Sulh ve Müsamaha Dini Olarak İslâm
İslâm kelimesi, "sulh, barış, teslimiyet" ve "selâmet" mânâlarındaki "silm" kökünden gelir. İslâm'dan önceki bütün semavi dinler belli bir kavme gelmişlerdi ve her biri ya millî bir din mahiyetinde idi veya daha sonra millî bir din hâline getirildiler.
Haberleşme ve seyahat vasıtalarının gelişmesi neticesinde dünya, büyük bir köy hâline gelmiş bulunmaktadır. Böyle bir köyde, insanları etkilemek artık alabildiğine kolaylaştırmakta, bu da, medyanın gücünü ve önemini her zaman ön plana çıkarmaktadır. Ne yazık ki medya, dünyanın pek çok yerinde ve bu arada Türkiye'de de, son yıllarda büyük ölçüde İslâm'ı terör dini gibi gösterme gayreti içindedir. Kısmen İslâm'ı bilmeme, yani cehalet, ama tanıma gayreti de göstermeme, kısmen Müslümanların İslâm'ı gerektiği gibi temsil ve takdim edememesi, kısmen de kasıttan kaynaklanan bu gayretler karşısında doğruları anlatmak, Müslümanların vazifesi olsa gerektir.
Ana Mânâsı ve Temel Hususiyetleriyle İslâm
İslâm kelimesi, "sulh, barış, teslimiyet" ve "selâmet" mânâlarındaki "silm" kökünden gelir. İslâm'dan önceki bütün semavi dinler belli bir kavme gelmişlerdi ve her biri ya millî bir din mahiyetinde idi veya daha sonra millî bir din hâline getirildiler. İnsanlık tarihinde ilk defadır ki İslâm, bütün insanlığın dini olarak gelmiş ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), Cenab-ı Hakk'ın: " وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيراً وَنَذِيراً وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُون. "Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik" (Sebe 34/28) hitabıyla bütün insanlığa yönelik bir vazife ile ilk şereflenen Peygamber olmuştur. Hattâ Hz. Peygamber, sadece insanlar için de değil, bütün âlemler için gönderilen bir rahmet peygamberidir .Çünkü ayet'i kerimede وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِين "Seni (canlı-cansız, insî-cinnî, ruhanî-cismanî) bütün âlemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya 21/107) buyurulmaktadır.
İslâm, tevhid dinidir. Yani o, itikadî sahada ilâh, rab ve melik olarak yalnızca Allah'a inanmaya dayanır. Tevhid, dünya görüşü, hayata bakış ve içtimaî sistem açısından ise insanların birliğini, kardeşliğini, temel haklarda eşitliği, insanlar arasında dil, renk, ırk, aile/hanedan ayırımlarına asla yer vermemeyi gerektirir.
İnsanlık tarihinde millî dinler safhasına hatime çekmiş bulunan İslâm, insanları hürriyet içerisinde aynı kanunlar çerçevesinde beraber yaşamaya davet eder. İslâm, cahiliyeye ait ve cahiliye hususiyeti olan her çeşit egoizmi, vahşeti, zulüm ve adaletsizliği yasaklamış ve büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. İslâm'a göre artık, "İnsan, insanın kurdu" değil, "kardeşi"dir; "hayat bir mücadele" değil, bir "yardımlaşma" vetiresidir; "sen çalış ben yiyeyim" prensibi yerine "dayanışma" ikame edilmiş; "zulüm" yerini adalete, "gaddarlık", yerini "merhamet ve şefkat"e bırakmış; insanların yaratılışta hür ve eşit oldukları, herkesin emeği nisbetinde hak sahibi olduğu prensibi getirilmiş; zihinlerden "hak kuvvettedir", "kuvvetli haklıdır" zalim prensipleri sökülüp atılarak, yerine "kuvvet haktadır, haklı olan kuvvetlidir" düsturları yerleştirilmiş; toplumlar, mütegallibe bir azınlığın veya müstebit zalimlerin çıkardığı bencil ve keyfî kanunların olmayan insafına değil, Yaratıcı'nın koyduğu hak ve adalet düsturlarına emanet edilmiştir.
İslâm, siyasî-içtimâî, maddî-mânevî, ırkî-harsî herhangi bir ayırım yapmadan bütün insanların mükerrem olduğunu ilân etmiş ve ona, diğer varlıkların üzerinde bir yer vermiştir. Kur'ân, وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَم "Biz insanoğlunu mükerrem kıldık" (İsra 17/70) buyurur.
Evet İslâm'a göre, inkârcı bile olsa, insanların malı, canı, ırzı haramdır. Akıl-beden sağlığı, aile kurma hürriyeti, herkes için korumaya alınmıştır. Bunun gibi, diğer temel hak ve hürriyetlere de dokunulamaz. Savaş hâlinde iken bile muharip olmayan kadın, çocuk ve ihtiyarlara ilişilmez. Kur'ân-ı Kerim'in getirdiği adalet-i mahza'ya göre, masum bir kişinin öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesi kadar büyük bir cinayettir. İslâm'a göre, herhangi bir insanın hukuku, toplum yararına da olsa çiğnenemez. Tek ferdin hukuku, bütün insanların hukuku kadar aziz ve muhteremdir (Maide 5/32).
Tarihî Müsamaha Örnekleri
İslâm'ın insana tanıdığı bu üstünlük ve kerametten dolayıdır ki, tarihlerinde Müslümanlar, ulaştıkları yerlere adalet götürmüş, hürriyet götürmüş, insanlık götürmüştür. Bu tarih süresince Müslüman halifeler, cepheye gönderdikleri komutanlara, Hz. Peygamber'in izinde giderek, Hz. Ebû Bekir'in, Suriye'ye gönderdiği Hz. Üsame'ye verdiği şu talimat istikametinde talimatlarda bulunmuş ve bunlar, kaynaklarda yer almıştır:
“Ey Üsâme! İhanet etmeyin, haksızlık etmeyin, mal yağmalamayın, (meşru öldürmenin dışına çıkıp) müsle yapmayın (ölü cesedin azalarına dokunmayın); çocuk, yaşlanmış, ihtiyar, kadın öldürmeyin, hurmalıkları kesip yakmayın. Meyveli bir ağacı da kesmeyin. Yemek maksadı olmaksızın davar, sığır, deve öldürmeyin. Yol boyu mâbedlere çekilmiş insanlara rastlayabilirsiniz, onlara dokunmayın, ibadetlerine karışmayın...." (İbnü'l-Esir, 2:335)
Aleyhissalâtü vesselâm'ın, Necranlı Hıristiyanlarla yaptığı anlaşma metninden birkaç satırı da, kıyamete kadar arkadan gelecek Müslümanlara nebevî bir örnek olması bakımından burada hatırlatmak gerekmektedir:
Onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına, hazır bulunmayanlarına, ailelerine, mâbetlerine ve az olsun çok olsun onların mülkiyetlerinde bulunan her şeye şâmil olmak üzere Allah'ın himayesi ve Resûlüllah Muhammed'in zimmeti (koruması) Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler üzerine bir haktır. Hiçbir piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiçbir papaz kendi papazlık vazifesini gördüğü kilisenin dışına, hiçbir rahip, içinde yaşadığı manastırın dışında bir yere alınıp gönderilmeyecektir... onlar ne zulmedecekler ve ne de kendileri zulme uğrayacaklardır. Onlar arasında hiç kimse, bir başkasının işlediği suç ve yaptığı haksızlıktan mes'ul tutulmayacaktır. (M. Hamidullah, 1:622)
Ashab'dan Garafe ibn Hâris'in yanında bir Hıristiyan, Hz. Peygamber hakkında hakaretamiz sözler sarfedip küfürler savurur. Buna dayanamayan Garafe, adamın üzerine yürür ve boğuşma sırasında adamın burnunu kırar. Hıristiyan hemen Amr İbnu'l-As'a Garafe'yi şikâyet eder. Amr İbnu'l-As, Garafe'yi sigaya çeker:
- Biz onlara eman vermiştik, niye böyle yaptın?
Garafe açıklar:
- Herhalde Resûlullah'a küfretsinler diye eman verilmedi. Bildiğim kadarıyla onlara sadece:
1- Kiliselerine karışmayacağımıza, oralarda diledikleri gibi ibadet edeceklerine;
2- Altından kalkamayacakları mükellefiyetler yüklemeyeceğimize;
3- Onlara bir düşman saldırırsa onların yanında savaşacağımıza;
4- Kendi aralarındaki meselelerde diledikleri gibi karar verebileceklerine;
5-Ancak, bizim kanunlarımıza tabi olmak isteyenler hakkında, Allah ve Resûlü'nün emrettiği şekilde hüküm vereceğimize, istemezlerse zorlamayacağımıza dair ahid ve eman verdik." dedi.
O zaman, Amr İbnu'l-As, ona:
- Doğru, haklısın! diye cevap verdi." (İbn Abdi'l-Berr, 3:193-194)
Hz. Ömer zamanında, Hicrî 14, miladî 635 yılında, Humus şehri fethedilir. Ama ertesi yıl, Herakliyus'un 200.000 kişilik bir orduyla saldırı haberi gelince, Müslümanlar, Humus şehrini boşaltmak zorunda kalırlar. Şehri terk ederken, halktan aldıkları cizyeyi (koruma vergisi) iade ederler. Ve şöyle derler:
- Biz bunu alırken, sizin emniyetinizi garanti etmiştik. Şimdi ise, sizi müdafaa edemeyeceğiz. Kendi başınızın çaresine bakın!"
Bizans hakimiyetinin ne demek olduğunu bilen Humus halkı, Hıristiyanıyla, Yahudisiyle bu duruma sevinmez, bilakis üzülürler ve Hıristiyan ahali şöyle der: "Sizin hakimiyetiniz ve adaletiniz bize, sizden önce içinde yaşadığımız zulüm ve keyfîlikten daha sevimli gelmişti. Sizin valinizle elbirlik edip Herakliyus'un ordusuna karşı şehrimizi müdafaa edeceğiz".
Yahudiler de şöyle konuşurlar:
- Tevrat'a yemin olsun! Herakliyus'un valisi, bizi mağlup edip ezmedikce Humus şehrine giremeyecektir.
Neticede yerli ahali, kapıları kapayıp şehri müdafaa ederler; Herakliyus'un orduları muvaffak olamayarak geri çekilince, Müslümanları güle oynaya şehre tekrar davet ve kabûl ederler.
Vak'ayı anlatan Belâzuri, bahsi şöyle devam ettirir: "Müslüman idaresini tercih eden diğer Hıristiyan ve Yahudi şehirleri de aynı şekilde davrandılar. Ve şöyle dediler: 'Eğer Rumlar ve etbaları Müslümanlara galebe çalarlarsa, eski hâle devam ederiz. Aksi hâlde Müslümanlardan bir kişi bile kalsa anlaşmamıza uyarız". (Belazuri 1987, 187)
Müslümanlar, idareleri altındaki başka din mensuplarının dinlerini yaşamalarına müsaade ettikleri gibi, cami, kilise ve havranın yan yana bulunmasında, hattâ aynı mabedin bir bölümünde Müslümanlar ibadet ederken, diğer bir bölümünde Hıristiyanların ibadet etmelerinde bir beis görmemişlerdir. Hz. Peygamber'in Necranlı hıristiyan heyetine bir Pazar günü ibadet yapmaları için Mescid-i Nebevî'yi tahsis etmesiyle başlayan bu anlayış, ilk halifelerle devam etmiştir. Keza Kurtuba'da, yani Endülüs Emevîleri idaresinde de benzer uygulamalar söz konusudur (Özdemir 1994, 1:68). İstanbul'un bir kısım semtlerinde1 hâlen yanyana görülen cami, kilise ve havranın varlığında tezahür eden başka inançlara saygı ve hoşgörü espirisi, kökünü İslâm'ın özünden, Aleyhissalâtü Vesselâm'ın getirdiği müsamahadan almaktadır. Şayet zamanla bu, bazı İslâm beldelerinde veya bazı Müslüman ferdlerde kaybolduysa, bunun İslâm'la bir ilgisi yoktur; bunda başka sosyolojik ve psikolojik veya mahallî ve ferdî sebepler aramak daha uygun olur.
Yerli halkın, İslâmî idareyi, kendi dindaşlarının idaresine tercih hâdisesi, sadece zikrettiğimizden ibaret münferid bir hadise değildir. Bunun başka örnekleri pek çoktur. Rahmetli Osman Turan'ın Urfalı Hıristiyan bir tarihçiden yaptığı şu iktibas, pek çok misalden yine sadece bir tanesidir: "İnsanların en âdili, en akıllı ve kuvvetlisi olan Melik Şah, bütün insanlara ve Hıristiyanlara karşı baba gibi idi. Bütün Rum ve Ermeniler, kendi arzularıyla onun idaresine girdiler." (Turan 1969, 2:138)
Müslümanlara karşı savaşmak için gelip 1204'te İstanbul'u işgal eden Latinler'in yaptığı yağma, tahribat ve zulümlerden bıkan Rumlara, İstanbul'da Latin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ettiren (a.g.e., 2:53) müsamahalı, hürriyetperver Müslüman-Türk idaresinin pek çok Hıristiyanın Müslümanlaşmasına sebep olduğundan şikâyet eden bir Hıristiyan yazar, bu rahatsızlığını dile getirirken, aynı zamanda İslâm'ın ortaya koyup, Müslümanların takip ettiği bir düstura da parmak basmış oluyordu:
Rumların zulmünden kaçan üçbin haçlı Müslüman oldu. Ah merhamet, sen hiyanetten daha zâlimsin! Çünkü Türkler, Hıristiyanlara yardım ve şefkat göstererek dinlerini satın alıyor, bununla beraber asla onları din değiştirmeye zorlamıyorlardı. (a.g.e. 2:162)
Gayr-ı müslimlere tanınan can, din, dil, hukuk, kültür, kılık kıyafet hürriyetinin ve gösterilen hoşgörünün kaynağı elbette İslâm'dır. Müslüman idareyi gayr-ı müslime karşı iyi davranmaya sevkeden bir hadis-i şerifte مَنْ اَذَى ذِمِّيّاً فَانَا خَصْمُهُ وَ مَنْ كُنْتُ خَصْمُهُ اُحَاسِبُهُ يَوْمَ الْقِيَامَة "Kim bir zimmîye eziyet ederse ben onun hasmıyım. Ben kimin hasmı isem, kıyamet günü onunla hesaplaşırım" (en-Nebhanî, 3: 144, Aclûnî, 2/218). Ahiret'e inanan bir Müslüman, kıyamet günü Peygamberimizle hesaplaşmayı göze alabilir mi? Bir başka hadiste de şöyle buyrulur: مَنْ قَذَفَ ذِمِّيّاً يُحَدُّ عَلَيْهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِسِيَاطٍ مِنَ النَّارِ "Kim bir zimmîye zina iftirası atarsa, ona, kıyamet günü ateş kamçılarla had uygulanır". (Taberanî, Mucemil, Kebir, 22/57)
Yeri gelmişken şu hususu da belirtelim: Zimmîler, adaletle ilgili işlerde de kendi kanunlarında serbesttirler. Bu, onlara tanınan din hürriyetinin gereğidir. Şayet İslâmî mahkemeye müracaat edecek olurlarsa onlara adaletle hükmedilecektir. Kur'ân:
"Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet, çünkü Allah, adâlet sahiplerini sever" (Maide 5/42) buyurur.
Söylediklerimizi te'yiden, Osmanlı padişahlarından III. Mustafa'nın sadrazamına yazdığı bir fermanı da kaydetmek münasip olacaktır:
Boğdan ve Eflak'tan gelen şikâyetlere bakılırsa, Hıristiyan ahâlinin dertlerine eğilmemişsin. Mora ve Hicaz'a yeni idarecilerin gönderilmesine çalışılan bu zamanda, sen sadrazamımdan isteğim odur ki, seçeceğin insanları namus ehli arasından arayacaksın. Dinleri ve dilleri başkadır diye, ihmalini görmek istemem. Onlar ki benim tebaamdır, bilesin ki İstanbul içerisindeki tebaamın sahip olduğu haklara sahiptirler. Hiçbirisini incitmeyesin... (Tercüman Gaz., 9/2/1983)
İslâm'ı Temsil ve Tebliğ
İslâm, şuur ve irade sahibi en şerefli bir varlık olarak kabul ettiği insanın inanç hürriyetini, onun için vazgeçilmez bir hak olarak tanır. Dolayısıyla o, Allah ile insan aklı, şuuru ve iradesi arasındaki engellerin kaldırılmasını esas alır. Bu maksatla kendisini takdim ederken de, bunun "temsil ve tebliğ" dediğimiz, hem bizzat yaşama, hem de mümkün olan en güzel şekilde anlatma yoluyla olması gerektiğini vurgular.
Meselâ, pek çok âyette Peygamberimiz'e ve bütün peygamberlere apaçık bir tebliğden başka bir vazife düşmediği belirtilir: (Nahl 16/35, 82; Âl-i İmrân 3/20; Mâide 5/92, 99; Ra'd 13/40; İbrahim 14/52, vs.) Ayrıca, Hz. Peygamber'e hitaben, O'nun bir zorlayıcı olmadığı ihtar edilir: "(Ey Habibim! İnsanlara) sen hatırlat. Zaten sen sadece bir hatırlatıcısın, onlar üzerine zorlayıcı değilsin" (Teğâbün 88/22).
İslâm'dan önce Ensar'dan bazıları, dinlerinin kendi dinlerinden daha iyi olduğu düşüncesiyle, bilhassa çocukları yaşamazsa, "eğer çocuğu yaşarsa onu Ehl-i Kitab ile beraber ve onların dini üzere bulundurmayı" adarlardı. Bu sebeple de, İslâm geldiğinde Ensar çocuklarından bazıları Ehli Kitab'ın dininde bulunuyorlardı. İslâm gelince aileleri onları Müslüman olmaları için zorlamak isteyince, "Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır" (Bakara 2/256) âyeti indi. (Zuhayli, 1991, 3/20)
Bu Kur'ânî düsturlar sebebiyle tarih boyu Müslümanlar, fethettikleri yerlerde yerli ahaliyi İslâm'ı kabule zorlamamışlardır. Hattâ bazı İngiliz müellifleri, İslâm'ın bu yönüne dikkat çektikten sonra şu ibretli itirafta bulunur:
Asya'ya Araplar ve Türkler yerine Batı Hıristiyanları hâkim olsalardı, bu gün, Yunan kilisesinden hiç bir iz kalmazdı. Ve bu kâfirlerin (Müslümanları kasdetmektedir) orada Hıristiyanlığa gösterdiği müsamahayı bunlar Müslümanlığa asla göstermezlerdi" (Toynbee 1978, 285).
Müslümanlar, gittikleri yerlerin mahalli değerlerine hiç ilişmemişler, bilakis onları bir etnografya müzesi gibi korumuşlardır. Sözgelimi Osmanlılar; Doğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu'dan çekildikleri zaman dini, dili, kıyafeti farklı pek çok millet ortaya çıkmıştır.
İnsan Telâkkisi
Müslümanları tebliğde zora baş vurmaktan alıkoyan ikinci bir sebep onların, yine Kur'ân'da yer verilen "insan hakkındaki telâkki"leridir.
Bu telâkkiye göre, insanoğlu; bitki, hayvan ve melek gibi diğer canlı türlerine nazaran farklı bir yaratılışa sahiptir. O, hem iyiliğe, hem kötülüğe meyyal yaratılmış, kendisine akıl ve idrak de verilerek iyiye yönelmesi, seçimini hayırdan, güzelden, iyiden tarafa iradesiyle yapması istenmiştir. Bu seçimi yapmada yardımcı olmak üzere kendisine hem akıl hem de irade verilmiştir. Öyleyse insan, aklıyla güzeli, hayırlıyı tefrik edecek, iradesiyle onu seçecektir. O, böyle bir seçim yapmaktan sorumludur. Onun yaptıklarından sorumlu bir varlık olması da, zaten hu hususiyetinin neticesidir.
Müslüman için dünya hayatı bir imtihandır. Ahiret'i kazanmak üzere önüne açılan bu imtihanda, insanın hür iradesini kullanması esastır. O, kendisine zorla işlettirilen günahtan sorumlu olmadığı gibi, zorla yaptırılan hayırdan da nasibi ve sevabı olup olmayacağı da hayli münakaşa götürür bir husustur. Dolayısıyla İslâm'ın tebliğinde asla zora baş vurulmamıştır ve hiçbir zaman baş vurulmaz da.
Meşru Hedef, Meşru Vasıta ve Yumuşak Söz
İslâm, meşru bir hedefe daima meşru vasıta ve yolları gidilmesi gerektiğini de vurgular. Hedef meşru olduğu gibi, ona götürecek yol ve vasıtalar da meşru olmalıdır. Bu sebeple İslâm, zoru, işkenceyi, anarşiyi, terörü asla İslâmî bir vasıta olarak kabul etmez. Bundan da öte, İslâm'ı tebliğ ederken, Firavun gibi tiranlara karşı bile yumuşak sözle hitap edilmesini emreder. Kur'ân, Hz. Musa ve Harun'a olan bu emri şöyle seslendirir: "Gidin Firavun'a, zira o iyice azgınlaştı. Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitap edin. Olur ki aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir." (Ta-Ha 20/43-44)
Bu konuda Ehl-i Kitap'la münasebeti tayin eden âyetlerden birinde ise, "Kitap ehlinden zulmedenler hariç, onlarla en güzel şekilde mücadele edin. Ve onlara şöyle deyin: 'Bize indirilene de size indirilene de inandık: Bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir. Biz O'na teslim olmuşuz'." (Ankebut 29/46).
Ehl-i Kitab'a hitap bir diğer âyette şöyle belirlenir: "De ki: Ey Ehl-i Kitap! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi Rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin" (Al-i İmrân 3/64).
Herhangi bir kayıt gelmediği için Ehl-i Kitap da dahil bütün insanları irşada davette tâkip edilecek metodu belirlemede şu âyeti de zikretmek isteriz: "(Onları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel nasihatla çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et" (Nahl 16/125).
Bir başka âyet, Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhataplarına mülayemetle muamele etmesini "Allah'tan bir rahmet" olarak ifade buyurur ve sert davrandığı takdirde çevresindekilerin bile kendisini terk edip gidebileceklerine dikkat çeker (Âl-i İmrân 3/159).
Hz. Peygamber (s.a.s.), insanları İslâm'ın güzelliği hususunda ikna ve İslâm'ı bizzat temsil etmeye çok ehemmiyet atfederdi. Bu maksatla câmiyi, bir vitrin, bir teşhir yeri olarak kullandığı olurdu. Meselâ, bir kısım yabancı heyetleri camide ağırlardı. Bunlar, orada yiyip içerler, yatıp kalkarlar, Müslümanların namazdaki saflarını görür, geceleyin okunan Kur'ân tilavetlerini dinlerlerdi (Vâkidi, 1966, 3:964-65). Peygamber Efendimizin bazı suçluları Mescid'in direklerine bağladığı da olur, bu suçlular Mescid'de sözünü ettiğimiz aynı manzaraları görünce, çok defa en tesirli bir eğitimi almış olarak ıslah olur, hattâ müşrik bulunanlar İslâm'a girerdi. Bu suretle kazanılan ferdî örnekler sayıca çoktur. Sümâme ibn Usal bunlardan biriydi. Sümâme, büyük suça karışmış bir müşrikti. Hz. Peygamber onu yakalatmaya muvaffak oldu ve Mescid-i Nebevî'nin direğine bağladı. Üç gün sonra Sümâme Müslüman oldu ve İslâm'da büyük hizmetlere imza attı (Buharî, "Megâzî," 70; Müslim, "Cihâd," 59).
"Cihan Sulhü" ve İslâm
İslâm'ın sulhe ne kadar önem verdiğini anlamak için Hz. Peygamber'in yaptığı savaşların mahiyetini bilmemiz gerekir. Yakinen incelenince görülür ki, bu savaşlar, esas itibariyle müdafaaya yöneliktir.
Mekkelilerle yapılan ilk savaş Bedir Savaşı'dır. Bu, hem, Müslümanları evinden yurdundan eden Kureyş müşriklerinin, kendilerine Medine'nin iktisadi açıdan ne derece ehemmiyet arzettiğini ihsas ederek, husumetlerini kırıp barışa yanaşmalarını sağlamaya hem de Medine'ye hicret sebebiyle Müslümanların Mekke'de kalan mallarını gaspederek, bunları satmak üzere hazırlanan ve Suriye'ye gönderilen kervandaki malları geri almaya yönelik bir sefer olarak düşünülmüştür. Yani niyet, bizzat savaş değildi.
Bunu müteakip yapılan Uhud Savaşı, Mekkelilerin Bedr'in intikamını almak için Medine'ye kadar gelerek çıkardıkları bir savaştı. Bu, Müslümanlar bakımından tamamen bir müdafaa savaşı idi. Keza Hendek Savaşı da, Medine'yi kuşatan putperest ordularına karşı Medine etrafına kazılan hendeklerin gerisinde verilen bir müdafaa savaşıydı ve, arz edildiği gibi, sadece Mekkelilere karşı değil, onların safında yer alan bütün müşrik kabilelere karşı yapılmıştı.
Aleyhissalâtu Vesselâm'ın bizzat katıldığı seferlerin hemen hepsi, ya Müslümanlara karşı büyük ordularla yapılan saldırıları püskürtmek içindi; ya da istihbaratla tesbit edilen saldırı hazırlıklarını bozmaya yönelikti. Hayber Gazvesi, Benu Müstalik Gazvesi, Mûte Seferi, Tebük Seferi vs. gibi ciddi gazvelerin hepsi, Bedir, Uhud, Hendek savaşları gibi, sözünü ettiğimiz iki türden birine dahil gazvelerdir.
En mühim gazvelerden olan Mekke'nin fethi ise, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan bir sulh hareketi ve fethidir. Çünkü Peygamber fetaneti ile ve sulh yoluyla fethedilen Mekke şehri,
- ne yağma edildi,
- ne insanları öldürüldü veya sürgün edildi,
- ne intikam alındı,
- ne kan davâsı icra edildi.
Fetih neticesinde, ömürleri İslâm'a ve Müslümanlara karşı aktif düşmanlıkla geçmiş ve buna halâ devam eden, fetih sırasında kılıçla karşı koymaya girişen, dönemin savaş kaidelerinin dışına çıkarak beynelmilel hukuku ihlal eden, bugünün tabiriyle "Harp suçlusu" statüsüne giren bir kısım aşırı çığırtkan ve mücrim birkaç kişi hariç herkes için umumi af ilan edildi. Bu, insan cinsi adına iftihar edeceği bir şeref tablosudur, ebediyen taşınacak bir madalyadır.
Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber'in 10 yıllık Medine devresinde yaptığı savaşlarda öldürülen müşrik sayısının 250 civarında olduğunu belirtir. Halbuki bu dönemde, neredeyse Arabistan yarımadasının 1,5 milyon milkarelik tamamı (günde ortalama 274 milkare yapar) İslâm'a teslim olmuştu (Canan 1998, 2:298-301).
Hudeybiye Sulhü ve Kur'ân'da Fetih Kavramı
Kur'ân'daki fetih kavramını anlamak için, onun bu kavramı Hudeybiye Sulhü için kullandığını belirtmek yeterlidir. Bilindiği gibi, Hicret'in 6'ncı yılında Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), 1500 Müslüman'la Kâbe'yi tavaf etmek için yola çıkar. Fakat bir Mekke askerî birliği, kendilerini Mekke'ye yakın Hudeybiye denilen yerde karşılayıp, Kâbe'yi ziyarete müsaade edemeyeceklerini belirtirler. Tartışma ve görüşmeler bir sulhle neticelenir. Peygamberimiz (s.a.s.), zaten her zaman sulhe taraftardı.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), İslâm'ın anlaşılmasında sulh ve barış ortamının gereğine inanıyordu. Ona göre, fıtrat ve sağduyu dini olan İslâm'ın gerektiği gibi anlaşılması hâlinde, sağduyu sahibi herkesin ona itiraz etmeyeceği, ona karşı çıkmayacağı, düşman olmayacağı muhakkaktı. Bu sebeple, bir anlaşma yapılmalı, insanların Müslümanlarla dostluk, arkadaşlık, ticaret münasebetlerine girerek İslâm'ı ve Müslümanları daha yakından görüp anlamalarına imkân tanıyacak bir zemin, yani sulh ortamı hazırlanmalıydı. Mekkeliler ise, Aleyhissalâtü Vesselâm'a bu konuda binbir müşkilât çıkarıyorlar, sulh teklifine benimsenmesi imkânsız şartlar ileri sürüyorlardı. Hz. Peygamber ise, sulhün sağlanması adına, ilk anda bazı Müslümanlara ağır gelen şartları da kabûl etti. Meselâ, Mekke'ye o yıl girilmeyip, müteakip sene bazı kayıtlar altında Kâbe'nin ziyaret edilebileceği; müşrikler arasından Müslüman olup da Medine'ye iltica edecekler Mekkelilere teslim edilirken, Müslümanlardan irtidat edip Mekke'ye dönmek isteyen çıkarsa, bunların Mekke'ye alınabileceği bu şartlardan ikisi idi. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), buna rağmen anlaşmayı kabûl etti. Çünkü o, savaş yanlısı değildi; sulh taraftarıydı ve İslâm'ın gerçekliğinden en küçük bir şüphesi yoktu. İşte bu sulh içindir ki Kur'ân-ı Kerim, "apaçık fetih" tabirini kullanır. (el-Feth, 48/1)
Netice ve Bir İkaz
Burada yeri gelmişken şu hususu belirtelim ki, sulhün aslında İslâm'a yaradığı düşüncesinde olan İslâm karşıtı (anti-İslâm) bazı çevreler, Müslümanların, Müslüman olmayan dünya ile sulh içinde olmasını istememekte, devamlı kavgalı olmaları için çalışmakta, çatışma ve savaş ortamını devamlı kılmaya çalışmaktadırlar. Ayrıca, yanlış bir İslâm anlayışıyla İslâm'a ters bir imaj ortaya koyan bazı Müslüman liderleri ve İslâm'la münasebetleri oldukça su götürür bazı Müslüman ülke idarecilerini İslâm adına ön plana çıkarmaktadırlar. Dolayısıyla samimi Müslümanların, bu hususta dikkatli olmaları gerektiğini söylemeliyiz.
Kaynaklar
- Belazuri, Fütuhu'l-Büldân, Beyrut, 1987.
- Cânan, İbrahim, Peygamberimizin Tebliğ Metodları, Nesil Yay., İstanbul, 1998.
- En-Nebhanî, Yûsuf, el-Fethu'l-Kebir.
- Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev: Salih Tuğ.
- İbn Abdilberr, el-İsti'âb.
- İbnu'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târîh.
- Özdemir, Mehmet, Endülüs Müslümanları-1, Ankara, 1994.
- Toynbee, Arnold, Tarihçi Açısından Din, Kayıhan y. İstanbul 1978.
- Turhan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Tarihi, İstanbul, 1969.
- Vâkidî, Megâzi, Oxford, 1966.