölümden korkarak parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Halbuki Allah inkârcıları çepeçevre kuşatmıştır. (19) Şimşek gözlerini kör edercesine çakar, onlara ışık verdikçe bu ışık sayesinde yürürler, ışıklarını karartınca da kalakalırlar. Allah dileseydi onların işitme ve görmelerini büsbütün giderirdi. Şüphesiz Allah her şeye kādirdir. (20) (Bakara Sûresi (17 - 20)
[7] وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُون۪ٓي اَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُۚ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يُبَدِّلَ د۪ينَكُمْ اَوْ اَنْ يُظْهِرَ فِي الْاَرْضِ الْفَسَادَ
"Firavun, "Bırakın beni de şu Mûsâ’yı öldüreyim! Tanrısına yalvarsın bakalım (kurtulabilecek mi)! Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut ülkede huzursuzluk çıkarmasından kaygı duyuyorum" dedi." (Mü'min; 26)
قَالُٓوا اِنْ هٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُر۪يدَانِ اَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَر۪يقَتِكُمُ الْمُثْلٰى
"Şöyle diyorlardı: "Bunlar sizi sihirleriyle yurdunuzdan çıkarmak ve tuttuğunuz örnek yolu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdan başka bir şey değil!" (Tâhâ; 63)
[8] Hocamız “Kaos imtihan ve ümit” makalesinde mevcut zulümleri ve arkasındaki gaddar zalimlerin tahribatlarını ele aldıktan sözü mağdurlara düşen şeylere getirerek şöyle bitiriyor: Şimdilerde bize, geceleri hep seher kuşları gibi inleyip durmak ve âh u enînlerle gök kapılarını zorlamak düşüyor. Kim bilir belki de, toplarla, tüfeklerle çözülemeyen problemler hiç umulmadık şekilde bir gün gözyaşlarıyla ve Hakk’a yakarışlarla çözülecektir. Aksine eğer bir an evvel kendimize dönüp, kendi değerlerimizi, kendi dinamiklerimizi harekete geçirmezsek, daha uzun süre mahrumiyetler içinde kıvranıp durmamız kaçınılmaz olacaktır. Evet, bugün kendini rahata salanlar şimdilerin miskinleri, yarınların da zelilleri olmaya mahkûmdurlar. Ömürlerini hissiz ve hareketsiz geçirenler, çevrelerinde ölüm sûrları ötmeye başlayınca çaresizlikle hep şaşkınlık yaşayacaklardır; yaşayacaklardır ama, yaz ve bahardaki fırsatları fevt edenler, kışta âh u vâh etmiş ve nedamet duymuşlar neye yarar ki..! İnsan, bugününü, gelecekte “keşke keşke” demeyecek şekilde değerlendirmeli ve yarınlarını karartmamaya çalışmalıdır.
[9][1] Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/72.
[10][2] Nâziât sûresi, 79/24.
[11][3] Bakara sûresi, 2/258.
[12][4] Kasas sûresi, 28/78.
[13][1] Bediüzzaman, Mektubat s.467 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Kısım).
[14][2] Bakara sûresi, 2/8-9.
[15][3] Münâfikûn sûresi, 63/4.
[16][4] Nisâ sûresi, 4/142.
[17][5] Bakara sûresi, 2/14.
[18][6] Bakara sûresi, 2/11.
[19][7] Bakara sûresi, 2/14.