Kelâm İlmi





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/26/2018
Clap

Neye, nasıl iman edileceğine ilişkin esaslar Kur’ân ve sünnette açık olarak ortaya konulmuştur. Kelam ilmi de bu esaslar üzerine bina edilmiştir.

Kelâm, “yaralamak, etkilemek” anlamındaki kelm kökünden türemiş bir isim olup “bir fikri tam olarak anlatan söz” demektir. Kelâm İlmi, İslâm Dini’nin temel ilkelerini ve akaide dair çeşitli konu ve kavramları anlama, açıklama, temellendirme, savunma ve bid’atçıları reddetme faaliyetidir.

Kelâm İlmi, farklı şekillerde tanımlanmakla birlikte bu tanımlarda ortak olan özellik “kesin ve sağlam delile dayalı olma esasıdır. Bu ilim mensuplarınca eğer bir bilgi delile dayalı değilse yetersiz görülmektedir. Delile dayalı olan bir yorum aynı zamanda aklîdir. Gazzalî gibi âlimler tarafından yapılan ilimler tasnifinde ilm-i kelâm, hadis, tefsir, usûl ve fıkıh gibi cüz’î meseleleri konu edinen ilimlerden ayrılarak “şer’î/dinî ve küllî bir ilim” olarak değerlendirilmiştir.

Kelâm ilmi dinde mevcut olan meselelerin ispatı ile meşgul olur ve Gazzâlî’ye göre dinî ilimlerin tamamının mebadiini ispatla mükelleftir. Zira diğer cüz’iyyata bu ilimden hareketle ulaşılmaktadır.

Kelâm İlmi’nin mesâil alanını oluşturan ana imanî akideler bellidir. Neye, nasıl iman edileceğine ilişkin esaslar Kur’ân ve sünnette açık olarak ortaya konulmuştur. Ancak bu esasların tafsilât ve teferruatında çeşitli sebeplerle bazı ihtilâflar ortaya çıkmış; bu durum naklî delillere ilâveten aklî istidlâllere ve münazaralara sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla da Kelâm İlmi’nin teşekkülü gerekli hâle gelmiştir. lır. Felsefe de Kelâm gibi Allah’ın zâtından ve sıfatlarından, başlangıç ve son itibariyle yaratılmışların durumlarından bahseder. Fakat bu bahsedişte hareket noktası akıldır. Akla uymaz gördüğü konularda nakli (âyet ve hadisi) kabul etmez. Kelâm’a gelince onun hareket noktası ise vahiydir, nakildir. Kelâm, her ne kadar inanç konularının açıklanması ve ispatında akla yer verse de, vahyi hareket noktası kabul eder, İslâmî prensiplere bağlı kalır. Kelâm, bu yönüyle, salt akılcı davranan ve vahyi çıkış noktası kabul etmeyen felsefeden ayrılır.

Konusu ve Gayesi Açısından Kelâm’ın Tarifi

Kelâm âlimlerinin bir kısmına göre, altı iman esası, teoride üç esas yani usûl-i selâse hâlinde ele alınmıştır: İlâhiyyât-nübüvvât-sem’iyyat. Bu üç esas inanılacak şeylerin temeli durumundadır. Âlimler, Kelâm İlmi’ni konusuna göre tanımlarken bütün dinlerin kabul ettiği bu üç esası  tanımın içinde zikretmeye özen göstermişlerdir.

Kelâm ilminin konusudikkate alınarak yapılan en meşhur tarifi şu şekildedir: “Kelâm İlmi, Allah’ın zât ve sıfatlarından, yaratılış ve diriliş (mebde ve meâd) itibariyle yaratılmışların (mümkinâtın) hâllerinden ‘İslâm kanunu üzere’ bahseden bir ilimdir.”

Konusuna göre tarif edenlerin bir kısmı Allah’tan başka nübüvveti, bir kısmı da âhireti tarifin kapsamına almakla yetinmiştir.

“Kelâm, Allah Teâlâ’nın zâtından ve sıfatlarından, yaratılış ve âhiret (mebde ve meâd) itibariyle yaratıkların durumlarından İslâm esaslarına ve vahye bağlı kalınarak bahseden bir ilimdir.” Bu tarifte, usûl-ü selâseden (üç temel esas) ilâhiyyât ve sem’iyyât zikredilmiş, fakat nübüvvat zikredilmemiştir. Âhiret ve ahvali gibi konular ancak bir peygamberin tebliği ile bilinebileceğinden, sem’iyyât zikredilince, üstü örtük biçimde nübüvvât da zikredilmiş olur düşüncesiyle tanımda peygamberliğe ayrıca yer verilmemiştir.

Kelâm’ın gayesi açısından tarif yapanlardan Ebû Nasr el-Fârâbî ile Adudüddin el-Îcî’nin tarifleri kabul görmüştür. Fârâbî tarifi şöyledir: “Kelâm İlmi, din kurucusunun açıkça belirttiği belli düşünce ve davranışları teyit edip bunlara aykırı olan her şeyin yanlışlığını sözle gösterme gücü kazandıran bir tartışma yeteneğidir.” (İhsâu’l-Ulûm, s. 71) O, Kelâm İlmi’ne sadece inançları değil davranışlara ilişkin temel dinî ilkeleri de dahil etmiştir. Kelâm İlmi’nin dini korumayı gaye edinen bir disiplin olduğuna vurguda bulunmuştur. Adudüddin el-Îcî’nin tarifine  göz gezdirdiğimizde de Fârâbî’nin tarifi ile bir yakınlık gözlemleriz. O, tarifinde şöyle der: “Kelâm İlmi, dinî inançlara hem kat’î deliller getirmek suretiyle, hem de onlara karşı ileri sürülen karşı fikirleri çürüterek ispat gücü kazandıran bir ilimdir.”

Gazzâlî, Kelâm İlmi’ni Ehl-i Sünnet inancını koruyan ve ehl-i bid‘at’ın eleştirileri karşısında onu savunan bir ilim olarak görmüştür. (Bkz.: el-Münķıź, s. 96) O, İslâm’ın ana esaslarıyla aklın ilkelerini uzlaştırmayı Ehl-i Sünnet’in başardığını söylemiş; Haşviyye ile müfrit Mu‘tezile gibi iki aşırı uçta bulunan fırkaların bu fonksiyonu icra edecek yöntemlerden yoksun bulunduğunu ileri sürmüştür.

İbn Haldûn da Kelâm İlmi’ni, “inanç esaslarını aklî delillerle tartışarak üstün kılmaya ve akaid alanında Selef ile Ehl-i Sünnet yolundan yüz çeviren bid‘atçıları reddetmeye dair bilgileri içeren ilim” şeklinde tarif etmiştir.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Kelâm İlmi, karşıt görüşlü kişi ve grupların ve bid’atçilerin ileri süreceği itirazlara cevaplar verir. Onları akla, âyet ve hadislere dayalı delillerle (hüccetler) reddetmeye çalışır. Bunun için de tartışmaya çok yer verir. Kelâm, tartışmaya çok yer vermesi sebebiyle iman esaslarından bahseden Akaid’den yöntem açısından ayrılmiştır. Çünkü Akaid’de tartışma ve cedel yoktur.

İslâm’ın hem inanç hem de davranış prensiplerini ispat eden ve savunan bir ilim olması açısından Kelâm, “İslâm dininin inanca ve davranışlara dair ilkelerini naslardan hareketle belirleyen ve aklî yöntemlerle temellendirip destekleyen bir ilimdir.” diye tarif edilebilir. Fârâbî ve Ebû Hayyân et-Tevhîdî gibi düşünürlerin benzer şekilde yaptıkları bu tanımın zamanımızda oldukça önemli olduğunu gözlemlemekteyiz. (Bkz.: Mustafa Abdürrezzâk, s. 259)

Aynı tarif, Taşköprizâde’nin bir disipline Kelâm İlmi denilebilmesinin iki şartı bulunduğu yolundaki açıklamasıyla da örtüşür. Bunlardan biri, doğruluğuna inanılacak esaslara ve ortaya konacak davranışlara dair ilkelerin Kur’ân ve sahih sünnette mevcut olması, diğeri de bu ilkelerin aklî yöntemlerle teyit edilmesidir. (Bkz.: Miftâhu’s-Saâde, 2/150)

Kelâm, her ne kadar inkârcılarca ileri sürülecek fikir ve itirazları reddedip İslâm Dini’ni savunan bir disiplin ise de onun işlevi sadece savunmak değil, bunun yanında İslâmî ilkelerin doğruluğunu hem aklî yöntemlere dayanarak hem de irtibatlı olduğu noktalarda sosyal ve fen bilimlerinin verilerinden faydalanarak kanıtlamaktır. Dolayısıyla Kelâm’ın yalnızca savunmacı bir disiplin olduğuna ilişkin iddialar isabetli değildir.

Kelâm İlmi’nin Konusu

Başlangıçtan itibaren günümüze Kelâm İlmi konusu alanında önemli gelişmeler meydana gelmiştir. Mütekaddimîn adı verilen Gazzâlî’den (v. 505/1111) önceki kelâmcılara göre Kelâm’ın konusunu Allah’ın birliği, sıfatlarının üstünlüğü, kıdemi veya hudûsü, tekfir ve kader meseleleri teşkil ediyordu. Peygamberlik, âhirete iman ve imâmet konuları ikinci sırada yer alıyordu. Şîa kelâmında ise imâmet dinin aslî hükümleri kabul edilmiş ve diğer hususlar onunla irtibatlandırılmıştır. Kesin nasslarla sabit olan inanç esasları her dönemde Kelâm’ın değişmeyen konularıdır (mesâil). Bunların açıklanması ve kanıtlanması etrafında başvurulan sosyal bilimler, insanî ilimler vepozitif bilimlerden elde edilebilen yardımcı bilgiler ise (vesâil) bu ilimlerin gelişmesine paralel olarak değişiklik arz etmektedir.

İslâm dünyasında bir taraftan çeşitli sebeplerle ortaya çıkan ihtiyaç, diğer taraftan eski Yunan düşüncesinden yapılan tercümelerle felsefenin yayılmaya başlamasıyla birlikte âlimler Kelâm disiplinine fikrî bir alt yapı hazırlama gereği duymuşlardır. İman esaslarının temelini oluşturan ulûhiyyet bahsinin ilk meselesi, bütünüyle tabiatın (âlem) yaratılmış olduğunu ve bunun bir yaratıcısının bulunduğunu ispat etmekti. Bu sebeple Kelâm İlmi’nin konusu fiilen var olan her şeyi (mevcut) kapsayacak şekilde genişlemiştir. Ancak Kelâm tabiattan söz ederken yöntem açısından nassa bağlı kalmayı prensip edinmiş ve bu yolla sırf akıldan hareket eden felsefeden ayrılmıştır. Bunun dışında Kelâm, tabiatı başlangıcı yani ilk var edilişi ve sonu bakımından ele almış, böylece de pozitif bilimden ayrılmıştır.

Gazzâlî’nin İslâm felsefesiyle ilgilenmesi ve mantık disiplinini İslâmî ilimler arasına almasının ardından Kelâm’ın konusu bu doğrultuda genişlemeye başlamış, hem hariçte hem zihinde mevcut varlıkları kapsayacak şekilde İslâm’ın ana ilkelerini doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendiren bütün bilgileri bünyesine almış, böylece Kelâm’ın konusu “bilginin alanına giren her şey” (ma‘lûm) diye belirlenmiştir. Bu dönemden itibaren Kelâm İlmi’nde kullanılan deliller mantıkla irtibatlı olup verilen hükümlerle yapılan tanımların doğru olması bu sayede sağlanmak istenmiştir.

Fetihlerle birlikte İslâm’ın çok geniş bir alana yayılması ve Müslüman toplumun da çeşitli inanç, felsefe ve kültürlere sahip milletlerle karşılaşmasından sonra İslâm dinine yönelik iyi niyetli veya art düşünceli fikirler çoğalmaya başlamıştır. Dinin temel hükümlerini ilgilendiren ve alabildiğine genişlemiş bulunan İslâm coğrafyasının gerek içinden gerekse dışından gelen eleştiriler H.II. (VIII.) yüzyıldan itibaren Mu‘tezile âlimleri tarafından cevaplandırılmaya çalışılmıştır. İlk başta muhafazakâr âlimlerin ilgi göstermediği bu ilmî faaliyeti daha sonra Sünnî kelâmcılar sürdürmüştür. Bu çerçevede başta Hıristiyanlık ve Yahudilik olmak üzere Mecûsîlik, Seneviyye (düalizm), Maniheizm, Brahmanizm gibi dinî; dehrîlik, Yeni Eflâtunculuk, materyalizm, pozitivizm gibi felsefî görüşlerin reddi Kelâm literatüründe yer alan konulardandır.

Aydınlanma döneminden itibaren Batı’da meydana gelen bilimsel gelişmeler mutlak mânâda dinin ve İslâm’ın aleyhine bir delil olarak kullanılmak istenmiştr. Batı’daki teologlara paralel olarak İslâm âlimleri de bu tür gelişmeleri takip etmiş, bunların içinde bilimsel gerçek niteliği taşıyanlardan dinî metinlerin yorumlanması hususunda faydalanmış, bu niteliği taşımayan teorilere dayalı görüşleri ise reddetmişlerdir.

Kelâm’ın Gayesi

Kelâm İlmi’nin gayesi özet olarak şöyle ifade edilebilir:

Öğrettiği güçlü kanıtlar sayesinde Müslümanları taklit seviyesinden kurtarıp inandıklarının şuurunda olarak inanma ve yaşama derecesine yükseltmek (tahkikî iman).

Hidayeti arayanlara yol göstermek.

İslâm’ı eleştirenlere mâkul cevaplar vererek ve sağlam bilgiler üreterek İslâm’ın yüceliğini kanıtlamak. İnançsızlığın felsefesini yapanların ileri sürdüğü karşı delil ve itirazları geçersiz kılmak.

Diğer İslâmî ilimlere güçlü dayanak oluşturmak,

Allah’tan başka ilâh, yaratıcı ve mutlak otorite sahibi bir varlığın olmadığı inancını yani tevhidi gönüllere yerleştirmek.

Hurafe ve bâtıl inançlar konusunda Müslümanları bilgilendrimek, ikaz etmek.

Dünyada adaletli bir hayatın kurulup devam etmesine katkıda bulunmak.

Kelâm Karşıtları

Kelâm’ın önemi ve değeri konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çoğunluğunu hadisçilerin teşkil ettiği Selefiyye’ye mensup âlimlerle bazı sûfîler ve filozoflar kelâma karşı olumsuz bir tavır almış, hem kullanılan yöntem hem deliller açısından onu eleştirmiştir. Onlara göre Kelâm, genellikle muhaliflerin temel kabullerini dikkate alarak gerçeğe aykırı bulduğu fikirleri reddeden bir tartışma yöntemine dayandığı için varlığa ilişkin problemlere çözüm getirememiş, düşünce alanında üretici olamamıştır. Üstelik de derinleşmeyi engellemiştir.

İmam Mâlik b. Enes, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed b. Hanbel gibi müçtehit âlimler kelâmın aleyhinde bulunmuş, Kelâm’ı Müslümanlar arasında fikir ayrılıklarını ve taassubu körükleyip dinî-ahlâkî hayatı zayıflatan, Müslümanların birbirini tekfir etmesine yol açan, zihinlerde şüpheler uyandıran ve dolayısıyla insanı arzularına tâbi kılıp zındıklığa sevkeden bir ilim olarak kabul etmişlerdir.

İmam Mâlik b. Enes, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed b. Hanbel gibi müçtehit âlimlerin Kelâm’ın aleyhindeki sözleri, “Onların yaşadığı dönemdeki Kelâm, ehl-i bid’at Kelâm’ı idi. Ehl-i Sünnet kelâmı henüz kurulmamıştı. Kelâm aleyhindeki sözleri, sadece dinde taassup gösteren, kesin bilgiler elde etme ehliyetine sahip olmayan, Müslümanların inançlarını bozmak gibi bir maksat peşinde koşan ve aslında ihtiyaç duyulmayan ve anlaşılması güç felsefî konulara dalan kimseler için söz konusudur. Aksi hâlde farzların aslı ve dinî esasların temeli olan Kelâm’ın öğrenilmesinin men edilmesi nasıl düşünülebilir?” (Teftâzânî, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, s.100) şeklinde yorumlanabilir. Fakat Ehl-i Sünnet Kelâm’ı kurulduktan sonra da, Selef âlimlerinin Kelâm’a karşı olumsuz tavrı değişmemiştir. Müteahhir Selef âlimlerinin çoğunluğu Kelâm’ı ve kelâmcıları eleştirmiş, onları inancı sarsıntıya uğratmak, yetkili olmadığı alanlara girmek ve aklı nakle tercih etmekle itham etmişlerdir. (Bkz: Süleyman Uludağ, İslâm Düşüncesinin Yapısı-Selef, Kelâm, Tasavvuf, Felsefe 52-61) Aslında bu ihtilâfın ve karşı oluşun kökeninde, metot farklılığı yatmaktadır. Selef âlimlerinin, akla önemli bir yer veren Kelâm’a karşı çıkmaları metotlarının tabiî sonucudur denilebilir. Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünneti veya sünnetin sözlü ifadesi olan hadisler yeterli görüldüğü için Selef âlimlerinin eserleri genelde herhangi bir ilâve yorum ihtiva etmemiştir. Çünkü Selef âlimleri özellikle itikadî konularda Kitap ve sünnetle ne varit olmuşsa onu, lafız te’vile elverişli olsa da, te’vil etmeksizin almayı yeterli bir metot olarak benimsemişlerdi.

Kelâm İlmi’ni Gerekli Görenler

İslâm âlimlerinin çoğunluğu, Kelâm’ı önemli görmüş, onu öğrenip geliştirmenin farz-ı kifaye türünden bir yükümlülük olduğuna belirtmişlerdir. Kelâm’ı savunanların temel gerekçeleri şöyle özetlenebilir:

Kelâm, İslâm’ın ana ilkelerini belirleyip temellendiren bir disiplin olduğuna göre dinî ilimlerin aslını oluşturur, diğer İslâmî ilimler ise ikinci sırada yer alır. Zira Allah’ın varlığı ve birliği, peygamberliğin ve âhiretin gerçekliği, ibadetlerin yanı sıra diğer dinî hükümlerin doğruluğu bilinmeden İslâm’dan bahsetmek mümkün değildir. Bu sebeple Kelâm’la uğraşmayı zararlı veya haram telakki etmek isabetsiz ve sübjektif bir yaklaşımdır.

Kelâm’ın üstlendiği şey Kur’ân’da yapılan ve peygamberlere emredilen bir faaliyettir. Bu açıdan düşünüldüğünde Kelâm’ın öncülüğünü peygamberler yapmıştır, böyle bir şeyin bid‘at kabul edilmesi anlamsızdır.

Kelâm İlmi’ni Meydana Getiren Sebepler

Kelâm İlmi’nin bir kısmı İslâm’ın kendi yapısından, ayrıca Müslümanların dinî, siyasî ve içtimaî problemlerinden kaynaklanan iç sebeplerin, bir kısmı da Müslümanların başka din ve felsefelerden oluşan yabancı kültürle karşılaşmasından kaynaklanan dış sebeplerin etkisiyle doğduğu kabul edilir. Her ne kadar bazı şarkiyatçılar Kelâm’ın tamamen yabancı kültürün, bazı Müslüman yazarlar da sadece iç sebeplerin tesiriyle doğup geliştiğini ileri sürmüşlerse de her iki görüş Müslüman olan ve olmayan araştırmacıların çoğunluğunca isabetli bulunmamış, kelâmın doğmasında iç ve dış sebeplerin ortaklaşa etkili olduğu görüşü benimsenmiştir

1-Dinî düşüncede derinleşme ihtiyacı: İslâm’ın yayılmasından sonra dinî düşüncede derinleşme ihtiyacı duyan Müslümanlar, zâhirî mânâları itibariyle birbirine Akaid ve Fıkıh alanında ters düşer gibi görünen nassları (müteşâbih) çözmeye çalışmışlardır. Bunun sonucu olarak da Akaid ve Fıkıh alanında farklı görüş ve anlayışlar ortaya çıkmıştır.

2-Kur’ân’ın düşünmeye teşvik etmesi: Pek çok âyette insanlar hem kendileri hem diğer varlık ve olaylar üzerinde gözlem yapmaya, bu gözlemlerden yararlanarak nesne ve olayları ontolojik ve epistemolojik açıdan yorumlamaya davet edilmiş, düşünüp akıl yürütenlerin doğru bilgilere ulaşacakları vurgulanmış, buna karşılık atalarından öğrendikleri inançları taklit edenlerin hak inanç ve doğru davranış bilgisine ulaşamayacakları, dolayısıyla sapıklıkta kalacakları belirtilmiştir.

Müslümanlar, bu ilâhî emre uyarak dinî düşünceyi temellendiren bilgiler üretmeye yönelmişlerdir. Bu durum Kelâm’ın doğmasına olumlu etkide bulunmuştur.

Kur’ân’da başta Allah’ın varlığı, birliği ve üstün nitelikleri olmak üzere peygamberlik, kader, iman-günah, iyi-kötü davranışlar gibi birçok meselenin aklî delillerine temas edilmiş, bunlara yapılan itirazlara aklî ve mantıkî cevaplar verilmiş, değişik din mensuplarının bâtıl inanç ve davranışları açıklanarak eleştirilmiş, onlarla en uygun biçimde fikrî mücadelede bulunulması peygambere ve dolayısıyla Müslümanlara emredilmiştir. Bu bir anlamda Kelâm inşa etmeyi içeren bir emirdir.

3-Fetihlerle İslâm’a giren farklı inanç mensupları ve kültürlerin meydana getirdiği kafa karışıklığı: Hz. Peygamber’in vefatından sonra kısa bir süre içinde çeşitli inançlara bağlı toplumların bulunduğu bölgeler fethedilmiş ve birçok insan Müslüman olmuştur. Farklı dinlerden gelen yeni Müslümanların zihinlerindeki dinî problemleri çözmek için âlimlere sorular sorup cevaplar almaları da kelâm faaliyetine katkıda bulunmuştur.

Hulefâ-yi Râşidîn devrinden itibaren İslâm coğrafyasının hızla genişlemesi sonunda Müslümanlar değişik dinlere mensup âlimlerle karşılaşmış ve onlarla kültürel bir ilişkiye girip dinî konularda tartışmıştır. Bundan dolayı Müslüman âlimler İslâm’a yapılan itirazlara cevap bulmak mecburiyetinde kalmıştır.

4-Felsefenin tercüme edilerek İslâm dünyasında yayılması: İslâm’ı eleştiren başka dinlere mensup bilginlerin bunu yaparken felsefeden, özellikle Grek düşüncesinden yararlanmaları Müslüman bilginleri de felsefeyi öğrenmeye sevketmiştir. Esasen Müslümanların fethettikleri Mısır’da Grek felsefesi İskenderiye okulu aracılığıyla yayılmıştı. Bunun dışında felsefî eserler de Arapçaya tercüme edilmişti.

5-Cemel ve Sıffin Savaşları gibi olayların meydana getirdiği tartışmalar: Hazreti Ali’nin hilâfeti zamanında meydana gelen Cemel ve Sıffîn savaşlarının ardından İslâm hakkında yeterli bilgisi bulunmayan ve halifeyi Hakem Vak‘ası’na razı edip daha sonra bundan ötürü onu tekfir eden bedevîler ilk itikadî ayrılığa yol açmışlardır. Büyük günah (kebîre) işleyen kişiyi tekfir etmekle başlayan ve nasslara yüzeysel olarak bakan Havâric diye anılan grup teşkil etmiş, ardından da çeşitli alt gruplara bölünmüştür.

Kelâm İlminin Doğuşu

Cehmiyye

Ca‘d b. Dirhem, cebir fikrini benimsemekle birlikte Kur’ân’ın mahlûk olması, ilâhî sıfatların nefyi, maddenin hâdis olan cevher ve arazlardan meydana gelmesi gibi yeni görüşler ortaya atmıştır. Şam’da Gaylân ed-Dımaşkī, Ma‘bed el-Cühenî’nin ve Saîd b. Kutne’nin görüşlerini; Mukātil b. Süleyman’a ait teşbih ve tecsîm telâkkilerinin yayıldığı Horasan’da da Cehm b. Safvân, Ca‘d b. Dirhem’in fikirlerini benimseyip nassları bu fikirler doğrultusunda ve aklî delillere başvurarak yorumlamıştır. Cehmiyye’nin kurucusu kabul edilen Cehm b. Safvân, belirgin bir şekilde aklı nassların önüne geçirerek aklın ışığında yoruma tâbi tutmuştur. Geliştirdiği bu yönteme bağlı olarak ulûhiyet, âhiret gibi konularda yeni itikadî görüşler ileri sürmüş ve kelâm yöntemini kullanan ilk âlim olmuştur. Bu yöntemi daha kapsamlı bir şekilde uygulayacak olan Mu‘tezile’nin doğuşuna da zemin hazırlamıştır.

Mutezile

Hicrî I. asır sonu ile II. asır başlarındaki fikir hareketlerinden sonra Mu’tezile mezhebi bir düşünce ekolü olarak doğmuştur. Mu’tezile, Vâsıl b. Atâ’nın (v. 131/748), Hasan Basrî’nin (v. 110/728) ders halkasından ayrılması ile başlamıştır. (Şehristanî, el-Milel ve’n-nihal, 1/48) Bir gün bir şahıs, Hasan Basrî’nin meclisine gelmiş, büyük günah işleyenlerin Hâricîlerce kâfir, Mürcie tarafından mü’min sayıldığını söylemiş, kendisinin bu konudaki fikrini sormuştur. Hasan Basrî henüz kanaatini açıklamadan, öğrencilerinden Vâsıl b. Atâ ileriye atılmış, böyle bir kişinin ne mutlak bir mü’min, ne de mutlak bir kâfir olacağını, iman ile küfür arasında olan ve fısk denilen bir mertebede (el-menziletü beyne’l-menzileteyn) bulunacağını söylemiştir. Daha sonra da Hasan Basrî’nin meclisini terk etmiş.  Bunun üzerine Hasan Basrî, “Kad i’tezele annâ Vâsıl/Vâsıl bizi terk etti.” demiştir. Bu sebeple onun meclisini terk edenler anlamında onlara Mu’tezile denilmiştir. Bundan sonra Vâsıl b. Atâ, arkadaşı Amr b. Ubeyd’le (v. 144/761) birlikte fikirlerini yaymaya başlamıştır. Tesbit edilebildiği kadarıyla Kelâm’a dair ilk eseri de Vâsıl İbn Atâ yazmıştır.

Mu‘tezile kaynaklarında, Vâsıl b. Atâ’nın görüşlerini Ebû Hâşim Abdullah b. Muhammed b. Hanefiyye vasıtasıyla Ali b. Ebû Tâlib’e dayandıran rivayetler varsa da bunu doğrulayan başka bilgiler mevcut değildir. 100-120 (718-738) yıllarında ortaya çıkan bu hareket Amr b. Ubeyd, İbn Keysân el-Esam, Dırâr b. Amr, Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf, Nazzâm, Câhiz, Bişr b. Mu‘temir, Ca‘fer b. Harb, Ca‘fer b. Mübeşşir, Ebü’l-Hüseyin el-Hayyât, Ebû Ali el-Cübbâî, Kâ‘bî, Kadı Abdülcebbâr, Ebû Reşîd en-Nîsâbûrî gibi âlimlerle gelişip önemli bir kelâm ekolü hâline gelmiştir.

Basra ve Bağdat kelâmcıları olmak üzere iki gruba ayrılan Mu‘tezile âlimleri ayrıntılarda farklı görüşler benimsemekle birlikte nassların aklın ışığında yorumlanması gerektiğinde birleşmişlerdir. Ayrıca Allah’ın varlığını, Zâtından ayrı olarak düşünülen sıfatların nefyi esasından hareket eden birliğini ve insanların fiillerinde hür olduğu fikrine dayanan adaletini aklî verilerle kanıtlamak, iyi ve kötünün belirlenmesinde aklın yetkinliğini kabul etmek, büyük günah işleyen kimsenin imandan çıkıp küfre girmediğine hükmetmek, kul için en iyi olanı gözetmeyi Allah hakkında zorunlu görmek ve iyiliği emredip kötülükten sakındırmak gibi ana ilkelerde ittifak etmişlerdir. Tabiat felsefesinde ise çoğunluk atomcu nazariyeyi kabul etmiştir.

İslâm’ı aklın ışığında, muhaliflere karşı savunmak için, Mu’tezile’nin geliştirmiş olduğu bu yeni metoda Kelâm metodu adı verilmiştir. O zamana kadar her şeyi nakil ile çözen ve nassa teslimiyetle bağlı olan Selef âlimleri, akılcı bir tavır sergileyen Mu’tezile’yi ve Kelâm metodunu tenkit etmiş ve onun karşısında yer almışlardır. Yazdıkları çeşitli risalelerde de Kelâm’ı bid’at olmakla suçlamışlardır.

Kelâm İlmi’nin Cehmiyye ve Mu‘tezile elinde doğmasının ardısıra Selefiyye, Sünnî Kelâm ekolleri ve Şia kelâmı da teşekkül etmiştir.

Şia

Şiî âlimleri Kelâm’ı, başta Hazreti Ali ve İmam Ca‘fer-i Sâdık olmak üzere Ehl-i Beyt’e mensup imamlarla başlatır ve Şeyh Sadûk’un İ’tiķadâtü’l-İmâmiyye’si ile Şeyh Müfid’in Tashihu’l-i’tiķad’ını bu konuda yeterli bir delil olarak ileri sürerler. Bununla birlikte literatürde Şia’ya nisbet edilen ilk kelâmcı Hişâm b. Hakem’dir. Şia kelâmı daha çok imamet merkezli bir ekoldür. Bir çok konuda Mu‘tezile’nin görüşlerini benimseyen Şia’nın ondan farkı imamet bahsindedir.

Selefiyye

Kelâm ekollerinin ortaya çıkmasından itibaren çoğunluğunu hadisçilerin teşkil ettiği âlimler Kelâm hareketine tepki göstererek Kur’ân ve Sünnet’e bağlı kalmak gerektiğini savunmuş, dinin ana ilkelerini aklın veya Şia’da olduğu gibi siyasî tercihlerin ışığında yorumlamaya karşı çıkmışlardır. III. (IX.) yüzyılda belirgin bir şekilde ekolleşen Ehl-i Sünnet iki gruba ayrılarak gelişmiştir. Bunların ilki Ahmed b. Hanbel’in öncülüğünde, ayrıca Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî, İbn Kuteybe, Ebû Saîd ed-Dârimî gibi hadisçilerin de katkısıyla gelişen Selefiyye’dir. Bu ekol, nasslarla yetinip aklî bilgilere başvurmayı reddetmiştir. Nasslarda yer alan aklî bilgilerle sınırlı bir akılcılığa kapısını aralayarak devam etmiştir. Tabiat felsefesi, ulûhiyyet ve iman konularında ana görüşlerini koruyup farklı bir Sünnî ekol olma hüvviyetini sürdürmüştür.

Eş’ariyye ve Maturidiyye

Ehl-i Sünnet’in ikinci ve en büyük grubunu Eş‘ariyye ile Matüridiyye’den oluşan Sünnî Kelâm ekolü oluşturmuştur. Nassları hareket noktası kabul etmekle birlikte dinî ilkeleri aklî bilgiler ve dil kurallarına dayanan yorumlarla temellendirme yöntemini benimseyen Sünnî Kelâm hareketinin III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında Hâris el-Muhâsibi, İbn Küllâb el-Basrî ve Abdülazîz el-Mekkî’nin çalışmalarıyla başladığını söylemek mümkündür. Bunların ardından münferit Sünnî kelâmcılar olarak Ebü’l-Abbas el-Kalânisî ve Ebû Ali el-Kerâbisî dikkat çeker.

Sünnî Kelâm’ın asıl kurucusu Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî olmuştur. Mu‘tezile’nin önemli âlimlerinden Ebû Ali el-Cübbâî’den Kelâm dersleri alan ve kırk yaşına kadar Mu‘tezile düşüncesini savunan İmam Eş‘arî, başta “vücûb alellah” ilkesi olmak üzere Mu‘tezile’nin görüşlerini nassların yanı sıra aklî bilgilere de aykırı bularak bu ekolden ayrıldığını ve Ehl-i Sünnet’in görüşlerini benimsediğini açıklamıştır.

İmam Eş‘arî. Akaid konularında hadislerin delil olarak kullanılmasını benimsemiş, es-sıfâtü’l-meânîyi ispat etmiş, insanların fiilleri de dahil olmak üzere her şeyin kaderin kapsamına girdiğini ve insanların kesb yoluyla tesir ettiği fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını kabul etmiş, rü’yetullahın, nasslarda açıklanan diğer âhiret hâllerinin akıl açısından mümkün olup mutlaka vuku bulacağını savunmuş, büyük günah işleyenlerin imandan çıkmadığını söylemiş ve Hulefâ-yi Râşidîn’in meşruiyetine hükmetmiştir. İmam Eş‘arî, genelde Mu‘tezile tarafından reddedilen bu görüşlerini aklî bilgilerle temellendirmiştir. Ayrıca atomculuğa dayanan tabiat felsefesini Ehl-i Sünnet’e taşımıştır.

Muhtemelen İmam Eş‘arî’den de önce Sünnî kelâm ekolünü Mâverâünnehir civarında kuran bir diğer âlim Ebû Mansûr el-Matüridî olmuştur. İmam Ebû Hanife’nin ilim geleneğine mensup bulunan İmam Matüridî, İmam Eş‘arî’ye nisbetle Kelâm’da daha akılcı bir yöntem geliştirip uygulamış ve Sünnî inançları daha doyurucu bir muhteva ile temellendirmiştir. Bundan dolayı kurduğu ekol Eş‘ariye ile Mu‘tezile arasında, fakat akılcılıkta Mu‘tezile’ye daha yakın kabul edilmiştir. (M. Ali Ebû Reyyân, s.322-323) İmam Ebû Hanife’nin fıkıh mezhebiyle birleşerek tek başına Müslüman çoğunluğu kendisine bağlamayı başarmıştır.

İmam Matüridî bilgi problemi, isbât-ı vâcib, ilâhî fiillerin hikmetli oluşu, insanın kendi fiillerinin faili kılınışı, nübüvvetin gerekliliği ve imanın dindeki yerinin önemi gibi konulara ağırlık verip özellikle Mu‘tezile kelâmını eleştirmiştir. (Kitâbü’t-Tevĥîd, tür. yer.) İmam Matüridî’nin istidlâl şekilleri, bu arada kullandığı çeşitli malzeme ve örnekler sonraki Sünnî kelâm eserleri için model oluşturmuştur.

Sünnî kelâm ekolünün kurulmasına paralel olarak bir taraftan Kindî ve Fârâbî ile felsefe geleneğine bağlı görüşler İslâm dünyasında akis bulmuş, diğer taraftan tasavvufî düşünceler Sûfiyye ekolüyle kurumlaşmaya başlamıştır. IV. (X.) yüzyılın ortalarından itibaren İslâm dünyasında Doğu’da Maturidiyye, Ortadoğu ile Kuzey Afrika’da Eş‘ariyye âlimleri ve bazı yöneticilerin katkısıyla Sünnî kelâm giderek yayılmış. Zamanla yüzde doksanı aşkın Müslüman çoğunluğunu bünyesinde toplayan bu ekol, sonraki asırlarda da Kelâm İlmi’ni geliştirme görevini üstlenmiş oldu.

Kelâmcıların mütekaddimîn dönemi Eş‘ariyye’de Gazzâlî, Mâtürîdiyye’de Ebü’l-Muîn en-Nesefî ile sona erer. Mütekaddimîn döneminin önemli kelâmcıları arasında Bâkıllânî, İbn Fûrek, Ebû Bekir el-Beyhakī, Cüveynî, Hakîm es-Semerkandî, Ebû Seleme es-Semerkandî, Ebu’l-Yüsr el-Pezdevî ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî yer alır. Mütekaddimîn kelâmının en belirgin özelliği, klasik mantık ve felsefeden uzak durarak özü Kur’ân’da bulunan bir akılcılıkla İslâmî ilkeleri temellendirmesi, İslâmî mantık ve usûl ilmini geliştirmesidir. Bu sebeple dönemin kelâmı felsefî bir metafizik olmaktan çok bir usûlü’d-dîn ilmidir. Bu çerçevede naklî ve aklî delillerden oluşan özgün bir istidlâl yöntemi benimsenmiş, temsilî kıyas, kıyâsü’l-gāib ale’ş-şâhid (duyu ötesini duyulur âlemle karşılaştırma), sebr ve taksim (ihtimalleri tartışma usûulü), in‘ikâsü’l-edille (delilin geçersizliğiyle konunun da geçersiz kabul edilişi) gibi istidlâl vasıtaları kullanılmıştır. Bunlardan in‘ikâsü’l-edille, inançların kanıtlanmasına aracılık yapan delillerin inanç esası gibi kabul edilmesinden kaynaklanmıştır.

Bu devirde Allah’ın varlığı hudûs deliliyle temellendirilmiş ve daha çok sıfat tartışmalarına ağırlık verilmiş, müteşâbih âyetler te’vil edilmiş, mütevâtir olmadıkları hâlde -benimsenen bilgi anlayışına aykırı olarak- bazı âhad rivayetler naklî deliller arasına alınmıştır. Ulûhiyyet, nübüvvet ve “ba’s-ı cismânî”yi kanıtlamak düşüncesiyle atomcu bir tabiat felsefesi savunularak normal şartlarda bile sebep-sonuç arasındaki ilişkinin zorunluluğu reddedilmiştir. Dönemin kelâmcıları mezhep kurucularının görüşlerini dogmalaştırmaya yönelmiş, mantık ve felsefeye âşina olmadıklarından bu disiplinlere ait eleştirilerinde başarılı olamamışlardır.

Müteahhirin dönemi: Gazzâlî ile başlatılan bu devrin kelâmcıları arasında Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Necmeddin en-Nesefî, Sirâceddin el-Ûşî, Şehristânî, Nûreddin es-Sâbûnî, Şemseddin es-Semerkandî, Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî, Kādî Beyzâvî, Adudüddin el-Îcî, Ebü’l-Berekât en-Nesefî, Teftâzânî, Cürcânî, İbnü’l-Hümâm, Celâleddin ed-Devvânî gibi isimler yer alır.

Gazzâlî, ilk önce klasik mantığı İslâm ilimleri arasına alarak mantık kurallarına aykırı düşen in‘ikâsü’l-edilleyi reddetmiş, Akaid’le örtüşmeyen felsefî görüşleri eleştirmek amacıyla bu disipline ağırlık vermiş, ayrıca Tasavvuf’la Kelâm’ı uzlaştırmaya çaba göstermiştir. Gazzâlî’nin Kelâm İlmi’nde başlattığı bu yenilikler kendisinden sonra gelenler tarafından benimsenip daha ileri boyutlara götürülmüştür. İsbât-ı vâcibde imkân delilini öne çıkaran Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî ve Kādî Beyzâvî ile kelâm eserlerinin muhtevasında felsefî bahisler kelâmî konulardan fazla bir hacim işgal etmeye başlamıştır.

Bu dönemde İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye gibi müteahhir Selef âlimleri kelâm, felsefe ve tasavvuftan oluşan İslâmî düşünce alanına eleştiriler yöneltmiş ve Selef geleneğini aklı da büsbütün ihmal etmeksizin hâkim kılmaya çalışmıştır. Bu dönemde Adudüddin el-Îcî’den itibaren şerh ve hâşiye geleneği başlayıp Teftâzânî, Cürcânî ve Devvânî ile zirveye ulaşmıştır. Bu zihniyeti temsil edenler arasında Senûsî, Lekānî, Siyâlkûtî, Bâcûrî gibi isimler zikredilebilir.

Yeni İlm-i Kelâm

İslâm dünyasının Batı kültürü ile temasa geçtiği XIX. yüzyılda felsefe alanında büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Pozitif ilimler ilerleme kaydetmiş ve Batı toplumları dünyevîleşme sürecine girmiştir. Bu süreçle birlikte materyalizm, evrimcilik, pozitivizm ve Freudizm gibi mukaddesatı inkâr etmeye varan akımlar ortaya çıkmıştır. Batı’da eğitim gören Müslüman aydınların yaptığı tercümeler ve yazdıkları kitaplar aracılığı ile inkârcı düşünceler kısa zamanda İslâm dünyasına taşınmıştır. Bu düşünceler karşısında bin yıl öncesinin kültürünü yansıtan klasik Kelâm İlmi’nin bazı delil ve istidlâl şekilleri artık yetersiz kalmıştır. Hüseyin Kâzım Kadri ve Mustafa Sabri Efendi gibi isimler dışında devrin hemen bütün bilginleri, yeni bir kelâmın inşa edilmesi ihtiyacını hissederek dine yöneltilen eleştirileri karşılamak amacıyla İslâm ilimlerinde yorumlama tekniğini geliştirmişlerdir. Bu âlimler, faaliyetleriyle İslâm kültürünün varlığını bir şekilde sürdürmesine katkıda bulunmuşlardır.

Yeni devir kelâmcıları arasında İzmirli İsmail Hakkı, İsmail Fenni Ertuğrul, Elmalılı Muhammed Hamdi, Bediüzzaman, Filibeli Ahmed Hilmi, M. Ferîd Vecdî, Cemâleddîn-i Efgānî, Muhammed Abduh, Seyyid Ahmed Han, Şiblî Nu‘mânî, Emir Ali ve Muhammed İkbal dikkat çeker.

Seyyid Ahmed Han ve Ferîd Vecdî gibi âlimler, bilim adına ileri sürülen teori veya senaryolardan beslenen düşünceleri teslimiyetçi bir yaklaşımla doğru kabul edip dini bu doğrultuda yorumlamıştır. Bilginlerin çoğu ise, dünyevîleşmiş Batılı anlayışlara göre İslâm dininin yorumlanmasını isabetsiz bulmuştur.

Bu yeni dönemde Kelâm meseleleriyle ilgili olarak öne çıkan yaklaşımlar şöylece özetlenebilir: Ulûhiyyet konusunda zât-sıfat ilişkisi yerine Allah’ın varlığı temel problem olarak görülüp bilimsel verilerle teyit edilen gaye ve nizam deliline önem verilmiştir.

Mekanizm fikrinin temelsizliği üzerinde durulup materyalist evrimin bilimsel yöntemlerle kanıtlanamadığına dikkat çekilerek evolüsyonizm eleştirilmiştir.

XX. yüzyıl tecrübesine atıf yapılarak insanların dinden vazgeçemedikleri belirtilmek suretiyle pozitivizm eleştirilmiştir.

Anormal ve hasta tipler üzerinde yapılan araştırmalara dayandığına işaret edilerek Freudizm eleştirilmiştir.

Kader inancının insanın fiil işleme irade ve gücünden yoksun bulunduğu anlamına gelmediğine vurgu yapılmıştır.

Nübüvvet, hissî mûcizeler yerine peygamberlerin getirdiği hidayete ilişkin bilgilerle temellendirilmiş ve bu bilgilere ulaşmak sadece peygamberlere ait bir kabiliyet olarak görülmüştür.

İnancın bilimselleştirilmesi gerektiği tezinden hareket eden bazı kelâmcılar ise melek ve cin gibi gaybî varlıkları duyularla algılanan mikrop ve bedevî insan türünden maddî varlık olarak yorumlamıştır.

Klasik dönemde tartışma konusu olmayan din-bilim ilişkisiyle kadının toplumsal ve bireysel statüsü gibi yeni konular Kelâm’ın kapsamına alınarak İslâm’ın bilimle çatışmadığı, kadını hukukî güvenceye kavuşturduğu, ona psikolojik ve fizyolojik yaratılışına uygun yaklaşımlarda bulunduğu açıklanmıştır.

Gayb âlemini ve gaybî bilgileri dışlayan bir akılcılık ve bilimcilik felsefesi olan moderniteye boyun eğmeme ve modernitenin hâkim olduğu dünyada vahyi de içine alan bir akılcılık geliştirme gayreti Kelâm’ın önemli konularından birini oluşturmuştur.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/26/2018