Gökyüzü ve Yeryüzünün Nuru: Dua





Author: Burhan KUTLUBOĞA - min read. - Post Date: 02/25/2019
Clap

Asrımızın büyük mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur’da duanın hem kabul şartları gibi konulara temas etmiş hem de mahiyeti/hakikati ve sırlarına ilişkin açıklamalar yapmıştır.

Dua kelimesi sözlükte, seslenme (nida), isimlendirme ve bir şeyi sevk etme anlamlarındadır.

Arap dilinde, uzaktakine seslenmek için nidâ, yakındakine seslenmek için ise dua kullanılmıştır. Cenâb-ı Hakk’a seslenme, ondan bir şeyler istemeyi ifade etmek için “dua” kelimesi daha uygundur. Zira Cenâb-ı Hak, “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim.” (Bakara sûresi, 2/186) buyurarak, kullarına yakın olduğunu, kısık bir sesle seslenseler (dua) de onları duyacağını bildirmiştir. Dua, Kur’ân-ı Kerim’de, “Allah Teâlâ’ya yönelme, kulluk, yardım isteme, istek, söz, seslenme (nida) ve isimlendirme” gibi farklı anlamlarda kullanılmıştır. (Ebu’l-Bekâ, s.447) Dua terimini, bu makalede konunun ele alınışına esas teşkil edecek şekilde şöyle tanımlamak mümkündür: “Dua; bir çağrı, bir yakarış ve küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, arzdan, arzlılardan semâlar ötesine bir yöneliş, bir talep, bir niyaz ve bir iç dökmedir. Dua, bir kulluk şuuruyla Hakk’a yönelip, tevazu ve mahviyet içinde, acz, fakr ve ihtiyaçlarımızın lisanıyla O’na arzıhâlde bulunmaktır.” (Gülen, “Dua”, s.251)

Dua, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin temel konularından birisidir. İslâm âlimleri, duanın faydaları, önemi, faziletli dualar ve hangi duanın ne zaman okunacağı gibi hususlar üzerinde durmuşlar, bu konularla ilgili bir çok eser telif etmişlerdir. Bazı mutasavvıflar, duanın hikmetleri ve sırlarından bahsetmişlerdir. Asrımızın büyük mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur’da duanın hem kabul şartları gibi konulara temas etmiş hem de mahiyeti/hakikati ve sırlarına ilişkin açıklamalar yapmıştır. Duanın kabulü ve sırlarına ilişkin görüşleri başka bir makale çalışmasına bırakılarak, duanın mahiyeti ve çeşitlerine ilişkin tespitleri bu makalede ele alınmaya çalışılacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri, en sıkıntılı zamanlarında bile duaya vakit ayırmış, evrad ve ezkarını asla ihmal etmemiştir. Risaleler’in bir çok yerinde duanın ehemmiyeti üzerinde durmuş, talebelerini özellikle cemaat hâlinde dua okumaya teşvik etmiştir. Duanın topluca yapılmasını “küllî dua” diye nitelendirmiştir. Onun “küllî dua”ya ilişkin görüşleri de ayrıca üzerinde durulmaya değer önemdedir. Bir çok risalede dua konusuna temas etmiş, “Yirmi Üçüncü Söz’ün Birinci Mebhası’nın Beşinci Noktası” ve “Yirmi Dördüncü Mektub’un Birinci Zeyli”’nde ise duanın mahiyeti ve hikmetlerini tafsilâtlı bir şekilde anlatmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, duayı yalnızca bir yakarış olarak değerlendirmemiş, dua ile tefekkür ederek, dini hakikatleri anlama ve tespitte de dualardan yararlanmıştır. Üçüncü Şuâ olan Münâcât Risalesi’ni, tesbih, tahmid, senâ ve dua ile ilgili yaklaşık 700 âyet-i kerimeden istifade ederek yazmıştır. (Bkz.: Fihrist Risalesi) Bu münâcât onun dua ile tefekkürü nasıl mezc ettiğinin harikulâde bir örneğidir. Dine inanmayan bir kısım kimselerin Münâcât Risalesi’nin telifi sebebiyle telâşlanıp, bu risalenin neşrini engellemeye çalıştıklarını söyleyerek, inanç esaslarının ispatında duanın ne kadar tesirli olabileceğini göstermiştir. (Bkz.: Emirdağ Lâhikası, 2/113)

Münâcât Risalesi’nin telif sebebini, risalenin girişinde, “Bu Risale-i Münâcât, hem vücûb-u vücud, hem vahdet, hem ehadiyet, hem haşmet-i rububiyet, hem azamet-i kudret, hem vüs’at-i rahmet, hem umumiyet-i hâkimiyet, hem ihata-i ilim, hem şümul-ü hikmet gibi en mühim esasat-ı imaniyeyi harika bir îcaz içinde fevkalâde bir kat’iyet ve hâlisiyet ve yakîniyet ile ispat eder. Haşre işârâtı ve bilhassa âhirdeki şiddetli işârâtı çok kuvvetlidir.” şeklinde ifade eder. Yalnızca Münâcât Risalesi’ni telifle yetinmemiş, bu risaleyi kendisi de sık sık tefekkür maksadıyla okumuştur. Dua ile yaptığı bu tefekkür ona yeni hakikatler ilham etmiştir: “Evet, şimdi Siracü’n-Nur başındaki Münâcât’ı okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm.” (Emirdağ Lâhikası, 2/112) Dinî hakikatleri tam anlayabilmek ve hissedebilmek için ülfetten kurtulmak gerektiğini ise şöyle ifade eder:

“İşte, kardeşlerim, hakikaten bugün, Siracü’n-Nur’un başındaki Münâcât’ı tashih niyetiyle okudum. Kuvve-i hâfızam tam söndüğü için, birden o münâcâtın hakikatlerine karşı, güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim gibi, birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi, o malûm âdetler perde olamadı. Kemâl-i şevkle tam istifade edip okudum. Pek harika gördüm.” (Emirdağ Lâhikası, 2/113) Haşrin ispatında zikrettiği delillerden birisi de Peygamber-i Zîşân (aleyhi ekmelüttehâya vesselâm) Efendimiz’in duasıdır. Haşir Risalesi’nin Beşinci Hakikati’nde, “Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesile-i vusûlüdür. Onun gibi, ubûdiyetiyle ve duasıyla o saadetin sebeb-i vücûdu ve Cennet’in vesile-i îcadıdır.” (Sözler, s.75) diyerek, haşri onun duasıyla irtibatlandırır.

Duanın tevhid delili olması, kâinattaki canlı cansız bütün varlıkların dua ettiklerinin ispat edilmesiyle yakından alâkalıdır. Bediüzzaman’a göre dua bütün varlık âlemini kuşatmış fıtrî bir kanun gibidir. Varlıkların bütünü dikkate alınarak duanın tabakalarını basitten mürekkebe doğru şöyle sıralar: “Evet, hakikat-i hâlde, âyât-ı beyyinâtın beyanıyla sabit olan budur ki: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı ilâhiyeye giden, bir duadır: (1) Ya istidat lisanıyladır-bütün nebâtat ve hayvânâtın duaları gibi ki, herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlak’tan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar. (2) Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır-bütün zîhayatların, iktidarları dâhilinde olmayan hâcât-ı zaruriyeleri için dualarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevâd-ı Mutlak’tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar. (3) Veya lisan-ı ıztırariyle bir duadır ki, muztar kalan herbir zîruh, kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmî-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmi’ne teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa, daima makbuldür. (4) Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî, diğeri kalbî ve kâlîdir. Meselâ, esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir… İkinci kısım, lisanla, kalble dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir.” (Sözler, s.339 -Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas-)

 

1.Varlık Âleminin Duası: İstidat Lisanıyla Dua

Canlı ve cansız bütün varlıklar Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ederler. “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih ve tenzih eder. Hâkimiyet O’nundur. Bütün hamdler ve övgüler O’na mahsustur. O her şeye kadîrdir.” (Tegâbûn sûresi, 64/1) Şuursuz varlıklar, Cenâb-ı hakk’ı hem tesbih ederler hem de O’na dua ederler. “Baksana göklerde olan, yerde olan herkes, kanatlarını çarparak uçan dizi dizi kuşlar, hep Allah’ı tesbih ederler. Onlardan her biri kendi duasını ve tesbihini pek iyi bellemiştir. Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilir.” (Nûr sûresi, 24/41) Hatta bir başka âyet-i kerimede, canlı cansız bütün varlıkların Cenâb-ı Hakk’a secde halinde ibadet ettikleri bildirilmiştir: “Görmez (bilmez) misin ki göklerde ve yerde bulunan kimseler, hatta güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar bütün canlılar ve insanların da bir çoğu Allah’ın yüceliğine secde ediyorlar.” (Hac sûresi, 22/18) Son iki âyet-i kerimede doğrudan Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) hitap edilmiştir. Bu hitap şeklinden onun bu varlıkların dua ve secdelerini gördüğü/bildiği anlaşılmaktadır. Böylece Cenâb-ı Hak, her varlığın sadece Allah’a secde ettiğine Peygamberimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) şahit etmiştir. (Bkz.: İbn Arabî, s.48)

Bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Dua, müminin silâhı, dinin direği, göklerin ve yeryüzünün nurudur.” (Hâkim, I, 492) buyurmuşlardır. Duanın, göklerin ve yeryüzünün nuru olması, bütün varlıkların duayla bir ilişkisi bulunduğunu göstermesi açısından mânidar bir teşbihtir. Varlıklar, kendileri dua ettikleri gibi yapılan dualardan da etkilenmektedirler. Bediüzzaman, bu hakikati “bütün mahlûkat, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın duasına iştirak ederek ‘Evet ya Rabbenâ! İstediğini ver; biz de onun istediğini istiyoruz.’ diyorlar.” (Şuâlar, s.199 -On Birinci Şuâ, Yedinci Mesele-) sözleriyle ifade etmiştir. Nitekim kâinatın insanla alâkası âyet-i kerimede, “Onların perişan hâllerine gök de ağlamadı, yer de ağlamadı.” (Duhân sûresi, 44/29) şeklinde dile getirilmiştir.

Duanın ilk basamağı, “Tahavvül, tekemmül şe’ninde olan şeylerin, lisan-ı istidatla hissedilen istidadî dualarıdır. Evet, her şey Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.” (Mesnevî-i Nuriye, s.220 -Şûle-) Aslında bütün varlık, istidât, kabiliyet veya fıtrî ihtiyaçlarının dilleriyle hep O’na dua ederler. O da bunların hepsine, belli bir hikmet çerçevesinde cevap verir ve her sesi duyup ona icabet ettiğini herkese ve her şeye duyurur. (Gülen, “Dua”, s.252) Bediüzzaman Hazretleri, bütün varlıkların istidat lisanıyla tesbih ve dua ettiklerini kalbine Farsça olarak gelen bir şiirde şöyle ifade eder: “Çünkü, bütün eşya Lâ ilâhe illâ Hû deyip, kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar. Vakit-be-vakit, lisan-ı istidat ile, Cenâb-ı Hak’tan hukuk-u hayatını ‘Yâ Hak’ deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da, hayata mazhariyetleri lisanıyla ‘Yâ Hayy’ ismini zikrediyorlar.” (Sözler, s.240 -On Yedinci Söz, İkinci Makam-) Bu nev’i duada, “bütün hububat, tohumlar, lisan-ı istidatla Fâtır-ı Hakîm’e dua ederler ki, ‘Senin nukûş-u esmânı mufassal göstermek için bize neşvünemâ ver. Küçük hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir.’” (Mektubat, s.339 -Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Zeyl-) diye dua ederler. Bitkilerin istidat lisanıyla dualarını ise şöyle tasvir eder: “Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın herbir taifesi, lisan-ı hâl ve istidat diliyle Fâtır-ı Hakîm’den sual ediyorlar, dua ediyorlar ki, “Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün her bir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rubûbiyetini lisanımızla ilân edelim. Ve rû-yi arz mescidinin her bir köşesinde Sana ibadet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnâ’nın nakışlarını, Senin bedî ve antika sanatlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver.” derler. Fâtır-ı Hakîm, onların mânevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri nâmına esmâ-i ilâhiyeyi okutturuyorlar (ekser dikenli nebâtat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi).” (Sözler, s.380 -Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal)

İstidat lisanıyla yapılan dualardan birisi de sebeplerin bir araya gelerek müssebbep olan neticenin yaratılması için sebeplerin Hâlık’ı olan Cenâb-ı Hakk’a yaptıkları duadır. Ona göre, “Esbabın içtimaı, müsebbebi icat etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Hak’tan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır.” (Sözler, s.339 -Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas) Bu konuyu başka bir yerde şöyle açıklar: “Esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duadır. Yani, esbap bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hâl hükmüne geçer; ve müsebbebi, Kadîr-i Zülcelâl’den dua eder, isterler. Meselâ su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır ki, ‘Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız’ derler. Çünkü, o mucize-i harika-i kudret olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, içtima-ı esbap bir nevi duadır.” (Mektubat, s.339 -Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Zeyl-)

Fizikçiler, sebebi, “bir olayın meydana gelmesi için gerekli doğrudan şart” şeklinde tanımlamışlardır. Ancak unutulmamaması gerekir ki, sebep de bir olaydır. (Bolay, s.17) Bu durumda onun meydana gelmesi için de sebepler gerekmektedir ki bu durumda her halükârda bir ilk Yaratıcı’nın varlığı kabul edilmek zorunda kalınır. Kâinatı yaratan bir yaratıcının var olduğu kabul edilince O’nun varlığın her kademesindeki yaratılışı başka şeylere bıraktığını varsaymak O’nun ilim ve kudretini itham etmek anlamı taşır. Şüphesiz ki en büyük şeyle en küçük şeyin yaratıcısı aynı Zât’tır. Zira büyük olsun küçük olsun her şey kâinatta câri ilâhî kanunlara tâbi oldukları gibi bazen küçük bir şey büyüklerden çok daha sanatlı ve harika olabilmektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azameti basit işlerde kudret-i ilâhiyenin mübaşeretinin görünmesini dilemediği için sebepleri bir perde yapmıştır. İlâçlar hastalıkların iyileşmesi için gerçek sebepler değildir. Cenâb-ı Hak, o ilâçla şifa arasında bir iktiran (örtüşme) hasıl etmiştir. Gerçekte şifayı veren Hazreti Şâfî’dir. (Gülen, 2002, s.132) Sebeplerin de gerçekte dua ettiklerini kabul ettiğimizde en küçük bir şeyden en büyüğe kadar her şeyin Allah’tan istenmesi ve O’na yalvarılması gerektiği ortaya çıkar. Bu hakikati idrak edemeyen felsefecilere ve onlardan etkilenenlere hayatının muhasebesini yaptığı İhtiyarlar Risalesi’nin On Birinci Rica’sında şöyle seslenir: “En cüz’î ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlıkının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbap ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, bazan sanat ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan sanatça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyleyse, büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütün esbab-ı maddiyeye taksim edilecek, veyahut bütünü birden birtek zâta verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi, bu şık vâciptir. Çünkü birtek zâta, yani, bir Kadîr-i Ezelîye verilse, madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat’î tahakkuk eden ilmi her şeyi ihata ediyor. Ve madem ilminde her şeyin miktarı taayyün ediyor. Ve madem, bilmüşahede, her vakit hiçten, nihayetsiz suhûletle, nihayetsiz sanatlı masnular vücuda geliyor… Elbette, bilmüşahede görülen harikulâde sühulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor. Elhasıl, her şeyin nihayet derecede hem sanatlı, hem sühuletli vücudu gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelî’nin eseridir. Yoksa, yüz bin muhal içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp imtinâ dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.

Varlığı yaratırken potansiyel olarak tabiatına koyduğu istidata uygun rızıkları ona vermesi Cenâb-ı Hakk’ın adalet ve hikmetini gösterir: “Her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, bekasının bütün cihâzâtını en münasip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adalet elini gösterir. Hem istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ıztırar lisanıyla sual edilen ve istenilen her şeye daimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.” (Sözler, s.71 -Onuncu Söz, Üçüncü Hakikat-) İstidat lisanıyla yapılan duaların makbul olmasının sebeplerinden birisi de bu tür duaları yapan varlıkların teslimiyetidir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, “Demek Cenâb-ı Hakk’a itimat edip Süleyman Aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Hak’tan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir.” (Sözler, s.273 -Yirminci Söz, İkinci Makam-) diyerek istidat diliyle yapılan duaların makbuliyetini, isteyenlerin teslimiyetine bağlar.

 2. Canlı Varlıkların Duası: İhtiyaç Lisanıyla Dua

Bütün canlı varlıkların hayatlarını devam ettirebilmek için rızka ihtiyacı vardır. Canlıların rızk talepleri fıtrî ihtiyaç lisanıyla yapılan bir duadır. Canlı varlıkların rızıklarının verilmesinin dua olduğunu ve bu tür duaların kabul edilmesinin sebeplerini şöyle açıklar: “(İkinci tür dua) İhtiyac-ı fıtrî lisanıyladır ki, bütün zîhayatların iktidar ve ihtiyarları dâhilinde olmayan hâcetlerini ve matlaplarını ummadıkları yerden, vakt-i münasipte onlara vermek için, Hâlık-ı Rahîm’den bir nevi duadır. Çünkü, iktidar ve ihtiyarları haricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münasipte onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor. Elleri yetişmiyor; demek o ihsan, dua neticesidir. Elhâsıl, bütün kâinattan dergâh-ı ilâhiyeye çıkan, bir duadır. Esbap olanlar, müsebbebâtı Allah’tan isterler.” (Mektubat, s.339-340 -Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Zeyl-) Tohumlar, istidat lisanıyla büyümek, ağaç ve çicek olmak istediği gibi ağaçlar ve diğer bitkiler de ihtiyaç lisanıyla hayatlarını devam ettirmek için gerekli şeyleri isterler. “Nebatat ve eşcarın, bilhassa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualar ihtiyacî dualardır.” (Mesnevî-i Nuriye, s.220 -Şûle-) Keza başka bir yerde hayvanlar ve nebatlara bakıldığında, “Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden mânevî ve kerîmâne bir muamele, bir muarefe.. ve lisan-ı hâl ile ve dostâne bir mükâleme.. ve dualarına rahîmâne bir mukabele görünüyor.” (Şuâlar, s.73 -Dördüncü Şuâ-) diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın istidat ve ihtiyaç diliyle yapılan duaları nasıl kabul ettiğini anlatır.

Fatiha Sûresi’ndeki إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Yalnızca sana ibadet eder yalnızca Sen’den yardım dileriz.” âyetini izah ederken kendisiyle birlikte kâinattaki bütün varlıkların dua ettiklerini müşahede ettiğini söyler ve bunun hikmetini şöyle açıklar: “Evvelâ: Biz gözümüzle görüyoruz: Kâinatta, hususan zemin yüzünde, dehşetli ve daimî bir faaliyet ve hallâkıyetin intizamla cereyanı içinde merhametkârâne, müdebbirâne bir rubûbiyet-i mutlaka, hadsiz zîhayatların istiânelerine ve fiilen ve hâlen ve kâlen istimdatlarına ve dualarına kemâl-i hikmet ve inayetle imdat ve her birine fiilen cevap vermek tezâhürü içinde bir ulûhiyet-i mutlaka, bir mâbudiyet-i âmmenin tecelliyatı, umum mahlûkatın, hususan zîhayatın ve bilhassa insan taifelerinin fıtrî ve ihtiyarî binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini akl-ı selim ve iman gözü gördüğü gibi, bütün semâvî fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.

Saniyen: نَعْبُدُ ‘nûnunun remziyle mukaddimede mezkûr üç cemaatten her biri ve umumu, beraber, çeşit çeşit, fıtrî ve ihtiyarî ibadetlerle meşgul olmaları, şeksiz, bedahetle bir mâbudiyete karşı şâkirâne bir mukabele ve bir Mâbud-u Mukaddes’in mevcudiyetine hadsiz ve şüphesiz bir şehadettir. Ve نَسْتَعِينُ ‘nûnunun remziyle, mezkûr üç cemaatin, yani mecmû-u kâinattan tâ bir cesetteki zerrelerin cemaatinden her bir taifenin, her bir ferdin fiilî ve hâlî istianeleri ve duaları var. Ve onların muavenetlerine koşan ve dualarına kabul ile cevap veren bir şefkatli Müdebbir’e, şüphesiz şehadet eder. Meselâ, Yirmi Üçüncü Söz’ün dediği gibi, zemindeki umum mahlûkatın üç nevi duaları pek harika ve ümidin hâricinde kabul olması, bir Rabb-i Rahîm ve Mucîb’e kat’î şehadet eder.

Evet, tohumlar ve çekirdekler, istidat lisanıyla, her biri birer ağaç ve birer sümbüle olmayı Hâlık’ından isteyip duaları gözümüz önünde kabul olması gibi, bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matluplarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acîp ve şuursuz mahlûkatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerîm’e zâhir şehadet eder.” (Şuâlar, s.602-603 -On Beşinci Şuâ, İkinci Kelime-)

 

3.Şuurlu Varlıkların Cebrî Duaları: Zorda Kalanların Duası

İhtiyaç dairesinde zîşuurların ıztırar derecesindeki duaları makbuldür. Çaresizlerin ve zorda kalanların duasının makbul olduğu nasslarda bildirilmiştir. Çaresiz/muztar denilince ilk akla gelen, kurtuluş çaresi olmayan, sebepler açısından kurtulma imkânı bulunmayanlardır. Hâlbuki Bediüzzaman, bu kavramın çerçevesini genişletmiş, olumlu çaresizlikleri de bu kavramın içinde değerlendirmiştir. İnsanın yapabileceği her şeyi yaptığı hâlde beşerî ölçüler içinde ulaşamadığı ulaşması imkânsız maksatları bazen Cenâb-ı Hakk, mümin olsun kâfir olsun beşere ilham ve ihsan etmiştir. Sebeplerin sukut ettiği noktada Allah Teâlâ, istenilen maksadı umulmadık bir şekilde lütfetmiştir. Bu gibi durumlarda insan elini kaldırıp dua etmese bile içinde bulunduğu durumda çaresizliğini hissetmesi en tesirli bir dua yerine geçer ve maksadı kendisine musahhar edilir. Nitekim bu hususta Bediüzzaman Hazretleri “Arkadaş! Bilhassa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazen o gibi duaların hürmetine, en büyük bir şey en küçük bir şeye musahhar ve mutî olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir mâsumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevap veren Zât, bütün mahlûkata hâkimdir. Öyleyse, bütün mahlûkata dahi Hâlık’tır.” der. (Mesnevî-i Nuriye, s.62-63 -Katrenin Zeyli-)

Zorda kalanın duasının kabul edilmesinin yanında bir şeyi ısrarla isteyen ve istediği şeye çok önem veren kişilerin dualarının kabul edileceği de (Bkz.: Taberânî, s.28) hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Dua eden kişinin isteğini can-ı gönülden istemesi ve ona olan ihtiyacını derinden hissetmesi duanın kabulünü kolaylaştırmaktadır. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, dua ile talep edilen, “eğer ıztırar derecesine gelse veya ihtiyac-ı fıtrîye tam münasebettar ise veya lisan-ı istidada yakınlaşmışsa veya sâfi, hâlis kalbin lisanıyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür.” diyerek, bu tür duaların kabul edileceğini ifade etmiştir. Hatta ona göre, “Terakkiyât-ı beşeriyenin kısm-ı âzamı ve keşfiyatları, bir nevi dua neticesidir. Havârık-ı medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına medar-ı iftihar zannettikleri emirler, mânevî bir dua neticesidir. Hâlis bir lisan-ı istidatla istenilmiş, onlara verilmiştir. Lisan-ı istidatla ve lisan-ı ihtiyac-ı fıtrî ile olan dualar dahi, bir mâni olmazsa ve şerâit dâhilinde ise, daima makbuldürler.” (Mektubat, s.340 -Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Zeyl-)

 

4.Şuurlu Varlıkların İradî Duaları: Maruf Dua

Şuurlu varlıkların dualarını Bediüzzaman, iki kısma ayırır. Birinci kısım, fiil ve hâl ile yapılan duadır. İkinci kısım ise kalp ve söz ile yapılan duadır. Birinci kısım duayı yukarıda zikri geçen dualarla birlikte değerlendirerek, bu tür duaların genelde kabul edildiğini söyler. Zira sebeplerin bir araya gelmesi ve hâl ve fiille yapılan dualar, “Cevâd-ı Mutlak’ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.” (Sözler, s.339 –Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas-) diyerek, bu tür duaların kabul edilmesinin gerçek sebebinin, duanın Cenâb-ı Hakk’ın belirli bir isim veya isimlerine bakması olduğunu ifade eder.

 

a.Fiil ve hâl ile yapılan dua

Fiil ve hâl ile yapılan dualar makbuldür. Zira fiilî dua, işin gerçekleşmesi için bir arada bulunması gereken sebepleri yerine getirmektir. Sebeplerin bir araya gelmesi yukarıda istidat lisanıyla yapılan duada olduğu gibi ekseriyet itibarıyla makbul bir duadır. Sebeplerin iradî olarak bir araya getirilmesi için yapılan çalışmaları Bediüzzaman, “fiilî dua” diye nitelendirmektedir: “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hak’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.” der. (Sözler, s.335 -Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas-) Bediüzzaman’a göre sebepler, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki isim ve sıfatlarının tecellileri; sebeplerin tâbi olduğu kanunlar da o isim ve sıfatların unvanlarıdırlar. Sebepleri yerine getirme Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına müracaat etme anlamı taşıdığı için makbuldür. Nitekim çift sürmenin rahmet hazinelerinin kapısını çalmak anlamına geldiğini, “Çift sürmek fiilî bir duadır. Rızkı topraktan değil; belki toprak, hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı sabanla çalar.” (Mektubat, s.340 -Yirmi Dördüncü Mektup,  Birinci Zeyl) sözleriyle ifade eder.

Hâl diliyle yapılan dua da fiilî duanın bir nev’idir. İnsan fiilî duada olduğu gibi müşahhas bir işi yerine getirmemiş de olsa hâl dili çoğu zaman insanın iç dünyasını yansıtan bir ayna; çaresizliğin davranışlara yansımasıdır. Meselâ hasta insanların hastalık esnasındaki çaresizlikleri hâl diliyle yapılmış bir duadır. Hastalar Risalesi’nin On İkinci Devası’nda, “Hem hastalık, insandaki aczini, zaafını ihsas eder. O aczin lisanıyla ve zaafın diliyle, hâlen ve kâlen bir dua ettirir.” (Lem’alar, s.260) der ve hastanın hâl diliyle yaptığı duanın samimî olduğu için makbul olacağını söyler. İhtiyaç lisanıyla yapılan dualarla hâl diliyle yapılan dualar birbirine benzer. Canlı varlıkların ihtiyaç hâlini almamış, istekleri ve arzuları da hâl diliyle yapılmış bir duadır. Meselâ insanın midesi hâl diliyle canlılığını devam ettirmek ister, onun bu duasına Cenâb-ı Hak, lezzetli, harikulâde yiyecekler yaratarak fiilen cevap verir. (Şuâlar, s.214 -On Birinci  Şuâ, Sekizinci Mesele-) Dualar bazen âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerden alınan mübarek kudsî kelimelerle yapılabileceği gibi bazen, “O’nun kapısına yönelerek, ruh dünyamızı şerh eder, içimizi O’na döker ve ‘huzurun edebi’ diyerek ağzımızı sımsıkı kapatarak ‘sukut murakabesi’ ile de gerçekleştirilebilir. Bu tür dua da hâl diliyle yapılmış bir duanın makbuliyetini içinde taşır. Hatta “bazılarınca böyle bir hâl –ihlâs ve samimiyetin derecesi ölçüsünde– en belâgatlı sözlerden daha beliğ ve en yüksek ifadeleri aşkın bir beyan ve bir arzıhâl sayılır.” Allah, gizli-açık her hâlimizi bildiğine göre, duada sözden daha ziyade öz önemlidir. “Bu itibarla, istek ve dileklerimizi huzur mülâhazasına bağlayarak, sessizlikle seslendirmek, hususiyle de o seviyenin insanları için ayn-ı edeptir. İster gayp telâkkisi, ister huzur mülâhazası, bize bizden daha yakın olan Rabbimiz: ‘Siz bana dua edin ki, Ben de icabet edip karşılık vereyim.’ buyurarak, bizi duaya teşvik etmekte ve dua etmemeyi anlamsız bir istiğna ve bir kopukluk saymaktadır.” (Gülen, “Dua”, s.251, 52)

Allah’ın veli kullarının hâl ve davranışlarının insanları etkilemesi hâl diliyle yapılmış dualardandır. Zira gerçekte hidayeti veren yalnızca Allah’tır: “Velilerin himmetleri, imdatları, mânevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdî, Muğîs, Muîn, ancak Allah’tır.” (Mesnevî-i Nuriye, s.222 -Şûle-) O Allah dostunun hâli insanları irşad için Cenâb-ı Hakk’a yapılmış bir duadır. Hâl ve fiille yapılan dualar, fıtrî ve samimiyetle yapıldıkları için daha makbul olduklarından sözlü dua sayılan sözlü tebliğ ve irşaddan daha etkilidirler.

Dua yalnızca inanan insanlara mahsus değildir. Kâinattaki bütün varlıklar dua ettikleri gibi mümin kafir bütün insanlar da iradî gayr-ı iradî dua etmektedirler. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri, “İnsanda öyle bir latîfe, öyle bir hâlet vardır ki, o latîfe lisanıyla her ne sual edilirse -velev ki fâsık da olsun- Cenâb-ı Hak o latîfeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latîfe pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.” sözleriyle ifade eder. (Mesnevî-i Nuriye, s.223 -Şûle-) Mânevî keşifler dua ile gerçekleştiği gibi maddî keşif ve icatların altında da bir nevi duanın bulunduğunu söyler. Mesela yüz binlerce harikaları ihtiva eden hava zerrelerindeki ilâhi kanunu Allah Teâlâ, insanların istifadesine sunmak için, onların fiilî dualarına karşılık ilham ederek radyo dalgalarının havada intikalini keşfetmelerini sağlamıştır. İnsanlar, bu keşfin dayandığı hava zerresindeki mucizelere, ilâhi kanunlara dikkat etmeden radyoyu filân, elektriği falan keşfetti diye âciz insanlara olağanüstü kuvvetler atfetmektedirler. İnsanların radyoyu keşfetmek için yaptığı çalışmalar bir nevi fiilî dua hükmüne geçmiş, Cenâb-ı Hak, bu konuda çalışan insanlara, insanoğlunun faydalanması için, bazı şeyleri ilham ederek bu keşfi yapmalarını temin etmiştir. Bediüzzaman, bu meseleyi şöyle izah eder: “Cenâb-ı Hak bu kâinatı, insana lâzım ve lâyık her şeyi içinde halk etmiş bir misafirhanedir; ziyafetler nevinde bazı zaman ve asırlarda gizli kalmış nimetlerini dua-yı fiilî olan telâhuk-u efkârdan ileri gelen taharriyat neticesinde ellerine ihsan eder. Buna karşı şükretmek lâzım gelirken, bir küfran-ı nimet nevinden, âdi, âciz bir insanın icadı, hüneri nazarıyla bakıp, sonra o küllî bir şuur ve ilim ve irade ve rahmet ve ihsanın neticesi olan o harikaları unutturup, yalnız ince bir perdesini gösterip, şuursuz tesadüfe, tabiata ve câmid maddelere havale edip, ahsen-i takvimde olan insaniyetin mahiyetine zıt bir cehl-i mutlak kapısını açmaktır.” (Emirdağ Lâhikası, 2/116)

 

b.Kalp ve sözle yapılan dua

Sözlü dua, dille yapılabileceği gibi kalple yönelme ve niyetle de gerçekleşir. Bediüzzaman’a göre şuurlu varlıkların kalp ve dille yaptıkları duaların yanı sıra diğer bazı canlıların ses çıkararak yaptıkları yakarışlar da kavlî/sözlü duadır: “Savt ve sadâlı hayvanatın, meselâ acıktıkları zaman kendi hususî lisanlarıyla çıkardıkları sadâlar dahi kavlî dualardandır.” (Mesnevî-i Nuriye, s.220 -Şûle-) Kalbî ve lisanî duaların, istenilen matluba göre değişen bir çok çeşidi vardır. Tevbe ve istiğfar günahların bağışlanması için Cenâb-ı Hak’tan af talebidir; korunma/istiaze, kötülerden ve kötülüklerden O’na sığınma talebidir; münâcât, sıkıntı ve kederden kurtulmak için O’ndan necat/kurtuluş talebidir; ezkâr, O’nun isim ve sıfatlarını anarak, duanın esası olan huzurda olma ve murakabe duygusunun insanın gönlüne yerleştirilmesidir; nihayet gizli-açık, küçük-büyük her hacetimizi O’ndan isteme duanın değişik şekilleri ve dereceleridirler.

Cenâb-ı Hak, kullarının dualarına fiilen cevap verip istediklerini onlara ikram ettiği gibi bazen veli kullarına ilhamlarla cevap verir. Bediüzzaman Hazretleri, “İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir. Ağır beliyyelere ve şiddetli hâllere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhamî kavillerle de imdada yetişmesi, rubûbiyetin lâzımıdır.” (Şuâlar, s.115 -Yedinci Şuâ-) diyerek, ilhamın hikmetlerinden birisinin de dualara karşılık vermek olduğunu söyler.

 

Sonuç Yerine

Kâinatta her şeyin Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiğini, O’na hamd ile yakardığını, “Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm, Bütün eşcar ve nebatatın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle Seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ederek hamd ü senâ ederim.” (Şuâlar, s.46 -Üçüncü Şuâ-) şeklinde dua üslûbuyla ifade eder. Kâinatta her varlık Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettikleri gibi kendi mahiyetlerine uygun bir şekilde O’na dua ederler. Zira her şey varoluşunu ve varlıklarının devamını Hayy ve Kayyûm olan Allah Teâlâ’ya borçludur. Eşyanın varlığını devam ettirebilmek için ihtiyaç duyduğu şeyleri onlara veren ise kuşkusuz Hak Teâlâ’dır. Varlıklar, ihtiyaç duydukları şeyleri O Zât-ı Kerîm’e ya istidat lisanıyla ya ihtiyaç lisanıyla ya hâl ve fiilleriyle ya da sözleriyle bildirirler. Eşya ile Yaratıcı Zât arasındaki alâkanın dua eksenli bu açıklaması bir anda her şeyi anlamlı kılmakta, âdeta hadis-i şerifte bildirildiği gibi (Bkz.: Hâkim, I, 492) dua, bütün kâinatı aynı anda nurlandırmaktadır.

Teberrüken Münâcât Risalesi’nin bitiş duasıyla makaleyi bitirelim: “Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn, yâ Halıkî ve yâ Halık-ı Külli Şey. Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle ve matlubumu bana musahhar kıl. Kur’ân’a ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a musahhar yap. Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Musa’ya (aleyhisselâm) denizi ve Hazret-i İbrahim’e (aleyhisselâm) ateşi ve Hazret-i Dâvud’a (aleyhisselâm) dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman’a (aleyhisselâm) cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed’e (aleyhissalâtü vesselâm) şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar kıl. Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevs’te mesut kıl! Âmîn, âmîn, âmîn!…” (Şuâlar, s.52 -Üçüncü Şuâ-)

 

İstifade Edilen Kaynaklar

Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, I-II, Nesil yayınları, İstanbul 2001.

Bebek, Adil, Din ve Düşünce Açısından Dua, İstanbul 1998.

Bolay, Süleyman Hayri, E: Boutroux’da Zorunsuzluk Doktrini, İstanbul 1989.

Ebu’l-Bekâ, el-Külliyât, Beyrut 1993.

Gülen, M. Fethullah, “Dua”, Işığın Göründüğü Ufuk, s.251-257, İstanbul 2000.

—-, Kırık Testi, İstanbul 2002.

—-, “Dua Zamanı”, Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s.132-155, İstanbul 2004.

Huxley, Aldous, Kalıcı Felsefe, çev. Latif Boyacı, İstanbul 2003.

Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek, Beyrut ts.

İbn Arabî, İlâhî Aşk, çev. Mahmut Kanık, İstanbul 1988.

Taberânî, Kitâbu’d-Dua, I-III, Beyrut 1987.

Author: Burhan KUTLUBOĞA - min read. - Post Date: 02/25/2019