Akaid





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/01/2018
Clap

İslâm’da inanılması gerekli esasları konu edinen ilme Akaid İlmi denir. Akaid İlmi, dinin aslî hükümlerinden bahsettiği için “Usûlü’d-din”, en önemli konusunu Allah’ın birliği ve sıfatlan teşkil ettiği için de “İlmü’t-Tevhid ve’s-Sıfât” adlarıyla da anılagelmiştir.

İslâm’da inanılması gerekli esasları konu edinen ilme Akaid İlmi denir. Akaid İlmi, dinin aslî hükümlerinden bahsettiği için “Usûlü’d-din”, en önemli konusunu Allah’ın birliği ve sıfatlan teşkil ettiği için de “İlmü’t-Tevhid ve’s-Sıfât” adlarıyla da anılagelmiştir.

Akaid

Akaid, akide kelimesinin çoğuludur. Düğüm atmak mânâsındaki akd kökünden türeyen akide “Gönülden bağlanılan şey” anlamına gelir. Akide, “İnanılması zaruri olan, ilke ve iman esası,” diye tarif edebiliriz. Akaid de akidenin çoğuludur ki, İslâm Dini’nin inanç esasları ve inanılması gerekli hükümleri mânâlarına gelir.

Akaid, İslâm Dini’nin amelî hükümlerinden değil de itikadî hükümlerinden ve iman esaslarından tartışmaya girmeden bahseden bahseden bir ilimdir.

Akaid esasları, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde net olarak yer almaktadır. Kur’ân’da Allah’a, peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, âhirete, kader ve kazaya iman konusuna değinen ve ayrıntılı bilgiler veren pek çok âyet-i kerime vardır. Diğer taraftan ise hadis kitaplarının, iman, i’tisâm, enbiyâ, istitâbetü’l-mürteddîn, bed’ü’l-halk, tevhid, Cennet, Cehennem, Sünnet, münafikûn, kader, kıyamet, fiten, melâhim ve Mehdî gibi bölümlerinde iman esasları ile ilgili çeşitli bilgiler bulunmaktadır.

 

Akaid konuları iki bölümde ele alınır

1-Mânâya delâlet yönüyle de kesinlik ifade eden mütevatir nasslarda yer almış temel esaslar. Allah vardır, birdir; öldükten sonra dirilmek haktır gibi. Bunlara inanılması farz olup, inkârı kişiyi dinden çıkarır.

2-Nassta mevcut, fakat nassın mütevatir olmaması veya olsa da zan ifade etmesi sebebiyle birinciler kadar kesinlik taşımayan esaslar. Bunlar da kabir azabı, bazı kıyamet alâmetleri ve şefaat gibi konulardır. Bunları inkâr eden kişi dinden çıkmamakla birlikte bid’at ehlinden olur.

 

İslâm’a göre, semâvî dinlerin ortak akâid esasları

İslâm’a göre, semâvî dinlerin akâid esasları ilk peygamber Hazreti Âdem’den son peygamber Hazreti Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar hep aynı olmuştur. Bu esaslar da ulûhiyet, nübüvvet ve âhirettir.

Ulûhiyet: Kur’ân bunu şöyle ifade eder: “Nitekim senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki ona: ‘Benden başka İlâh yok, öyleyse yalnız Bana ibadet edin!’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiyâ sûresi, 21/)

Nübüvvet: Kur’ân bunu şöyle ifade eder: “Biz her millete bir peygamber gönderdik. O da ‘Allah’a ibadet edin, tağuttan uzak durun!’ dedi. Sonra onlardan bir kısmına Allah hidâyet nasip etti, bir kısmı hakkında da sapacaklarına dair hüküm kesinleşti. İşte gezin dolaşın dünyayı da, peygamberleri yalancı sayanların âkıbetlerinin ne olduğunu görün!” (Nahl sûresi, 16/36), “Evet, Biz seni gerçeğin ta kendisine malik olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir elçi olarak gönderdik. Zaten uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fâtır sûresi, 35/24)

Âhiret: Kur’ân-ı Kerim’de, peygamberlerden Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Yusuf, Hazreti Musa, Hazreti İsa’nın kendi ümmetlerine âhiret akidesini telkin ettikleri ifade edilmektedir: Hazreti Nuh, “Allah sizi yerden nebat bitirircesine bitirip yetiştirdi.” (Nûh sûresi, 71/18); Hazreti İbrahim, “O’dur beni öldürecek ve sonra da diriltecek olan.” (Şuarâ sûresi, 26/81); Hazreti İsa, “Doğduğum gün de, öleceğim gün de, kabirden kalkıp dirileceğim gün de selâm üzerime olsun!”(Meryem sûresi, 19/33)

 

AKAİD ESASLARI

 

İman

Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda Hazreti Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem)tereddütsüz tasdik edip, bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir.

Ehl-i Sünnet’e göre, imanın hakikati ve özü kalbin tasdikidir. Bir kişi imanını dili ile ikrar etmese dahi Allah katında gerçek bir mü’mindir. Ancak dünya hükümlerinin uygulanması için kalpteki imanın dil ile açıklanması şarttır.

 

İcmalî ve Tafsilî İman

1-İcmali İman

İman esaslarına kısaca ve toptan inanmak demektir. Bu, imanın en özlü ve en kısa olanıdır ki, tevhîd ve şehâdet kelimelerinde özetlenmiştir.

Kelime-i tevhid:“Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullâh – Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed O’nun elçisidir.”

Kelime-i şehâdet:“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh – “Ben Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem)O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.” demektir.

Dinî bir düşünüşle imanın ilk derecesi ve İslâm Dini’nin ilk temel direği budur. Gerçekte Allah’ı yegâne ilâh tanıyan, Hazreti Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem)O’nun peygamberi olarak kabullenen kişi, diğer iman esaslarını ve Peygamberimiz’in getirdiği bütün şeyleri de toptan kabullenmiş demektir. Allah Elçisi’ni tasdik etmek demek, getirdiği şeylerde O’na inanmak demektir. Tevhid ve şehâdet cümlelerini inanarak söyleyen kimse, Hazreti Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem)haber verdiği ve bizlere bildirdiği şeylerin hepsini birer birer saymaksızın toptan iman ettiğinden dolayı, bu imana icmalî iman denilmektedir. İcmalî iman eden kimse bundan sonra dinin diğer hükümlerini ve inanılması gerekli olan şeylerin her birini teker teker öğrenip, onlara da inanması gerekir.

 

2-Tafsilî İman

İnanılacak şeylerin her birine ayrıntılı olarak inanmaya tafsilî iman denir. Tafsili iman, imanın en geniş şeklidir. Bu sebeple üç derecede incelenmektedir.

Birinci Derece: Allah’a, Hazreti Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem)Allah’ın peygamberi olduğuna ve âhiret gününe kesin olarak inanmaktır. Tafsilî imanın birinci derecesi, icmalî imana göre daha açık ve detaylıdır. Çünkü burada, Allah’ın varlığına ve Peygamber Efendimiz’in peygamberliğine inanmakla birlikte âhirete iman da vardır.

İkinci Derece: Allah’a, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, Cennet ve Cehennem’in varlığına, sevap ve azabın mevcudiyetine, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Peygamberimiz de imanı bu şekilde tarif etmiştir. (Müslim, îmân 1; Ebû Dâvûd, sünnet 15)

Üçüncü Derece: Hazreti Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’tan aldığı ve bizlere bildirdiği kesin olarak bilinen mütevatir haberlerin ve hükümlerin, diğer bir ifadeyle âyet ve mütevatir hadislerle sabit olan itikadî, amelî ve ahlâkî hükümlerin (zarûrât-ı diniyenin) hepsine ayrı ayrı, Allah ve Resûlü’nün bildirdiği ve emir buyurduğu şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır. Meselâ, namaz, oruç, zekât, hac vb. farzları; helâl ve haram olan şeyleri öğrenip, bütün bunların farz, helâl, haram olduklarını yürekten tasdik etmek tafsilî imanın üçüncü ve daha detaylı bir derecesidir.

 

Taklidi ve Tahkiki İman

Ana-babadan, yaşadığı çevredeki insanlardan görerek iman etmeye taklidî iman denir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğuna göre bu çeşit bir iman geçerli bir imandır. Ancak kişi imanını aklî ve naklî delillerle kuvvetlendirme yönüne gitmediği için sorumlu kabul edilmiştir. (Bkz.: Sâbûnî, Mâtûridiye Akaidi (el-Bidâye fi usûli’d-dîn),s.181) Müslüman halkın çoğunun imanı bu şekildedir. Taklidî iman, şüphelerle sarsıntıya uğrayabileceğinden dolayı dinî ve aklî delillerle kuvvetlendirilmesi gerekir. Delillerle kuvvetlendirilen imana tahkikî (istidlali) iman denir.

Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkikî iman denir. Aslolan her bir Müslüman’ın tahkikî imana sahip olması, inandığı esasların ve hükümlerin bilincinde olmasıdır.

İman, artmaz ve eksilmez

Gökte ve yerde bulunanların imanı, iman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakîn ve kuvvet yönünden artar ve eksilir. Mü’minler, iman ve tevhit hususunda birbirlerine müsavidirler. Fakat amel itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar.

İmansız İslâm, İslâm’sız iman

İslâm, Allah’ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lugat itibarıyla iman ve İslâm arasında fark vardır. Fakat islâm’sız iman, imansız da İslâm olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler.

“İnşaallah, ben mü’minim.”denilmez

Kulda kalp ile tasdik ve dil ile ikrar bulununca, onun, “Ben Hakka mü’minim.” demesi sahihtir. “İnşaallah, ben mü’minim.” demesi sahih değildir.

 

ALLAH’A İMAN

Allah’ın (celle celâluhu) Zât’ı

Allah, Zât’ında birdir. Fakat bu birliği sayı bakımından değil, ortağı bulunmaması bakımındandır. O, doğurmamış ve doğrulmamıştır. O’na hiçbir şey denk değildir. (Bkz.: İhlâs sûresi, 112/; Cin sûresi, 72/3; Enbiyâ sûresi, 21/22)

Allah’ın yarattığı şeylerden hiçbir varlık O’na benzemez. (Bkz.: Şûrâ sûresi, 42/11)

Zât-ı Ulûhiyet hakkında dediğimiz, diyeceğimiz her şey, fiilleri, isimleri ve bir mânâda sıfatları itibarıyladır. Bizim, Zât-ı Bârî’yi idrak etmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla da O’nun Zât’ı hakkında fikir yürütmemiz memnû ve mahzurlu sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerim, bizim düşünce ufkumuzu aşan böyle bir konuda idrakte ulaşabileceğimiz son noktayı gösterir ve “Gözler O’nu ihata edemez, O ise basar ve basîret her şeyi kuşatır/kuşatandır.” (En’âm sûresi, 6/103) fermanıyla, muhîtin, muhît olduğu aynı anda muhât olamayacağını hatırlatır. Zât-ı Bârî, bizim idrak ufkumuz itibarıyla, isimleriyle malûm ve sıfatlarıyla da her şeyi muhîttir.. ve bu ufuk beşerî düşüncenin son serhaddidir.

Allah’ın sıfatları

Sıfatlar, Cenâb-ı Hakk’ı vasıflandıran, nitelendiren, bir mânâda Allah’ın Zât’ının perdesi sayılan bir kısım yüce kavramlardır. Allah’ın sıfatları, O’nun ne aynıdır, ne de gayrıdır. Onlar, hem bir perde hem de bir aynadır. Sıfat çerçevesinde zikredilen bu mübarek kelimelerin bazıları isim, bazıları masdar, bazıları zarf, bazıları da Arapçadaki sıfatlar şeklinde kullanılmıştır. Cenâb-ı Hakk’a ait yüce sıfatlar içinde acz, naks ve kusur ihtiva eden hiçbir sıfat yoktur. Bundan dolayı da sıfât-ı sübhaniyenin hepsine “sıfât-ı kemaliye” denegelmiştir. Bu itibarla, Allah’a (celle celâluhu) inanma demek, şanına lâyık kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh bir Zât-ı Kibriyâ’ya inanma demektir.

Zât’ı gibi Cenâb-ı Hakk’ın sıfât-ı sübhaniyesi de ezelî ve ebedîdir. Onlar için ne bir başlangıç ne de bir son söz konusudur. İnsanların, cinlerin ve diğer varlıkların sıfatları, sıfât-ı sübhaniyenin bir aksi, bir gölgesi mahiyetinde olsa da bunların hem başlangıcı vardır hem de sonu. Onların devamları da, her biri hayy ve nuranî olan o evsâf-ı rabbaniyeye bağlıdır. İnsanlar, cinler, melekler ve ruhanîlerin hayatları, ilimleri ve iradeleri Cenâb-ı Hakk’ın hayatına, ilmine ve iradesine benzemez.

Allah’ın Zât’ında da sıfatlarında da eşi, benzeri, misli, zıddı ve niddi yoktur. O, her şeyi kuşatan muhît ilmiyle, olmuş-olmamış bütün varlık ve hâdiseleri ihata ettiği gibi, kudret ve iradesiyle de, görünen-görünmeyen umum eşya ve şuûnun tek sahibidir.

Tenzihî Sıfatlar

Bunlara “selbî sıfatlar” da denilmektedir. Zât-ı İlâhî’nin acz, fakr, zaaf, ihtiyaç, yeme-içme, doğma-doğurma… gibi Cenâb-ı Zât hakkında eksiklik ve kusur sayılan sıfatlardan münezzeh ve müberra olmasını gösteren ifadelerdir.

O’nun zıddı ve niddi, misli yoktur.

Suretten münezzehtir, mukaddestir.

Şerîki yoktur, doğmamıştır doğurmamıştır.

Ehaddir, O’nun dengi yoktur.

Cisim, araz, mütehayyiz ve cevher değildir.

Yemez, içmez, zamanla kayıtlı değildir, berîdir cümleden.

Tebeddülden, tagayyürden, renklerden ve şekillerden de uzaktır.

Mekândan münezzehtir. Göklerde, yerlerde, sağ, sol, ön ve arkada değildir.

Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur.

Varlığı kendindendir, başkasından değil. Varlık âlemi yok iken O var idi.

Kimseye muhtaç değildir. Bütün varlık O’na muhtaçtır.

Hiçbir şey O’na vacip olmaz.

Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez.

 

Zâtî Sıfatlar

Bu sıfatlar, Allah’a mahsustur. Başka birisi hakkında kullanılmaları da câiz değildir. Bu sıfatların zıtları Zât-ı Hak için düşünülmediğinden bir mânâda bunlar da tenzihî sıfatlardan sayılmışlardır.

Vücud: Bulunma ve var olma mânâlarına gelen vücud, Cenâb-ı Hakk’a nisbeti itibarıyla Allah’ın zâtî ve nefsî bir sıfatı olup Zât-ı Hakk’ın varlığının kendinden olduğunu ifade eder.

Vahdaniyet: Birlik ve teklik mânâlarına gelen bu kelime Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ında, sıfatlarında, tek, yektâ, eşi-benzeri ve zıddı-niddi olmama anlamında zâtî bir sıfattır. Bu sıfat eşi-benzeri, misli ve menendi olmama mânâları itibarıyla da tenzihî ve selbî sıfatlardan addedilmiştir. “De ki: O Allah’tır; hakikî ilâh (ve Mâbud-u Mutlak) O’dur. Allah (herkesin ve her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, ihtiyaçtan müstağni bir) Samed’dir. O, doğurmadı ve doğurulmadı. O’na bir küfüv ve denk de olmadı.” (İhlâs sûresi, 112/1-4)

Kıdem: Eski ve zamanca uzun geçmişi olan anlamındaki kıdem, Allah’ın zâtî sıfatlarından biridir. Başlangıcı olmama ve önceki bir illete dayanmama mânâlarına gelmektedir. Bu yönüyle o, “Evvel” ism-i şerifiyle bir iltisak içinde, ezeliyetin bir unvan-ı mübecceli, “Mukaddim” ism-i celîlinin de esası sayılmaktadır. Bu sıfatın karşılığı hudûstur (sonradan olma). Allah (celle celâluhu) hudûstan münezzeh ve müberradır.

Bekâ: Devam ve sebat içinde bulunma, kesintiye uğramama, fenâya maruz kalmama mânâlarına gelen bekâ, zâtî sıfatlardandır. Kıdemle ism-i Evvel’in münasebetine benzer şekilde, bu sıfat-ı sübhaniyenin de “Âhir” ism-i celîliyle alâkası söz konusudur. Kur’ân-ı Kerim, her şeyin fenâ bulup O’nun bâkî kaldığını ifade etmenin yanında, sık sık “Evvel O, Âhir O” diyerek kıdem ve bekâya göndermelerde bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk’a ait bekâ kendinden, Zât’ının lâzımı, vücud-u sermedîsinin ifadesi; başkaları için söz konusu olan bekâ ise, O’nun ibkâ etmesiyle bir bekâ ve izafî bir sermediyettir. İnsan, cin, ruhanî ve melek… gibi varlıkların bekâsı için bahis mevzuu olan bu husus Cennet ve Cehennem için de aynıyla söz konusudur.

Muhalefetün li’l-havâdis: Hâdis olan şeylere muhalif, zıt ve aykırı olma mânâlarına gelen muhalefetün li’l-havâdis, Allah’ın yarattıklarına muhalif olması, Zât’ıyla, sıfatlarıyla onlara benzememesi demektir. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’te aynıyla olmasa da, misli, dengi ve şerîkinin bulunmadığını gösteren nasslar muhalefetün li’l-havâdis hakikatine de işaret etmektedir.

Kıyam binefsihî: Kendi kendine ayakta durmak, istiklâl sahibi olmak, varlığında, varlığının devamında kimseye muhtaç bulunmamak demektir. Allah’ın bizâtihi kâim bulunduğunu, varlığı ve varlığının devamı adına kimseye muhtaç olmadığını, O’ndan başka her şeyin ve herkesin (mâsivâ) vücud ve bekâsını O’nunla devam ettirdiğini ifade eden zâtî bir sıfattır. Bu mülâhazaların zıddının O’nun hakkında düşünülmesinin muhal olması açısından da tenzihî sıfatlardandır. Bu sıfat-ı sübhaniye de Kur’ân-ı Kerim’de aynıyla mevcut değildir ama, kayyûmiyet-i ilâhiye ile alâkalı bütün âyetler aynı zamanda kıyam binefsihî hakikatini de hatırlatırlar.

 

Sübûtî Sıfatlar

Varlığı zarurî ve kemal ifade eden sıfât-ı sübhaniyeye “sübûtî sıfatlar” denegelmiştir. Zâtî sıfatlar gibi, bunların da zıtlarını Zât-ı Bârî hakkında düşünmek caiz değildir. Bunların hepsi ezelî ve ebedîdir. Bunların varlıklarının evveli ve âhiri söz konusu değildir. Zira onlar, kemal-i mutlak sahibi Zât-ı Ecell ü A’lâ’nın lâzımı yüce sıfatlarıdır. Bu sıfât-ı sübhaniye, bir açıdan insanlar, cinler, ruhanîler ve melekler için de söz konusudur. Ama bunlar Zât-ı Ulûhiyet’e nisbet edildiğinde O’nun Kendinden, mutlak, ezelî ve ebedî.. yaratıklara isnad edildiğinde ise, Hak sıfatlarının yansıması, çerçevesi belli, mahdut ve sınırlıdırlar.

Hayat: Diri ve hayy demek olan “hayat”, ezelî, ebedî bir sıfat-ı sübhaniye ve umum canlılar âleminin de biricik hayat ufku ve –esası Mevsûf-u Mukaddes– hayat kaynağıdır. Yerde-gökte, karada-denizde, fizik âleminde-metafizik dünyalarda her şeyi var eden ve yaşatan yalnız O’dur. Burada her varlık O’nunla hayata mazhar olmuştur. Öbür âlemde de yine O’nunla ikinci bir hayata erecektir. Hayat sıfatının diğer sübûtî sıfatlara bir rüçhaniyet veya sebkati söz konusudur. Zira kudret, irade ve ilim… gibi sıfatlar kat’iyen hayatsız tasavvur edilemezler. Hayatı düşünmeden bunları mülâhazaya almak mümkün değildir.

İlim: Bilgi, bilim ve bilmek mânâlarına gelen “ilim”, vacibe, mümkine ve mümtenie taalluk etmesi itibarıyla sübûtî sıfatlardan ihata alanı en geniş olandır. İlim hakikati, mümkinâtın da mebdeidir. Kur’ân-ı Mübin, ilmin ihata alanını hatırlatma sadedinde, “Hiç kimsenin bilmediği/bilemeyeceği gayp âleminin anahtarları O’nun nezd-i ulûhiyetindedir. O, karada-denizde meydana gelen her şeyi bilir.. O’nun bilgisinin dışında bir yaprak bile kıpırdamaz.. yerin bağrında ve koyu karanlıklar içinde bir daneciğin düşmesinden bile O haberdardır. Hâsılı, yaş-kuru ne varsa hepsi O’nun nezdindeki bir Kitab-ı Mübîn’de mahfuzdur.” (En’âm sûresi, 6/59) şeklinde ferman eder.

Allah’ın ilim sıfatı da, melek, insan, cin ve ruhanîlerin ilmine benzemez. O’nun ilmi her şeyi muhîttir ve hiçbir şey bu daire-i muhîta haricinde değildir. Bu sıfat-ı kudsiye için azalma-çoğalma, gelişme-kemale erme ve öğrenerek elde edilme söz konusu değildir. Cenâb-ı Hak, bu ilm-i zâtîsiyle Kendini bildiği gibi, olmuş ve olacak, hatta olması mümteni bulunan şeyleri de bilir. Allah’ın ilmi hem ezele hem de lâyezâle bakar. Ne var ki, O’nun her şeyi ezelde biliyor olması, bilinenlerin de ezeliyetini gerektirmez.

Sem’: İşitme ve duyma mânâlarına gelmektedir. Cenâb-ı Hak, bu müteâl sem’iyledir ki, gizli-açık, nefsî ve lafzî, fısıltı ve gürül gürül sesleri aynı şekilde dinler, duyar ve cevap vermek murat ettiklerini de cevapsız bırakmaz. Cenâb-ı Hakk’ın milyonlarca sesi birden dinleyip değerlendirmesi, diğer binlercesini işitip cevap vermesine mâni değildir. Milyar ve milyarlarca varlık hangi ağızla konuşursa konuşsun, karıştırmadan hepsini işitir ve hikmeti iktiza ederse hepsini de cevaplandırır.

Kur’ân-ı Kerim ve Sahih Sünnet değişik münasebetlerle Allah’ın Semî’ ve Basîr olduğunu vurgular ama bu duymanın ve görmenin keyfiyetiyle alâkalı herhangi bir tasrihte bulunmaz. Biz, gözlerimizle görür, kulaklarımızla işitir ve ağzımızla konuşuruz. Allah’ın görmesi, işitmesi ve konuşması için bu tür uzuvlara ihtiyaç yoktur. O, bu kabîl tecsim ve teşbih edalı her şeyden münezzeh ve müberradır.

Basar: Görme, müşâhede etme ve sezme mânâlarına gelir. Allah, bu sıfat-ı sübhaniyesiyle büyük-küçük, aziz-hasis, cismanî-ruhanî, arzî-semavî her şeyi görür, gözeteceklerini gözetir ve hiçbir şey O’ndan gizli kalamaz. O, aydınlık-karanlık semanın derinliklerini, arz katmanlarının en kapalı noktalarını, mikrobu-mikrop altı varlıkları, latîf canlıları ve onların en latîf yanlarını aynı şekilde görür ve gizli-açık her şeye muttali olur.

Bu sıfat-ı kudsiye Kur’ân’da aynıyla geçmese de, “Basîr” şeklinde bazen tek başına bazen de “Semî’” ism-i şerifi gibi bir isimle beraber pek çok yerde zikredilmektedir.

İrade: Dilemek, murat etmek, mümkin bir hususa karşı eğilim göstermek demektir. Cenâb-ı Hakk’ın, herhangi bir şeyin yaratılmasında zaman, mekân, keyfiyet ve daha değişik özellikleri –esası Mevsuf-u Mukaddes– belirleyen sübûtî sıfatlarındandır. Bu sıfat açısından denebilir ki, Allah, herhangi bir nesneyi veya fiili ne zaman, nerede, hangi keyfiyette dilerse o nesne ve o fiil o şekilde meydana gelir. Yarattığı her şeyde bir veya pek çok hikmeti vardır. Ama, şu kadar var ki ne hikmetler ne de maslahatlar cebren O’na bir şey işletemezler. İrade sıfatının yerinde bazen, aynı mânâya gelen “meşîet” kelimesinin kullanıldığı da olmuştur.

Mümkin olan herhangi bir şeyin olup olmaması, olacaksa onun zaman, mekân ve keyfiyetinin belirlenmesi zâhiren irade sıfatıyla gerçekleşmektedir. Kur’ân-ı Kerim, bunu “Allah, bir şeyi dilediğinde o hususta emri sadece ‘Ol!’ deyivermektir; ‘Ol!’ dediği şey hemen oluverir.” (Yâsîn sûresi, 36/82) şeklinde ifade der.

Kudret: Güç, tâkat, iktidar demektir. Allah’ın her şeye gücünün yetmesi mânâsına gelir. Zât-ı Ulûhiyet hakkında kudretin zıddı sayılan âcizlik ve yetersizlik gibi hususların düşünülmesi dalâlettir. O’nun kudretinin yetmediği/yetmeyeceği hiçbir şey yoktur. Serâdan Süreyyâ’ya her şey o kudret-i kâhire ile meydana gelmiştir/gelmektedir. “Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’a aittir.. ve Allah her şeye kadîrdir.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/189), “Mülk elinde olan Allah mukaddes ve müteâldir ve O her şeye kadîrdir.” (Mülk sûresi, 67/1) âyetleri Allah’ın her şeye gücünün yettiğini ifade etmektedir.

Kelâm: Konuşma, söyleme, bir şey anlatma anlamlarına gelir. Bütün teşriî emirler, vahiy ve peygamber ilhamı türünden değişik tecellî dalga boyundaki bilumum emir ve istekler keyfiyetler üstü keyfiyetiyle hep o kelâm sıfatından gelmiştir. Kur’ân-ı Kerim, “İşte şu peygamberler.. Biz onların kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan bazılarıyla konuştu; bazısını da derece derece yükseltti.” (Bakara sûresi, 2/253), “Allah bir insanla sadece vahiy yoluyla konuşur veya ona perde arkasından hitap eder ya da ona izni çerçevesinde dilediklerini vahiyde bulunacak bir melek gönderir.” (Şûrâ sûresi, 42/51), “Sana anlatmadığımız daha nice elçiler gönderdik.. ve Allah, Musa’ya hitap edip onunla konuştu.” (Nisâ sûresi, 4/164)… gibi âyetleriyle kelâm-ı ilâhînin bütün peygamberler için aynı olduğu hakikatini hatırlatmaktadır.

Tekvîn: Var etmek, varlığa erdirmek, yok olanı yeniden inşa ve ihya etmek mânâlarına gelir. İzafî değil, hakikîdir.

Allah her şeyin yaratıcısıdır; tekvîn sıfatı da bu yaratmanın arkasındaki sıfat-ı kudsiyedir.

Mümkinâtta her şey, geniş bir ilmî plan ve programla ortaya konur, irade tercihe bakar, kudret o makdûrun olabilirliğini işaretler, tekvîn de kendi mânevî tezgâhında o makdûru inşa eder, işler, münasip şekilde örgüler ve Şahid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhûduna sunar.

 

Fiilî Sıfatlar

Halk: Yaratma, yaratılma, var etme, var edilme, bir şeyden daha başka bir şey meydana getirme mânâlarına gelir. Halk sıfatı, Allah’ın her şeyi asıl unsurları ve sonraki inşâsıyla yoktan var etmesi demektir ki, bu tarif çerçevesinde onun Allah’tan başkasına nisbeti caiz değildir.

Halk sıfatını, ibdâ, inşâ ve bu sıfatların mercii kabul edilen tekvîn sıfatından ayıran şöyle bir husus söz konusudur: Halk, herhangi bir şeyi temel unsurları ve yapı taşlarıyla var edip ortaya koyma; ibdâ, daha önce örneği sebkat etmemiş ve eşi, menendi, benzeri bulunmayacak bir tarzda yaratma; inşâ, parçaları daha evvel var edilmiş şeyleri düzüp koşma; tekvîn de, genel bir münasebet çerçevesinde, bütün fiilî sıfatlara kendi boyasını çalma şeklinde bir var etmedir.

Cüz-küll, büyük-küçük, arz-sema, canlı-cansız, ruhanî-cismanî her şey ve bunların değişik durum ve fiillerini yaratan sadece Allah’tır. Kur’ân-ı Kerim, “O’dur ki, yeryüzünde her şeyi sizin için yarattı.” (Bakara sûresi, 2/29), Rabbiniz O Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı zamanda yarattı.” (A’râf sûresi, 7/54; Yûnus sûresi, 10/3), “Onlar görüp düşünmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini de yaratmaya muktedirdir.” (İsrâ sûresi, 17/99), “Münezzeh ve mukaddestir O Allah ki yerin bitirdiği her şeyi, insanların kendilerini ve bilmedikleri daha nice şeyleri O çift çift yaratmıştır.” (Yâsîn sûresi, 36/36), “Sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Allah’tır.!” (Sâffât sûresi, 37/96) gibi âyet-i kerimeler halkın da, inşâın da, ibdâın da Allah’a ait olduğunu ifade etmektedir.

İbdâ: Eşi, benzeri olmayacak şekilde yaratma demektir. Cenâb-ı Hâlık’ın yaratıklarını zaman ve mekân üstü fevkalâde bir mükemmeliyet içinde ve benzeri gösterilemeyecek şekilde yaratması mânâsına gelir. Bu kelimenin yerinde bazen –aralarındaki nüans mahfuz– ihdâs, ihtira, îcad ve sun’ kelimeleri de kullanılagelmiştir. Kur’ân-ı Kerim, “O, gökleri ve yeri yoktan ve benzersiz şekilde yaratandır. O, bir şeyi yaratmak isteyince ona sadece ‘Ol!’ deyiverir ve o şey de hemen oluverir.” (Bakara sûresi, 2/117), “Gökleri ve arzı emsali sebkat etmemiş şekilde yaratan O’dur.” (En’âm sûresi, 6/101)gibi âyetleriyle Cenâb-ı Hakk’ın yaratmadaki benzersizliğini/ibdâını anlatır.

İnşâ: Cüz’iyat ve temel unsurları bir araya getirerek ondan yeni şeyler icat etme mânâsındaki inşâ, madde-i asliyesi daha önce var edilmiş bulunan nesneleri bir araya getirerek farklı farklı şeyler ortaya koyma mânâlarına gelir. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, “Asmalı-asmasız bağ ve bahçeleri, onlardaki çeşit çeşit hurma ve ekinleri, renk ve şekil bakımından birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin ve narı icat edip size sunan O’dur.” (En’âm sûresi, 6/141), “O Allah’tır ki, sizde işitme ve görme sistemini, düşünüp hissedesiniz diye de kalblerinizi var etti.” (Mü’minûn sûresi, 23/78), “Sizi bir tek nefisten yaratıp sonra da hem daim kalacağınız bir ‘müstakarr’ hem de emaneten duracağınız bir ‘müstevda’’ lütfeden O’dur.” (En’âm sûresi, 6/98), “De ki: Onları ilk defa yaratan da işte yeniden ihyâ edecek de O’dur.” (Yâsîn sûresi, 36/79)… gibi âyetlerle inşâ hakikati anlatılır.

İhyâ ve imâte: İhyâ, hayat bahşetme, hayata mazhar kılma ve diriltme mânâlarına gelir. İmâte ise canlının canını alma, hayatını söndürme, öldürme ve yok etme mânâlarına gelir.

Kur’ân-ı Mübin’de, “O’dur öldüren ve O’dur dirilten.” (Necm sûresi, 53/44)., “Ey münkirler! Ne cüretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz ki, sizler ölü iken size hayatı veren O olmuştur. (Miâdınız dolunca) sizi öldürecek ve vakt-i merhûnu gelince de yeniden sizi ihyâ edecektir.” (Bakara sûresi, 2/28), “Şüphesiz hayatı veren de Biziz, onu geri alıp öldüren de.” (Hicr sûresi, 15/23)gibi âyetlerle ihyâ ve imâte hakikati ifade edilmektedir.

Terzîk: Rızık vermek, beslemek, yedirip içirmek anlamlarına gelir. Yiyip içecek nesnelerden, bütün maddî-mânevî muhtaç olduğumuz şeylere kadar hemen hepsi rızık kategorisine dahil, Rezzâk ismine bakmakta ve terzîk sıfatına râci’dir. Kur’ân-ı Kerim, “Ey iman edenler! Size ihsan ettiğimiz rızkın temiz ve helâl olanından yiyiniz.” (Bakara sûresi, 2/172.), “Müttakiler gaybî âlemlere inanır, namazlarını tam tekmil eda eder ve kendilerine ihsan ettiğimiz rızıktan da infakta bulunurlar.” (Bakara sûresi, 2/3),“Allah kullarından dilediğine bol bol rızık verir ve istediğinin de nasibini keser.” (Ankebût sûresi, 29/62.)gibi âyetlerle Cenâb-ı Hakk’ın terzîk sıfatına vurguda bulunur.

 

Allah’ın sınırı, zıddı ve benzeri yoktur

Allah Teâlâ, cisimsiz, cevhersiz var olan bir şeydir. Allah’ın sınırı, zıddı ve benzeri yoktur. (Bkz.: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ sûresi, 42/11)

Allah’ın eli, yüzü

Allah’ın eli ve yüzü vardır. Ancak biz bunların keyfiyetini bilemeyiz. (Bkz.: “O’nun vechi (zâtı) hariç, her şey yok olacaktır.” (Kasas sûresi, 28/88); “Allah’ın eli, hepsinin ellerinin üstündedir.” (Fetih sûresi, 48/10)

Allah’ın Hazreti Musa ile konuşması

“Allah, Musa’ya da hitap ederek konuştu.” (Nisâ sûresi, 4/164) âyetinin  ifadesinde olduğu gibi Allah, Musa ile konuşmasından önce de, kelâm sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi. Allah, Musa’ya hitap ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelâmı ile konuştu. O’nun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. O görür, fakat bizim görmemiz gibi değil. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysa ki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur, fakat Allah’ın kelâmı mahlûk değildir.

Ru’yetullah

Yüce Allah, yaratmadan önce de yaratıcı, rızıklandırmadan önce de rızık verici idi. Allah, âhirette görülecektir. Allah’ı görmek, akli delillerle caizdir, nakledilen delillerle vaciptir.  Âyet ve hadislerle sabittir. Mü’minler Allah’ı Cennet’te, aralarında bir mesafe olmaksızın, teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak baş gözleriyle göreceklerdir.

Allah’ın sıfatları ezelîdir, değişmez

Said, bazan şaki olur, şaki olan da bazan said olur. Değişiklik, saadet ve şekavet üzerinde olur, said etmek veya şaki yapmakta olmaz. Bu ikisi Allah’ın sıfatlarındandır. Allah (celle celâluhu) ve sıfatları üzerinde bir değişiklik meydana gelmez. Kişiyi said (Cennetlik) etmek veya şaki (Cehennemlik) etmek Allah’ın sıfatıyla alâkalı bir husustur. Allah’ın sıfatları ezelî olup onlarda bir değişme söz konusu değildir. Fakat sıfatların alâkalandığı hususlarda kâinatta bir takım değişiklikler olur.

Allah’ın sıfatlarının Arapça dışında dillerde söylenmesi

Âlimlerin, Allah’ın sıfatlarını Farsça (Arapça’dan başka bir dille) söylemeleri caizdir. Fakat yed (el) kelimesi, Allah’ın sıfatı olarak Farsça söylenemez. Farsça olarak Rû-yi Hüdâ (Allah’ın yüzü) demek caizdir.

Allah’ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değil, keramet ve zillet mânâsındadır.

Allah’a yakınlık-uzaklık

İtaatli olan kul, Allah’a keyfiyetsiz olarak yakın, âsi kul ise keyfiyetsiz olarak Allah’tan uzak olur. Yakınlık, uzaklık ve yönelmek, yalvaran kul açısındandır.

Meleklere İman

Melek, haberci, elçi ve kuvvet mânâlarına gelir. Allah’ın emriyle çeşitli görevleri yerine getiren nuranî varlıklardır. Kur’ân-ı Kerim, onlara imanın farz olduğuna birçok âyette vurguda bulunur. “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de! Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti.” (Bakara sûresi, 2/285) Meleklerin varlığını inkâr eden dinden çıkar.

 

MELEKLERİN ÖZELLİKLERİ

1-Melekler nurdan yaratılmışlardır. Onlar, yorulmazlar, bıkmazlar, usanmazlar, uyumazlar, yemez-içmezler, erkeklik dişilikleri yoktur. “Hâlbuki göklerde olsun, yerde olsun kim varsa O’nun mülküdür. O’nun nezdindeki melekler O’na ibadeti, ne gurur meselesi yapar, ne de ibadetten yorulurlar. Gece gündüz, usanmadan, ara vermeden tesbih ve ibadet ederler.” (Enbiyâ sûresi, 21/19-20), “Rahman’ın kulları olan melâikeyi de dişi saydılar. Ne o! Onların yaratıldıkları sırada hazır mı bulundular? Onların bu iddiaları yazılacak ve bundan ötürü onlar sorguya çekileceklerdir.” (Zuhruf sûresi, 43/19)

2-Allah’a isyan etmez, günah işlemezler. Allah’ın emrinden çıkmaz hangi iş için yaratılmış iseler o işi yaparlar. “Üstlerindeki Rab’lerinden korkar ve kendilerine ne emredilirse onu yaparlar.” (Nahl sûresi, 16/50)

3-Güçlü, kuvvetli ve süratlidirler.

4-Allah’ın emir ve izniyle değişik kılıklara girebilirler.

5-Gözle görülmezler. Melekler peygamberler tarafından aslî şekilleriyle görülmüşlerdir.

6-Melekler gaybı bilmezler. Çünkü gaybı ancak Allah bilir. Şu kadar var ki Allah’ın bildirdiği kadar gaybı bilebilirler.

Dört büyük melek

1-Cebrail: Cebrail kelime olarak Allah’ın kulu veya Allah’ın gücü mânâsına gelir. İlâhî mesajları meleklere ve peygamberlere ulaştıran vahiy meleğidir. Kur’ân-ı Kerim’de, Cibril, Ruhu’l-kudüs ve Ruhu’l-emin, ruh ve resûl şeklinde geçmektedir. Meleklerin en üstünü ve Allah’a en yakını olduğu için kendisine seyyidü’l-melâike de denilir. Kur’ân-ı Kerim’de “Onu Ruhu’l-emin, uyaran nebîlerden olman için, senin kalbine açık ve vazıh bir Arapça ile indirmiştir.” (Şuarâ sûresi, 26/193-195)

2-Mikâil: Ubeydullah yani Allah’ın kulcağızı mânâsına gelir. Kâinattaki tabiî olayları ve insan da dahil canlıların rızıklarını idare etmekle görevlidir. Kur’ân-ı Kerim’de, “Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cebrâil’e, Mikâil’e düşman ise, iyi bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara sûresi, 2/98)

3-İsrafil: Abdullah (Allah’ın kulu) veya Abdurrahman (Rahman’ın kulu) mânâsına gelir. Kur’ân-i Kerîm’de adı geçmemekte, ancak onun yapacağı görevden söz edilmektedir. Hadislerde melekü’s-sûr, sahibü’s-sûr, sahibü’l-karn şeklinde ifade edilmiştir. Kıyamet gününde sûra üflemekle görevlidir. İsrafil sûra birinci üfleyişinde Kıyamet kopacak, ikinci üfleyişinde ise tekrar diriliş gerçekleşecektir. Kur’ân-ı Kerim’de yapacağı görev şöyle anlatılır: “Gün gelecek sûra üflenecek, Allah’ın dilediği dışında, göklerde ve yerde olan herkes müthiş bir korkuya kapılacak. Hepsi boynu bükük vaziyette O’nun huzuruna varacaklar.” (Neml sûresi, 27/87)

4-Azrail: Eceli gelen canlıların ruhlarını almakla görevlidir. Kur’ân-ı Kerim’de Melekü’l-mevt yani ölüm meleği denmektedir. “Sen de ki: ‘Sizi, canınızı almakla görevlendirilen ölüm meleği vefat ettirecek, sonra da Rabbinizin huzuruna götürüleceksiniz.’” (Secde sûresi, 32/11)

Diğer melekler

1-Kirâmen kâtibin: Hafaza melekleri denilen ve insanın sağ ve sol tarafında bulunan iki melektir. Sağdaki melek iyilikleri, soldaki melek ise kötülükleri kaydeder. Bu melekler tekrar dirilişten sonraki hesaba çekilme esnasında amellere şahitlik edeceklerdir.

2-Münker ve nekir: Ölümden sonra kabir hayatında kişiyi sorgulamakla görevli iki melektir. Bilinmeyen, tanınmayan, inkâr edilen mânâsına gelen münker ve nekir, kabir hayatında kişiye hiç görmediği bir şekilde geleceği için bu adı almıştır.

3-Hamele-i arş: Arşı taşıyan meleklerdir.

4-Mukarrebûn ve illiyyûn: Allah’ı zikir ve tesbih etmekle görevli meleklerdir. Allah’a çok yakın ve şerefli mevkileri olan meleklerdir.

İnsanlar  ve meleklerin dereceleri

İnsanların peygamberleri, meleklerin peygamberlerinden üstündür. Meleklerin peygamberleri, beşerin avamından üstündür. Beşerin avamı, meleklerin avamından üstündür.

 

SEMÂVÎ KİTAPLARA İMAN

Suhuf (Sahifeler)

Birkaç sahifeden oluşan risalelerdir. Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti İbrahim ve Hazreti Musa’ya verilen sahifelerden bahsedilmektedir: “Yoksa o Musa’nın ve o çok vefalı İbrahim’in sahifelerinde bulunan şu kesin gerçekler hakkında bilgi verilmedi mi ki: Hiçbir kimse başkasının günah yükünü çekemez. İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tamı tamına ödenecektir. Elbette son durak, Rabbinin huzuru olacaktır. O’dur güldüren ve ağlatan; O’dur öldüren ve yaşatan!” (Necm sûresi, 53/36-44), “Kendisini kötülüklerden arındıran, Rabbinin adını anıp namaz kılan, felâha erer. Fakat bilâkis siz dünya hayatını ve zevklerini tercih ediyorsunuz. Halbuki âhiret mutluluğu daha üstün, daha hayırlı, hem de ebedîdir. Bu, elbette önceki sahifelerde, İbrahim ile Musa’ya verilen sahifelerde de bildirilmiştir.” (A’lâ sûresi, 87/14-19) Bu âyetlerin dışında Kur’ân-ı Kerim ve mütevatir hadislerde sahifeler hakkında bilgi bulunmamaktadır. Ancak Hazreti Ebû Zer’den (radıyallahu anh) gelen zayıf bir rivayete göre sahifelerin sayısı 100’dür. Onların 10’u Hazreti Âdem’e, 50’si Hazreti Şît’e, 30’u Hazreti İdris’e, 10’u da Hazreti İbrahim’e indirilmiştir. (es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr, 8/489)

Dört büyük kitap

1-Tevrat

Kanun şeriat ve öğreti anlamlarına gelir. Hazreti Musa’ya indirilmiştir. Tevrat’a Ahd-i Atik ve Ahd-i Kadim de denir. Tevrat’ın aslının Allah kelâmı olup, onu peygamberi Hazreti Musa’ya indirdiğine inanmak her müslümana farzdır. Bunu inkâr etmek küfürdür. Fakat bugün elde bulunan Tevrat, tahrif edildiğinden dolayı ilâhî kitap özelliği yitirmiştir. Kur’ân-ı Kerim, Tevrat hakkında şöyle buyurur: “İçinde hidâyet ve nur olan Tevrat’ı Biz indirdik. Kendilerini Hakka teslim eden nebîler, Yahudilerle ilgili meselelerde onunla hükmederlerdi. Kendilerini Allah yoluna adamış mürşitler ve din âlimleri de Allah’ın kitabını koruma ile görevlendirilmeleri sebebiyle yine onunla hüküm verirlerdi. Hepsi de kitabın hak olduğunun şahitleri idiler. O hâlde ey hâkimler, insanlardan korkmayın, Benden korkun! Âyetlerimi az bir menfaat karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler.” (Mâide sûresi, 5/44)

2-Zebur

Yazılı şey ve kitap mânâsına gelir. Hazreti Davud’a indirilmiştir. Zebur da tahrif edilmiştir. İlâhiler, nasihatler ve hikmetli sözler ihtiva eder. Günümüzde Mezmurlar başlığı altında Ahd-i Atik’in içinde yer alır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle geçer: “Hem senin Rabbin, göklerde ve yerde olan kim varsa hepsini pek iyi bilir. Biz peygamberlerden bazısını bazısına üstün kıldık, nitekim Davud’a da Zebur’u verdik.” (İsrâ sûresi, 17/55)

3-İncil

Müjde, talim ve öğretici anlamlarına gelir. Hazreti İsa’ya indirilmiştir. Her Müslüman’ın İncil’e Hazreti İsa’ya Allah’tan indirildiği şekliyle inanması farzdır. Fakat asıl şekliyle mevcut değildir, tahrif edilmiş şekli vardır. İncil’e Ahd-i Cedit de denilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle geçmektedir: “O peygamberlerin izlerince Meryem oğlu İsa’yı, kendisinden önceki Tevrat’ı tasdik edici olarak gönderdik. Ona; kendisinden önceki Tevrat’ın tasdikçisi ve müttakilere bir hidayet ve öğüt olmak üzere içinde hidayet ve aydınlık bulunan İncil’i verdik.” (Mâide sûresi, 5/46)

Bir Müslüman’a önceki semâvî kitaplardan bir konu sorulduğunda bakar eğer bu konu Kur’ân ve sahih hadislere uygunsa kabul eder. Kur’ân ve hadislerde bahsedilmeyen bir mesele ise Peygamber Efendimiz’in tavsiyesiyle hareket eder: “Ehl-i kitabı tasdik de etmeyin, yalanlamayın da. Şöyle deyin: Biz Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e indirilene inandık.” (Buhârî, tefsîru sûre (2) 11, i’tisâm 25)

4-Kur’ân-ı Kerim

Toplamak, okumak bir araya getirmek mânâlarına gelir. Allah tarafından gönderilen ilâhî kitapların sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerim, son peygamber Hazreti Muhammed’e  indirilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim, Hazreti Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) indirilen, mushaflarda yazılı, bize tevatür yoluyla nakledilen, okunmasıyla ibadet edilen insanların ve cinlerin benzerini getirmekten âciz kaldığı Allah kelâmıdır.

Kur’ân-ı Kerîm mahlûk değildir

Kur’ân-ı Kerim, o kelâm-ı ilâhînin, çağ, nebi ve ümmet çizgisinde bir tecellî ve tezahürüdür. Her ümmete o kelâm-ı rabbânînin bir tezahürü olmuştur; bu tecellînin arkasındaki sıfat ezelî olduğu gibi mesaj da ezelîdir ve mahlûk değildir. Ehl-i Sünnet ulemâsınca bu ezeliyet “kelâm-ı nefsî” itibarıyladır. Bizim kıraatlerimizdeki harf ve kelimeleriyle, kitaplardaki yazılarıyla değil. Böylesi kelâma, “kelâm-ı lafzî” denmiş ve mahlûk sayılmıştır. Yani, Kur’ân-ı Kerim, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) indirilmiştir. Bizim onu telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur.

Kur’ân-ı Kerim’in muhtevası arasındaki fazilet

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın Resulüne (sallallâhu aleyhi ve sellem) indirilmiş olup, mushaflarda yazılıdır. Kelâm mânâsında Kur’ân âyetlerinin hepsi de fazilet ve büyüklük bakımından birbirine müsavidir. Fakat bazısında zikir ve zikredilen fazileti bahis konusudur. Âyete’l-Kürsî buna misaldir. Burada zikredilen Allah’ın yüceliği, azameti ve sıfatlarıdır. Bu âyette hem zikir, hem de zikredilenin fazileti olarak iki fazilet bir araya gelmiştir.

Bir kısmında ise sadece zikir fazileti vardır. Kâfirlerin kıssalarınını anlatıldığı âyetlerde zikredilenin bir fazileti yoktur. Çünkü zikredilenler kâfirlerdir.

 

PEYGAMBERLERE İMAN

Allah ile akıl sahibi kulları arasında dünya ve âhiret hayatlarıyla ilgili ihtiyaçlarının giderilmesi için yapılan elçilik görevine peygamberlik; bu görevi yapana da peygamber denir.

Peygamberlerin gönderiliş gayeleri

Kulluk: Kur’ân-ı Kerim’de, “Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin, tâğuttan sakının.’ Diye her millete bir peygamber gönderdik. Allah o insanlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklık hak oldu. Öyleyse yeryüzünde gezin de görün, Hakk’ı yalanlayanların sonu nasıl olmuş?” (Nahl sûresi, 16/36) denilerek, peygamberlerin gönderiliş gayesi, putlardan sakınıp Allah’a kul olma yolunda insanlara önderlik yapma hikmetine bağlanmıştır.

Tebliğ: Kur’ân-ı Kerim’de, “Onlar (peygamberler) ki, Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler, O’ndan korkarlar ve Allah’tan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (Ahzâb sûresi, 33/39) ifade buyurularak onların tebliğ vazifelerine dikkat çekilmektedir.

Ümmetlerine güzel örnek olma: Kur’ân-ı Kerim’de, “Andolsun, size, Allah’ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah’ı çokça zikredenlere Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb sûresi, 33/21) ifade buyurularak örnek olma özelliği vurgulanır.

Dünya ve ukbâ muvazenesini kurmak: Kur’ân-ı Kerim’de, “Allah’ın sana verdikleri ile âhiret yurdunun peşinde ol, dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun; yeryüzünde fesat peşinde olma. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas sûresi, 28/77) buyurularak bu muvazene anlatılır.

İnsanların âhirette Cenâb-ı Hakk’a karşı herhangi bir itiraza hakları kalmasın: Kur’ân-ı Kerim’de, “Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler (gönderdik) ki insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Nisâ sûresi, 4/165) denilerek bu husus hatırlatılır.

Peygamberlerin özellikleri

Sıdk: Doğruluk, peygamberliğin mihveridir. Peygamberlik, doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder. Kur’ân-ı Kerim, bazı peygamberlerin büyüklüğünü anlatırken, bize onların bu vasıflarından söz eder: “Kitab’ta İbrahim’i de an. O dosdoğru (sıddîk) bir nebiydi.” (Meryem sûresi,19/41)

Emanet-emin olmak: Peygamberler, mü’min olarak zirve insan oldukları gibi, emin olma, emniyet telkin etmede de en baştadırlar. Kur’ân-ı Kerim, onların bu sıfatlarına birçok âyette işaret eder. “Nuh kavmi de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” (Şuarâ sûresi,26/105-108)

Tebliğ: Allah’tan aldığı mesajları uslûplu bir şekilde insanlara ulaştırmasıdır. Tebliğ, her peygamberin varlık gayesidir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah, “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri emellerine kavuşturmaz.” (Mâide sûresi, 5/67) buyurarak tebliğ vazifesini hatırlatır.

Fetanet: Fetanet, akılla aklı aşma veya peygamber mantığıdır. Cenâb-ı Hak’tan gelen mesajların beşerin idraki seviyesine indirilmesini peygamberler kendi mantık ve fetanetleriyle yaparlar.

İsmet: Peygamberlerin masum ve günahsız olmalarıdır. Onların hayatında kasdî herhangi bir inhiraf sözkonusu değildir. Onlar, seçkin ve kudsî olarak yaratılmış müstesna insanlardır. Sadece hayırlı değil, hayırlılar içinde de en seçkinlerinden daha seçkindirler. Bütün bir hayat boyu da bu seçkinlik ve kudsiyetlerine zerre kadar gölge düşürmemişlerdir.

Mucize

Allah, âdetleri bozan mucizeler ile peygamberleri desteklemiştir ki insanlar bunlardan âciz kalarak onların peygamberliklerini kabullensinler.

İlk ve son peygamber

Peygamberlerin evveli Hazreti Âdem’dir (aleyhisselâm). Sonuncusu Hazreti Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve sellem).

Peygamberlerin sayısı

Hazreti Âdem’le başlayıp Hazreti Muhammed’le son bulan peygamberlerin sayısı hakkında kesin bilgi yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de adları geçen yirmi beş peygambere inanmak farzdır:

Âdem, İdris, Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Şuayb, Eyyûb, Zülkifl, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas, Elyesa‘, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa ve Muhammed (salâvâtullahi aleyhim ecmaîn)  .

Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’in peygamberlikleri ise ihtilâflıdır.

124.000 peygamberin gönderildiği hakkındaki rivayet (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned5/265-266) bu konuda kesin delil olarak kabul edilmemiştir. (Kemâleddin İbn Ebû Şerîf, s. 193-194)

Hazreti Musa’ya Tevrat, Hazreti Davud’a Zebur, Hazreti İsa’ya İncil ve Hazreti Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’ân’ın ilâhî kitap olarak verildiğine inanmak peygamberlere imanın bir parçasını oluşturur.

Peygamberler, büyük/küçük günah işlemez küfre düşmez

Allah, bütün peygamberleri, büyük-küçük günah işlemekten, küfre düşmekten ve çirkin işleri işlemekten korumuştur. Peygamberlerin sürçme ve hataları vâki olmuştur.

Peygamber Efendimiz

Hazreti Muhammed, Allah’ın sevgili kulu, resulü, nebisi, seçilmiş tertemiz kuludur. O hiç bir zaman puta tapmamış, göz açıp kapayacak bir an bile Allah’a ortak koşmamıştır. O, küçük büyük hiç bir günah işlememiştir.

Peygamberlerin derecesine ulaşılamaz

Hiçbir veli asla peygamber derecesine ulaşamaz. Peygamberlik sadece Allah vergisidir. artık sona ermiştir. Kul, kendisinden emir ve yasakların düştüğü bir dereceye ulaşamaz.

Peygamberlerden sonra insanların en faziletlileri

Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Hazreti Ebû Bekir es-Sıddîk, sonra Hazreti Ömer el-Fârûk, sonra Hazreti Osman İbn Affân Zü’n-Nureyn, daha sonra Hazreti Aliyyu’l-Murtaza’dır (radıyallahu anhum). Halifelikleri, aynı şekilde bu sıralama üzere sabittir.

Hilâfet, otuz senedir, sonra emirlik ve sultanlık gelir. Dört halife sırasıyla halife olmuşlardır. Onlardan sonra halifelik, emirlik ve saltanat hâlinde devam etmiştir.

Sahabe-i kiram

Ashabı andığımızda onlar hakkında ancak hayrı söyleriz. Onlar arasındaki olaylarda hüküm vermek bizim işimiz değildir. Hepsini iyilikle yâd ederiz.

Aşere-i mübeşşere

Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Cennet’le müjdelediği on kişinin Cennetlik olduğuna biz de şahitlik ederiz. Bunlar: Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Hazreti Talha. Hazreti Zübeyir, Hazreti Sa’d İbn Ebî Vakkas, Hazreti Saîd İbn Zeyd, Hazreti Ubeyde İbn Cerrah, Abdurrahman İbn Avf (radıyallahu anhum ecmaîn).

 

ÂHİRETE İMAN

Kabirde münker ve nekir’in sualleri haktır.

Kabirde ruhun cesede iade edilmesi haktır.

Kabir azabı haktır.

Bütün kâfirler ve âsi mü’minler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır. İtaat ehlinin de kabirde nimetlenmesi haktır.

Öldükten sonra dirilmek haktır.

Kitap, sual, havz-ı kevser, sırat haktır.

Kıyamet günü amellerin tartılması haktır.

Kıyamet günü amellerin mizanla tartılacağı hususu haktır.

Cennet, Cehennem haktır.

Cennet haktır, Cehennem haktır. Bu ikisi şu anda yaratılmış olup mevcutturlar. Bâkidirler, yok olmazlar. İçlerinde bulunan ahalileri de yok olmaz.

Şefaat haktır

Peygamberlerin (salât ve selâm olsun) ve salih kulların şefaati haktır. Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şefaati, günahkâr mü’minler ve onlardan büyük günah işleyip cezayı hak etmiş olanlar için hak ve sabittir.

Büyük günah işleyenler Cehennem’de ebedî kalmazlar

Mü’minlerden büyük günah işleyenler, tevbe etmeksizin ölseler de Cehennem’de ebedî kalmazlar.

Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) havzı haktır.

Kıyamet günü hasımlar arasında iyilikler alınarak kısas ve hesaplaşma olması haktır.

Kıyamet günü hasımlar arasında iyilikler alınarak kısas ve hesaplaşma olması haktır. İyilikler bulunmadığı takdirde kötülüklerin atılması hak ve caizdir.

Huriler ebediyen ölmezler.

Cennet’te komşuluk

Keza Cennet’te komşuluk ve Allah’ın önünde bulunmak da keyfiyetsiz şeylerdir.

Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) anne ve babası

Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) anne ve babası İslâm gelmeden önce öldüler.

Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) çocukları

Kasım, Tahir ve İbrahim Allah Resûlünün (sallallahu aleyhi ve sellem) oğullarıdır. Fatıma, Rukiyye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm de kızlarıdır.

Yüce Allah’ın cezası da, sevabı da ebedîdir.

 

KADER-KAZA

Allah (celle celâluhu), eşyayı, hiçbir şey olmaksızın maddesiz olarak yaratmıştır. (Bkz.: Fâtır sûresi, 35/1; Zümer sûresi,, 39/62). Dünyada ve âhirette Allah’ın dilemesi, kader, kaza, bilgi, Levh-ı Mahfûz’da yazısı olmaksızın hiçbir şey var olmaz. Ancak Allah’ın kaderi yazması vasıf şeklinde olup, hüküm tarzında değildir. Kaza, kader ve dilemek, O’nun nasıl olduğu bilinemeyen sıfatlarındandır. Allah, yok olanı yokluğu hâinde yok olarak bilir, onu yarattığı zaman nasıl olacağını bilir. Var olanı, varlığı hâlinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah, ayakta duranın ayakta duruş hâlini, oturduğu zaman da oturuş hâlini bilir. Bütün bu durumlarda Allah’ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hâsıl olmaz. Değişme ve çelişki, yaratılanlarda olur.

İman ve küfür

Allah (celle celâluhu), insanları küfür ve imandan boş olarak yarattı. Sonra onlara emir verip muhatap kıldı. Küfre düşen, kendi işiyle kâfir olur. Allah, ondan yardımını keser. İman eden de kendi fiil, ikrar ve tasdiki ile iman eder. Allah, ona yardım edip, imanda muvaffak kılar. O, yaratıklarından hiçbirini küfür veya imana zorlamamıştır. İman ile küfür kulun kendi işleridir. İnsanın yapıp-ettiklerinin yaratıcısı gerçekte Allah’tır. (Bkz.: Zümer sûresi, 39/62; Nahl sûresi, 16/17; Sâffât sûresi, 37/62)

İslâm fıtratı

Allah (celle celâluhu), Âdem’in neslini, sülbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rab olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların imanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.

Kul için aslah olanı yaratmak

Kul için en uygun olanı yaratmak, Allah’ın üzerine vacip değildir. Allah, dilediğini yapar, O hiçbir şeyi yapmaya mecbur değildir.

Kulların fiilleri

Kulların hareket ve sükûn gibi bütün fiilleri hakikaten kendi kazançlarıdır. Onları bütün fiilleri Allah’ın dilemesi, bilgisi, kaza ve kaderi ile meydana gelir. Kulların ihtiyarî fillerinden güzel olanlarına Allah’ın rızası vardır. Bu ihtiyarî fiillerinden kötü olanlarına ise rızası yoktur. (Bkz.: Bakara sûresi, 2/222; Âl-i İmrân sûresi, 3/32, 76, 134; Kasas sûresi, 28/68)

İstitaat fiille beraberdir

İstitaat, fiille beraberdir. Bu, fiilin kendisi ile birlikte meydana geldiği gücün hakikatidir. Eli kaldırırken insanda hasıl olan güç ona o anda verilmekte, ikisi birlikte mevcut olmaktadır.

Teklifin sıhhati yani kişinin dinen mükellef olması şu istitaata dayanır. Kul, gücü dahilinde olmayan ile teklif olunmaz, yükümlü tutulmaz.

Katil-maktul

Öldürülen (maktul), eceli ile ölmüştür. Ölü ile kaim olan ölüm işi Allah’ın mahlûkudur. Öldüren (katil), bunda yaratmak bakımından bir tesiri yoktur. Ecel tektir. Ecelin vakti, Allah’ın ilminde sabittir, değişmez.

Helâl-haram

Haram rızıktır. Herkes, helâl olsun haram olsun kendi rızkını tam olarak elde eder. Bir insanın rızkını yememesi veya başkasının onun rızkını yemesi düşünülemez.

 

GÜNAH

Büyük günah işleyen

Büyük günah işleyen kimse, bu günahın helâl olduğuna inanmadıkça dinden çıkmaz, o mü’mindir. Bu durumdaki bir kimseden iman ismini kaldıramayız, ona gerçek anlamda mü’min deriz. Bir mü’minin kâfir olmamakla beraber günahkâr olması caizdir.

Günah işleyen mü’minin durumu

Günahlar, mü’mine zarar vermez demeyiz. Keza günah işleyen kimse Cehennem’e girmez de demeyiz. Dünyadan mü’min olarak ayrılan kimse, fasık da olsa Cehennem’de ebedî kalacaktır, demeyiz.

Mürcie’nin dediği gibi, iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz. Fakat kim bütün şartlarına uygun, ifsat eden ayıplardan uzak amel işler, onu küfür ve dinden dönme gibi şeylerle boşa çıkarmaz, dünyadan da mü’min olarak ayrılırsa şüphesiz Allah, onun amelini zayi etmez. Bilâkis kabul eder ve ondan dolayı sevap verir, deriz.

Büyük-küçük günah işleyip tevbe etmeden ölen kimse

Allah’a ortak koşmak ve küfür dışında, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mü’min olarak ölen kimsenin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennem’de azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.

Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin ecrini yok eder. Keza kendi amelini üstün görmek de böyledir.

Küçük günahtan dolayı azap etmesi caizdir. Büyük günahı affetmesi, eğer onu helâl görmemişse caizdir. Büyük günahı helâl görmek küfürdür.

 

MUCİZE VE KERAMET

Peygamberlerin mucizeleri ve velilerin kerametleri haktır. Mucize, peygamberin peygamberliğini ispat, inanmayanların inadını kırmak ve mü’minlerin imanını kuvvetlendirmek için onun elinde Allah’ın yaratıp meydana getirdiği harikulâde hâldir. Hazreti Nuh’a tufan ve tufandan gemi ile kurtulma (Bkz.: Hûd sûresi, 11/36-48), Hazreti Salih’e kayadan çıkarılan deve (Bkz.: Hûd sûresi, 11/61-68), Hazreti İbrahim’e ateşin kendisini yakmaması (Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/51-71), Hazreti Musa’ya asâsının ejderhaya dönüşmesi (A’râf sûresi, 7/103-107), Hazreti İsa’ya gökten indirilen sofra, ölüleri diriltme, evde yenilen ve yenilmeyip ilerisi için saklanan şeyleri haber verme (Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/45-49), Hazreti Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) Bizanslılar’ın İranlılar’ı savaşta yeneceklerini önceden bildirme (Bkz.: Rûm sûresi, 30/2-4) ve Kur’ân-ı Kerim gibi mucizeler verilmiştir.

Allah’ın (celle celâluhu),velilerin elinde yarattığı bir kısım harikulâde hâdiselere keramet denir. Uzak mesafeyi kısa zamanda aşmak, yemek, içecek ve elbisenin ihtiyaç anında ortaya gelmesi, su üstünde yürümek, havada uçmak, cansız şeylerin ve hayvanların konuşması gibi.

Ümmetinden biri olan velinin elinde ortaya çıkan bu keramet, peygamberi için mucize olur. Bu kerametle veli olduğu belli olur. Veli olması ancak dininde hak üzere olması iledir. Dininde hak üzere olması, peygamberinin risaletini kabul etmesi iledir.

İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarının harikuladelikleri

Ancak, haberlerde belirtildiği üzere İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olan, onların şimdiye kadar vukua gelmiş ve gelecek hâllerine mucize de, keramet de demeyiz. Bu, onların hacetlerini yerine getirmedir. Zira, Allah, düşmanlarının ihtiyaçlarını, onları derece derece cezaya çekmek ve sonunda cezalandırmak şeklinde yerine getirir. Onlar da buna aldanarak azgınlık ve küfürde haddi aşarlar. Bunların hepsi de caiz ve mümkündür.

Mestler üzerine mesh

Seferde ve ikamet halinde mestler üzerine mesh etmeyi caiz görürüz. Bu konu Şiiler tarafından çıplak deri üzerine mesh edildiği ve mesh giyinmek inkâr edildiği için akaid kitaplarına alınarak Ehli Sünnet’in alâmeti olduğu bildirilmiştir.

Hurma şırası

Hurma şırasını haram saymayız. Keskinleşip sarhoş edici olmadıkça içilir. Üzüm suyu da şıra hâlinde iken içilir. Fakat keskinleşip şaraba dönüşünce haram olur.

Şeytan

Şeytan, mü’min kuldan imanını baskı ve cebirle alır, dememiz doğru değildir. Fakat kul imanı terk ederse, şeytan da onun imanını alır, deriz.

Allah’ın adaleti

Allah, dilediğini kendisinin bir lütfu olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Allah’ın sapıklığa düşürmesi, hizlânıdır. Hizlanın mânâsı ise, Allah’ın razı olacağı şeylerde onu muvaffak kılmayıp, yardımını kesmesidir. Bu, Allah’ın adaleti gereğidir. Keza, Allah’ın günahkârları isyanları sebebiyle cezalandırması da adaleti icabıdır.

Miraç haktır

Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) uyanık hâlde iken bedeni ile semaya yükseltilmesi, sonra yüce makamlardan Allah’ın dilediği yerlere kadar yükselmesi haktır. Mi’raç iki kademedir.

Birinci kademe: Kâbe’den Mescid-i Aksa’ya kadar gece yürüyüşüne İsra denir. Bu, âyetle sabit olup inkâr eden kâfir olur. “Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammedi, Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O! Gerçekten, her şeyi işiten, her şeyi gören O’dur.” (İsrâ sûresi, 17/1)

İkinci merhalesi: Mescid-i Aksa’dan göklere doğru bedeni ile yükselmesidir. Bu meşhur hadislerle sabit olduğundan inkârı bid’attır.

Dirilerin ölülere duaları ve onlar adına yaptıkları iyilikler

Dirilerin, ölüler için ettikleri dualar ve verdikleri sadakalarda ölüler için menfaat vardır.

İyi olsun kötü olsun her Müslüman’ın arkasında namaz kılınır

Her iyi kişi ve günahkâr kişinin peşinde namaz kılınır.

İyi olsun kötü olsun her Müslüman’ın cenaze namazı kılınır

Her iyi kişi ve günahkâr kişinin üzerine cenaze namazı kılınır.

Kıyamet alâmetleri

Deccal’in, Ye’cüc ve Me’cüc’ün, dâbbetü’l-arzın ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hazreti İsa’nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır.

Müçtehid bazan hata eder, bazan isabet eder.

Müctehid bazan hata eder, bazan isabet eder.

 

KÜFÜR

Nassları reddetmek, günahı helâl saymak, onları hafife almak

Nassları reddetmek küfürdür. Günahı helâl görmek küfürdür. Onları hafife almak küfürdür. Şeriat ile alay etmek küfürdür.

Allah’tan ümit kesmek

Allah’tan ümit kesmek küfürdür. Allah’ın azabından emin olmak küfürdür. Allah’ın rahmetini umarız, azabından korkarız.

Gayptan haber vereni tasdik etmek

Gayptan verdiği haberde kâhini tasdik etmek küfürdür.

 

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/01/2018